Adem Yavuz Arslan / "Bi' Ermeni Var"

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
346073_2.jpg



Hrant Dink Operasyonunun Şifreleri

Ergenekon sabahına uyandığımızda "yavuz hırsızlık" yapanlar, Hrant Dink öldürüldüğünde de aynı şeyi yaptılar ve bize odaklanmamız için bir nokta işaret ettiler. Bizden istedikleri sadece oraya bakmamız, baktıkça hipnotize olmamız ve ayan beyan ortada olanı görmememizdi.

Oysa Hrant Dink'in afişe edilmesi ve bir psikolojik harekât nesnesine dönüşmesi kapsamlı bir projenin parçasıydı.
Üstelik sistemli bir abluka, bu sonuç için İstanbul'dan Pelitli'ye kadar iç içe çarkları devreye sokmuştu.

- Malatya katliamı için 'Korkutun diye gönderdik, herifleri öldürmüşler' diyen kim?

- Rahip Santoro öldürülürken kilisedeki JİTEM elemanı ne yapıyordu?

- Gülen Cemaati'ne ait öğrenci evi nasıl Kilise Ev diye fişlendi?

- Hrant Dink'i İstanbul Valiliği'ne çağırtan manşetin sırrı neydi? O görüşmeyi kim istemişti?

- Ogün Samast'ı kim, nasıl keşfetti?

- Coşkun İğci ile Ogün Samast nasıl tanıştı? Erhan Tuncel sürece nasıl müdahil oldu?

- Erhan Tuncel'in jandarmaya bilgi aktardığını keşfeden Trabzon polisi ne yaptı?

- Ogün Samast İstanbul'a doğru yola çıktığında yakınında olan jandarma başçavuşu tesadüfen mi oradaydı?



Yayın Yılı: 2011
272 sayfa
Kitap Kağıdı
13,5x21 cm
Karton Kapak
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Bu kitabı, bu konuda yazılabilmiş en derin kitaplardan biri olarak görüyorum. Sizlerle paylaşmak istiyorum okudukça, gücüm yetene kadar... :)
 

SeNoL

MUEYABYA
Katılım
16 Kas 2006
Mesajlar
4,867
Tepkime puanı
224
Puanları
0
Yaş
42
Konum
Kocaeli
Başlıklar oldukça dikkat çekici ve önemli. Merakla bekliyorum ben
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
ÖNSÖZ

"Bir gün ben Kardelen internet kafede otururken Yasin HAYAL geldi. Benim bilgisayarımda haberlere baktı. Sonra beni dışarı çağırdı, bana, "Bi' Ermeni var..." dedi, ismini söyledi. Türklere küfrettiğini söyledi. Bana "bu işi yapacaksın" dedi. Bana Hrant Dink'in resimlerini gösterdi."

(Ogün Samast'ın ifadesinden)​


Hrant Dink Cinayeti'ni ve özellikle de Türkiye'yi bu cinayete götüren süreci kitaplaştırmaya çalıştığımı söylediğimde bir meslektaşım "Gayya Kuyusu'na dalmışsın" demişti.

Gerçekten de tam anlamıyla Gayya Kuyusuna dalmıştım. Uğraşılarım beni çıkışa yaklaştırmak yerine derinlere çekiyordu.

Aslında bu kitabı çalışırken çok zorlanacağımı biliyordum. Gerçi mesleğe polis-adliye muhabirliğinden başladım. Zorlu dava dosyaları, soruşturma evrakları arasında çok zaman geçirdim. 17 yıldır tanıdığım, bildiğim geniş bir güvenlik bürokrasisi de oluştu. Yakası açılmadık bilgilere ulaşabildiğim de olmuştu.

Ama iş Dink Cinayeti'ne gelince herkes "nerden girdin bu işe" havasında yaklaştı. Sanki bir Omerta yani "sessizlik yemini" vardı. Bir bakıma herkes cinayetin hikayesini biliyordu. Hatta herkes "resmin bütününde şunlar da var" diyordu. Ama ortada iç içe geçen daireleri birleştirecek somut delil yoktu. Cinayetin üzerinden geçen dört koca yıl ise o delilleri bulmaya yetmedi.

Dink Cinayeti'nde aslında herşey Garcia Marquez'in meşhur "Kırmızı Pazartesi" romanına benziyor. Tıpkı oradaki gibi herkes Hrant Dink'in öldürüleceğini biliyordu. Ama tuhaf şekilde cinayet engellenmedi ya da engellenemedi.

