Markar Esayan - Erdoğan, Davutoğlu ve Meşal...

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ermeni Soykırımı Tartışmaları ve Paradigmanın İflası

"Temizle hafızanı, insanların adalet haykırışlarını duy, devleti koruma refleksinden vazgeç, cesaretle git karanlığın üzerine."Fransa Meclisi'nde yasalaşması nedeniyle yeniden tartışılan Ermeni soykırımı hakkında yazan Markar Esayan, konunun siyasi rant boyutuna dikkat çekiyor. Taraf yazarı Esayan, Fransa'nın bu yasayla düşünce özgürlüğünü kısıtladığını ve yasaya karşı çıktığını belirtiyor; Türkiye'de kopartılan gürültüyü de yerden yere vuruyor.

Sarkozy'i ciddiye almama, ancak kendi tarihiyle hesaplaşabilecek bir adalet mekanizmasını inşa etmeye davet eden Esayan'ın yazısını, tartışmalı bazı tespitleriyle birlikte sizler için iktibas ettik:


1915 ve paradigmanın iflası
Markar Esayan / Taraf


Ermeni soykırımı, yasa tasarıları ve onun etrafında dönen tartışmalar üzerine yazmaktan hiç hazzetmiyorum. Hem bu muazzam acının kavga ve çekişmelere alet olmasından, hem de siyasi rant olarak raftan sık sık indirilmesinden dolayı inciniyorum. Sarkozy ayarında birinin ciddiye alınması, Türkiye’nin şu “tam seferberlik” hali de midemi kaldırıyor Zaman makinesine binmiş, yine 70’lere dönmüş gibiyiz. Aynı laflar, hiçbir akıl barındırmayan aynı klişe sözler, babalanmalar.

İş dünyası ve STK’lar Fransa’ya çıkarma yapıyor. AK Parti, CHP, MHP konu Ermeni olunca aynı söylemde hemen buluşuveriyor. Cumhurbaşkanı Gül telefonuna çıkmayan Sarkozy’ye gönül koyuyor. Bizim zavallı Patrikhane, Patrik seçme hakkını gasp eden hükümete sesini çıkarmazken, otomatik olarak harekete geçip “Daha aşure yapacaktık, aşure kabımızı kırmayın noolur” türünden mıy mıy bir açıklama yapıyor. (Acaba, bir açıklama yapıverseniz ne iyi olur diye bir rica almışlar mıdır yine tepelerden?)

Medya o kadar işgüzar ve cahil ki, bu sanki onun sözleriymiş gibi Patrik Mesrob II’nin koca koca resimlerini açarak veriyor haberi. Yahu adam ölüm döşeğinde!

Soykırım pazarına dönmüş ortalık. Cezayir, Ruanda soykırımlarından geçilmiyor. Fransa’ya bu soykırımlardaki suçları hatırlatılıyor. Sanki yeni öğrendik bunları! Soykırımcı El Beşir’e Ankara’da kırmızı halılar sererken de Sudan’da neler oluyor bilmiyorduk değil mi? Bunu bu vesileyle gündeme getirmek “sen benim soykırımıma karışma, ben de seninkine” demek değil mi? Bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir ahlak Allah aşkına!

Tasarıya karşı olduğumu yazdım. O kadar... Fikir ve ifadeler bazen bizim canımızı acıtabilir, sarsıcı olabilir, ama şiddet, ırkçılık içermeyen her fikir, ne kadar saçma, ne kadar tahrik edici de olsa yasalarla yasaklanamaz. Çizgiyi buradan çekmediğinizde, özgürlüğün ve suçun tanımı da gittikçe muğlâklaşır, özgürlükleri zamanla boğacak hale gelir, nokta.

Fransa böyle bir yasayı çıkarıp kendini ve vatandaşlarını aşağılayacak, fikir ve ifade özgürlüklerini kısıtlayacaksa, bırakın bu onun ayıbı olsun. Zaten engel olmanız mümkün değil. Bu siyasi bir rant için yapılıyor. Sarkozy gibi birini bu kadar ciddiye almak, onun seviyesine inmek ne kadar aşağılayıcı bir durum. Haklı olduğunuz yerde, tepkinin ve lobi faaliyetlerinin dozajını bu kadar yüksek tutarak prestij kaybına uğruyorsunuz.

Üstelik, camdan evde oturup komşuya taş atmak gibi bir durumumuz da var. Orada çıkacak yasanın muadili olan 301. Madde gibi bir sürü yasakçı ceza maddesini hâlâ hukuk sisteminizde tutarken, bu madde yüzünden Hrant Dink gibi bir barış adamınızı mahkemelerinizde linç etmiş ve katlini seyretmişken, siyasi destek vermediğiniz için cinayet davası yerlerde sürünür, AİHM’de Türkiye sürekli mahkûm edilirken, öncellikle dönüp kendi evimizin içine bakmakta daha büyük fayda yok mu?

1915 tarihimizin en büyük trajedilerinden. Bununla ilgili gerçekleri bu halkan gizlediler, gizlemekle kalmayıp yalan bir tarih anlattılar; aynı Dersim gibi... Ermeni’yi şeytanlaştırdılar. Aynı Kürt, Alevi ve Müslümanlara yaptıkları gibi... Hikâye 1915’te bitse iyi, Cumhuriyet tarihi boyunca da Kemalist görünümlü İttihatçılar Ermenilere –ve tabii ki Rumlar, Süryaniler ve Yahudilere de– kan kusturdular. Mallarına el koydular, talan ettiler, aşağıladılar, ülkeden kaçırdılar. Halk bu tarihle ilgili gerçekleri daha yeni yeni görmeye, kirli oyunu yeni yeni fark etmeye başladı. İşte bu geç kalmışlığın bedelini Sarkozy gibilerinin elinde oyuncak olarak ödüyoruz. Bari bundan sonra akıllanalım, inisiyatifi elimize alalım.

Artık bu köhne paradigmayı değiştirmeliyiz. Başkalarına görev tevzi etmemeli, samimi olmalıyız. Bırakın Ermenistan tarih komisyonu kurmasın, arşivlerini açmıyorsa açmasın. Sen ATASE gibi kapalı olan kendi arşivlerini aç, 1915 soykırımdır demeyi suç olmaktan tamamen çıkar. Dersim özrü gibi örnekleri çoğalt. Ama bunu kaparolarla değil, defaten yap. Bak Ayhan Çarkın Tarık Ümit’in gömüldüğü yerin krokisini ta geçen ağustosta savcıya vermiş; laf üreteceğine bunları çöz, savcılara tam siyasi destek ver. Temizle hafızanı, insanların adalet haykırışlarını duy, devleti koruma refleksinden vazgeç, cesaretle git karanlığın üzerine. Tüm bunları da köşeye sıkıştıkça değil, kendin için yap.

“Yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı? Bunların üzerinde durarak bir düşünmek lazım... Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”

Bu sözler bana değil, Başbakan Erdoğan’a ait. Yeni paradigma bu sözlerin üzerine kurulabilir. Bakın o zaman Sarkozy gibilerinin bir hükmü kalır mı?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İstemezseniz kafalar karışmaz

