Gelin Göl - Adil Karagöz

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Okula İlk Adım ]</B>​

Yıllar ne çabuk gelip geçiyor. Daha dün denilecek kadar zaman önce çocuktum, şimdi yetişkin biri oldum. Zaman gelecek her canlı gibi bu dünyadan göçüp gideceğim, diyordu Fatih Bey içinden.
Yıllar öncesiydi. Fatih büyüklerinin şefkatli kollarında bebekliğini geçirmiş, yaşı yedi olduğunda okuluna başlayacaktı. Okulların açılma dönemi yaklaştıkça okula başlama isteği ve heyecanı artıyordu.
Hergün babasına okul araçlarının ne zaman alınacağı konusunda sorular soruyor, o da acele etmemesi gerektiğini, alınacağını söylüyordu.
Eylül ayına girilmişti ve okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Her gece rüyasında okula başlayacağı anı görüyordu.
Akşam olmuş, herkes evine girmişti. 0 zamanlar köyünde elektrik de yoktu. Evlerini kimi zaman gaz lambası, kimi zaman lüx denilen piknik tüpü ile çalışan alet aydınlatıyordu.
Elektrikleri olmamasına rağmen evde televizyonları vardı. Bu televizyon akümülatör ile çalışıyordu. Uzun süreli televizyon izlediklerinde akü zayıflıyor, ekrandaki görüntüler kaymaya başlıyordu. Televizyonda önemli bir program olursa bu durumda babası traktörü çalıştırıyor, şarj etmesi ile televizyonu izliyorlardı.
Televizyon izlemeye bazen komşuları da gelirdi. Çünkü onların televizyonu yoktu. 0 siyah beyaz televizyon, o sihirli kutu herkesin kendine bakmasını sağlıyordu.
Yine bir akşam ailesi ile birlikte televizyon izliyordu. Haberlerde önemli olaylar vardı Haberlerin biri de okulların açılmasıyla ilgiliydi. Fatih bu haberi, kulaklarını biraz daha kabartarak izledi. Çünkü haber kendini de ilgilendiriyordu.
Babası da Fatih'in televizyonu o sırada daha dikkatli izlediğini fark etti. Hem televizyonu, hem oğlunu izliyordu.
O haber bittikten sonra babasına dönen Fatih heyecanla sordu:
- Baba ben ne olacağım?
- Sen de okula başlayacaksın, dedi babası.
- Ama, elbisem, kalemim, kitaplarım, çantam alınmadı ki, dedi Fatih.
Babası:
- Yarın hazır ol, şehre gidip alacağız, dedi.
Fatih bu habere çok sevinmişti. Televizyonun bulunduğu odadan hemen çıkıp annesinin yanına gitti.. Yemek hazırlayan annesine müjdeli haberi vermek istiyordu:
- Anne, anne gidiyoruz!
- Nereye oğlum?
- Şehre.
- Neden oğlum?
- Okul için alınması gereken şeyleri almaya.
- Tamam oğlum, dedi annesi.
O gece Fatihin gözüne pek uyku girmedi. Sabah olmuyor, güneş doğmuyordu sanki.
Sabah olunca babasıyla şehre gitti.
Okul önlüğünü, ayakkabı, pantolon, kalem, defter, kalemtıraş, boya gibi malzemeleri aldılar. Fatih sevinçten uçuyordu. Kendine yeni şeyler alınmış, günlerdir beklediği heyecanın ilk bölümü sona ermişti.
Okul araçlarını aldıktan sonraki her akşam alınan giyecekleri giyiyor, çantasını açıp içindekileri kontrol ediyor, özenle sonra yerine koyuyordu. Elbisesinin, önlüğünün de ütüsünün bozulmamasına özen gösteriyordu.
Sonunda beklediği günün sabahı geldi. Heyecanı doruk noktaya ulaşmıştı. Annesi üzerini giydirdi. Yakalığını özenle taktı. Hazırlıkları yaparken annesi bir taraftan da öğütte bulunuyordu:
- Oğlum, okula "Besmele" ile başla. Çünkü her hayırlı işe Besmele ile başlanması gerekir. Arkadaşlarınla iyi geçin. Öğretmenlerinin sözünü dinle. Yap denilenleri yap, yapma denilenleri yapma. Kalemini, kitabını, defterini, silgini, kalemtıraşını iyi kullan. Kötü kullanıp, kullanılmaz hale getirme.
Fatih verilen öğütlere "Tamam anne" diyerek karşılık veriyordu. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra annesinin elini tutarak yola koyuldu. Sevinçten uçuyordu. Fakat yola devam ederken kendi yaşında olan bazı çocukların ağladığını, okula zorla getirildiğini gördü. Hayret içinde kalmıştı. 0 güle oynaya giderken bazılarının ağlamasına, gitmek istememesine neden ne olabilirdi? Hemen annesine sorusunu yöneltti:
- Anne Hasan neden ağlıyor?
- Okula gitmemek için!
- Okula gitmemek için ağlanır mı anne!?
- Bazıları ağlar.
- Ama neden?
- Okulun ne olduğunu bilmedikleri, annelerinden ayrılmaktan korktukları için sanırım, dedi annesi.
Okula başlarken ağlayanların da olacağı hiç aklına gelmemişti Fatih'in. Hayret içinde kalmıştı.
