Dostluk

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Rivâyet edildiği üzere birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastalanmıştı. Bunu duyan peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi’ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler.
O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve târifsiz bir sürûr içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayretle:
“–Senin hasta olduğunu söylemişlerdi yâ Ebâ Bekir!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ziyâretinden mest olmuş bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
“–Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasîb alabilmektir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alabilirler.
İmam Aliyyü’r-Rızâ ne güzel buyurur:
“Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına sunduğu bir mânevî şerbet vardır ki, onlar bu şerbeti içince kendilerinden geçerler, kendilerinden geçince coşarlar, coşunca tertemiz olurlar, tertemiz olunca erir giderler, eridiler mi ihlâsa ererler, ihlâsa erince ulaşırlar, ulaşınca dostlarına kavuşurlar, kavuşunca da sevgilileri ile aralarında ayrılık kalmaz.”
Bu hâl, dostluktaki fenâ hâlidir. İşte bu hâli yaşayan Hazret-i Ebû Bekir’e hastalığı, dostunun hâlini paylaşacağı için sıhhatten daha ziyâde hoşnutluk vermişti. Çünkü dostlarla aynîlikte, en acı yemişler bile tatlılaşır. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle:
“Dostlarla oturan kişi, külhanda alevler içinde bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır.”
“Ey dostlar! Eğer şekilden, sûretten geçer, mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha müzeyyen bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.”
Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samîmî ruhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Selçuklu medresesinde baş müderris iken, gönlü aşk dolu Şems adlı meczûb bir dervişin nazarıyla kıvılcım alıp yanması neticesinde zâhirî kitaplar kendisinde ömrünü tüketmiş, kâinât bir kitap hâline gelmiştir. Ardından insan, kâinât ve Kur’ân’daki esrârı açıklayıcı bir feryadnâme olan Mesnevî meydana gelmiştir. İşte bu hâl ile hâllenerek bir Hak dostu olabilmek, ancak mü’minin özündeki aşk istîdâdını ilâhî rızâya istikâmetlendirebildiği nisbettedir.
Aksi hâlde kul, zâhiren güllük gülistanlık içinde de olsa, dosttan uzaklığı sebebiyle bâtınen alevler içinde demektir. Bu itibarla müşterek duygulara sahip olmayanların, akrabalık ve kardeşlik gibi zâhirî ve tesâdüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zîrâ Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası olduğu hâlde O’ndan en uzak kimselerden idi.
Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına girmezler. Dostluk rûhun derinliklerinden gelen bir müjde, bir ilhamdır. Hirâ Mağarası’nda ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber’deki ilâhî aşk ve dostluk, daha sonra O’nu Mahbûb’unun mîrâcında yüce huzûra çıkarmıştır.
İnsanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dostluk, ilâhî bir lutuftur. Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ vâlidemize, dünyaya indirildikten sonra kırk yıl ayrı bölgelerde yaşatılarak bir dostluk hasreti tattırılmıştır. Sanki dostluk, bir rûhu ikiye yarıp kendi yarımını karşıda bulma hâlidir. Hadîs-i şerîfte:
“Kişi, dostlarının dîni üzeredir. Bu sebeple herkes kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın.” (Ahmed bin Hanbel, II, 303, 334) buyrulmasının yanısıra:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) beyânı, dostluklarda damarlara kadar işleyen tesir ve müessiriyeti ifâdeye kâfîdir.


(devamı var)


ALLAHA EMANET OLUN
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Ebubekir Sıddık efendimiz hazretleri: “Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”

İşte fena (yokluk) hali demiştim ki yazının devamında zaten sözü oraya getirmiş. Allah razı olsun.

Bugün Resulullah efendimize hakikaten aşk ve hasret duymak Allah Tealanın çok özel bir nimetidir. Her nefis sahibine nasip olmaz. O aşkın ve hasretin dinebileceği tek yer ise Mürşid-i Kamil eşiğidir. Neden? Seni Resulullah Efendimize götürebilecek tek varlık Mürşidindir. Başka kimsenin buna gücü yetmez. Mürşid-i Kamil, Resulullah efendimizin eşiğidir. Mürşid-i Kamil, Allah Tealanın kapısıdır.