Dink, Zirve ve Ergenekon davalarındaki tahliyeler kafaları karıştırmışa benziyor. Bu çok normal çünkü kafaların karışması zaten istenmiş gibi.
Normal olmayan, kafaların bu kadar karışmaya meyilli olması. Hatta 17-25 Aralık'ın bir darbe olduğunu düşünen kesimlerde bile bir endişedir gidiyor. Bir yandan 'Darbelerle yüzleşme süreci tersine sarar mı' korkusu, bir yandan da Zirve katillerinin, Erhan Tuncel'in ve Veli Küçük'ün tahliyesinin vicdanları rahatsız etmesi insanları kıskaca almış gibi. İkincisinin çoğumuzu etkileyen insani ve haklı bir tarafı var.
Sıkça kullanıyorum; 'Yaşanmış olan yaşanmamış sayılamaz' diye bir söz var. Toplum 2007'den sonra başlayan süreci yaşadı ve yargı ama böyle ama şöyle 'üstünlerin hukuku'na son verdi. Bu bilinç geri alınamaz. Bu tesbiti de 'yeniden yargılama' konusu gündeme geldiğinden beri yapıyorum. Sanırım, bizim sadece CHP kanalında değil, genel olarak halkla kurduğumuz ilişkide bir sorun var. Halkın nereye çeksen oraya gidecek bir 'sürü' olduğunu, bu tavrı eleştiren kesimler bile içselleştirmiş durumda. O süreç yaşandı ve kendi meşruiyetini yarattı, bu konuda panik yapmaya gerek yok.
Çoğumuz, Ergenekon operasyonları başladığında, Türkiye'de ilk defa kudretli paşalara dokunuluyor olmasından ötürü kendimizi çok iyi hissettik. Bu operasyonları yapan savcı ve polislere yakınlık duyduk. Bu son derece normal, genel bir eğilimdi. Görevden alındığında 'Teşekkürler Savcı Öz' başlıklı bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Kanaat notumuzu bu savcılardan, polislerden yana olumlu kullanmaya eğilimliydik. Çünkü Türkiye'de bu çapta ilk kez yaşanan, özlemini çektiğimiz bir durumdu bu.
Şimdi ise elimizde paralel yapı ile ilgili çok ciddi ve yeni veriler var. Yeniden yargılamanın gerekli olduğunu veya bu davaların siyasi bir amaç ve kadrolaşma için kullanılmış olabileceğini söylediğinizde yine aynı araçsallaştırma ile karşılaşıyorsunuz. Savcıları, hâkimleri şikâyet etmek üzere Avrupa'ya çıkarma yapan CHP, bugün bu mağduriyeti de AK Parti'nin kaldırmasının çelişkisini yaşamakta. Çünkü paralel yapının yedeğine çekilmiş durumda ve seçimlerde oy toplamak için onlardan aldığı kasetlerden başka halka anlatabileceği bir şey yok. Öyle ki Kılıçdaroğlu, miting konuşmalarını kasetlerle dolduramayınca 'Biz iktidar olunca sokaktaki herkes birbirine selam verecek' türünden vaatler sıralıyor. Siyasetsizlik ve ilkesizlik, CHP'yi bu davaları koruma ve tahliyelere karşı çıkma pozisyonuna kadar getirdi.
Öncelikle, bu tahliyeler beraat değil ve safahatın sonuçlanmasından sonra birçoğunun cezaevine dönmesi oldukça muhtemel.
Dink Davası başta olmak üzere bu davalar gerçeği kamufle etmek için kullanıldı ve sakız gibi uzatıldı. Bu kadar yüksek dayanışma içindeki paralel yapının Dink cinayetinde ihmal ve kastı bulunan kendi üyelerini korumamış olması akla hiç yakın gelmiyor. Yedi aydır gerekçeli kararını yazamamış bir Ergenekon mahkemesi var. Haliyle insan soruyor: 'Yedi aydır gerekçeli kararını yazamayan bir mahkeme hangi gerekçelerle davayı hükme bağladı?' Yoksa geciktirmenin başka siyasal bir amacı mı vardı?
Bakan Bekir Bozdağ, Zirve Davası ile ilgili üç hususa dikkat çekiyor. İlki, 'Dava son duruşmada karara bağlanabilirdi çünkü 5 yıl düzenlemesi yasalaşmak üzereydi' diyor. İkinci olarak, 'Davanın Ergenekon'la ilişkisi nedeniyle, orada hüküm verilmiş olduğundan tahliye kararı verilmeyebilirdi' diyor. Şüpheli son durum ise, mahkemenin sanıkları hiçbir adli kontrol içermeden re'sen tahliye etmesi... Bakan'dan sanıklar hakkındaki adli kontrol kararının savcının itirazı ile çıktığını öğreniyoruz.
Gelelim Diyarbakır'daki KCK davasına... Beş yıllık tutukluluk sürelerini dolduran müvekkilleri için mahkemeye başvuran avukatların tahliye talebi reddedildi. Gerekçe ne biliyor musunuz? 'Sanıklar dağa çıkabilir'.
Zirve'de boğaz keserken suçüstü yapılan sanıklar re'sen ve adli kontrol kararı bile verilmeden salınıyorken, Diyarbakır'da Kürt siyasiler 'dağa çıkabilirler' gibi, mahkemenin yetkisinde olmayan, üstelik ayrımcı, afaki bir nedenle tutuklu kalabiliyor. Ama Erhan Tuncel, kanun Resmi Gazete'de yayımlandıktan 75 dakika sonra başvurusu bile olmadan kapının önüne konuyor. Balyoz gibi 365 sanıklı devasa bir dava iki yılda bitirilirken, 28 Şubat Davası sündürülürken, bu davalar on yıla doğru gidiyor.
Peki tüm bu tabloda, biz neyi tartışıyoruz? Meclis'in Avrupa standartlarında ve tüm vatandaşlar için bir güvence olacak bir kanun çıkarmasını ve AYM'nin bu ihlallere dikkat çekmesini... Neden, çünkü tüm bunlar 17 Aralık darbe sürecinde kritik bir yere oturuyor. Ve evet, bir de kafamız karışık tabii...
Yazının tamamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Çatışmanın üç nedeni: Çözüm Süreci, MİT ve...

Türkiye'de son 12 yıldaki mücadele aslolarak demokratikleşme aksı üzerinde ilerledi. Piramidin tepesinde askerlerin olduğu totaliter rejimin sivil siyaseti boğduğu vesayet rejiminin meşruiyeti kalmamıştı.

Bu alenileşmiş meşruiyet eksikliğinin 'demokratik koalisyonu' tahkim etme gücü yüksekti. Yeni Türkiye'nin nasıl kurulacağı, bu kuruluşta iradenin kimde olacağı ise belirsizdi. Öncelik askeri vesayeti bitirme yönündeydi ve bunun her şeyi 'sadeleştirme' gibi bir etkisi mevcuttu. Darbeci asker ve onun arkasında hizalanan güçlere karşı verilen demokratikleşme çabası, dindarlardan Kürtlere, özgürlükçü soldan liberallere kadar her kesimi yan yana getirme gücüne sahipti. Dünyadaki konjonktür de bunu talep ediyordu. Ahlaki üstünlük eziciydi.
12 Eylül referandumu ile Çözüm Süreci ve buna bağlı MİT'in fonksiyonunda yaşanan gelişmeler bu ilk dönemi kapattı.
Askeri vesayetin gasp ettiği 'egemenlik kullanma' gücünün sivil siyasete geçtiği oranda neredeyse bir 'ganimet' savaşını başlattığından bahsedebiliriz. Anlaşıldı ki, 'demokratikleşme'den her kesim farklı bir şeyi anlıyormuş. Bunun turnusol kâğıdı, Çözüm Süreci ve MİT oldu. Normal bir ülkede, egemenliği halk adına parlamento kullanır ve hükümet yürütmenin başıdır. Hükümet, aldığı kararları seçimlerde halkın önüne götürmüş olur ve ondan aldığı destek veya gösterilen kırmızı kart ile politikalarını düzenlemek zorunda kalır. Demokrasinin temeli budur ve daha ileri bir yöntem henüz bulunmuş değildir.
Öyle gözüküyordu ki, bu ülkenin sadece yüzde 50'lik AK Parti tabanı değil, yüzde 70 civarındaki bir çoğunluğu Çözüm Süreci'ni destekliyordu. Bu desteği kırma amaçlı Akil insanlara' yapılan saldırıların etkisi istendiği gibi olmadı. MİT'in de bu süreçte ciddi bir rolü vardı. İşte yol ayrımına gelmiş olmanın bam teli bu noktadaydı.
MİT'in ele geçirilememiş olmasına tepki gösteren ve PKK'yı 'yok etmek' dışında bir yönteme karşı olan paralel yapı, öncelikle kitlesel KCK tutuklamaları ile 'irade' kullanmaya başladı. Bu arada MİT müsteşarı Hakan Fidan ciddi bir operasyonun hedefindeydi. Beşir Atalay ve Yalçın Akdoğan gibi isimlerin -o zaman kamuoyunun anlamlandıramadığı şekilde- hedefe konması bu zihniyet üzerinden inşa ediliyordu.
Ama iplerin kopması, Erdoğan'ın paralel yapıdan kaçırarak zeminini hazırladığı ve 2013 başında ilan edilen Çözüm Süreci'yle oldu. MİT teslim alınamamış, Çözüm Süreci de önlem alınamayacak bir 'gizlilikle' kamuoyu ve şeffaflığa ciro edilmişti. Kamuoyuna açıklama konusu kritikti. Bu adım, hem süreci halkın korumasına açıyor, hem de MİT'in Çözüm Süreci üzerinden millileştirilmesini ima ediyordu. Bürokrasiye hâkim olamayan bir partinin halka gitmekten başka çaresi de yoktu.
2013 yılının bu kadar zor geçmesini Çözüm Süreci'ne bağlamak komplo teorisi üretmek olmayacaktır. Bu noktada ittifaklarda değişim yaşandı. Eski devletin hâkimleri olan seçkinler ile paralel yapı arasında amaç birliği oluştu. Bu amaç birliği, 'Erdoğan'dan kurtulmak' gibi bir temayla ortaya çıkmış olsa da, mesele Erdoğan'dan da öte, Türkiye ve dünyayı ilgilendiren Çözüm Süreci'nin paradigma değiştirici etkisiydi. Aslında, Çözüm Süreci, seçilen müzakere yöntemiyle aynı anda köklü vesayet rejimine ölümcül bir darbeyi de ima ediyordu.
Özetle, koalisyonu dağıtan, vesayet-milli irade ayrıştırmasını keskinleştiren üç unsur buydu. Çözüm Süreci, MİT'in mülkiyeti ve Çözüm Süreci'nin vesayeti kökten tasfiye etme gücü...
Ama bunun halka doğru pazarlanması gerekiyordu. Halk eski halk değildi ve son 10 yıl demokratikleşme reformları ile geçmişti. Koflaşmış 'İrtica tehlikesi' veya 'Bölünüyoruz' söylemi ile demokratik ittifakın yer değiştirmeye başlayan öznelerinin dümen kırması kolay değildi.
Bu noktada 'İrtica' söyleminin bir üst sürümü olan 'yaşam biçimleri tehlikede' ile 'bölünüyoruz' söyleminin yeni modeli 'PKK'ya ne verildi' söylemi piyasaya sürüldü. Aynı sürümcüler, Kürt sosyolojisine de 'Öcalan hareketi devlete sattı' diye fısıldıyorlardı. Erdoğan ve Öcalan boğucu bir kıskaca alınmak istenmekteydi.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Markar Esayan - Yeni Şafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Vesayetin altın vuruşu

Kemalist-totaliter eski rejim kendi ağırlığı ile yerine çökerken, kendini oluşturan tüm müesseseleri de beraberinde dibe çekiyor.

