Gülzar-ı İrfan
..............
- Katılım
- 24 Eki 2006
- Mesajlar
- 6,736
- Tepkime puanı
- 436
- Puanları
- 0
Rivâyet edildiği üzere birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastalanmıştı. Bunu duyan peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi’ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler.
O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve târifsiz bir sürûr içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayretle:
“–Senin hasta olduğunu söylemişlerdi yâ Ebâ Bekir!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ziyâretinden mest olmuş bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
“–Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasîb alabilmektir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alabilirler.
İmam Aliyyü’r-Rızâ ne güzel buyurur:
“Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına sunduğu bir mânevî şerbet vardır ki, onlar bu şerbeti içince kendilerinden geçerler, kendilerinden geçince coşarlar, coşunca tertemiz olurlar, tertemiz olunca erir giderler, eridiler mi ihlâsa ererler, ihlâsa erince ulaşırlar, ulaşınca dostlarına kavuşurlar, kavuşunca da sevgilileri ile aralarında ayrılık kalmaz.”
Bu hâl, dostluktaki fenâ hâlidir. İşte bu hâli yaşayan Hazret-i Ebû Bekir’e hastalığı, dostunun hâlini paylaşacağı için sıhhatten daha ziyâde hoşnutluk vermişti. Çünkü dostlarla aynîlikte, en acı yemişler bile tatlılaşır. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle:
“Dostlarla oturan kişi, külhanda alevler içinde bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır.”
“Ey dostlar! Eğer şekilden, sûretten geçer, mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha müzeyyen bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.”
Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samîmî ruhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Selçuklu medresesinde baş müderris iken, gönlü aşk dolu Şems adlı meczûb bir dervişin nazarıyla kıvılcım alıp yanması neticesinde zâhirî kitaplar kendisinde ömrünü tüketmiş, kâinât bir kitap hâline gelmiştir. Ardından insan, kâinât ve Kur’ân’daki esrârı açıklayıcı bir feryadnâme olan Mesnevî meydana gelmiştir. İşte bu hâl ile hâllenerek bir Hak dostu olabilmek, ancak mü’minin özündeki aşk istîdâdını ilâhî rızâya istikâmetlendirebildiği nisbettedir.
Aksi hâlde kul, zâhiren güllük gülistanlık içinde de olsa, dosttan uzaklığı sebebiyle bâtınen alevler içinde demektir. Bu itibarla müşterek duygulara sahip olmayanların, akrabalık ve kardeşlik gibi zâhirî ve tesâdüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zîrâ Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası olduğu hâlde O’ndan en uzak kimselerden idi.
Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına girmezler. Dostluk rûhun derinliklerinden gelen bir müjde, bir ilhamdır. Hirâ Mağarası’nda ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber’deki ilâhî aşk ve dostluk, daha sonra O’nu Mahbûb’unun mîrâcında yüce huzûra çıkarmıştır.
İnsanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dostluk, ilâhî bir lutuftur. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemize, dünyaya indirildikten sonra kırk yıl ayrı bölgelerde yaşatılarak bir dostluk hasreti tattırılmıştır. Sanki dostluk, bir rûhu ikiye yarıp kendi yarımını karşıda bulma hâlidir. Hadîs-i şerîfte:
“Kişi, dostlarının dîni üzeredir. Bu sebeple herkes kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın.” (Ahmed bin Hanbel, II, 303, 334) buyrulmasının yanısıra:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) beyânı, dostluklarda damarlara kadar işleyen tesir ve müessiriyeti ifâdeye kâfîdir.
ALLAHA EMANET OLUN
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler.
O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve târifsiz bir sürûr içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayretle:
“–Senin hasta olduğunu söylemişlerdi yâ Ebâ Bekir!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ziyâretinden mest olmuş bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
“–Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasîb alabilmektir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alabilirler.
İmam Aliyyü’r-Rızâ ne güzel buyurur:
“Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına sunduğu bir mânevî şerbet vardır ki, onlar bu şerbeti içince kendilerinden geçerler, kendilerinden geçince coşarlar, coşunca tertemiz olurlar, tertemiz olunca erir giderler, eridiler mi ihlâsa ererler, ihlâsa erince ulaşırlar, ulaşınca dostlarına kavuşurlar, kavuşunca da sevgilileri ile aralarında ayrılık kalmaz.”
Bu hâl, dostluktaki fenâ hâlidir. İşte bu hâli yaşayan Hazret-i Ebû Bekir’e hastalığı, dostunun hâlini paylaşacağı için sıhhatten daha ziyâde hoşnutluk vermişti. Çünkü dostlarla aynîlikte, en acı yemişler bile tatlılaşır. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle:
“Dostlarla oturan kişi, külhanda alevler içinde bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır.”
“Ey dostlar! Eğer şekilden, sûretten geçer, mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha müzeyyen bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.”
Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samîmî ruhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Selçuklu medresesinde baş müderris iken, gönlü aşk dolu Şems adlı meczûb bir dervişin nazarıyla kıvılcım alıp yanması neticesinde zâhirî kitaplar kendisinde ömrünü tüketmiş, kâinât bir kitap hâline gelmiştir. Ardından insan, kâinât ve Kur’ân’daki esrârı açıklayıcı bir feryadnâme olan Mesnevî meydana gelmiştir. İşte bu hâl ile hâllenerek bir Hak dostu olabilmek, ancak mü’minin özündeki aşk istîdâdını ilâhî rızâya istikâmetlendirebildiği nisbettedir.
Aksi hâlde kul, zâhiren güllük gülistanlık içinde de olsa, dosttan uzaklığı sebebiyle bâtınen alevler içinde demektir. Bu itibarla müşterek duygulara sahip olmayanların, akrabalık ve kardeşlik gibi zâhirî ve tesâdüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zîrâ Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası olduğu hâlde O’ndan en uzak kimselerden idi.
Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına girmezler. Dostluk rûhun derinliklerinden gelen bir müjde, bir ilhamdır. Hirâ Mağarası’nda ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber’deki ilâhî aşk ve dostluk, daha sonra O’nu Mahbûb’unun mîrâcında yüce huzûra çıkarmıştır.
İnsanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dostluk, ilâhî bir lutuftur. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemize, dünyaya indirildikten sonra kırk yıl ayrı bölgelerde yaşatılarak bir dostluk hasreti tattırılmıştır. Sanki dostluk, bir rûhu ikiye yarıp kendi yarımını karşıda bulma hâlidir. Hadîs-i şerîfte:
“Kişi, dostlarının dîni üzeredir. Bu sebeple herkes kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın.” (Ahmed bin Hanbel, II, 303, 334) buyrulmasının yanısıra:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) beyânı, dostluklarda damarlara kadar işleyen tesir ve müessiriyeti ifâdeye kâfîdir.
(devamı var)
ALLAHA EMANET OLUN