Profesyonelce kurgulanmış, adım adım uygulanmış bir abluka ile karşı karşıyaydık. Üstelik cinayeti planlayıp yazanlar finali de çok başarılı yapmıştı. Cinayeti Trabzon'un Pelitli beldesinde bir gurup tetikçiye yıkmayı başardılar. Azmettiricileri unutturup "ihmali olanları" tartıştırdılar. Kitleleri ona inandırdılar.

Hatta öyle bir soruşturma yapılmıştı ki sanki "bir cinayet nasıl çözülemez"in ders kitabı olarak okutulacak bir örneği sergilenmişti.

Gelinen noktada dosya Trabzon'un Pelitli beldesinde kilitlendi. Bize gösterilen senaryoya göre "Medyadaki tartışmalardan etkilenen birkaç milliyetçi gencin internet kafede kurduğu süikast planı sonucu öldürülmüştü Hrant Dink."

Savcılar görünen basit resimden hareketle iddianameyi tam da bize gösterilmek istenen senaryoya uygun yazdılar. Belki daha fazlasına da ulaşamadıklarından böyle yaptılar ama hazırlanan ve yargılaması dört yıldır süren dava hâlâ başladığı yerde.

Tetikçi Ogün Samast büyüdü, hatta adalet sistemindeki boşluklardan yararlanıp neredeyse tahliye olacak ama mahkeme "ikinci halka"ya bile ulaşamadı. Mahkeme, avukatların taleplerini ya görmezden geldi ya da usulünce sürüncemede bıraktı.

Jandarma hadisenin tam ortasında olmasına rağmen kıvrak bir manevra ile kendini sahanın dışına attı. Polis ise ekipler ve şehirler arasında "Ben değil o suçlu" kavgasına tutuştu.

Dink Cinayeti'nde bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi. Tetikçiler, onları azmettiren büyük abiler, herşeyi görüş tedbir almayanlar, soruşturmalar...

Hatta Dink'in korunamaması ayıbı yetmiyormuş gibi bir de Dink'in arkasına sığınıp şahsi hesaplarını onun üstünden görmeye çalışan polis müdürleri de türedi. Bu uğurda tüm bilgileri çarpıtmaktan, yalan yanlış bilgilerle kamuoyunu yanıltmaktan da çekinmediler. Onların desteğiyle hareket eden meslektaşlarımız kelle avına çıktılar.

Kısacası Dink'i adım adım hedef yapan-yaptıran, sonra çok zekice kurgulanmış suikast planını basit bir ambalaja sarıp sahneye sürenler şimdi kıs kıs gülüyorlar.

Dink ise adeta AGOS'un önündeki o kaldırımda yatıyor.

Oysa bu tip durumlarda, yani çözülemeyen cinayetlerde temel bir kural vardır: Yerini ve bakış açını değiştir! Hatta bu o kadar yaygın bilinen bir kural ki cinayet büroya adımını atan genç polislere bile anlatılır.

Peki yerimizi ve bakış açımızı değiştirirsek ne olur?

Bu kitabı bunun için yazdım. Bugüne kadar bakılmayan bir noktadan yola çıktım. Cinayetin sonrasına değil öncesine baktım.

2002 MGK ön hazırlık toplantılarında başlayan misyonerlik tehdidi, Karadeniz Bölgesi'nin bir bütün olarak çalışma alanı seçilmesi, patlayan bombalar, ısıtılan bölge ve yaşanan provokasyonlar... Trabzon'dan İstanbul'a uzanan iç içe geçmiş halkalar...

Bugün bulunduğumuz yerden geriye dönüp baktığımızda Dink Cinayeti'nin de aslında büyük projenin ayaklarından sadece birisi olduğunu daha net görebiliyoruz. Eğer Ümraniye'de bir gecekondunun çatısındaki el bombaları bulunmasaydı bugün o projede çok farklı sahneler sergileniyor olacaktı.