Eski rejimin 12 yıllık reform sürecinde restorasyona gitmek üzere bütün kof hünerlerini sergilediği bir 'altın vuruş' şeklinde tecelli ediyor bu nihai kapışma.'Altın vuruş' ise bir müptelanın kendisini zerk ettiği o son ölümcül doza deniyor.
Bu halleriyle, siyasetin, partilerin, medyanın, iş dünyasının, akademinin ve tabii ki seçkin 'aydın' sınıfının son serencamına tanık oluyoruz. AK Parti'nin ikinci 10 yılın vizesini alması durumunda değişimin kurumsallaşacak olması, eski rejim aparatlarının son bir hamle yapmasına yol açtı. Erdoğan'a ya şimdi engel olunacaktı, ya da çok geç olacaktı.
Çözüm Süreci yolu yarılamış ve ülke bu temel sorunda ilk defa bu kadar uzağa gidebilmiş durumda. Söz konusu başarı, hem topluma, hem de siyasete -AK Parti ve BDP'ye- önemli ölçüde moral üstünlük ve özgüven sağlıyor. Bu olurken, yıllardır söylediğimiz şey de ete kemiğe bürünüyor. Yeni Türkiye'nin öncüleri dindarlar ve Kürtler olacaklar. Böylelikle, 90 yıl önce yapılmış büyük bir hatanın düzeltilmesine tanık oluyoruz. Ülke kurulurken dışlanmış iki büyük gövde, inisiyatifi alarak ikinci kuruluşu gerçekleştirmeye çalışıyor.
Erdoğan iyi bir siyasetçi olduğu için, bu keskin yol ayrımını onca tozun dumanın arasında gördü ve adını halkın içselleştirebileceği şekilde 'İstiklal Savaşı' koydu. Böyle yapmakla, toplumsal hafızada yer etmiş birçok anlamlı simgeyi güncelleştirmiş oldu. Öyle ki, yolsuzluk iddiaları ve Berkin Elvan'ın ölümüne gösterilen duyarsızlık bile geri planda kalabiliyor.
Ne ilginçtir ki, KCK son açıklamasında da İstiklal Savaşı dönemi şartlarına geri dönüldüğüne vurgu yapıyor.
Gerçekten de tarihi seçimler yaşayacağız. Bu seçimlerden sonra siyaset, medya, işdünyası, akademi, STK'lar ve tabii ki aydın müesseseleri aynı şekilde kalamayacak. CHP, vesayetin yedeğinde yenik çıktığı her mücadeleden sonra demokrasiye biraz daha teslim oluyor. TBMM'de başörtüsüne yüreğine taş basarak karşı çıkamayan, Çözüm Süreci'ni desteklediğini söylemek zorunda kalan bir CHP'ye, arka arkaya alınan bu mağlubiyetlerle ulaşıldı. 30 Mart'ta amaç hasıl olmazsa, CHP'de ciddi sarsıntılar kaçınılmaz.
CHP gibi, Türkiye'nin -hepsi tırnak içinde- beyaz medyası, aydınları, akademisi, STK'ları ve iş çevreleri de çoğunluk 'sivil' değiller. Bunlar kendi alanlarında vesayet üreten hücreler gibi işlev görüyorlar. Konu otoriterlik, ataerkillik ise, çoğu köşe yazarı, akademisyen, STK'ları kendi dar dünyalarının arpalığına çeviren aktivistler, Erdoğan'ı ceplerinden birkaç kez çıkarırlar.
Halk ise otoriter-seçkin vesayet aparatları yerine, ataerkil ama reformcu bir lideri tercih ediyor.
Artık türevi ne olursa olsun, toplum mühendisliği ile halkı halka rağmen kurtarma dönemi sona eriyor. Kibirlerinden sıyrılıp Erdoğan'a biraz saygı gösterselerdi, 'Bana baba demeyin, biz sizin babanız, efendiniz olmaya değil, hizmetkârınız olmaya geldik' sözüne burun kıvırmayıp, bunun içinde bir devlet modeli barındırdığını anlar, önlemlerini alırlardı.
Peki neden anlamadılar?
İki ana nedeni var bunun. İlki, ontolojik hale gelen seçkinciliğin, halkla hiçbir ilişki kuramayacak denli damar sertliği yaratmış olması. İlişki çok önceleri kopmuş ve bu kopuşun hatıraları bile kalmamış. Üstelik, bu kopuşun getirisi, memleketin efendiliği olmuş. Dolayısıyla, halktan uzak olmak, bir ayrıcalık olarak algılanarak refleks haline gelmiş.
İkincisi, ilkine bağlı olarak, bir değişimle yüzleşebilmenin ana şartının oluşmamış olması. Yani nihai yenilgi... Gülen hareketinin katılımıyla yaşanan doping bir yana, hala manipüle edilen yüzde 25'lik bir halk kesimi, ama bundan daha önemlisi, bir tür post postmodern darbe yapmanın gücüne hala sahipler, gördük. Medyaları, ekonomik güçleri ve buna münasip dış dünyanın belli bir bölümünden aldıkları destek var.
O zaman, eğer imtiyazlarını kaybetmemek ihtimali varsa ve bu ihtimali gerçekleştirecek güce de sahip olunduğu varsayılıyorsa, neden mücadeleden vaz geçilsin, neden değişme ihtiyacı hissedilsin ki!

Yazının devamı için tıklayınız>>>
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kutuplaşmanın 200 yıllık hikayesi

Gezi ve 17-25'ten sonra ülke karpuz gibi ikiye ayrılmış durumda.

Buna kısaca 'Kutuplaşma' deniyor ve sorumlusu olarak da Başbakan Erdoğan gösteriliyor. Öyle ki, bu güçlü ve ihtiraslı lider, ailesini hedef alan aşağılık saldırılardan, Dolmabahçe Çalışma Ofisi ve Ankara'daki konutuna işgal için yürüyen gericilerden, DHKP-C'nin genel merkezdeki çalışma katını RPG ile bombalamasından da ders almayarak, kendi kişisel ihtiraslarının yolunda yürümeye devam ediyor. Kutuplaşmayı arzuluyor ve üretiyor. Çünkü demokratikleşmeden vazgeçti ve ülkenin tüm kontrolünü -ölümsüz olduğunu düşünüyor olmalı- ele geçirmek gibi bir hülyaya kapıldı. Bu hülyasını gerçekleştirmek için de, 'göbeğini kaşıyan, bidon kafalı kitleleri' arkasına alması gerekiyor ve bunu kutuplaşma siyaseti ile yapmaya şartlandı.
Bunlar analiz değil, homurtu... Bu homurtuları üretenler de aslında gerçeği çarpıttıklarını pekala biliyorlar.
Kutuplaşmayı üreten temel dinamik, gerici güçlerin reformlara ve dindarların eşitliğine yönelik kibirli direnişleri.
Erdoğan 12 yıldır her biri siyaseti aşağılayan pespaye saldırılarla karşı savunma halinde. Kutuplaşmanın tercih edilmesini iki ana amacı var. İlki, bu denemelerden birinde Erdoğan'ın önünde sonunda 'hal edileceği' ümidi, ikincisi ise, bu olmadığı müddetçe de, ülkeyi sürekli gerilim atmosferinde tutarak normalleşmenin önüne geçmek. Bu şekilde, iktidar sürekli olarak hırpalanacak ve Erdoğan hata yapmak zorunda kalacak, ülkedeki gerilim Erdoğan ile özdeşleşecek.
Kutuplaşma siyasetini Erdoğan'ın iyi yönetiyor olması, bunu tercih edenin o olduğu, en azından onun başlattığı anlamına gelmiyor. CHP özellikle normalleşmeyi sağlayacak yeni anayasa ve Çözüm Süreci gibi adımlara destek vermeyerek kişiliksizleşmeyi, zayıflamayı göze alıyor. Veya bu partinin perde arkasındaki asıl sahipleri, onu bu işlev için kullanıyor. Çünkü zayıf ve itibarsız bir anamuhalefet demek, gerici laiklerin depresyonu ve bu depresyon üzerinden mobilize edilmeleri demek.
Kutuplaşma sanki Erdoğan'ın ürettiği, onun ısrarla uyguladığı bir tercihmiş gibi sunuluyor. Herkes papağan gibi 'kutuplaşma'dan bahsediyor ama 'analizlerini' kutuplaşmanın artması yönünde istismar aracı olarak kullanıyorlar. Kutuplaşma Erdoğan'a bir 'tasma' gibi takılmak istenen siyaset dışı oyunun genel adı. Erdoğan'a sürekli dayatılıyor. Aslında kendi tercihlerini Erdoğan'a yamayarak ondan bir diktatör üretip Batı'ya pazarlamaya uğraşıyorlar. Mursi'nin devrilmesine ağızlarının suyu akarak bakmaları, Erdoğan'ı aynı anda hem El Kaideci, hem İrancı yapmaları, aile mahremiyetine girerek suikasta uğratmaları, 'Bugün, yarın kaçacak' diyerek psikolojik savaş taktiklerini uygulamaları, merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun 'katili' ilan etmeye kadar aşağılık tertiplere girmeleri, kutuplaşmanın asıl adresini veriyor.
Oysa, Erdoğan temelde kendisini koruyor. Oy, Erdoğan için bir siyasi başarı kadar, hayati bir korunma zırhı anlamına geliyor. 12 yıldır temel motif bu. Erdoğan'ın günlük siyasi hatalarını büyüteç altına alıp, bunca ahlaksız saldırı altında derdini halka dökerken 'Bu adam da çok oldu canım, ne kadar sert konuşuyor' diye diktatör benzetmeleri yapmak bir operasyonun genel adıdır. 'İlla muhalif olacağım, hiç kirlenmeyeceğim, bir dindar liderin yanında görünmekten müsait bir çıkışta kurtulacağım' diyenler de, şu tarihi anda kimlerin ekmeğine yağ sürdüklerini bir zahmet artık görüversinler.
Asıl muhalif tavır, böyle bir karanlık süreçte, darbe ittifakına göz kırpmak değil, iktidar görünen gerçek muhalefetin ve meşru sivil siyasetin yanında olmaktır. Zor olan, riskli olan budur. Erdoğan kaybettiğinde ona destek veren yazarların suikasta uğrayacaklarının, yok edileceklerinin, en azından işsiz, itibarsız kalacaklarının yazıldığı, bunun da muhtemel gerçek olduğu bir Türkiye'deyiz. Erdoğan'ın kazanması halinde ise, tekin bir muarızın hukuk dairesinde limitli hesap sorma süreci yaşanacak.
Tarihsel iki blok arasında kutuplaşma son 12 yılın değil, 200 yıllık Batıcılaşma sürecinin tamamında vardır. 200 yıllık Batıcılaşma süreci, Osmanlı ve Türkiye'nin sömürgeleştirilme sürecidir. Mustafa Kemal'e devlet kurma izni ülkenin gayrıresmî sömürge olması şartıyla verilmiştir. Kurtuluş Savaşı anti emperyalist bir savaş değil, Türk-Yunan savaşıdır. Son 12 yılda bu iki tarihi blok arasında, dindarların lehine yaşanan gelişmeler bugünkü krizi getirmiştir. Türkiye Erdoğan'ın politikalarıyla sömürge olmaktan çıkıyor, hadise buna engel olmaktır.
Yazının tamamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Tarihsel Kapan ve Erdoğan...