Birkaç dakika yürüdükten sonra okulun bahçesine vardılar. Fatih, annesinin evde verdiği öğütleri dinlediğini gösterircesine okul bahçesinin kapısından içeri girerken "BİSMİLLAHİRRAHMANiRRAHİM" dedi. Annesi Besmeleyi duyunca tebessüm etti. Sözünün dinlendiğini görünce sevindi.
Fatih o gün okula ilk adımı attı. Öğretmeni ile tanıştı, elini öptü.
Okula yeni başlayanlara ayrı bir ilgisi vardı öğretmeninin. Öğretmenin samimi ve candan tavrı Fatih'e okulu daha da sevdirdi. Okula ilk gelirken ağlayan bazı arkadaşları da birkaç gün sonra okula alışmışlardı. Onlar da artık severek okula geliyorlardı. İlkokuldan sonra ortaokul, lise ve üniversiteyi okumuştu, ama o ilk heyecanı unutamıyordu. İlkokula başlamanın heyecanı bir başkaydı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Kırılan Çiçek? ]</B>​

Yıllar öncesiydi, çocukluğumu geçirdiğim köyümde sakin bir hayat yaşıyordum. Köyüm çok güzeldi, hâlâ da öyledir.
Kışın kar yağması ile beyaz gelinliğini giyer, yazın çiçeklerin açmasıyla ağaçların yeşermesiyle mis gibi bir kokuya bürünür, yeşil elbisesini de giyerdi.
Temiz havası, insanların ciğerlerine adeta bir merhem olur, insanlarının uzun ömürlü olması da sanırım bundandır.
Çocukluğum bu güzel köyde geçti. Hafta içi okuluma giderdim, hafta sonları da boş olduğum zamanlarda dedemle ineklerimizi otlatırdım.
Yeni yapılan okulumuz çok küçüktü. Köyümüz de küçük olduğundan zaten okula gidenlerin sayısı azdı. Benimle beraber okulda dokuz kişi vardık. Okulumuz yeni yapıldığı için noksanları da vardı.
Boş zamanlarımızda öğretmenimizin de önderliğinde okul bahçemizi güzelleştirmeye çalışır, dikilen ağaçların, çiçeklerin bakımını yapardık.
Öğretmenimiz hepimize üçer ağaç vermişti. Herkes ağaçlarından sorumluydu. Yıl sonunda kimin ağaçları daha iyi olursa, öğretmenimiz ona ödül vereceğini söylemişti. Bu yüzden hepimiz de ağaçlarımıza iyi bakıyorduk.
Öğretmenimiz de okulun beş basamaklı merdiveninin yanına çok güzel bir çiçek dikmişti, onu çok severdi. Kimi zamanlar konuştuğu bile olurdu. Bu çiçekten köyümüzde hiç yoktu.
Zamanla bu çiçek büyüdü, püskülü çıktı ve uzadı. Püskülü yüzünden adına "Püsküllü" diyorduk. Boyu bir metreye yaklaşmıştı. Zamanla püskülü aşağı doğru uzamaya başladı ve yere yaklaştı. Püskülünü artık zor çekiyordu.
Bir gün öğretmenimiz taksisiyle şehre gitti. Bu yüzden bizimle eşi Nuran Hanım ilgileniyordu. Nuran Hanım çok cana yakın, insanları seven biriydi. Bizi de çok severdi. Ogün öğlene kadar dersimize girdi. Öğle arasında hepimiz evlerimize gidip yemeklerimizi yedik.
Öğleden sonra yine okula gelmiştik. Nuran Hanım henüz gelmemişti. Bizler de bunu fırsat bilip sınıfta oyun oynamaya başladık. Çok neşeliydik. Sınıf oyunlarımız yüzünden toz içinde kalmıştı.
Arkadaşlarımdan Şükrü bir ara bana vurup sınıftan dışarı kaçtı. Bende onun peşine düştüm. Kaçmanın ve yakalanmanın heyecanıyla Şükrü okulun giriş kapısı önündeki beş basamaklı merdivenin basamaklarını kullanmadan, merdivenin yanından aşağı atladı. Yüzünde bir endişe oluştu. Ben ise onu yakalamanın sevinci içindeydim. Şükrü endişeli bir şekilde:
- Bırak, mahvolduk! dedi.
Şaşırmıştım, ortada gördüğüm kadarıyla bir şey yoktu. Merakla sordum:
- Ne oldu Şükrü!?
- Ne olacak? Püsküllüyü kırdım, dedi.
Merdivenin kenarındaki çiçeğe baktığımda bir parçasının yerde olduğunu gördüm. Beni de bir korku sarmıştı. Halimiz gerçekten kötüydü. Öğretmenimizin en sevdiği çiçeği kırmıştık. Biraz sinirli olan öğretmenimiz kesin bizi cezalandırırdı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Korkuyla hemen sınıfa girdik. Sınıf da toz içindeydi. Pencereleri ve kapıyı açıp içerisini havalandırdık. Durumu diğer arkadaşlarımıza anlattık. Onlar da çok üzüldü.
Sessiz bir şekilde sınıfta oturmaya başladık. On- on beş dakika sonra Nuran Hanım geldi. Hepimizin sakin bir şekilde oturduğunu görünce bize "Aferin çocuklar!" dedi. Ama neden sessiz sakin bir şekilde oturduğumuzun sebebini bilmiyordu.
Zaman ilerledikçe Şükrü ile benim durgunluğumu fark eden Nuran Hanım bunun sebebini sordu. Israrları üzerine zor da olsa olanları anlattım. 0 da olanlara çok üzüldü. Çünkü eşinin o çiçeği çok sevdiğini biliyordu.