54 misyoner için 40 sayfa istihbarat raporu neden yazılmıştı? Rahip Santoro öldürülürken kilisedeki JİTEM haber elemanı ne yapıyordu? Askere giden çocukların anti misyoner dalgaya kapılması ve firar edip kiliseye saldırmalarının sebebi neydi? Giresun'da kurulan sinsi plan neydi? Sakarya'daki bombayı patlatan JİTEM ne planlıyordu? Ordu'daki saldırıyla Kürt-Türk kavgası çıkarmak isteyenler nasıl engellenmişti? Ogün Samast'ı cinayet için kim nasıl keşfetti? Coşkun İğci her şeyin ortasında olmasına rağmen izini nasıl kaybettirdi? Erhan Tuncel'i kim yetiştirdi, Yasin'den nasıl haberdar ettiler? Ogün cinayet için İstanbul'a yola çıktığında Çavuş Satılmış'ın da yakınlarında olması nasıl bir tesadüftü?

Bu kitaptaki bir çok bilgiyi ilk kez okuyacak, belgelerini ilk kez göreceksiniz. Sadece onlar bile bu soruşturmanın yeniden farklı bir gözle yapılmasını zorunlu kılıyor. Türkiye'nin 2002'den başlayarak nasıl adım adım kaosun içine çekilmeye çalışıldığını göreceksiniz. Karadeniz özelindeki örtülü operasyonları, kullanılan dini cemaatleri, misyonerlik yaygarasının nasıl bir projenin parçası olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Dink Cinayeti'ni araştırırken başka çarpıcı bilgilere de ulaştım. Onlar da en az Dink Cinayeti kadar çarpıcı ayrıntılar barındırıyor.

MİT'in ve Jandarma'nın nasıl kollandığını, "soruşturma yapıyorum" diye yola çıkanların en basit soruları bile sormaktan imtina ettiklerini hayretler içinde göreceksiniz.

Misyoner cinayetlerinin tam merkezinde bulunmuş ve sonradan gizli tanık olmuş bir kişinin dosyaları yeniden açtıracak ifadelerini okuayacaksınız.

Buyrun ezber bozmaya...



(Devam edecek)
 

YagmuR

Üye
Katılım
18 Ağu 2006
Mesajlar
2,504
Tepkime puanı
586
Puanları
0
Yaş
35
Konum
¤´ UnuTuLu§taN `¤
Web sitesi
www.gencislam.com
Hayırlı olsun Hazine, Çok güzel, ilgi çekici ve bilgi dolu bir konu olacak inşallah, dikkatle takipteyim, kitabın dilini çok sevdim, devamını merakla bekliyorum...
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Allah razı olsun, bakalım nereye kadar götürebileceğiz.. :)
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Birinci Bölüm

ABLUKADAKİ ÜLKE: TÜRKİYE


KORKUTMAK İYİDİR!



Türkiye'de devlet, toplumla ilişkisi açısından ele alındığında pek parlak bir geçmişe sahip değildir. Pek çok araştırmacı ve akademisyen, "korku idaresi", "güvenlik devleti" gibi yeni terimlerin, aslında Türk Devleti'nin güvenlik uygulamalarında bir karşılığının olduğunu düşünüyor.

Devletin dönem dönem tanımladığı ve sonra da "iç tehdit" olarak bize sundukları, korku idaresinin en iyi örneklerinden sayılabilir. Özal'ın dışa açılım politikalarıyla birlikte yeni jenerasyon içerisinde artık "iç tehdit tayin etme ve bunlara karşı mücadele" uygulamalarını eleştiren sayısı arttı.

Aslında bu sorgulama bir başka açıdan Türk aydınlanmasının bir cephesi olarak da kabul edilebilir. Bu aydınlanmanın en önemli katalizörlerinden birincisi, büyük bir Arnavutluk halini alan Türkiye'nin Özal'ın gayretleriyle dışa açılması ise ikincisi de Özal'ın şüpheli ölümünden sonra ordu içinde cinayetler dönemiyle[1] birlikte komuta kademesinin icra ettiği 28 Şubat oldu. İronik bir biçimde, 28 Şubat rejimi, baskı altına aldığı toplum kesimlerinin baskıdan kurtuluşuna kapı araladı.

Aslında 1960 ve 1980 darbelerinde ve 1971 krizinde de aynı baskı politikaları uygulandı. Fakat bu kez daha farklı bir sonucun ortaya çıkmasının arkasında, 28 Şubat'ın toplumun temeli denebilecek değerlerini (dolayısıyla toplumsal uzlaşmanın bizzat kendisini) tehdit eder hale gelmesi[2] ancak fiili bir darbe gerçekleştirememesi yatmakta.

Türkiye 28 Şubat'ın ardından yeni bir sürece girdi. 1000 yıl sürecek denen Karargâh harekâtı, yeni kurulan AK Parti'nin tek başına iktidar olması ile ilk çatırtı sinyalini verdi.