Bugün seçim günü...

Zor bir askerlik yaptım. Sivas Temeltepe'nin karşısındaki Havantepe'de geçirdiğim o zor günleri hiç unutamam. İnsanlığımı orada bırakmadan dönmek için dakika saydım aylar boyunca. Rahmetli babam ölmek üzereydi, tek erkek evlat olarak askere gitmek zorunda kalmıştım. Geride, yatalak babam, elimden geldiği kadar muhafazaya aldığım bacılarım ve anacığım kalmıştı. Her gün onları düşünmekten dengem bozulabilirdi. 'Allah'tan' askerlik şartları o kadar olumsuzdu ki, can derdine düşmüş, ailem için sağlıklı kalmaya odaklanmıştım. Pek olmadı. Bel fıtığı oldum, 22 tansiyonla hastaneye kaldırıldım ve beyin kanamasının eşiğinden döndüm, daha bir sürü şey daha. İki büklüm halde, tansiyonum 16'da son gününe kadar 'vatan borcumu' ödedim ve döndüm.
Bunda bir özellik yok. Bu ülkenin evlatlarının çoğu bu şekilde askerlik yapmıştır. Hele şehit olan, dağda ölen gençlerimizin yanında bu satırları yazmak ayıp bile sayılabilir. Lakin ben kendi yaşadıklarımı biliyordum ve hem kendim, hem de İstanbul'daki ailemin durumu nedeniyle dakikaları sayıyordum. 'Şafak saymanın' ne demek olduğunu anlamıştım. Eve döndükten bir hafta sonra babam vefat etti. Bir haftalık iznimi kullanmamış, erken terhis olmuştum. Yani sivil ilk günümde babam ölmüştü. Çünkü Allah'a her gün, babam ölürken yanında olmak için dua etmiştim.
Ama inanın 17 Aralık'tan beri askerdekinden çok daha fazla sabırsızlık çekerek 30 Mart için gün saydım. 2002'den beri AK Parti'ye oy veriyorum ve bunu her zaman açıkladım. Köşe yazarlarının midesinden konuşmasından hiç hazzetmem. Tarafsızlık adına tarafsızlığın yitirildiğine inanırım. Bu daha çok kişinin kendisini daha çok önemsediğini hatırlatır bana. İnsan olmak siyasi olmak, kararlar almak demektir. Kararlar alarak hayatımızı anlamlı hale getiririz. Bundan kimse münezzeh değil. Karar almıyorsanız, sizin adınıza başkaları karar alıyor demektir. Başkalarının vesayetinde yaşamak yerine, kendi hatalarımı yapmayı tercih ederim. Güdülmek kadar aşağılayıcı bir şey yoktur.
30 Mart için gün saymam, işte hiçbir dönemde bu kadar aşağılanmadığımı, güdülerim üzerinde hiçbir zaman bu kadar pespayece operasyon yapılmadığımı hissetmem nedeniyleydi. İtibar cellatlığı, karakter suikastlığı ile akıllarını kullanmaktan aciz olduklarını düşündükleri 'bizleri' güdüleyebileceklerini düşündüler. Buna çok sinirlendim. Ben varlıklı sayılabilecek bir ailede beyaz mahallede doğdum ve büyüdüm. Ama babam da, anam da, geldikleri yeri bilen iki yetimdi. İkisi de iyi günlerde de, kötü günlerde de değişmeyen insanlar olarak bize örnek oldular. Babam parayla oyuncak gibi oynar, servetini hayır işlerinde kullanırdı. Bize bıraktığı servetten çok daha fazlasını Müslüman, Hıristiyan, Ermeni, Türk, Kürt ayırmadan yoksullara, evlenmek isteyenlere, okumak isteyenlere harcadı. Ama bizlere çok daha büyük bir servet bıraktılar. İnsan olmanın temel kurallarını ve onların ne kadar önemli olduğunu...
O nedenle, şu son üç buçuk ayda yaşadıklarım, gördüklerim beni çok mutsuz etti. Bugün sonuç ne olursa olsun, bu kepazeliklere paydaş olmadan seçim gününe varan Türkiye halkları ile gurur duyuyorum. Önemli olan bu seçimleri yapabilmekti, siyaset mühendisliklerine kanmamak, sokakları karıştırmamak, daha fazla masum ölümü yaşamamak, Çözüm Süreci'ni bu sırat köprüsünden geçirebilmek, komployu deşifre etmekti. Bu akşam sonuç ne olursa olsun bu oyun bertaraf edilmiştir. Benim için asıl ümit kaynağı, başarı budur.
Dünkü Yeni Şafak yorum sayfasında 'II. Bab-ı Ali Baskını olarak 17-25 Aralık Komplosu' başlıklı uzun bir makalem yayımlandı. İçine düştüğümüz bu krizi dönemsel değerlendirir ve kavramsal bir çerçeveye oturtmazsak, bize çarpanın ne olduğunu anlayamaz ve Yeni Türkiye'nin kuruluşunda zihniyet darlığına düşebiliriz. Erdoğan'ın neden hedef alındığını gündelik değerlendirmelerle geçiştirirsek, bu tarihi fırsatı optimal kullanamayız. O nedenle böyle bir seri yazmaya karar verdim.
Erdoğan, 'Batılılaşma' ve 'laiklik' kalkanı altında Osmanlı ve devamı Türkiye'nin sömürgeleştirilme çarkını geri döndüren bazı adımlar attı. Bu, ülkenin içine kıstırıldığı 250 yıllık Tarihsel Kapan'ı kırma hamlesi anlamına geliyordu.
Yazının devamını okumak için tıklayın
Markar Esayan - Yeni Şafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Seçim günlüğü ve paralel 'zekâ'

Sabah erken kalktım ve akıllı telefonumdan daha akıllı olduğum için sekizi bekleyerek sokağa çıktım. Hava güneşliydi İstanbul'da...

Oyumu kullanacağım okula doğru yürürken, oy vermek için sokağa çıkan aileleri gördüm. Herhalde Türkiye halkları kadar seçimin değerini bilen az toplum vardır. Batı ülkelerinde refah rehavetinden seçime katılma oranları hızla yüzde ellilere doğru düşerken, halkımız bu seçimlerde muhtemelen katılım rekoru kıracak. 30 Mart'a kadar ne yaşanırsa yaşansın, seçim sonuçları ne olursa olsun bu büyük bir kazanımdır. Bir seçime daha, tüm ayak oyunları, tüm siyaset mühendisliklerine rağmen varabilmiş olmak, sandığın bu kadar değerli hale gelmesi, büyük bir mücadelenin sonucu.

Bir ailenin yanından geçiyorum. Erkek karısına, yanılgıya düşüp kadın mahalle muhtar adayına oy vereceğini söylediğinde kıyamet kopuyor. Kadının kocaya cevabı çok net: 'Ben olsam vermezdin! Neyimi takdir ettin ki?
Git elin kadınına ver oyunu ama evin kadınının değerini bilme!'

