ÖNSÖZ
"Bir gün ben Kardelen internet kafede otururken Yasin HAYAL geldi. Benim bilgisayarımda haberlere baktı. Sonra beni dışarı çağırdı, bana, "Bi' Ermeni var..." dedi, ismini söyledi. Türklere küfrettiğini söyledi. Bana "bu işi yapacaksın" dedi. Bana Hrant Dink'in resimlerini gösterdi."
(Ogün Samast'ın ifadesinden)
Hrant Dink Cinayeti'ni ve özellikle de Türkiye'yi bu cinayete götüren süreci kitaplaştırmaya çalıştığımı söylediğimde bir meslektaşım "Gayya Kuyusu'na dalmışsın" demişti.
Gerçekten de tam anlamıyla Gayya Kuyusuna dalmıştım. Uğraşılarım beni çıkışa yaklaştırmak yerine derinlere çekiyordu.
Aslında bu kitabı çalışırken çok zorlanacağımı biliyordum. Gerçi mesleğe polis-adliye muhabirliğinden başladım. Zorlu dava dosyaları, soruşturma evrakları arasında çok zaman geçirdim. 17 yıldır tanıdığım, bildiğim geniş bir güvenlik bürokrasisi de oluştu. Yakası açılmadık bilgilere ulaşabildiğim de olmuştu.
Ama iş Dink Cinayeti'ne gelince herkes "nerden girdin bu işe" havasında yaklaştı. Sanki bir Omerta yani "sessizlik yemini" vardı. Bir bakıma herkes cinayetin hikayesini biliyordu. Hatta herkes "resmin bütününde şunlar da var" diyordu. Ama ortada iç içe geçen daireleri birleştirecek somut delil yoktu. Cinayetin üzerinden geçen dört koca yıl ise o delilleri bulmaya yetmedi.
Dink Cinayeti'nde aslında herşey Garcia Marquez'in meşhur "Kırmızı Pazartesi" romanına benziyor. Tıpkı oradaki gibi herkes Hrant Dink'in öldürüleceğini biliyordu. Ama tuhaf şekilde cinayet engellenmedi ya da engellenemedi.
Profesyonelce kurgulanmış, adım adım uygulanmış bir abluka ile karşı karşıyaydık. Üstelik cinayeti planlayıp yazanlar finali de çok başarılı yapmıştı. Cinayeti Trabzon'un Pelitli beldesinde bir gurup tetikçiye yıkmayı başardılar. Azmettiricileri unutturup "ihmali olanları" tartıştırdılar. Kitleleri ona inandırdılar.
Hatta öyle bir soruşturma yapılmıştı ki sanki "bir cinayet nasıl çözülemez"in ders kitabı olarak okutulacak bir örneği sergilenmişti.
Gelinen noktada dosya Trabzon'un Pelitli beldesinde kilitlendi. Bize gösterilen senaryoya göre "Medyadaki tartışmalardan etkilenen birkaç milliyetçi gencin internet kafede kurduğu süikast planı sonucu öldürülmüştü Hrant Dink."
Savcılar görünen basit resimden hareketle iddianameyi tam da bize gösterilmek istenen senaryoya uygun yazdılar. Belki daha fazlasına da ulaşamadıklarından böyle yaptılar ama hazırlanan ve yargılaması dört yıldır süren dava hâlâ başladığı yerde.
Tetikçi Ogün Samast büyüdü, hatta adalet sistemindeki boşluklardan yararlanıp neredeyse tahliye olacak ama mahkeme "ikinci halka"ya bile ulaşamadı. Mahkeme, avukatların taleplerini ya görmezden geldi ya da usulünce sürüncemede bıraktı.
Jandarma hadisenin tam ortasında olmasına rağmen kıvrak bir manevra ile kendini sahanın dışına attı. Polis ise ekipler ve şehirler arasında "Ben değil o suçlu" kavgasına tutuştu.
Dink Cinayeti'nde bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi. Tetikçiler, onları azmettiren büyük abiler, herşeyi görüş tedbir almayanlar, soruşturmalar...