2002 Kasım seçimlerinde askeri cephe öylesine kapalı ve kendi doğrularına dönük bir bakışa sahipti ki istihbarat lobilerinde fısıldanan bir bilgiye göre Genelkurmay Karargâhı'nın bizzat yaptığı bir ön anket çalışmasında 2002 Kasım seçimlerinin galibi ve birinci partisi İşçi Partisi çıkmıştı.[3] Herhalde bu anketi Perinçek de duymuş ve bu araştırmaya öylesine güvenmişti ki seçimi kaybederse genel başkanlıktan ayrılacağını kamuoyuna ilan etmişti.

Aslında seçimin galibi olan parti kadroları ve temsilcisi olduğu toplumsal kesim, 28 Şubat'ta iç tehdit sıralamasının başındaydı. O dönemlerde televizyonlarda adeta borsa endeksi açıklanır gibi "MGK tarihi rekor, en uzun MGK" anonsları yapılıyor, kusursuz bir psikolojik harekât yürütülüyordu.

Aslında Genelkurmay'ın Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) da benzeri bir görev yürütüyordu. Toplumla ilişki kurma adına, asker; toplum hakkında bilgiler topluyor, onları kategorilendiriyor ve harp okulundan aldığı eğitimi bu tasnif edilmiş bilgiye uyguluyordu. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bazılarını düşman bazılarını dost ilan ediyordu. Ancak MGK, hem anayasal statüsü hem de Yürütme karşısındaki konumu açısından apayrı bir öneme sahipti.

MGK, eylem planı safhasına getirilen "toplumla ilişki projeleri"ni uygulatma üssüydü. Bu fiili durumu nedeniyle MGK, giderek askerin hükümete "milli güvenlik" gerekçesiyle dayatmada bulunduğu "gölge hükümet" olarak adlandırılmaya başlandı.

Bunun birkaç nedeni var. Birincisi bu kuruma anayasal statü veren ve ona hükümet karşısında bir rol biçen güç 1980'de zaten sivilleri cezaevlerine gönderen ve anayasayı yapan gücün uzantısıydı. İkincisi askeri yönetimin hazırladığı anayasa ve yasaya göre MGK; hükümete tavsiye ettiği konuları "takip ve kontrol etme, yönlendirme, koordine etme ve denetleme" yetkisine 2945 sayılı yasaya göre sahipti. Üstelik MGK'nın asıl beyni olan Genel Sekreterlik, "gerektiğinde diğer başkanlık, kurum ve kuruluşlarla da müştereken yürütme" gücüne sahipti.

Tüm Bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları ile özel hukuk tüzel kişileri, MGK Genel Sekreterliği'ne gerekli olan açık ve her derecede gizli bilgi ve belgeyi sürekli olarak veya istenildiği takdirde vermekle yükümlüydü.

Sekreterliğin gizli hizmet giderleri için bütçede ayrıca bir ödenek ayrılmaktaydı.[4] Kısacası, vatandaşın oyuyla seçilmeyen ve toplum tarafından denetlenemeyen bu yapıya "gölge hükümet" denmesini gerektirecek tüm nedenler bir araya toplanmıştı.

Tabii, bununla birlikte sivillerin güvenlik işlerini bürokrasiye bırakma eğilimi de işin cabası. Sonuçta siviller de devlet ile hükümeti ayrı gördüler. Devlet asıl sahip, siviller için ayrılan bölüm olan hükümet ise geçici ve sınırlı bir alan olarak kabul edildi.

Tabii ki bu durumun devlet içinde de çeşitli tezahürleri oldu. Devlet kurumları asıl patronu hep iyi tanıdı. Örneğin devlet içinde kritik noktaya gelecek kişilerin Milli Güvenlik Akademisi sivil müdavim kurslarından geçmesi bir teamül olarak gelişti. Askerin iyi bakmadığı bürokratlar elendi. "Hırsız içerde" çıkışı yapan İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun'un dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın uyarısıyla nasıl oradan uzaklaştırıldığı, bu teamülün bir kez daha kutsanması için günlerce yazıldı.[5]

Askerin herhangi bir ricası karşısında kurumlar bürokratik süreci işletme yolunu değil, tıpkı zorunlu askerlikte olduğu gibi "ödevini yapma" bilinciyle hareket etmeyi öğrendiler. Bu tutuma, 28 Şubat'ta otobüslerle Genelkurmay'a getirilip brifing verilen ve brifingi ayakta alkışlayan yüksek yargı da dahildi.