Ait olduğum bu toplumu çok seviyorum. Adam, karısının onu ittiği çukurdan çıkmaya çalışırken, onları artık duyamayacağım noktaya ilerlemiş oluyorum. Okulun sokağı çok kalabalık. Saat sabahın sekizi ve insanlar öbek öbek oy kullanmaya gidiyor.
Oy vereceğim okula giriyor, sandığımı buluyorum. Şansa bizim sandıkta kuyruk yok. Ama kabinlerin içini göremediğim için kimliğimi heyecanla burnuna dayadığım seçim görevlisi kibar olmaya çalışarak 'Kabinler dolu' diyor. Sabah mahmurluğum geçmediği için 'Ama oy kullanacaktım' diyorum. Adamcağız 'Tamam da, kabin dolu, şöyle biraz bekleyin lütfen' diyor. Salondan çıkmaya yelteniyorum. Adam 'Çıkmanıza gerek yok' diyor 'Belaya çattık' ses tonuyla. 'Şurada bekleyin lütfen.'
Bir iki dakika bekledikten sonra, kabinin birinden 'Föntürk bir teyze' çıkıyor. Oyunu sandığa attıktan sonra seçim heyetine 'Sandığa sahip çıkın!' diye bağırıyor. Heyet kibar insanlardan oluştuğu için duymazdan geliyorlar. Kadın tiradını attıktan sonra hışımla dışarı çıkarken, kimliğini unuttuğu için hepimizin ikazıyla karşılaşıyor. Föntürk teyze kimliğini almak için geri gelirken yüzündeki o ifadeyi görüyoruz. 'İşte bizim kimliğimize sahip çıkmamamız yüzünden ülke bu hale geldi' dercesine özeleştiri ile dolu. O kimlik o kadar önemli, o kadar sembolik ki gerçekten.
Seçim kabinine giriyorum. Evde eski işyerimden kalmış otomatik mühür ile sabaha kadar pratik yapmış olmanın güveni içindeyim. Basıp geçiyorum, basıp geçiyorum. Ama bu arada masanın üzerinde üç tane muhtarın adının yazılı olduğu broşürleri görüyorum. Haliyle sinirleniyorum. Seçim günü, hem de seçim kabini gibi en mahrem yerde propagandanın devam ediyor olmasına içerleniyor, şikâyet etmek üzere dışarı çıkıyorum. Oyumu sandığa atıp tam şikâyetimi ifade edecekken, sandık memuru 'Bir de muhtarlık için oy kullanacaksınız' diyerek ikinci bir zarf daha uzatınca, içine düştüğüm gafletten rezil olmadan uyanıyorum. Tarih fön Türklerden değil, halktan yana galiba. Bunu ilahi bir işaret olarak kabul ediyorum.
Güneşli günde oy kullanmaya giden, oy kullanmaktan dönen insan kalabalığının içinden ilerleyerek kahvaltı yapmak üzere caddenin birinde bir kafede konuşlanıyorum. Hemen yanıma iki genç oturuyor. Gazetelikte aradığını bulamayan biri, dışarı çıkıp bir iki dakika sonra elindeki 'Birgün' ile geri dönüyor. Halbuki, gazetelikte Hürriyet, Sözcü, Karşı, Yurt, Zaman, Bugün, Habertürk, Milliyet, Vatan, Sözcü hepsi var.

Genç ilk sayfayı açınca 'Harika! Çok zekice bir manşet' diyor. Haliyle merak ederek aypedimden gazetenin ilk sayfasına bakıyorum. Sayfayı ikiye bölecek şekilde kırmızı 170 puntoyla 'Seçim senin!' demiş gazete. Ünlem biraz evvel bizi azarlayan föntürk teyzenin azarını hatırlatıyor. Ben manşetteki zekâyı ararken, fotoğrafları fark ediyorum. Üstte Gezi'de direnen gençlerin el ele karesini görüyorum. Hepsi okumuş, modern çocuklar. Kasklı filan ama, başörtülü değil. Bu foto 'Seçim senin!'in üstünde. Altında ise AK Partili bakanların yan yana bir fotoğrafı var. Yukarıdaki foto ne kadar renkli ve modern ise, altındaki ise o kadar siyah, o kadar iç karartıcı. Yani şunu söylüyor bize: 'Bu modern, laik gençler mi, yoksa yolsuzluk iddialarına bulaşmış şu bıyıklı erkek grubu mu?'
Ama bu zekâ onların değil ki! Kısa bir süre önce 'Yiyin birbirinizi' dedikleri grubun paralelleşmiş bölümünün onlara servis ettiği malzemeden bunlar. Ödünç bir zekâ yani.
Ama medya dünyamıza yeni katılan Karşı gazetesi paralel zekâyı daha iyi kullanmış. 'Bir gün değil, her gün kapat, haydi Türkiye' demiş yanan bir ampul fotosunun üzerine. Müthiş bir zekâ. Ancak sayfayı kaplayan karanlık zeminli fotoyu yanan ampulün aydınlatması manşet ile tezat oluşturmuş. Olur o kadar tabii. Zeka ödünç en nihayetinde.

Yazının tamamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Darbecilerin aklındaki denklem...

Türkiye'de ülkenin yönünü etkileyebilecek dört güç odağı var.
Bunlar sırasıyla dindarlar (AK Parti), BDP+PKK, ulusalcılar ve ordu... Ülkenin rotasında istikrarlı bir değişiklik yapabilmek için bu dört güçten üçünü aynı hizaya getirmek zorundasınız. Eğer ikisinde muvaffak olursanız, bundan üçüncü aktörü ikna edebilecek bir fırsat doğabilecektir. Çünkü ikiye iki bir durumda rota keskin bir şekilde değişmeyecek, lakin güç dengesinin eşit hale gelmesinden oluşan bir belirsizlik ve kaos hakim olacaktır. Böyle durumlarda kaos kendiliğinden beşinci güç haline gelir ve kaostan kötü niyetliler yararlanır.
Şimdi bugünkü Türkiye'ye bir bakalım...
30 Mart'ta konsolide edildiği üzere, dindarlar ve Kürtler yeni Türkiye hedefi, Çözüm Süreci ve istikrar yönünde birleşmiş durumdalar. Ulusalcılar cemaatle yaptıkları ittifakla her şeylerini ortaya koydukları halde seçimlerde başarılı olamadılar. Böyle bir durumda ordu sessiz kalmakla istikrar blokunun yanında yer almış oldu. Böylelikle 3-1'lik bir üstünlük üzerinden istikrar korundu. Böyle olmasaydı, AK Parti'nin seçim başarısından bağımsız olarak ülkede kaos yaşanabilecekti, yaşanmadı.
Bu denklemin ters yönde bozulması için, PKK ve ordunun ulusalcı-darbeci blokun yanına geçmesi lazım. Gezi krizi, Berkin Elvan'ın cenazesi, türlü irili ufaklı başka fırsatlarda Kürtler ile Alevilerin sokağa çıkartılma çabasını ve 'Asker eylemcilere su verdi' mizansenlerini gördük. Gezi'nin umulmadık enerjisi ve hükümetin sendelemesinin cesaret verici olduğu, dershaneler krizi ile 17-25 Aralık komplosuna toplumsal zemin hazırlandığı şimdi daha netleşti.
Bu noktada, Erdoğan'ın siyasi hamleleri, Öcalan faktörü ve halkın bilinçli olması denklemi korumakta.
Öcalan 30 yıldır yaşadığı tecrübeleri 14 yıllık hapis hayatında bir kurama oturtarak ciddi bir fikir adamı oldu ve barışı tesis etmenin, savaşa devam etmekten daha zor, ama bu yolun kendisi için de en hayırlı final olacağını gördü. Sadece bu da değil. Kimse kendisini durduk yerde ateşe atmaz. Erdoğan faktörü onun için bulunmaz bir fırsattı ve örgütün bu haliyle geleceğe taşınamayacağını da ortadaydı. Barışı tesis etmek için güçlü bir muhatabınız varsa, demokratikleşme ile gittikçe tabansız kalacak fason bir örgütün lideri olarak tarihe gömülmek akıl karı değildi.
Bu nedenle Gezi'nin darbe bölümünde ve 17-25 Aralık darbesinde Kürtler yer almadı. Dindar Kürtler ise zaten AK Parti'yi destekliyordu. Haliyle Öcalan hedef seçildi. Tapeler yayımlandı.
Tabii ki PKK üzerinde denemeler devam edecektir. Ama cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde uzun süredir gündemimizde olmayan ordu cenahına yüklenileceğini öngörmek zor değil. Paralel yapının TSK'ya ne kadar sızdığını bilmiyoruz. Hiyerarşi dışı bir 'ayaklanma' mümkün mü, onu da...
Dışişleri dinlemelerinin içeriden 'asker' tarafından yapılıp sızdırıldığı ve bunun da 'Suriye ile savaşmak isteyen' hükümeti önleme ve ABD'ye mesaj amacı taşıdığı türden tezviratlar yazılıp çizildi. Ancak dünkü Star'a göre bu dinleme Dışişleri'ndeki bir paralel yapı elemanı tarafından yapılmış. Ricciardone'nin açıklamaları ve Beyaz Saray'ın Hersh'e verdiği jet cevap da bu ateşe su döktü.
Askeri harekete geçirme potansiyeli olan diğer bir manipülasyon ise '30 Mart'tan sonra BDP özerklik ilan edecek' haberleriydi. Bu konuda hem BDP sorumlu davranmıyor, hem de BDP'lilerin sözleri bilinçli bir şekilde çarpıtılıyor. BDP'nin kastettiği, tüm Türkiye'nin modern dünya gibi yerinden yönetim modeline geçmesi ki, bu da AB Yerel Yönetimler Şartı ile uyumlu. Yani 'Bölünmeyi' ima eden bir özerklik ilanı gibi bir durum yok. Zaten Öcalan kendi kişisel durumu ve yerel yönetimlerin özerkliği gibi konuların gündemde tutulmaması gibi önerileri var. Bu öneriler, suiistimal edilme olasılığı ve henüz o noktada olunmamasından kaynaklanan akıllı bir tercihten kaynaklanıyor.
Hükümet ile TSK arasındaki uyumun orta kademeleri hareketlendirerek bozulması niyeti, güç denkleminde en azından kaos yaratacak denklik arayışının bir ürünü. Çözüm Süreci ile Güneydoğu'nun Türkiye'den kopacağı iddiası yeni değil. Bunun askeri hareketlendirmek ve halkı tereddüde düşürmek için ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirildiğini biliyoruz.
Hükümet tüm bu hamlelere siyasi önlemlerle karşılık veriyor. 'Balyoz'daki kumpası gördük' mesajı ve son tahliyelerin önünü açan adımlar da buna dair. 28 Şubat davasının göçertilmesi, sivil ayaklarına gidilmemesi, Mehmet Haberal'ın tahliyesi, sermaye ve beyaz medyayı 17-25 Aralık ittifakına katmak içindi. Bu davaların 'siyasi' bir amaç için nasıl manipüle edildiği üzerinde daha çok konuşacak şey var.
Yazının tamamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Sanki ikinci 367 kararı...