Çiçeği görmek için bizimle beraber dışarı çıktı. Çiçeğin püskülü yerde yatıyordu. Bir çıkar yol arıyorduk. Nuran Hanım bir arkadaş gibi bize yardımcı olmaya çalışıyordu. Endişelenmememizi, korkmamamızı öğütlüyor.
Biraz düşündükten sonra çözüm yolu bulduğunu söyledi. Bizden bir tel bulmamızı istedi. Hemen sevinçle bir tel bulup geldik. Kopan parçayı tel ile gövdesine ekledi. Çiçek görüntü olarak eski halini aldı. Ama bir sorun vardı. Çiçeğin kopan kısmı solacaktı. 0 zaman ne yapacaktık? Bu geçici bir çözümdü. Nuran Hanıma endişemizi anlattık. O'da:
- Ben bunu Ali'ye anlatırım, sizin çok korktuğunuzu, üzüldüğünüzü bildiririm. Ama bir daha oyun oynarken çok dikkatli olun, çevrenize zarar vermeyin, dedi.
İki-üç gün sonra çiçeğin kopan kısmı iyice soldu. Öğretmenimizin sinirli olduğu gözleniyordu. Ama bize bir şey demiyordu. Solan kısmını bir gün telle bağladığımız yerden çıkartıp attı. Yine de bir şey demedi. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra Nuran Hanım'a öğretmenimizin tepkisini sorduk, ikna etmekte çok zorluk çektiğini söyledi. Kopuk halini görseymiş, bizi cezalandıracakmış. Nuran Hanım'ın sayesinde dayaktan kurtulmuşuz. Bu olaydan sonra oyunlarımızda çok dikkatli olduk. Çevremize zarar vermemeye özen gösterdik.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ İlk Namaz ]</B>​

- Biz kimiz?
- Bu dünyaya niçin geldik?
- Nereye gidiyoruz?
- Hayatın asıl gayesi nedir?
- Rabbimiz bizi niçin yarattı?
- Bizden neler bekliyor?
Bu ve benzeri sorular ortaokulda okuyan Fatih'i meşgul ediyordu. Zaman zaman kendinden büyüklere soruyor, cevaplar arıyordu. Aslında her insanın düşünüp sorması gereken bu tür soruları Fatih öncelikle anne ve babasına soruyor, fakat gerekli ilgiyi göremiyordu. Bu durum onu çeşitli arayışlara sokuyordu. Fatih hayatın bir okul olduğunun bilincine varmak üzereydi. Bu soruları sık sık sorması zaten bunun göstergesiydi.
Fatih bir gün arkadaşı Ali ile birlikte okul çıkışında Alilere gitti. Ali de Fatih gibi akıllı, çalışkan bir öğrenciydi. Aynı sınıfta okuyorlardı. Alilere gitmelerinin sebebi ertesi gün yapılacak yazılıya çalışmaktı.
Fatih'le Ali okulda iyi birer arkadaş olmalarına rağmen birbirlerinin evlerine o zamana kadar gitmemişlerdi. Bu Fatih'in Alilere ilk gidişiydi.
Alilerin evine vardılar. Ali zili çaldı, annesi kapıyı açtı. Fatih Ali'nin annesi Sebahat Hanımın elini öptü.
- Hoş geldin, çok yaşa oğlum! El öpenlerin çok olsun.
- Hoş bulduk.
- Buyurun, içeri girin.
- Tamam geçiyoruz teyze.
Eve vardıktan sonra biraz dinlenmek için oturdular. Fatih söze başladı:
- Ali senin notların bu yıl çok iyi.
- İdare eder. Seninkiler de iyi herhalde!
- İyi sayılır.
- Yarınki dersten çok korkuyorum Ali!
- Güzel çalışabilirsek korkacak bir şey yok.
- Aslında zamanında biriktirmeden çalışırsan hepsi kolay.
- Doğru.
- Bazı arkadaşlar zamanında çalışmıyorlar, son güne bırakıyorlar. Bu yüzden iyi not alamıyorlar.
- Evet, her şeyi zamanında yapmak lazım.
Onların bu konuşması devam ederken içeri Sebahat Hanım girdi:
- Ne yapıyorsunuz çocuklar?
- Konuşuyoruz, az sonra derse başlayacağız.
- Güzel, çalışın, okuyun ki adam olasınız.
- İnşallah teyze.
- Ali namazını kıldın mı?
- Kılmadım, ama kılacağım.
- Haydi oğlum, namazını kıl da sonra çalışmaya başlayın.
- Tamam anne.
Sebahat Hanım bu kısa konuşmadan sonra odadan ayrıldı.Fatih bir hayret ifadesiyle Ali'ye dönerek:
- Sen namaz kılıyor musun? dedi. Ali gururla cevabını verdi:
- Tabii kılıyorum, bunda şaşacak ne var?
- Daha küçük değil misin namaz kılmak için?
- Hayır! Namaz kılmaya ben bir kaç yıl önce başladım.
- Annenle baban da kılıyor o zaman?
- Evet kılıyorlar.
- Yaşlandıklarında kılmaları gerekmiyor mu?
- Gençken kılmışlar, yaşlanınca da kılmaya devam edecekler.
- Benim annem, babam kılmıyor, ben de kılmıyorum.
- Neden?
- Bana yaşlanınca kılacaklarını söylediler.
