Günümüzde fikirleriyle yaşamaya devam eden İmam Azam ve hocası Hammâd gibi güçlü şahsiyetlerin mensubu kabul edilen bir mezhebin tarihî süreçte hayatiyetini devam ettirmesi beklenirdi. Fakat Ebû Hanîfe ve hocası Hammâd’ın bugün Mürcie mezhebine mensup olarak anılmadıklarını görüyoruz. Bu durum, Mürcie’nin makbul sayılan görüşlerinin, Ehli Sünnet gibi mezhep kimlik ve kişiliği kazanmış gruplar içerisinde eriyip gitmiş olmasından dolayıdır. Mürcie, belli esaslar çerçevesinde bir mezhep olarak teşekkül etmekten öte, benzer bazı görüşlere sahip fakat homojen bir topluluk da olamayan insanların nitelendirildiği bir sıfat olarak görünmektedir.53
Ebû Hanîfe’nin ameli imandan geri bıraktığı hatta ameli ihmal ettiği faraziyesi, onun Mürciî olarak nitelendirilmesinin en başta gelen sebeplerinden bir olmuştur. İbadet ve muamelat konusunda fetvalar veren54 ve ömrünün büyük bir kısmını bu uğurda harcayan, ibadete olan düşkünlüğü efsaneleşen55 müctehid bir fakih için bu, ağır ve haksız bir itham olsa gerektir. Ebû Hanîfe, “Mürcie’nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz.”56 diyerek hem bu iddiaları hem de Mürciî ithamını reddetmektedir. Şehristânî de bu konuda; “Yemin ederim ki Ebû Hanîfe ve mensupları için Mürcietü’s-Sünne (Ehli Sünnet Mürciesi) deniliyordu. Makalat sahiplerinden birçoğu da onu Mürcie arasında saymıştır. Bu, büyük ihtimalle onun imanı kalp ile tasdik, artmaz ve eksilmez diye kabul etmesinden ve bunu duyanların, ameli imandan sonraya bırakıyor şeklinde zannetmelerinden kaynaklanmış olabilir. Amellerin hükmünü fıkıh açısından ortaya koymaya çalışan bir kimse, nasıl olur da amelin terki konusunda fetva verir?”57 diyerek bu suçlamaların gerçeklerle bağdaşmayan temelsiz iddialar olduğunu ifade etmiş tir. Ayrıca, Ebû Hanîfe’nin ilk dönemlerde Mürciî, Cehmî ve bid’at sahibi kimselerin arkasında namaz kılınamayacağı görüşünde olduğunu bildiren rivayetleri58 dikkate aldığımızda, ona yapılan Mürciî nitelemesinin yersiz olduğunu görürüz.
Ebû Hanîfe’nin kıble ehlinden büyük günah işleyenleri gerçek mümin kabul edip haklarındaki hükmü ahirete ircâ etmesinden dolayı Mürciî olarak nitelenmesi konusunda ihtiyatlı olmak gerekir. Çünkü kişilerin ve mezheplerin görüşlerini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır. Bu açıdan onun görüşlerinin başka kişi ve gruplarla benzer olması mümkündür. Bu benzerlik onun Mürcie’nin bir kolu olduğu anlamına gelmemeli. Ebû Hanîfe’nin bu konudaki tavrı, kendisine Mürciî diyemeyeceğimiz Hz. Ali’in yaklaşımını örnek almasından dolayıdır. O, Hz. Ali’nin müslümanlardan çarpışan her iki tarafı da mümin olarak isimlendirdiğinin kendisine ulaştığını söylemektedir.59
Mu’tezile ve Haricîler kendilerine muhalif olanları, Şia’nın Hz. Ali’yi hilafette dolayısıyla da fazilet sıralamasında dördüncü sıraya bırakanları Mürciî olmakla itham etmesi ve Gassan’ın da Ebû Hanîfe’yi kendi Mürcie fırkasına nispet etmesi, onun Mürciî olmasını gerektirecek sebepler olamaz. Bu konuda kendi görüş ve değerlendirmeleri varken, başkalarının nispetlerini dikkate almamız bizi yanlış sonuçlara götürebilir.
Ebû Hanîfe’nin Mürciî olarak nitelenmesi, Hanefî geleneği mensuplarınca farklı muhaliflerince ise daha farklı değerlendirilmiştir. Onu karalamak amacıyla bu ithamı dile getirenler, zikredilen sebeplerden özellikle Ebû Hanîfe’nin ameli ihmal ettiğini vurgulayarak, günahın mü’mine zarar vermeyeceğini söyleyen ve bu konuda aşırı giderek her şey mübah anlayışına kayan Mürcie grupları ile onu bir tutmak istemişlerdir. Hanefî geleneği mensupları ise, Mürcie ile Ebû Hanîfe’nin örtüşen görüşlerini dikkate alarak onu, Ehl-i Sünnet Mürciesi, Hâlis Mürcie, Fakih Mürciesi gibi Mürcie’nin makbul bir koluna mensup olarak takdim etmişlerdir.60
Mürciî nitelemesini değerlendirirken Ebû Hanîfe’nin kendi görüşlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Onun Mürcie konusundaki görüşlerine Basralı fakih Osman el-Bettî’ye gönderdiği risalesinde rastlıyoruz. Mürcie ithamına karşılık; “
Zikrettiğin Mürcie meselesine gelince: Bid’at ehli hak ve doğruyu söyleyen kimseleri bu isimle isimlendirirse, hakkı söyleyenlerin bunda ne günahı vardır? Oysaki böyle isimlendirilenler, adl ve sünnet ehli kimselerdir. Mürcie ismini de ancak onlara düşman olan kimseler vermiştir.”61 dediğini ve kendini Mürcie’den uzak tuttuğunu görüyoruz. O, bu risalesinde kendi akaid sistemini Ehli Sünnet ve’l-Adalet, kısaca Ehli Sünnet olarak isimlendirmiştir. Bizim yapmamız gereken, kendisini Mürcie isminden uzak tutan İmam Azam’ı kendi özgünlüğü içinde anmak ve anlamaktır. İmam Azam’ın kendi sözlerini şahit tutarak onu, “Ehli Sünnet” geleneği üzere kabul etmek isabetli olur kanaatindeyiz.