Anayasa Mahkemesi'nin 'Twitter' kararı bana 2007'deki '367 kararını' hatırlattı.

AYM'nin iç hukuk yolları tükenmeden bireysel başvuru hakkı ve soyut bir 'özgürlük' vurgusu üzerinden karar alması ciddi bir kaos yaratmaya aday. Yargısal hiyerarşiyi, süper bir Yargıtay yaratarak alt üst etmek, zaten yargının aldığı ağır yarayı daha da büyütecek cinsten. CHP'nin yaratılan bu mekanizmayı Ankara seçimleri üzerinden kullanacağı da ortadayken, AYM'nin 'bu daveti' gerçekten vahim.
Nitekim YSK'nın ret kararı ile Mansur Yavaş'ın AYM'ye başvuracağı kesinleşti. Oysa YSK'nın kararları kesin.
Twitter üzerinden Erdoğan'ın 'karizmasını çizmek' ve zayıf da olsa Ankara seçimlerinde kaos yaratacak bir sürece yol açmak akla ister istemez cumhurbaşkanlığı seçimlerini getiriyor. Haşim Kılıç, AYM'nin kararını alkışlayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü teyit ederek 'kararın oybirliği' ile alındığını söylemekte. Bu durumu daha da vahim hale getiriyor. Bu kadar tartışmalı bir konuda AYM'nin oybirliği ile bir karar alması, iç hukuk yolları tükenmeden 'telafisi güç mağduriyetleri önlemek' adına kendisini ortaya atması ilginç. Çünkü konu eğer özgürlükler ise, Twitter konusunda asıl konu, bireyin özgürlüklerinin ve haklarının çiğneniyor olmasıdır. Twitter'ı sorumluluktan azade ederek, bu çelişki ortadan kalkmış değildir.
Çünkü konu bir özgürlüğün bir yasağa karşı savunulması değildir. Soyut bir özgürlük kararının, vatandaşların somut hak gaspını daha da meşru hale getireceği ortadadır. Bugün sosyal medya kişilik haklarının ihlal edildiği, gerçek hayatta suç olan birçok eylemin cezasızlık ilkesi sağlanarak rahatça sergilenebildiği bir ortam haline gelmiştir. Merak edilen husus, AYM'nin nasıl olup da, kendi vatandaşlarının bunca mağduriyeti ortada dururken, bunlara atıf bile yapmadan bu kararı oybirliği ile almış olduğudur.
Yargı, eylemini kararlarıyla ortaya koyar. Tarafsız, kokusuz, renksiz ve gözü siyasi anlamda kör olmalıdır. Yargı bir ülkede siyasetin, yürütmenin alternatifi gibi davranamaz, olur olmaz yerde açıklama yapmaz. 17-25 Aralık süreçlerinde gözümüze ayakkabı kutuları ve yolsuzluk iddiaları sokularak bir darbe girişimi dokunulmaz kılınmak istenmişti. Kimsenin yolsuzlukları savunduğu veya iddiaları görmezden geldiği yoktu; hala da yok. Ama kimse de olan bitenin garipliğini, yargının, emniyetin otonom bir yapı gibi siyasete müdahale ettiği gerçeğini de yadsımak durumunda kalamazdı. Bu süreçte çok etkili olan sosyal medya imkânlarının suiistimal edilmesi karşısında da toplum dehşete düştü. Hiçbir kural ve ilke tanımadan, toplum, medya ve siyaset, şantajlarla dehşet uyandırılarak teslim alınmak istendi.
Erişimin engellenmesi yönünde alınan kararlara dayanak olan mağduriyetler bir yana, sosyal medyanın bu suiistimali ve 17-25 Aralık sürecindeki gariplikler kıymetli mahkeme üyelerinin hiç mi dikkatini çekmemiştir? Sayın mahkeme üyeleri ve Sayın Haşim Kılıç Türkiye'de değil de, uzak bir diyarda mı ikamet etmektedirler?
Gelelim bununla bağlantılı olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine...
Daha önce de yazmıştım. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Sayın Abdullah Gül'ün nasıl tavır alacağı konuşuluyor. Bunlar konuşulurken de, sanki Sayın Gül bir istikrarsızlık unsuru olmaya adaymış gibi gösteriliyor. Bu Sayın Gül'e büyük bir haksızlık. Hem Gül, hem de Erdoğan, her fırsatta üzerine basa basa 'Bu konuda bir kriz yaşanmaz, aramızda konuşur, istişare eder noktayı koyarız' dedikleri halde, bir kriz havası yaratılmaya çalışılıyor.
Sayın Gül makamının tarafsızlığı nedeniyle daha fazlasını ifade edemese de, açıkça 'Bir kriz, ülke menfaatine veya yol arkadaşımın aleyhine bir tavır beklemeyin' demeye getiriyor.
Paralel yapı, Erdoğan karşıtı ittifaka tam destek vererek 30 Mart'a giden süreçte seçimleri bir darbeye dönüştürmek için elinden geleni yaptı ve medyaları da buna destek verdi. Peki Sayın Gül'den beklenen ne? Erdoğan'ın karşısına çıkıp, bu konsorsiyumun adayı olacağı mı? Gül bu yapının karanlık amaçlarının nesnesi olur mu? Gül'e bundan daha büyük haksızlık yapılabilir mi?
Erdoğan muhtemelen Çankaya için aday olacak. Başbakan'ın kim olacağını da Erdoğan ve partili kurmaylar belirleyecek. Bu isim Gül de olabilir, bir başka değerli isim de. Ama buradan bir kaos çıkmasını bekleyenler düş kırıklığına uğrayacaklar.
Yazının tamamı için tıklayınız
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Markar Esayan - Değişimin beş parametresi…

MARKAR ESAYAN

Değişimin beş parametresi…
Kürt ve Ermeni meselesi, Türkiye'nin iki ayağında İttihatçı-Kemalist iki prangadır. AK Parti, bu iki alanda da mesafe almanın devlet aklını dönüştürmeden mümkün olmadığını biliyordu. Ama sorun şu ki, devleti dönüştürmenin tek yolu da, bu iki soruna -ve diğerlerine de şüphesiz- cesurca müdahale etmekti. 'Devlet aklı değişmeden bu sorunlar çözülemez; ama devlet aklını değiştirmek için de bu sorunların çözülmesi gerekir' demek çelişki gibi gelebilir. Ama öyle değil. Siz kâğıt üzerinde istediğiniz kadar reform yapın, hatta yeni anayasayı ilan edin, hatta ve hatta askeri vesayeti sonlandırın; önünde sonunda bu sorunlar o vesayeti yeniden üretir. Bataklık-sinek sözünde olduğu gibi...
Başbakan hem mevzuatı değiştirmeyi, hem ekonomiyi güçlendirmeyi ve hazır oldukça da bu sorunlara cepheden saldırmayı içeren melez bir taktik izledi, izliyor. Çünkü bir ülke kronik sorunlarını çözdükçe değişir ve başka bir yer haline gelir. Yasalar teknik bir süreçtir ve onları ıslah etmek gereklidir. Bu arada seçimleri de kazanmanız, yani halkın desteğini almanız hayatidir. Halkın desteğini almanın en garantili yolu halkın istediklerini yapmaktır. Tabii ki halkın istekleri de reformcu liderlerin, gerçek aydınların zihinlerde 'mıntıka temizliği' yapması ile de netleşir. Bazen halk lideri ileri iter, bazen de lider halkı başka bir paradigmaya davet eder. Sağlıklı olan budur. Halk merkezli, meşruiyetini milletten alan, icraatları milletin egemenliğini güçlendiren bir liderlik, halkın teveccühüne mazhar olur.
Tabii ki zamanın ruhu ve dünyadaki konjonktür ve bir sürü etken daha denklemde yer bulur. Bunlardan sadece bir tanesini öne çıkarıp, o ülkede ne olduğunu sağlıklı bir şekilde anlayamazsınız. 'Tarihi an', tüm bu etkenlerin aynı yörüngeye yerleşmesi ile mümkün olur. Mesela, 'Nasıl olsa Türkiye değişimin eşiğine gelmişti, konjonktür müsaitti, Erdoğan olmasa başka bir lider, AK Parti olmasa başka bir parti, onların yaptıklarının yapacaktı' diyemezsiniz. Derseniz yanlış olur. Veya 'Lider vardı, konjonktür de uygundu ve millet bu rüzgarın peşine takılmak durumunda kaldı' da diyemezsiniz. Yine yanlış olur.
Dolayısıyla, irtica güçlerinin hedefi, denklemdeki tüm sabitlerdir. İrtica güçleri derken, dindarları değil, totaliter laikleri kast ediyorum. CHP, MHP, paralel yapı, eski merkez medya, odalar, STK'ların büyük bölümü, reform güçlerinin içindeki uyuyan hücreler vs. Yani değişimden, demokratikleşmeden, eşitlikten hazzetmeyen kesimlerin hepsine birden gerici-irtica güçleri diyebiliriz.
Bunların ortak özelliği, yalan söylerler. Kimisi seçkin oligarşinin temel üyeleri, kimileri de zihinsel darlıkları ve tembellikleri yüzünden bu ittifakın garnitürüdür. Solcuların büyük kısmı bu ikinci gruba giriyor. 17 Aralık'ta nitekim paralel yapının oyuncağı oldular. Kafaları hiç netleşmedi. Dinle ve halkla barışamadılar ve şiddetle ilişkilerini, totaliter laiklikle bağlarını koparamadılar. İdris Küçükömer'in tahlillerinden bu yana pek bir şey değişmedi. Bir kısmının nefesi 12 Eylül referandumuna kadar ancak yetti. Liberal denen aksaçlı, sinirli 'aydınların' ise demokratlıkları eşitlik bir ihtimal olduğu sürece geçerliydi. Eşitlik ihtimal değil, somut bir gerçeklik haline gelmeye başlayınca cilaları döküldü, paşa torunu olduklarını hatırladılar. En azından 'eşitler arasında birinci' olsaydılar belki yine yeterdi; ama olmadı, çöktüler.
Şimdi bunların hepsi birden, değişimin dinamiklerine doğru bir saldırı içindeler. Nedir onlar hatırlayalım: Halk, Erdoğan, seçimler, çözüm süreçleri, konjonktür, yani dış dünya desteği.
Halktan hiç hazzetmiyorlar ve hele 30 Mart sonuçlarından sonra en 'demokratı' bile 'göbeğini kaşıyan kısa adam' çizgisine yerleşiverdi. Bırakın Özkök'ü, Özdilleştiler. 'AK Parti yüzde 28'den fazla alamaz' diye düşünürken, halkın onları ikiye katlayıp büküvermesi hiç de 'hoş' olmadı. Seçimleri itibarsızlaştırmak için 'Demokrasi seçimden ibaret değildir' kampanyası başlattılar, tutmadı. Tutmayınca 'İktidar sandıkta değil sokakta devrilir' noktasına bile geldiler. Bir başka martaval da 'çoğunlukçuluk-çoğulculuk' tartışmasıydı. Tüm değerli tartışmaları egemenlik kavgasında Erdoğan'ı indirmek için suiistimal ettiler.
Ama bunlar da işe yaramadı. Aynı anda dış konjonktürü de etkilemek gerekiyordu. Halkın yüzde doksanının çevrede (mezralarda, köylerde en fazla şehirlerin varoşlarında) sefalete mahkum edilmesiyle oluşmuş rekabetsiz ortamda tüm olanaklar önlerine serildiğinden, Türkiye'yi dışarıda seksen küsur yıldır kendi kast sistemlerine dahil olan kolejli, yabancı dil bilen bu sınıf temsil ediyordu. Etin, şarabın, operanın en iyisini bilir, solculuk oynarken Simavi'nin, Aydın Doğan'ın gazetelerinde çalışırlardı. Batılı dostları da, kendilerine benzeyen bu kibar dostlarından pek hoşnuttu. Aynı yaşam biçimine tapınıyorlardı ve aralarında söz senetti.
Şu dershane krizine kadar dışarıda Doğan medyasına biraz olsun denge getirmiş olan cemaat medyası da taraf değiştirince, 'Türkiye diktatörlüğe gidiyor' kampanyası pek etkili oldu. Eh zaten birtakım Batılı devletlerin birtakım kesimleri de Erdoğan'ın terbiye edilmesini pek arzu ediyorlardı. Mısır'da Mursi terbiye edilmişti de fena mı olmuştu.
Değişimin tüm parametrelerine ellerinden geldiğince abandılar. Zarar verdiler ama yıkamadılar.
Olmadı.
Soma'daki patlamada hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Markar Esayan - Bir Kafka daha yetişmemeli...