- Namazı ergenlik çağına gelen her Müslümanın kılması gerekir.
- Öyle mi?
- Evet, ama istersen bu konuları sonra konuşalım. Ben namazımı kılayım, sonra da dersimize çalışalım.
- Tamam, ama Ali bu konuda uygun bir zamanda seninle konuşmak isterim.
- Oldu,konuşuruz. Fatih ile Ali beraber çalıştıkları o dersin sınavında oldukça başarılı oldular. Beraber çalışmaları arkadaşlıklarına yeni bir boyut kazandırdı. Artık sadece okulda birlikte olmuyorlar. Fırsat buldukça bir araya geliyorlar, başarıdan başarıya koşuyorlardı derslerde. Birliklerinden kuvvet doğmuştu. Fatih Ali'ye ilk gittiği gün Ali'nin namaz kıldığını öğrenmiş, biraz da şaşırmıştı. Çünkü ona anne ve babası yaşlandıklarında kılacaklarını söylemişlerdi.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Namaz konusu ve bazı konular Fatih'in aklını kurcalıyor, bu konularda kitapları karıştırıyor, bilgisi olabileceğini tahmin ettiklerine de soruyordu. Bilen birinin ağzından öğrenmenin, kitaptan çok faydalı olacağını düşünüyordu. Çünkü bu şekilde aklına takılan soruların cevaplarını daha kolay bulabilir ve anlayabilirdi.
Bilgi edinmek için Ali'den de yardım istedi. 0 da babasının bu konularda bilgisinin iyi olduğunu, yardımcı olabileceğini söyledi.
Ali'nin babası ilahiyat fakültesini yıllar önce bitirmiş, orta yaşta biriydi. Fakülteyi bitirdikten sonra vaizlik sınavına girmiş, başarı göstermiş, halen vaizlik görevi yapıyordu. Yaptığı işi de severek yapıyordu. Çünkü öğrendiği bilgileri başkalarına öğreterek yararı oluyordu. Zaten önemli olan bir şeyi bilmek değil, onu başkalarına da öğretebilmekti.
Ali'nin babası Necmi Bey bunun bilincindeydi. Başkalarına bir şeyler öğretmekten sonsuz mutluluk duyuyordu.
İlk çocuk Müslüman olup, sonradan halifelik görevi alan Hz.Ali'nin söylediği meşhur sözün anlamını çok iyi biliyordu: "Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum."
Ali babasına arkadaşının durumunu anlattı. Babasından bu konuda yardım istedi. Babası da bunu memnuniyetle kabul etti. Ali'ye bu konuda bir de hadis söyledi: "Sizin en hayırlınız Kur'an-ı öğrenen ve öğretendir."
Necmi Bey bu hadisin anlamını ve önemini oğluna anlattı. İstedikleri zaman gelebileceklerini söyledi. Fatih anne babasından izin aldı. Sınıf arkadaşlarından Halil'i de yanına alıp bir hafta sonu Alilere gitti.
0 gün Fatih için çok önemliydi. Kafasında oluşturup hazırladığı soruları Ali'nin babasına soracak, cevaplar arayacaktı.
Fatih'in heyecanla beklediği buluşma sonunda gerçekleşti. Ali, Fatih, Halil; meraklı birer öğrenci olarak Necmi Beyin karşısına geçtiler. Halil ve Fatih'te biraz sıkılganlık vardı. Ama Necmi Beyin tatlı dili, içtenliği onları rahatlattı. Tanışma sözlerinden sonra toplanmanın asıl gayesine döndüler. Necmi Bey söze başladı:
- Fatih! Ali bana seni anlattı. Bazı konularda öğrenmek istediklerin varmış. İnsanın düşünüp kendini sorguya çekmesi gerekir değil mi?
- Evet.
- Zaten siz bu soruları kendi kendinize soruyor, cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz.
- Evet Necmi amca. - Arkadaşlar! Hayat bir okuldan farksızdır. Kur'an-ı Kerim'in ilk emrinin "Oku" ile başlaması, Sevgili Peygamberimiz(s.a.s.)'in "Beşikten mezara kadar ilim öğrenin, ilim Çin'de de olsa gidip alın" anlamlarındaki sözleri bu gerçeğe dikkat çekiyor. Bizler hayat okulunun öğrencileri, peygamberler de öğretmenleridir. Allah(c.c) her insan topluluğuna bir peygamber göndermiştir. Her biri insanlığa öğretmenlik yapmıştır. Sevgili Peygamberimizin; "Ben öğretici olarak gönderildim" hadisi de bunu gösterir.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
- Evet Necmi amca.
- "Alimler peygamberlerin varisleridir" hadisinden de gerçek ilim sahiplerinin bu hayat okulunun birer öğretmeni olduklarını öğreniyoruz. Bu hayat okulunun sonunda herkese bir karne verilir.
- Karne mi?
- Evet karne! Mahşer yerinde herkese amel defteri yani yaptıklarını bildirir belgeler dağıtılır. Sonra da Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Al oku kitabını, bugün kendi hesabını görmen için kendin yeterlisin."
- Böyle diyeceğini nereden öğreniyoruz? diye söze karıştı Ali.
- Peygamberimize Allah tarafından gönderilen mucize eser Kuran-ı Kerim'in İsra sûresinin on dördüncü âyetinden. İnsan için en büyük başarı nedir biliyor musunuz çocuklar?
