Peki bunu okudunuz mu ?
Kendine iyi bak’, benden sana fayda yok!
Sırnaşık bir söz, sakız gibi yapışıyor. Davetsiz misafir gibi gelip dolanıyor insanın diline. Dolanmakla kalsa iyi; gitmiyor, yerleşiyor. Adım başı tekrarlatıyor kendini, vird gibi... ‘Kendine iyi bak. Hadi kendine iyi bak...’
Öyle sanıyorum –ki öyle– bilinçle, beyinle ilgisi yok. Yalnız ağızda, dudaklarda yerleşmiş ve oradan ha bire dökülü dökülüveriyor.
Böyle olduğu şuradan belli ki bir anlamı, derinliği yok.
İlk bakışta bir iyi dilek, bir hoş uğurlama sözü gibi görünüyor.
Sevgi ya da ilgi ifadesi gibi duruyor. Sözde karşımızdakine önem veriyoruz, üzerine titriyoruz onun.
‘Allah’a emanet ol, güle güle, sağlıcakla kal, esenlikle, Hoş gidişler ola... demek istiyoruz.
Ama gerçek mi bu, gerçekten böyle mi demiş oluyoruz? Hayır, sanmıyorum. Sadece vedalarda, ayrılışlarda bir şey söylemek gerekiyor. Bir dilek, bir dua belki...
Bunun için kendimize ait ve her ayrılık için, o ânın anlamına uygun ve o kişiye özgü içten bir veda cümlesi düşünemiyor, söyleyemiyoruz.
Ve o yapışkan, o yılışık, o orta malı söz, kendiliğinden görüveriyor bu işi.
‘Hadi kendine iyi bak!’ Sevmedim, sevemedim bu sözü bir türlü.
Hiçbir içtenlik, sıcaklık bulmuyorum onda. Dilime düşüverir, yerleşiverir diye korkuyorum. Sıradanlığa ben de esir oluveririm diye...
Dostlarımla, arkadaşlarımla aramızdaki her kelimenin bana ait, bize ait bir rengi, bize özgü bir anlamı olsun isterim ben.
İlişkilerin sahiciliğinin, biraz da bu ayrıntılarda saklı olduğuna inanırım. Onlara söyleyecek ‘kendi’ sözlerim ve dileklerim, kendi dualarım olsun isterim; sözlerimin bana ait renkleri olsun...
Orta malı, duygusuz ve renksiz ‘kendine iyi bak’ sözünün, belki de söyleyenin hiç murad etmediği ironik bir anlamı var ki, tam da bu çağın bencil ve tekil yaşamına denk düşüyor.
Gizliden gizliye, bir şuuraltı olarak onu seslendiriyor:
‘Kendine iyi bak’; çünkü sen yalnızsın ve tek başınasın. Benden sana bir fayda dokunmaz. Sana bir şey olursa benden medet bekleme, elimden bir şey gelmez. İstesem de yardım edemem sana, bakamam. Öyleyse kendi kendine bakmayı, kendine yetmeyi öğren... Gittiğinde, ayrıldığımızda yüreğimin bir yarısı seninle gitmeyecek, düşüncemi sen kaplamayacaksın artık. Ben sende yaşamayacağım, sen bende yaşamayacaksın. Ben kendi maceramı sürdüreceğim, sen kendi dünyanın toprağında yürüyeceksin. Sevinsen de üzülsen de kendin sürükleyeceksin başını.
Kendine iyi bak... Başının çaresine bak!
Korkuyorum bu yapışkan sözün anlamından.
Yalnızlıktan, başımın çaresine bakacak olmaktan korkuyorum.
‘Kendine iyi bak’ diye veda eden bir dosta, dönüp tekrar ne söyleyebilir insan?
Bir gece yarısı yalnızlığında kalkıp onu nasıl arayabilir?
“Kendime bakamıyorum; yalnızlık üstüme yıkılıyor.
Sana, dostluğuna ihtiyacım var...” nasıl diyebilir? Diyemez.... Ve diyemiyor işte.
Sen orada kendi yalnızlığınla, ben burada kendi yalnızlığımla baş başa... ‘
Kendi başının çaresine bakma’ çağının anahtar sözü, ‘kendine iyi bak’. Böyle incitici, acıtan bir anlamı olduğunu kabullenmeyi istemesek de. Bu gerçekliği, sahihliği yitmiş zamanların değer yargılarından birini seslendiriyor.
Her ne kadar Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına...” dizesini hatırlatıyor olsa da onun çağrıştırdığı derin anlamı taşımıyor, ona götürmüyor.
Her ‘kendine iyi bak’tan sonra, aramızdaki bağ biraz daha gevşiyor, uzaklaşıyoruz birbirimizden. Sıradanlığa, tekdüzeliğe, içtenliksizliğe doğru yol alıyoruz.
İşte bu yüzden o şarkıya hak veriyorum:
“O son sözü doğru sanıp kanmam inan
İyi niyet değil, gerçek değil, kimden bu dil...
Kendine iyi bak deme, denmez, saçma
Kendime bakarım elbet, sen hiç korkma
Kendine kalıyor insan eninde sonunda
Sen bize iyi bak Tanrım, sevdalı kullarına...”
YAZAR: ????