20. Yüzyıl çok asabi başlamıştı ve bu ifade, bu tesbiti yapabilecek en doğru adam olan Kafka'ya aitti. Kafka bir barometre gibi her an ortamdaki asabiyeti ölçecek kadar hassas bir insandı. Gözünün görebildiği en uzak noktadan geçen bir insanın yürüyüşünden ruh halini anlayabilir, ondan daha fazla gerilebilirdi. Bu özelliğinin hayatını kısa tutacak en büyük zaaflarından birisi olduğu konusunda uyarılsaydı, biraz duyguları ve duyuları köreltilseydi, seksenine kadar iyi bir kâtip vs. olarak yaşayabilirdi. O zaman Prag kimliksiz kalır ve bir Kafka'mız olmazdı ama, o adamın çektiği acıları izleyen her okuru biraz da böyle düşünmüştür.
En azından ben böyle düşünürüm her Kafka okuduğumda ve büyük sanatının bir mecburiyet olduğunu da bilirim. Bu değerinden bir şey kaybettirmez şüphesiz. Bir yazarın en değerli malzemesinin kendi hayatındaki trajediler olduğunu anlarsınız. Trajedisiz büyük yazar olunmaz. Ya da çok büyük olunmaz. En azından 'Fin de Siécle' delirmesinde bu böyledir. Huzurlu bir Nietzsche düşünmek, Kafka'nın Fransız olduğunu söylemek kadar saçma kaçar çünkü. Kafka gibilerinin büyüklüğü ise sadece kendi değil, çağının trajedilerini de omuzlamış olmalarından ileri gelir.
Mesela George Trakl 'Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı / Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını / Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!' dedikten kısa bir süre sonra 1. Cihan Harbi'nde gördüklerine dayanamayacaktı. En iyi durumda olanların başında şüphesiz Picasso geliyordu. O yaşadığı çağı çoktan kapatmıştı. Kendinden önceki sanatı bir fırça darbesiyle yıkmış, kaosa, eski alfabeyle dile gelmeyene geometrik biçimlerle meşruiyet kazandırmıştı. Nietzsche veya Kafka'daki insanı yeniden birleştirmeye dönük umutsuz çaba yoktu onda. O birliğin değil, artık parçalanmışlığın zamanı olduğunu çoktan anlamıştı.
Asabiyet 20. Yüzyıl'ın siyasetine de, sosyolojisine de, aydın kimliğine de damga vurmuştu. İki devreli dünya savaşından sonra 'nedamet' getiren tavır hala modernite içinden geliyor, coğrafi kısıtlılık, Batı düşüncesine dair darlık, hadi açık konuşalım ikiyüzlülük içeriyordu. BM, Almanya'nın bir daha asla Fransa veya Belçika'yı işgal etmemesini garanti altına almıştı ama, bu 'barış' savaşın ve fakirliğin Doğu'ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştı. Cezayir Soykırımı'na karşı Sartre'ın 'entelektüel müdahaleleri' ayakta alkışlanıyordu lakin, bu çabalar Batı'nın kendi üzerine derinlikli bir eleştirisine dönüşemedi. Hem zaten artık dünyanın lideri ABD ve başkenti Paris değil New York olmuştu. Kıta Avrupası'nın tayin edici gücü bulunmamaktaydı. Hala da yoktur.
Böylelikle aydın çürüdü… Ama çürümemiş gibi yaptı ve Doğu'ya aydın modeli ithal etmeye devam etti. Üstelik bu ithalat, Batı'nın hegemon gücü ve bilim diktatöryası üzerinden gidiyordu, küresel adalet arayan bir ahlak üzerinden değil. Referans, en 'devrimci' hallerinde dahi Batı merkezliydi. Batı en mutlu çağını 19. Yüzyıl'da bile değil, 1950 ile 1980 arasında yaşadı. Yüksek sosyal adalet, artan ekonomik refah vs... Yerkürenin bir yarısında cennet yaşanırken, diğer yarısında soykırımlar artmışsa, bu iki anomali arasında mutlaka bir bağıntı vardı. Bu bağıntı ile Batı yüzleşmedi, ama daha kötüsü yüzleşir gibi yaptı. Suçluluk duygularını da post-kolonyal Paki, Hintli yazarlara Nobel vererek veya göçmenlerin adaptasyon sorunlarını onlara yıkarak giderdiler.
Said bu sistemi yapısöküme uğratmıştı ama, Batılı formasyonuna sızmış abartıdan ve asabiyetten kurtulamadı. Yaşasa eminim bu durumu telafi ederdi çünkü kumaşı çok iyiydi. Kolonyalizmi yapısöküme uğratırken dengeyi iyi kuramayınca diğer yanda mağduriyet köleliğine ve gerekçeler tembelliğine giden yolu işaret etmiş oldu. İslam entelektüelleri için başlarına ne geliyorsa bunu Batı'dan bilmek, hareketsiz kalmak veya öfkenin dayanılmaz hafifliğine teslim olmak artık akademik meşruiyete kavuşmuştu. Evet, İslam âlemi paramparça ve üzücü bir haldeydi ama bir sorun bakalım neden öyleydi? Batı yaptırmıyordu. Bu aynı zamanda Doğulu aydın için hep Batıyı referans alması demek oldu. Onunla baş etmek isterken bile…
Sanki, Batı paradigmasının bu dünyada en uç sınırı ele geçirdiği, ondan sonra uçurum olduğu ve her ne yapılacaksa bu sınırlar içinde kalarak yapılmak zorunda olunduğu herkes tarafından kabul edilmişti. Sıkça başvurulan hafıza yenileme çabaları romantizme takılıp başarısız oldukça şiddete veya kofluğa dönüşüyordu. Yani bildiğiniz asabiyet üretimi… Nereden geldiği fark eder mi?
Bu manada, EL Kaide ve IŞİD, sonuna kadar Batılı bir tepkidir. Çürürken bile özgünleşememiştir ve rakibine meşruiyet taşır. Bir sır verelim, oyunu kim tanımlıyorsa, o oyunu oynamayı kabul edeni her zaman yenecektir. Siz farklı bir şey yapmadığınızda, kurucu her zaman sizden fersah fersah önde olacaktır. Bunu Gandi anlamıştı.
Şimdi...
Asabiyet çöküyor. Yeni bir çağa giriyoruz ve bu çok heyecanlı. Yeni çağ nasıl kurulacak henüz belirsiz. Batı'nın kimlik, bilim ve tüm bir paradigma olarak krizi bir boşluk meydana getiriyor. Obama'nın basiretsizliği sadece kişisel bir zaaf değil. Değişmek isteyen, ama kendi zihinsel darlıklarının yerine yeni bir şey koyamayan çelişkili gel-gitlerin doğal sonucu.
Evet, asabiyet bir çağı çürüttü. Aydını ve kurumlarıyla birlikte. Mağduriyet kuluçkalarını kırmayı, ihyacılık romantizmlerine mesafe koymayı, aklı, bilimi ve siyaseti yeniden tanımlamayı, gerçek bir çoğulculukla toplam insan ve dünya üzerine konuşmayı kim başaracak?
21. Yüzyıl'da bir Kafka daha yetişmemeli. Dünya bir daha öyle bir yer olmamalı. İnsanlar, kendini tekrarlamaması gereken özel bir çağda yetişmiş tek bir Kafka bilip onu okumalı ve o zamanlar geride kaldığı için şükretmeli.
Eminim Kafka da böyle isterdi...
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Kafka'nın İsrail hayranı bir Siyonist olduğunu biliyor muydun? Ordadoğu'da bir İsrail devletinde yaşayabilmenin aşkıyla ölmüştür.