- İnsan için en büyük başarı hayat okulunu başarıyla bitirip sonsuz saadete, mutluluğa ulaşmaktır. Dersine çalışmayan, öğretmenlerini dinlemeyen bir öğrencinin yıl sonunda sınıf geçmesi nasıl mümkün değilse, hayat okulunun öğretmenlerine ve kitabına kayıtsız kalan insanın da bu büyük başarıyı elde etmesi mümkün olmayacaktır.
- Hayat okulunun ilk dersi nedir?
- Hayat okulunun ilk dersi ve ilk konusu; "Hayatın gayesi" olmalıdır. Nereden gelip nereye gittiğimiz, niçin yaşadığımız düşünülmeli, sorumluluklarımız öğrenilmelidir.
Necmi Bey öyle güzel ve etkili konuşuyordu ki, çocuklar hayranlıkla dinliyorlardı. Fatih kendini konuşmaya öyle kaptırmıştı ki, konuşmanın akışı bozulur diye ellerini bile hareket ettirmiyordu. Necmi Bey konuşmasına bir süre ara verdi ve Fatih'e:
- Eeee Fatih! Sanırım senin soruların vardı. Ben biraz fazla konuştum sanırım. Haydi seni dinliyorum, söz sende dedi. Fatih sözü aldı:
- Çok güzel konuşuyorsunuz. Yalnız Necmi amca, size "Hocam" diyebilir miyim?
- Tabii diyebilirsin, neden olmasın!
- Hocam! Kitaplardan az da olsa dini bilgiler edindim. Fakat, çok yetersiz. Özellikle namaz konusu kafamı karıştırıyor.
- Nasıl?
- Kitaplardan ve öğretmenlerden, annem ve babamdan öğrendiklerim çok farklı.
- Nasıl bir fark var?
- Ali ve siz namaz kılıyorsunuz. Ben, annem ve babama neden namaz kılmadıklarını sordum. Onlar da yaşlandıklarında kılacaklarını söylediler. Bunun hangisi doğru?
- Namaz; ergenlik çağına gelen her Müslüman kadın ve erkeğe farzdır. Ergenlik çağının başlaması iklim ve bazı etkenlere göre farklı olabilir. Kimi yerde çocuk ergenlik çağına on yaşında, kimi yerde on beş yaşında girebilir.
- Peki anne ve babam neden yaşlanınca kılarız diyorlar?
- Cahilliklerinden, ya da tembelliklerinden diyebiliriz. Namaz kılmak bazılarına zor geliyor. Bu yüzden namaz kılmaktan kaçınıyorlar. Ama bu yanlış bir davranış. Neden derseniz? Hiç kimsenin uzun yaşamak için elinde garantisi yok. Allah gecinden versin, yaşlanmadan ölürlerse ne olacak? Namazları borç olarak üzerlerinde kalacak.
- Evet doğru.
- Peki hocam namaz kılmanın hükmü nedir?
- Farz. Yani Allah'ın bizden mutlaka yapmamızı istediği, emrettiği bir şey.
- Bunu nereden biliyorsunuz?
- Kur'an ve hadislerden. Kur'an'ın bir çok ayetinde namaz kılınması emredilir. Örneğin, Nisa sûresinin yüz üçüncü ayetinde; "Muhakkak ki namaz mü'minler üzerinde vakitlenmiş olarak farzdır" buyuruluyor. Bir hadiste de; "Namaz dinin direğidir, onu terk eden şüphesiz dini yıkmış olur" buyurulmuştur. Peygamberimiz tarafından.
- Peki hocam! Namazın ne gibi bir faydası var?
- Bir çok faydası var. İnsanoğlu Allah'ın yasakladığı bazı şeyleri isteyerek ya da istemeyerek yapar. Bu da onun günah işlemesi demektir. İşte beş vakit namaz, küçük günahların bağışlanmasına neden olur. Peygamber Efendimiz, "Su kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir" buyurmuştur. Namazın psikolojik ve fiziki faydaları da vardı. İnsan bir görevi yerine getirmenin mutluluğunu yaşar namaz kılarak. Vücudu hareketli olur. Her vakit alınan abdestle temizlik yapılmış olur. Namaz kılan kimse beş vakit Allah'ı anmış olur. Sevap alır. Daha birçok faydası vardır.
- Namazı terk edenler ne olur?
- Allah onları sevmez, Allah'ın bazı nimetlerinden, ödüllerinden yararlanamaz. Cezalandırılır.
- Halil de bir ara söze karıştı:
- Hocam başka ibadetler de var.Bunları neden yapıyoruz? - Çocuklar! Şu aleme bakın. Her şey bir düzen içinde. Dağlar, taşlar, uçsuz bucaksız uzay, çeşit çeşit canlılar. Bunların bir yaratıcısı var. 0 varlık Yüce Allah. Allah'ın yarattığı bu alemde akıl verilmiş ve bu yüzden sorumluluk yüklenmiş bir canlı türü var. 0 da insan. Yani bizleriz. İnsanların kimi zengin, kimi fakir, kim sağlıklı, kimi hasta. Kimi verilen zenginlikle, kimi fakirlikle, kimi sağlıklı olmakla, kimi hasta olmakla sınav oluyor. Her çeşit insan var. Allah yarattığı insanlara nimetler vermiş. Verdiği bu nimetlerle bizi sınav yapıyor. Verdiği bu nimetlere karşılık bizden istekleri var. Yapmamızı istediği, yasakladığı şeyler var. Bunlar da bizim için bir sınav. 0 kurallara uyanlar sonsuz nimetlerle donatılan cenneti kazanacak.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
- Uymayanlar ne olacak?