Sen Mürşidine ihlas ve istikamet ile teslim olup Tekkeyi beklersen, yani sana verilen usül, yöntem, ezkar ve evrada devam edersen, bir gün bakacaksın, Mürşidin elinden tuttu; mübarek Resulullah efendimizin Huzur-i Şeriflerine aldı götürdü seni... Beraberce o mübarek Huzur-i Şerifinde envar ve feyze gark olacaksın. İnşallahu Teala. O mübarek huzurda bulununca anlayacaksın ki Resulullah efendimiz vefat etmemiştir. (Ona ölü demeyiniz, öldü gitti işte diye düşünmeyiniz) Onun zuhuru da gaybı da Rahmettir. Yeryüzünde gezmesi de, toprak altında yatması da... Ol mübarek Nurdur. Nur üstüne nurdur. Onun nuru aşıkların göğüs kafeslerinde bir kandil, bir misbah gibi parlar durur. Nuru bütün alemlere yayılmış, hepsine rahmet olmuştur. Meleklere de rahmettir. İnsanlara da... Cinlere de... Kamu bitkiler ve hayvanlar hayatiyetlerini onun rahmetinden/nurundan almışlardır. Onun feyzi ile varlık bulurlar. Bitki ve hayvanların ölümü o nurun kesilmesiyledir. Güneş, Ay, yıldızlar; Resulullah efendimizin mübarek yüzünün nurundan ışıklarını almışlardır. Ancak onunla ziya verirler. Onlardan o nur bir an kesilsin, hepsi sönüp giderler.

Her an taşıp coşmakta olan bir deryadır.

Sallallahu aleyhi ve selleme Kesiran...
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Diğer taraftan bu hadîs-i şerîfler, şu husûsu da beyân etmektedir:
Bir kimsenin sevdiğiyle beraber olması demek; onunla sözde, özde ve davranışta aynı duyuş, düşünüş, hissediş ve yaşayış hâlinde olması, yâni sevdiğini yansıtacak aynîlikler ve beraberliklerin mevcûd bulunması demektir. Yoksa özü, sözü, davranış ve hissiyâtı dâimâ dikenlerle beraber olan bir kimsenin gülü sevdiğini iddiâ etmesi, ne kadar doğru olur. Bunun gibi, duygularıyla, düşünceleriyle ve yaptıklarıyla Allâh -celle celâlühû- ve O’nun yüce Rasûlü ile beraber olamayanlar, gerçek muhabbet ehlinden sayılmazlar.
İşte sevdiğiyle beraber olmayı bir de bu yönüyle değerlendirmeli ve gâfil bir hayat sürüp de kuru kuruya «Ben Allâh ve Rasûlü’nü seviyorum.» diyerek hadîs-i şerîfteki müjdeye nâil olunacağı zannedilmemelidir. Bilmelidir ki, ancak hâl beraberliği gerçekleştiğinde sevgi beraberliği gerçekleşir. Cenâb-ı Hak, böyle dostların gönüllerinde mânevî bağlar ve bahçeler yeşertir. Bu lutfa nâil olanların başında gelen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hâli nice hikmetlerle doludur:
O, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dostluğunda ve sohbetinde öyle bir vecd hâli yaşardı ki, muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh yolunda bütün servetini infak eden Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a iltifât dolu sözler söylemişti. Ancak Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o derecede benlikten geçmiş ve Rasûlullâh’ta fânî olmuştu ki, iltifat şeklinde de olsa hitap edişin zımnında muhâtab kabul edilme durumu ve muhâtab olarak kabul edilmenin zımnında da ayrı görülme hissine kapıldı. Bu his ile de rûhunun derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ıztırap duydu. Gayr’dan telâkkî edilme endişesi içerisinde:
“–Yâ Rasûlallâh! Malım ve canım sâdece ve sâdece Sana âit değil midir!?.” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)
Böyle yüksek ruhların hakîkatini idrâk için Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Allâh ile bulunmak, Allâh ile beraber olmak isteyen kişi, Allâh’ın dostları olan velîlerin huzurunda otursun.”
“Çünkü dost, dostla beraber oturunca, yüz binlerce sır levhası açılır ve okunur!”
Bir şâir de şöyle der:
“Birkaç kişi çok az zaman için bile olsa, bir araya gelip, Hak’tan, hakîkatten bahsederlerse, bulundukları yere gökler secde eyler!..”
Şeyh Sâdî de, ilâhî tecellîye mazhar olmuş, kendini tam mânâsıyla dünyevî isteklerinden arındırmış dost için şunları yazmıştır:
“Dostların yüzünü görmek, yarasından taze kan sızan gönül ehline merhem gibidir.”
Cenâb-ı Hak bu zümreye dâhil olan dostları şöyle bildirir:
إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
“Sizin dostunuz ancak Allâh, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rükû eden mü’minlerdir.” (el-Mâide, 55)