Mürcie ile Ehli Sünnet’in ortaya koyduğu itikadî esaslar büyük oranda benzerlik arz etmektedir. Bu benzerlik bazı araştırmacıların Mürcie’yi Sünnîlerin öncüsü olarak nitelendirmelerine sebep olmuştur.62 Halbuki İmam Azam başta olmak üzere Ehli Sünnet âlimleri Mürcie’nin sadece övülen görüşlerini onaylamışlardır. Zemmedilen görüşlerini ise tenkit etmişlerdir. Bununla birlikte Mürcie’nin makbul addedilen görüşleri genel itibariyle Ehli Sünnet içinde yaşamıştır. Aşırı fikirleri ise (amelin ihmaline yol açan görüşleri gibi), Ehli Sünnet içinde kendine yer bulamamıştır. Bu görüş sahipleri Ehli Sünnet mezhepler tarihçileri tarafından mezmum Mürcie olarak adlandırılmışlar.63 Ehli Sünnet âlimleri genel olarak Mürcie ile zemmedilen Mürcie’yi kastetmişlerdir.
Ebû Hanîfe, fıkhî konularda olduğu gibi incelediğimiz hususlarda da görüş beyan ederken belli bir usûl takip etmiştir. Onun usûlü, her ne kadar sadece ibadet ve muamelat alanında zikredilse de, bize göre bu usûl, itikad-amel ayrımı olmadan dinin bütün alanlarında takip ettiği bir usûldür. Çünkü o, hem fıkhî hem de itikadî konulardaki tahriçlerinde bu usûlüne bağlı kalmıştır. Ebû Hanîfe’nin usûlünü kendi ifadesiyle aktarıyoruz:
“Ben evvelâ Allah’ın kitabında olanı alırım. Onda bulamazsam Peygamberin sünnetinden alırım. Allah’ın kitabında ve Peygamberin sünnetinde bulamazsam o zaman ashabın sözlerini alırım. (Eğer ashap ihtilaf etmişse) onlardan dilediğimin sözünü alır dilediğimi bırakırım, onların sözünden başkasının sözüne bakmam. Fakat iş İbrahim en-Nehaî, eş-Şa’bî, İbn Sirin, el-Hasan el-Basrî, Atâ, Said b. el-Müseyyib –daha başka adamlar saydı- bunlara geldi mi, bunlar ictihad yapmış kimselerdir, onlar nasıl ictihad ettilerse ben de onlar gibi ictihad ederim.”64
Ebû Hanîfe’den gelen bu bilgiler bize göstermektedir ki, Ebû Hanîfe dini bir bütün olarak anlama çabasında, fıkıhta olduğu gibi kelâmda da, Kur’ân ve sünneti kendisine temel referanslar olarak almaktadır. Bu iki ana kaynak yanında sahabe kavlini de kendisi için bağlayıcı kabul edip onların yolundan ayrılmamıştır. İtikadî görüşlerinde kendisini takipçisi sayacağımız bir zümre varsa, o da sahabelerdir. Kur’ân,sünnet ve sahabe dışında herhangi bir kişi veya grubu kendisi için bağlayıcı görmemiştir. Bu üç esas dışında, eğer ihtiyaç duymuşsa kendi ictihadına başvurmuştur.
Fıkıhta kendi adıyla anılan mezhebin öncüsü bir müctehid olarak gördüğümüz Ebû Hanîfe’yi, aynı şekilde kendi dinî bilgi anlayışı çerçevesinde ifade ettiği görüşlerini dikkate alarak, itikadî bir mezhebin de öncüsü olarak kabul edebiliriz.65 O fıkıhta olduğu gibi kelâmda da müctehiddir ve Kur’ân, sünnet ve sahabe kavli dışında kendi tahriçleri ile akaidini belirlemiştir. Bugün tamamen kendi görüşlerinden oluşmayan Hanefî fıkhı, nasıl ki onun özgünlüğüne66 ve kendi ismiyle anılmasına engel teşkil etmemişse, akaid alanında da bazı görüşlerinin Mürcie gibi bir başka grup ve kişilerle aynı olması, onun bu alanda da rey sahibi bir müctehid olmasına engel değildir. İtikadî görüşleri de tıpkı fıkhî görüşleri gibidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Ebû Hanîfe itikadî konularda Ehli Sünnet fikirlerine öncülük yapan ve eser ortaya koyan bir âlimdir. Kanaatimizce makul olan, İmam Azam’ı kabullenmediği Mürcie’ye nispet etmek yerine, bir müctehid olarak öncüsü kabul ettiğimiz Ehli Sünnet geleneğine nispet etmektir.