- Uymayanlar Allah korusun cehennemde cezalandırılacak. Nasıl ödevinizi yapmadığınızda öğretmeniniz size kızıyor, kimi zaman ceza veriyor. Trafik kurallarına uymayanlara polis ceza yazıyor. İşte Allah da bu dünyadaki koyduğu kurallara uymayanları cezalandırır. Allah bizi o kurallara uyanlardan yapsın.
Çocuklar içtenlikle.
- Amiiin, dediler.
- Hocam doğru. Biz bile en basit bir şey yaptığımızda karşılığını bekliyoruz.
- Evet Halil. Yapılan her ibadetin, konulan kuralların, getirilen yasakların bir hikmeti var. Bir şey yasaklanmışsa mutlaka onun zararı vardır ki yasaklanmıştır. Dinimizde alkollü içkiler yasaklanmıştır. Sebebi de bellidir; zararlı olması. Görüyorsunuz, alkollü içkiler yüzünden neler oluyor. Aileler sönüyor, kardeş kardeşi vuruyor, trafik kazaları oluyor.
- Evet hocam.
- Çocuklar! Bugün hayatımızın çoğunu boş şeylerle geçiriyoruz. Sadece zevk veren şeylere yöneliyor insanlar. Hayat sadece yemek, içmek, eğlenmekten ibaret değil. İnsanın maddi ihtiyaçları yanında manevi ihtiyaçları da var. Onları yerine getirmediği zaman bunalıma giriyor. Hiç bir şey onu mutlu etmiyor. Avrupa'daki gençlik bu durumda. Maddi yönden hiç bir sıkıntıları yok, ama manevi bir boşluk, çöküş onları içten içe kemiriyor. Günümüz insanının zamanının çoğunu, spor, müzik, eğlence alıyor. Günlerce basit bir konu tartışılabiliyor. Avrupa Futbol Şampiyonasına katılan Türkiye'nin bir maçında milli futbolcu Alpay'ın rakibini düşürmesi günlerce konuşuldu. Düşürse miydi, düşürmese miydi?
Halbu ki bu tartışmaya ayrılan zaman içinde daha yararlı şeyler yapılabilirdi.
İslamiyet direkt olarak spora, müziğe, sanata karşı değildir. Meşru sınırlar içinde kalmak şartıyla hayatınızda bunların da yeri olmalıdır. "Gençler bunlarla hiç ilgilenmemelidir!" demiyorum. Ancak yanlış olan hayatı bunlardan ibaret zannetmek ve sadece oyalanıp hayatın esas gayesini unutmak ve unutturmaktır.
- Hocam! Çok yararlı bilgiler verdiniz. Sizden Allah razı olsun. Sizi dinledikten sonra vaktimizi ne kadar boş yere harcadığımızın farkına vardık. Bize zamanınız oldukça bu türden bilgiler verebilir misiniz! dedi Fatih. Necmi Bey bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Fatih ile Halil müsaade isteyerek Alilerden ayrıldılar. Sohbetten memnun oldukları hallerinden belliydi. Fatih ve Halil zaman buldukça Necmi Beyi ziyarete devam ettiler. Çok değerli bilgiler edindiler. Artık hayatın bir anlamı vardı onlar için. Fatih Necmi Beyin sayesinde namaza başladı. İlk namazla ortaokul sıralarında tanıştı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Hilekârlığın Sonu ]</B>​

Ahmet'in köyünde insanlara yeni bir kazanç kapısı açılmıştı. Hayvancılıktan geçimini sağlayan köylü artık sütünü de değerlendirebiliyordu. Köylülerin refah seviyesi bu sayede biraz daha artmıştı.
Yaz mevsiminde artan süt kış mevsiminde biraz azalıyordu. Yeşil çimenleri bulamayan hayvanların kışın fazla süt vermesi mümkün olmuyordu.
Henüz ilkokul çağında olan Ahmet bunu anlıyordu, ama anlayamadığı bir konu vardı. 0 da komşuları Hüsnü Beylerin vermiş olduğu süt miktarıydı.
Hayvanları az ve küçük olmasına rağmen Hüsnü Beyler kimi zamanlarda normalin iki katı süt veriyorlardı. Ahmet bunu bir türlü çözememişti. İşte bir gariplik vardı.
Bir sabah babasıyla pencerede otururken yine sütleri toplayan minibüs geldi. Annesi kendi sütlerini götürdü. Hüsnü Beyin hanımı Şaziye Hanım da sütü götürdü. 0 gün yine sütü normalden çoktu. Ahmet hemen babasına sordu:
- Baba, Şaziye teyzelerin inekleri bizimkilerden az, ama bazı günler bizden çok fazla süt veriyorlar, bu nasıl oluyor? Ben bunu anlayamıyorum?
- İyi tespit etmişsin oğlum, gerçekten öyle.
- Peki nasıl oluyor?
- Gördüğün gibi oluyor.
- Anlamadım!
- Oğlum sana görev veriyorum. Bunun nasıl olduğunu çözmek istiyorsan her sabah bu pencereden bir hafta boyunca sütün verilmesini, alınmasını takip et, ben de yanında olayım. Ondan sonra sorunun cevabını bulacağından eminim. Ama çok dikkatli bakacaksın, Çünkü gerçekler ayrıntılarda gizlidir. Sütün getirilişini, kim tarafından toplandığını, getirmenin zamanlamasını iyi takip edeceksin, tamam mı?