1923 yılında fevç fevç Filistin'e göçen Yahudi konvoylarıyla gitmek ister fakat hastalığı buna engel olur. Yakın arkadaşı Reiner Stach der ki ''Kafka'ın en büyük hayali Filistin'e göç eden yahudilerle birlikte yeni bir hayata başlamaktı. Hastalığı buna engel oldu ve bu hayalini gerçekleştiremedi.''
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Dimi ama ...
Kafka bizim neyimize ...
Zahar yazar bizden bahsetmiyor , bizden zati Kafka çıkmazda ...
Çıkacaksa da çıkmayıversin deyiveriyo
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Dimi ama ...
Kafka bizim neyimize ...
Zahar yazar bizden bahsetmiyor , bizden zati Kafka çıkmazda ...
Çıkacaksa da çıkmayıversin deyiveriyo
Kaçak, ben Kafka'yı bilirim. Öyle özel bir tarafı da yoktur. Zorlamayla popüler yapılmaya çalışılan bir kişidir. Kafka'ya hayran olanların hayranlık sebebi sırf moda oluşundandır. Felsefi derinliği var sanılan ama aslında olmayan bir böcektir o ;)

Bizde Bodler ve Kafka'yı beşe katlıyacak bir yazar var okudun mu eserlerini? Necip Fazıl, evet niye ki? Dur ama o popüler değil, moda değil demi? Bizde çıkmaz demeden burnumuzun dibindekini fark edelim önce diyorum :)

Bütün insanlık hep imaj peşinde koşar. Bu imaj üzerinden yönetiliyoruz. Kimse aklını ve fikrini kullanmıyor. Batı emperyalizmi işine gelenlerin imajını yükseltir, işine gelmeyenlerin imajını bozar. Böylece burnumuzun dibinde ki hazineden vaz geçip taaa uzaklarda ki mok çukuruna talip olur özeniriz. Bu malesef böyle! Bir ibda-C kurdular ve Üstad'ın imajını bitirdiler işte. Sonra da bu örgütü bize ''dava adamı'' diye zokaladılar. Bir Seyyit Kutup, bir Ali Şeriati, bir Hasan el-Benna'yı bize gösterirler biz bunlara fit olur geçeriz.

Yahudi, dünyayı imaj üzerinden yönetir bunu unutma. İmaj yapmak içinde medya sektörünü kullanır. Aslında şu televizyon ve gazete belasının hiç yüzüne bile bakmamak lazım gelir ama naparsın işte. Bir asansör düşüyor, millet toplanıp Başbakana karşı yürüyüş yapıyor. Buradan anla ki nasıl ellerine geçirmişler beyinlerimizi. Akıl yok insanlarda. Tayyip Erdoğan'ın işi gerçeken çok zor.


Not: Kafka'dan Erdoğan'a nasıl geldim bende anlamadım valla :)
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Hz.Osman asabiyet yüzünden öldürüldü...
Yazarların hayatlarında traejiler olduğuna katılıyorum..Kafka yı tanımıyorum...
Yalnız burada ki asabiyet ilk cümlelerde asabi-gerginlik olarak verilmiş zorbalığın mı bitmesi umuluyor?..
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0

Kaçak, ben Kafka'yı bilirim. Öyle özel bir tarafı da yoktur. Zorlamayla popüler yapılmaya çalışılan bir kişidir. Kafka'ya hayran olanların hayranlık sebebi sırf moda oluşundandır. Felsefi derinliği var sanılan ama aslında olmayan bir böcektir o ;)

Bizde Bodler ve Kafka'yı beşe katlıyacak bir yazar var okudun mu eserlerini? Necip Fazıl, evet niye ki? Dur ama o popüler değil, moda değil demi? Bizde çıkmaz demeden burnumuzun dibindekini fark edelim önce diyorum :)

Bütün insanlık hep imaj peşinde koşar. Bu imaj üzerinden yönetiliyoruz. Kimse aklını ve fikrini kullanmıyor. Batı emperyalizmi işine gelenlerin imajını yükseltir, işine gelmeyenlerin imajını bozar. Böylece burnumuzun dibinde ki hazineden vaz geçip taaa uzaklarda ki mok çukuruna talip olur özeniriz. Bu malesef böyle! Bir ibda-C kurdular ve Üstad'ın imajını bitirdiler işte. Sonra da bu örgütü bize ''dava adamı'' diye zokaladılar. Bir Seyyit Kutup, bir Ali Şeriati, bir Hasan el-Benna'yı bize gösterirler biz bunlara fit olur geçeriz.

Yahudi, dünyayı imaj üzerinden yönetir bunu unutma. İmaj yapmak içinde medya sektörünü kullanır. Aslında şu televizyon ve gazete belasının hiç yüzüne bile bakmamak lazım gelir ama naparsın işte. Bir asansör düşüyor, millet toplanıp Başbakana karşı yürüyüş yapıyor. Buradan anla ki nasıl ellerine geçirmişler beyinlerimizi. Akıl yok insanlarda. Tayyip Erdoğan'ın işi gerçeken çok zor.


Not: Kafka'dan Erdoğan'a nasıl geldim bende anlamadım valla :)


Batıyı bu kadar gözünde büyütmen olayları ve şahısları şaşı görmeni sağlıyor sen de bunun farkına kuzum!.. ayrıca haksızlık yaptığın insanların farkına bir gün varırsın umarım..
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Batıyı bu kadar gözünde büyütmen olayları ve şahısları şaşı görmeni sağlıyor sen de bunun farkına kuzum!.. ayrıca haksızlık yaptığın insanların farkına bir gün varırsın umarım..
Kafka'yla ne alakası var anlamadım?
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Bütün Yahudilerin çilesi boynumdadır. Onun için bu kadar karamsarım. KAFKA

Filistinde bir İsrail devleti kurmak her Yahudinin olmazsa olmazı olmak zorundadır. KAFKA

:) Yahu kime hayranlık duyduğunuzu bilmeniz gerek. Size tavsiyem yabancı yazarları kendi dillerinden okumanızdır. Kafka Almanca yazmıştır mesela. Niye kendi dilinden? Çünkü bu gibi yazarlar bize çevrilirken her zaman bu yüzleri gizlenir.
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
Komplo teorileri isimli bi film çekersen izlerim bak :)
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Komplo teorileri isimli bi film çekersen izlerim bak :)
Kafka'nın bütün öykülerinde ki ana karakter Yahudi'nin yabancı unsurlar içinde ki çilesini semboller. Mesela Das Schloss isimli eserinde saraya çok girmek ister ama herkes onu kovar. Vasıflı bir eleman olmasına rağmen yabancı olduğu için insanlar ondan haz etmez ve hep arkasından konuşurlar ona haset ederler. Sonunda saraya giremez ve dışarıda tek başına donarak ölür. En sonunda mezara gömerlerlen onunla ilgilenen yaşlı kadın şu son konuşmayı yapar ''saray çevresinde kümes etrafında dolaşan bir tilki gibi dolandı durdu. Saraya giremedi çünkü tilkiler saraydaydı ve o tavuktu.''

Kafka kaliteli bir öykü yazarıdır ona itirazım yok lakin bilerek okumak gerek diyorum. Okumayın demiyorum ama hayran olmadan okuyun. Herkesi öyle okuyun sırf Kafka'yı değil. Bizde derler ki Kafka'nın özelliği romanlarının pat diye bitmesidir. Oysa o Kafka'nın bir özelliği değildir. Adam 40 yaşında ölmüş ve romanları yarım kalmıştır. Onu bile bilmez bizim insanımız ve bu yarım kalmışlığı Kafka'ya has bir özellik atfeder ve mutlaka bir manası olmalı diye beynini boşu boşuna zorlar. :)))

Babasından yediği dayaklar yüzünden içine kapalı, topluma küs, travmalı bir adamdır Kafka. O dönem psikoloji bilimi gelişmediği için bu içine kapanıklık üstün bir vasıf olarak yorumlanmıştır. Kendisi bile bunun oradan kaynaklı olduğunu bilememiştir. Bu içe kapanıklığını Yahudilerin çektiği çileye olan üzüntüsüne yorumlamıştır. Acınaklı, içler acısı bir durum aslında bu. Yazık ya..
 
Üst