(devamı var)


ALLAHA EMANET OLUN
 

Ebu'l-Feth

Doçent
Katılım
6 Ocak 2008
Mesajlar
648
Tepkime puanı
114
Puanları
0
Konum
dünya
Allah(C.C.) razı olsun ihvanlarım....

Bu güzel kelamların üstüne yazılacak ne var ki... Mevlam hakkıyla sevmeyi sevilmeyi fena olmayı yanmayı erimeyi sonra tekrar doğmayı tekrar yanıp eriyip dostta yok olmayı nasip eylesin cümle Mü'min ve mü'minat kardeşlerime... vesselam...
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Ne mutludur, o kimseye ki, fânî dost ve sevgililerin tuzağından kendini kurtarır da, daha bu dünyada iken, ebedî dost ve gerçek sevgili olan Allâh’ı bulur, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e cân u gönülden bağlanır ve ehl-i îmân ile muammer olur. Dostluklardaki bu sırdan mahrum gönüllere Hazret-i Mevlânâ şöyle seslenir:
“Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi de sana düşman olacaktır. Baş kesen düşman kesilecektir.”
“Halbuki sen, feryatlar içinde mezarda: «Yâ Rabbi, beni yalnız bırakma!» diye Allâh’a yalvaracaksın.”
Bakış ve görüşlerin seviye kazanması, kâinât sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek anlamıyla telâkkî edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşerek gerçek dostluğu yaşamaya muvaffak olabilen ilâhî aşk ve vecd kahramanlarının işidir.
İbrahim -aleyhisselâm- “halîl” yâni dost olduğu için çok zor durumda olmasına rağmen dostluğun şartı olarak büyük bir teslîmiyet ve tevekkül içindeydi; gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Ateşe atılacağı zaman kendisine yardım teklifinde bulunan meleklere:
“–Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabb’im ne dilerse ben ona râzıyım; kurtarır ise lutfundan, yakarsa kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâallâh…” diye mukâbelede bulunduktan sonra devamla:
“–O, hâlimi biliyor! Hem söyleyin; ateş kimin emri ile yanıyor, yakmak kimin işidir?” diye sordu.
Nihâyet o büyük dosttan, yâni Allâh’tan gelen emir ile ateş, İbrahim -aleyhisselâm-’a serin ve selâmet oldu. Bu şekilde ilâhî dostluğun ihtişâmı sergilendi. Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-’ı işte bu sadâkati sebebiyle âyet-i kerîmede:
وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى
“Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm, 37) ifâdeleriyle takdîr ve tekrîm buyurmuştur.
İşte bu vefâ ve sadâkat, herkese ve her şeye akseder. İnsanların birbirlerine karşı dostluk ölçülerine riâyetleri de bu hâle bağlıdır. Kalben dostluk sıfatlarına nâil şahsiyetler, hem dînî hem de tarihî bakımdan insanlığın mümtaz sîmâları olmuşlardır. Tarih kitaplarında anlatıldığı üzere isyânı sebebiyle öldürülen Şehzâde Korkut’un Piyâle adında son derece sâdık bir adamı vardı. Yavuz Sultan Selîm Han, onun bu husûsiyetinden haberdâr olup kendisini çağırdı ve:
“–Sadâkatinin mükâfâtı olarak seni istediğin makama tâyin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.
O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerleyerek:
“–Sultânım, bundan sonra benim vazîfem Şehzâde Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi.
Piyâle Bey’in bu hâli, dostluk anlayışının zirvesini teşkil eder! Dostluk âdâbının müşahhas bir tâlimidir. Hikmet bakımından bütün dostlara ve dostluklara âdeta bir ibret nişânesidir.
Ebû Osman Hîrî Hazretleri buyurur:
Allâh Teâlâ ile dostluk, güzel edeb ve devamlı murâkabe, yâni her an kendini ilâhî müşâhede altında hissetmekle; Rasûlullâhevliyâ ile dostluk, hürmet ve hizmetle; ahbâb ile dostluk, günahta olmamaları şartıyla devamlı güleryüz göstermekle; âile ile dostluk, güzel huyla, câhiller ile dostluk, kendilerine duâda bulunmak ve Allâh’ın rahmetine nâil olmalarını dilemekle olur.”