- Baba söylesen ne olur sanki?
- Söylemesi kolay, ama senin çözmen daha iyi olur.
Ahmet babasıyla anlaştı, bir hafta boyunca süt toplanmasını pencereden izlemeye karar verdiler. Ahmet'i büyük bir merak sarmıştı.
Sütü komşuları Mustafa Beyin oğulları İsmail ve Hüseyin topluyorlardı. Bu iki kardeş iş durumuna göre aralarında görev dağılımı yapıyorlardı. Kimi zaman İsmail, kimi zaman ise Hüseyin topluyordu. Topladıkları sütü kooperatife teslim ediyorlardı.
Hüseyin; çok ince düşünen, her şeyin hakkı ile yapılmasına özen gösteren, haramı helalı iyi bilen biriydi. İsmail ise o kadar dikkat etmiyordu. İşi süt tankına süt doldurmak, tartmak, para dağıtmaktan ibaret olarak görüyordu.
Haftanın ilk iki günü sütü Hüseyin topladı. 0 iki günde Şaziye hanım yirmi litrelik kovada süt vermişti. Üçüncü gün ise sütü kardeşi İsmail topluyordu. İlk iki gün birer kova süt getiren Şaziye hanım o gün iki kova, yani kırk litreye yakın süt getirmişti.
Dördüncü gün de sütü İsmail toplamış, süt yine çok gelmişti. Beşinci gün ise sütü Hüseyin topladı. Süt azalmıştı ve yine bir kovaydı.
Gün geçtikçe Ahmet bir şeyler fark etmeye başladı. Beşinci günde babası Ahmet'e pencerenin önünde oturarak süt toplanmasını izlerken sordu:
- İşin sırrını çözdün mü oğlum?
- Zannediyorum çözdüm.
- Peki nasıl oluyor da kimi zamanlar fazla, kimi zamanlar az oluyor?
- Toplayana göre değişiyor.
- Nasıl?
- İsmail ağabey gelen sütü tartıp süt tankına dolduruyor.
- Peki Hüseyin ne yapıyor?
- 0 ise süte bir ilaç katıyor. Fark olarak bunu gördüm.
- Aferin oğlum, problemi çözmüşsün. Süte katılan o ilaç ne işe yarıyor biliyor musun?
- Hayır.
- O ilaç sütün yağ ve saflık oranını ölçüyor. Yani hileli olup olmadığını gösteriyor.
- Nasıl hileli olur ki?
- Su katınca hileli olur.
- Peki bir şey daha fark ettin mi?
- Hayır.
- Dikkat ettiysen Şaziye hanım sütü en son getiriyor. Bunun sebebi ne biliyor musun?
- Hayır.
- Bunun sebebi de şu; Şaziye hanım sütü, toplayana göre getiriyor. Eğer İsmail topluyorsa, o sütün değerini ölçmüyor diye süte o sırada su katıp getiriyor. Yani sütü su ile çoğaltıyor.
- Bunu nasıl biliyorsun baba? Teyzenin günahını almayasın.
- Geçtiğimiz günlerde yine süt toplanırken annene bir kova lazım olmuş, Şaziye hanımlarda olduğunu bildiği o kovayı almaya gidince Şaziye hanımın suyu süte kattığını görmüş, zaten şüpheleniyordu, gözleriyle görmüş.
- Bu söylediklerin gerçek mi baba?
- Evet maalesef böyle oğlum.
- Ama bu helal kazanç değil baba. Bu doğru bir şey değil.
- Evet, maalesef böyle oğlum. Sütün neden bu kadar ucuz olduğunu hiç düşündün mü?
- Hayır.
- İşte böyle yapanlar bunun sebeplerinden birini oluşturuyor. Tabii bunun dışında başka nedenler de var. Bu açgözlü insanlar olmasa, herkes hakkına razı olsa, helal kazancına haram katmasa bu sütten daha fazla para kazanacağız. Sütü kaliteli olan da sulu olan da aynı parayı alıyor.
- Bu günah ama baba.
- Elbette oğlum. Böyle yapanlar dürüst iş yapanların parasını yemiş oluyor, bir bakıma hırsızlık yapıyorlar. Helal kazançlarına haram katıyorlar. Bunun vebali çok büyük.
- Bildiğiniz halde niye buna izin veriyorsunuz?
- Birkaç defa sütün sulu olduğunu söyledik, ama inkâr ediyorlar. Birbirimizle kötü olmayalım diye fazla da bir şey söylenmiyor. Ama bu haksızlıkların, hakka tecavüz edenlerin hesaba çekileceği gün böyle kişilerin yakasından tutacağız, hakkımızı alacağız. 0 gün haklı ile haksızın seçileceği mahşer günü. Ama bil ki oğlum, haram kazanç insana yaramaz, huzur vermez. Böyle yapanların başı beladan kurtulmaz. Bu dünyada olmasa da öbür dünyada cezasını görür. Haydan gelen huya gider.
- Evet baba.
Ahmet şaşırıp kalmıştı. İnsan nasıl olurdu da helal kazancına beş kuruş için haram katardı. Düşündü, gerçekten de babasının dedikleri doğruydu. Şaziye hanımların evde hiç huzurları yoktu. Aile içinde sık sık tartışmalar oluyordu. Onlar zaman zaman bu tartışmaları duyuyorlardı.