Hatta Dink'in korunamaması ayıbı yetmiyormuş gibi bir de Dink'in arkasına sığınıp şahsi hesaplarını onun üstünden görmeye çalışan polis müdürleri de türedi. Bu uğurda tüm bilgileri çarpıtmaktan, yalan yanlış bilgilerle kamuoyunu yanıltmaktan da çekinmediler. Onların desteğiyle hareket eden meslektaşlarımız kelle avına çıktılar.
Kısacası Dink'i adım adım hedef yapan-yaptıran, sonra çok zekice kurgulanmış suikast planını basit bir ambalaja sarıp sahneye sürenler şimdi kıs kıs gülüyorlar.
Dink ise adeta AGOS'un önündeki o kaldırımda yatıyor.
Oysa bu tip durumlarda, yani çözülemeyen cinayetlerde temel bir kural vardır: Yerini ve bakış açını değiştir! Hatta bu o kadar yaygın bilinen bir kural ki cinayet büroya adımını atan genç polislere bile anlatılır.
Peki yerimizi ve bakış açımızı değiştirirsek ne olur?
Bu kitabı bunun için yazdım. Bugüne kadar bakılmayan bir noktadan yola çıktım. Cinayetin sonrasına değil öncesine baktım.
2002 MGK ön hazırlık toplantılarında başlayan misyonerlik tehdidi, Karadeniz Bölgesi'nin bir bütün olarak çalışma alanı seçilmesi, patlayan bombalar, ısıtılan bölge ve yaşanan provokasyonlar... Trabzon'dan İstanbul'a uzanan iç içe geçmiş halkalar...
Bugün bulunduğumuz yerden geriye dönüp baktığımızda Dink Cinayeti'nin de aslında büyük projenin ayaklarından sadece birisi olduğunu daha net görebiliyoruz. Eğer Ümraniye'de bir gecekondunun çatısındaki el bombaları bulunmasaydı bugün o projede çok farklı sahneler sergileniyor olacaktı.
54 misyoner için 40 sayfa istihbarat raporu neden yazılmıştı? Rahip Santoro öldürülürken kilisedeki JİTEM haber elemanı ne yapıyordu? Askere giden çocukların anti misyoner dalgaya kapılması ve firar edip kiliseye saldırmalarının sebebi neydi? Giresun'da kurulan sinsi plan neydi? Sakarya'daki bombayı patlatan JİTEM ne planlıyordu? Ordu'daki saldırıyla Kürt-Türk kavgası çıkarmak isteyenler nasıl engellenmişti? Ogün Samast'ı cinayet için kim nasıl keşfetti? Coşkun İğci her şeyin ortasında olmasına rağmen izini nasıl kaybettirdi? Erhan Tuncel'i kim yetiştirdi, Yasin'den nasıl haberdar ettiler? Ogün cinayet için İstanbul'a yola çıktığında Çavuş Satılmış'ın da yakınlarında olması nasıl bir tesadüftü?
Bu kitaptaki bir çok bilgiyi ilk kez okuyacak, belgelerini ilk kez göreceksiniz. Sadece onlar bile bu soruşturmanın yeniden farklı bir gözle yapılmasını zorunlu kılıyor. Türkiye'nin 2002'den başlayarak nasıl adım adım kaosun içine çekilmeye çalışıldığını göreceksiniz. Karadeniz özelindeki örtülü operasyonları, kullanılan dini cemaatleri, misyonerlik yaygarasının nasıl bir projenin parçası olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Dink Cinayeti'ni araştırırken başka çarpıcı bilgilere de ulaştım. Onlar da en az Dink Cinayeti kadar çarpıcı ayrıntılar barındırıyor.
MİT'in ve Jandarma'nın nasıl kollandığını, "soruşturma yapıyorum" diye yola çıkanların en basit soruları bile sormaktan imtina ettiklerini hayretler içinde göreceksiniz.
Misyoner cinayetlerinin tam merkezinde bulunmuş ve sonradan gizli tanık olmuş bir kişinin dosyaları yeniden açtıracak ifadelerini okuayacaksınız.
Buyrun ezber bozmaya...
(Devam edecek)