(devamı var)


ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Her dostluk ve sohbetin kendine mahsus bir hâli ve üslûbu vardır ki, ancak bunlara riâyet edildiği takdirde o dostluk ve sohbet devam eder ve gönüllerdeki muhabbet sarayı sarsılmaz. Ancak dostluk ve sohbetin âdâbına riâyet edilmezse, her türlü sevgi bağı bir düşmanlık düğümüne dönüşür. Bu bakımdan, dostlarla konuşurken, çok dikkatli ve ihtiyatlı hareket etmelidir. Çünkü söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalbde tedâvisi imkânsız yaralar açar. Kalb bağındaki muhabbet çiçeklerini kurutur, öldürür. Bir söz de vardır ki, bahar yağmurları gibi her tarafı güzelleştirir; sayısız faydalar sağlar.
Bunun zıddına, dostluk zannedilen lâubâlîleşmiş yakınlıkları veya yakınlığı lâubâlîleşmek şeklinde yaşamayı, gerçek bir dostluk ve muhabbet olarak mütâlaa etmek mümkün değildir. Zîrâ lâubâlîlik ve mâsivâ ile bulanmış olan dostluklar, keskin bir bıçağın ağzına sürtülen zayıf bir ipe benzer ki, o, bıçağın ağzına en fazla üç-beş defa dayanır, sonunda kopar gider. Şüphesiz böyle dostlukların ne bu dünyada ne de âhiret âleminde bir faydası vardır. Bilâkis her iki cihânda da sahiplerine zarar üstüne zarar getirir. Onun için lâyık olanlarla dost olabilmek kadar bu dostluğu muhâfaza edebilmek de şarttır.
Bu muhtevâ çerçevesinde kalblerdeki muhabbet, bütün mahlûkâtı kuşatıcı mâhiyette olursa, sahibini kâmil bir mü’min, diğer bir tâbirle hakikî bir âşık, yâni Hak dostu eyler. Aşk, tomurcuklanan bir çiçek gibi muayyen fânî sevgilerle ve meclûbiyetlerle başlamış olsa da, Yaratan’dan ötürü bütün yaratılanlara şâmil olacak bir seviyeye ulaştığı anda ilâhî aşk olmaya yönelir.
Fakat mâsivâ engeline takılıp kalanlar bu hâle eremezler. Zîrâ kul, ancak mâsivâ engellerini aştığı takdirde muhabbet ve dostluğun hazzını yaşayabilir. Aksi hâlde bu mümkün değildir. Nitekim Nahşebî Hazretleri böyle engellere takılanlara misâl olması kabîlinden şöyle bir hikâye rivâyet eder:
“Bir genç, pâdişâhın kızının kapısına gelmiş ve kendisinin ona âşık olduğunu söylemişti. Haber pâdişâhın kızına iletilince hanım sultan kapıya geldi ve gence:
«–Al şu bin dirhemi de; bir daha bana da sana da zarar verecek böyle bir şey söyleme!» dedi.
Genç vazgeçmeyince:
«–Öyleyse iki bin dirhem al!» teklifinde bulundu.
Nihâyet pazarlık on bin dirheme varınca, genç, kabul etti. Bu durumu gören pâdişâh kızı:
«–Sen beni nasıl seviyorsun ki, gözün para pul ile kamaşıp beni görmez oldu. Beni benden başkasına tercih edenlerin cezâsı nedir biliyor musun? Boynunun vurulmasıdır!» dedi ve sahte aşkı sebebiyle onu kendisinden uzaklaştırdı.
Bu hâli duyan bir ârif, düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde şöyle dedi:
«Ey insanlar! Bakın dünyada sahte sevgilerin başına neler geliyor! Ya Hakk’ı sevdiğini iddiâ edip de O’ndan başkasına yönelenlerin başına âhirette neler gelmez ki!..»”