Ahmet ile babasının bu konuşmasından birkaç ay sonra köy bir haber ile çalkalandı. Şaziye hanımların ineklerinden üçü köyde bir tarlada bulunan küçük gölete girmişler ve oradan çıkamayıp boğulmuşlardı. Ahmet babasıyla konuştuklarını hatırladı. Babası haram kazancın kimseye yaramayacağını söylemişti. Ahmet olanlar için iyi oldu demiyordu, ama keşke bundan ders çıkarsalar diye düşünüyordu.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Kartopu ]</B>​

Çocukluğunu geçirdiği köyünde okuluna devam eden Hakan, okul dışındaki zamanlarını hayvan otlatmakla, anne babasına yardımcı olmakla geçirirdi. Hakan hayvanların her çeşidini çok severdi. Bu sevgisini bilen babası Hakan'a tavşan almış, bu tavşanlar zamanla çoğalmıştı.
Her okul çıkışında onlarla ilgilenir, özellikle biraz büyümüş olanlarını çok severdi.
Zamanla sayıları çok artan tavşanlara bakamaz olmuş, büyüklerinin ısrarıyla tavşanları komşularına ve akrabalarına vermeye razı olmuştu.
Hakan tavşanlardan boşalan hayvan sevgisini tatmin etme yolunu aramaya başladı. Tavşanlarının olmaması onda bir boşluk ve huzursuzluğa neden olmuştu. Bu huzursuzluğunu her fırsatta dile getiriyordu, ama henüz bir cevap alamamıştı.
Bir gün akşama yakın şehirden gelen babası onu çok sevindirmişti. Bu sevincin nedeni, babasının getirmiş olduğu civcivlerdi. Civcivlerin sesini duyunca sanki dünyalar onun olmuştu. Çünkü o sıralarda evlerinde köpekten başka hayvan yoktu. Tavukları da hastalıktan telef olmuştu.
0 günden sonra tavşanlarına gösterdiği ilgiyi civcivlerine gösterir oldu. Sabah okula gitmeden önce, öğle yemeğine gelince ve akşam eve dönünce ilk işi onlara bakmak olmuştu. Onlara yiyecek veriyor, altlarını tertemiz tutuyordu.
Hakan, havaların ısınması ve civcivlerinin büyümesiyle onları yeşilliklere indirmeye başladı. Aylar geçtikten sonra oldukça büyümüşlerdi. Birkaç tanesi ise bu süre içinde ölmüştü.
Civcivlerin içinde biri vardı ki, Hakan'ın ona özel bir ilgi ve sevgisi vardı. Süt beyaz tüyleri olan ve oldukça kilolu olan bu civcive "Kartopu" adını vermişti. Zaman zaman onunla konuşurdu. 0 da ona "gık gık" diyerek karşılık verirdi. Hele ona iki tarafa sallana sallana koşması görülmeye değerdi.
Bir gün okuldan geldiğinde çantasını bile eve bırakmadan hemen civcivlerin olduğu bahçeye gitti. Fakat onların yanına vardığında içlerinden birinin noksan olduğunu anladı, bu sevimli horozu Kartopu idi. Olabileceği bütün yerlere bakmasına rağmen bulamadı. İlk aklına gelen bir doğan ya da şahinin zarar vermiş olmasıydı, ama öyle bir şey olsa bir kalıntısı olur, ortalıkta tüyleri olurdu.
Kartopunun başına kötü bir şey gelmiş olmalıydı. Bunu öğrenmek için hemen eve çıktı. Evde bilmediği birileri vardı. Misafirlerin elini heyecanla öptükten ve hoş geldiniz dedikten sonra babasına Kartopunun olmadığını söyledi. Babası suskundu.
- Baba! Kartopu yok, nerede, haberin var mı?
Babası bir şey biliyordu, ama söylemek istemiyordu. Israrına dayanamayınca misafirlerden izin isteyip Hakanla odadan çıktı ve devamını getiremeyerek söze girdi:
- Hakan...
- Efendim babacığım.
- Nasıl söyleyeyim bilemiyorum!
- Söyle baba, Kartopuna ne oldu, yoksa öldü mü?
- Gibi.
- Ne, öldü mü!?
- Oğlum!
Babasının konuşmasına fırsat vermeden Hakan ağlamaya başladı. Ağlamasını misafirler de duymuştu.
Babası Hakan'a ani gelen misafirler için eti fazla olan Kartopunu kestiğini söyledi. Diğerleri zayıf olduğu için Kartopunun kesilmesi uygun görülmüştü. Misafirleri memnun etmek için babası Kartopunu kesmişti, ama Hakan çok fazla üzülmüştü. Hakan üzüntülü bir şekilde babasına şöyle dedi:
- Gelen et kokusu Kartopunun kokusu mu babacığım?
Babası üzgün bir şekilde kafasını evet der gibi indirdi. Hakan babasının bütün ikna etme çabalarına rağmen birkaç saat ağladı. Ama bunların hiçbir faydası yoktu. Misafirler de olanları duyunca çok üzülüp yemek bile yiyemediler.
Hakan'ın babası oğlunun bu kadar üzüleceğini tahmin etmemişti. Misafirlere ikramda bulunayım derken oğlunu çok üzmüştü. Babası Hakan'a kendisini affettirmek için o olaydan sonra çok çaba harcadı, sonunda kendini affettirdi. Hakan'ın artık sevebileceği bir kuşu vardı.
 
Üst