(devamı var)


ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkarlık ve girilen risk ile ölçülür. Çok seven biri, îcâbında dostu için canını verir de bir fedakârlık yaptığı hissini taşımaz. Aşk ve dostluğu tanımayıp muhabbet ve dostluktan nasib alamayan bir kimse, kemâle erme yoluna girmemiş, nefsi ile yaşıyor demektir. Çünkü sevmeyi bilmeyenin kalbi ham toprak gibidir. Mârifet ise sevmektedir. Zîrâ varlığın sebebi muhabbettir. Nitekim hadîs-i kudsî olarak ifâde edilen meşhûr rivâyete nazaran Cenâb-ı Hak buyurur:
“Ben gizli bir hazine idim, mârifetime muhabbet ettim (bilinmemi arzu ettim) de varlıkları yarattım.”31
Buna göre ilâhî esrârın tecellîsi de, dostluk ve muhabbete âit bir keyfiyettir. Onun için Hakk’ın dostluğuna nâil olanlar, dostluk yüzünü yalnız insanda değil, dünyaya hayat hâlinde serpiştirilmiş bütün nebâtâtta ve hayvânâtta müşâhede ederler.
Pederim Mûsâ Efendi, mahlûkâtla dost olma hususunda başlarından geçen bir vak’ayı şöyle anlatmışlardı:
“Tahminen kırk sene evvel Muhterem Üstad Sâmi Efendi -kuddise sirruh- ile Medine-i Münevvere’de bir ev kiralamıştık. Zamanın şartlarına göre o zamanki evler ker***tendi. Kendi istirahatleri için hazırladığımız odaya teşrif ettiklerinde köşede kıvrılmış bir yılan görüp gayr-i ihtiyârî heyecanlandık. Kendileri ise sükûn ve huzur içinde:
«–Bu Allâh’ın mahlûkunu kendi hâline bırakın ve ona dokunmayın.» buyurdu. Nihâyet bir müddet sonra hayvancağız ortalıktan kayboldu.”
Bu da gösteriyor ki, dostluğun kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde ulaşanlar, bütün mahlûkâtın dostu olurlar. Yûnus’un sarı çiçekle olan muhabbeti bu dostluğun şâheserlerindendir. Tabiatta gizlenen dost yüzünü göremeyen gönüller, âmâdır. Tabiatla konuşamayan insan rûhu dilsizdir. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulamasalar dahî tabiatta bulurlar. Akarsular, yeşillikler, dağlar, çiçekler, gülistanlar, dost arayan kişinin kalbine nice dostluk şiirleri fısıldarlar. Bu terennümlerle yoğrulan kalbler, ilâhî sanatkârın sanat hârikaları ile duygulanırlar. Onlarla lisân-ı hâl ile sohbet ederler. İşte böyle dost hissiyâtıyla dolu kalblerin derinliklerine nice ilâhî sırlar açılır ve nihâyet o yüce vuslat âşikâr olur. Böylece gurbet hastalığına şifâ umulur. İçteki hasret tedâvi edilir. Tabiattaki bu kudret akışları, sırlar ve muammâlarla dost olmak, gönül duygularını inceltir. Rabb’e dost olmanın feyizli ve bereketli zemini teşekkül eder. Çünkü tabiat ve mahlûkattaki binbir nakış, o dostların dostu olan büyük Dost’a, yâni bütün güzelliklerin Hâlık’ına ulaşmak için bir merdivendir. Bu merdivenden çıkanlar, Rabb’in sohbetine yükselirler. Artık bu makamda mü’min, her yerde O’nunla beraberdir. Yüzünde dâimâ bu beraberliğin ilâhî nûru parıldar.
İşte böyle nûrlu ve bahtiyar sîmâlardır ki, ümmete ve âlemlere maddî ve mânevî birer rahmet ve bereket kaynağı olurlar.
Mâlik bin Dinar -rahmetullâhi aleyh- anlatır:
“Ömer bin Abdülazîz hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:
«–İnsanların idâresini sâlih bir kimse üstlendi.» dediler.
Onlara:
«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu.
Onlar da:
«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde…» dediler.”
Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:
“Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden:
«Şu âdil Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”


(devamı var)


ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Beşeriyetin kemâlât sayfalarını dolduran böyle nümûne-i imtisal şahsiyetlerle gönül dünyasını yoğurması zarûrî olan insan, Hak dostlarının gönüllerde açtığı basîret gözleriyle arada bir şafak vakitlerinde başını kaldırıp ufku dolduran güneşe ibretle nazar etmelidir. Semâlarda çizilen rengârenk ve çeşit çeşit tabloları seyretmelidir. Mâhir bir sanatkârın tablosuna hayran kalırız. Onun, fânî kudreti nisbetinde ortaya koyduğu tasvirlerine alâka duyar, sanatını tebrik ederiz. İşte bu hassâsiyetle temâşâ ettiğimizde, kâinâttaki bütün manzara ve sûretlerin mutlak musavviri olan Allâh’ın gözümüzün önünde çizdiği kâinât tablosunda oynattığı kudret fırçaları ve rengârenk nakışları ne kadar ibretlidir. Bir güle, bir menekşeye bakın… Onlar bu renkleri kara toprağın acaba neresinden bulurlar? Şu âlemde sayıya gelmeyen daha nice incelikler, güzellikler, kudret akışları, sanat hârikaları var… Görebilen kalb için kâinât, bir hârikalar sergisidir. Zîrâ bütün bu güzellikler, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin hüsnünden sızan birer akistir. Onun için, şu kâinâtı ibret nazarı ile seyre çıkan gözler ve gönüller, hayret nazarıyla geri dönerler!
Fakat ne yazık ki akıl ve mantık, çoğu zaman bu hârikaların önünden, üzerinden yuvarlanan yağmur damlacıklarından hiçbir hisse alamayan sert kayalıklar gibi nasipsizce geçip gider.
Rabb’imiz, ilâhî sanatının şu kâinâttaki kudret ve azamet tecellilerinden kalblerimize tefekkür ve duygu derinliği ihsân eylesin.
Ciddî bir şekilde tefekkür ve muhâsebe edildiğinde görülür ki, kâinâttaki kudret akışları her ânımızı kuşatmasına rağmen, kalbler, nefs engeli ile perdeli olduğundan, ilâhî aşk ve dostluğun mahrûmiyeti içindedir. Bu mahrûmiyetten âgâh olamayanları, şâir şöyle îkâz eder:
Bu gurbetten “dost” deyip gitmezsen âhirete,
Döner o vuslat günü ikinci bir gurbete!..
Rahmetî
Bu hususta Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:
“Ey hakîkat yolcusu, o gün gelip çatmadan, kıyâmet kopmadan hakîkat padişâhı ile dostluk kur da, o felâket gününde senin elinden tutsun. Zîrâ o gün, O’nun izni olmadan senin elinden tutacak kimse yoktur. O gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, ehlinden ve oğullarından kaçacaktır.”
“O hâlde gerçek dostluğu iyi anla ve bil ki dostluk, son nefesin tohumudur. Yâni âhiret günü içindir, Allâh rızâsı içindir.”
Bir ömür bu muhabbet sırrıyla yaşayan Yûnus Emre Hazretleri, yanık bir aşk feryâdı ile gönüllere hitap ederek «en yüce dosta» çağırır:
Gel gidelim can durmadan,
Sûret terkini urmadan,
Araya düşman girmeden,
Gel dosta gidelim gönül!
Bu dünyada kalmayalım,
Fânîdir aldanmayalım,
Bir iken ayrılmayalım,
Gel dosta gidelim gönül!
Biz bu cihândan göçelim,
Ol dost iline uçalım,
Arzu hevâdan geçelim,
Gel dosta gidelim gönül!
Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrâil hamle kılmadan,
Gel dosta gidelim gönül!
Bu dâvet, hakîkatte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefât ânında mübârek dillerinden dökülen:
“Ey Allâh’ım! Refîk-ı a’lâ, refîk-ı a’lâ (en yüce dost, en yüce dost)” ifâdesindeki aşk ve muhabbetin bir aksedişidir.
Bu akisten gereği gibi nasiplenen gönüller, ilâhî dostluğun zirvesine ulaşır ve ebediyet yolculuğunda:
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُون
“İyi bilin ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) va‘d-i ilâhîsinin sırrına mazhar olurlar.
Yâ Rabbî! Gönüllerimizi, Sen’in yüce rızâna erdirecek bir dostluk ile mâmur eyle! Sev, sevdir, sevindir Allâh’ım!..
Âmîn!..



OSMAN NURİ TOPBAŞ


ALLAHA EMANET OLUN
 
Üst