Notlar:

[1] Bu dönemde ordunun üst kademesinden yedi general öldürülmüştü.
[2] Bu dönemde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e Emniyet İstihbarat'ın yaptığı bir sunumla 28 Şubat rejiminin dindar ve din ile mücadeleyi hedef alması, bu görüntünün verilmemesi gerektiği vurgulanmış ve bu vurgu Demirel tarafından da kabul görmüştü.
[3] Aynı günlerde dönemin Anavatan Partili İçişleri Bakanı Muzaffer Ecemiş'in iç istihbarata yaptırdığı ankette ANAP barajın altında kalıyor ve yeni kurulan AK Parti %36 oy alıyordu. Bu bilgi seçim öncesinde sıcağı sıcağına Bakana arz edildiğinde daha sonra pişman olunacak gülücüklere neden olmuştu.
[4] Zeynep Şarlak, "Milli Güvenlik Kurulu", www.savaskarsitlari.org, 25.07.2009
[5] Büyükanıt emekli olduktan sonra katıldığı 32. GÜN programında Sabri Uzun'dan rahaysızlığını bizzat başbakana ilettiğini ve görevinden alınmasını talep ettiğini anlattı. Uzun görevden alındı.




(Devam edecek)
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
BAYRAM DEĞİL SEYRAN DEĞİL, NERDEN ÇIKTI BU MİSYONERLİK?


2003 Kasım MGK ön toplantısı öncesinde bu işleyişin tipik bir örneği misyonerlik ve azınlıklar konuları üstünden yeniden yaşandı.

MGK literatürü açısından ön toplantıyı açıklamak gerekirse şunu söyleyebiliriz:

Milli Güvenlik Kurulu, anayasal bir kuruluş. MGK Genel Sekreterliği ise bu kuruluşun beyni ve ruhu. Yakın döneme kadar siyasilerin huzursuz çocuk görünümünde, asık suratlı bir şekilde fotoğraf karesinde yerlerini aldıkları MGK toplantıları, aslında Genel Sekreterlik'in çalışmalarının devlet politikası haline getirilmesi açısından son nokta. Bu toplantının başkanı Cumhurbaşkanı ama mutfağın şefi MGK Genel Sekreteri.

Cumhurbaşkanı'nın ve hükümetin katıldığı son toplantı öncesinde, kurumların, özellikle de güvenlik ve istihbarat kurumlarının ellerindeki bilginin masaya yatırıldığı ve MGK konseptine uygun rötuşlara tabi tutulduğu MGK Ön Toplantıları yapılır.

Bu toplantılara güvenlik ve istihbarat bürokratları üst düzey temsillerle katılır ve MGK Genel Sekreterliği'nin ya da başka bir deyişle askeri bürokrasinin huzurunda arz-ı endam ederler.

Tabii ki buradaki gündem Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne, orada belirtilen tehditlere ya da MGK Genel Sekreterliği'nin "takip ve kontrol etme, yönlendirme, koordine etme ve denetleme" konularına ilişkin olmak zorunda.

Bir Başbakan ya da bakan emrindeki bir istihbarat ya da güvenlik teşkilatına istediği konuda çalışma talimatı verip bunu MGK gündemine getiremiyor. Ya da bir istihbarat ve güvenlik birimi önemli gördüğü bir konuyu (sorulmadıkça) müstakilen MGK gündemine alamıyor.

Fiili durum böyle...

Mesela bunun son örneği yakında yaşandı. "Kırmızı Kitap" olarak da bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilendi ve yenilemede klasik irtica tehdidinin metinden çıktığı basına yansıdı.

Ama bu dönemde asker olmayan güvenlik ve istihbarat birimlerince Türkiye'nin Haziran 2007'den bu yana yaşadığı gelişmeler değerlendirilerek "Hükümeti/Demokrasiyi ıskat ve ilga" faaliyetlerinin MGSB'de yer alması konusunda öneri hazırlandı ancak nihai metin, sivillerin kamuoyundaki ağırlığına rağmen bu önerinden yoksun olarak çıktı. Bu arada aşırı sağ faaliyetler yakın 2000'li yılların hemen başında MGSB'den çıkartılmıştı. Bu tercihin anlamı ulusalcılık dahil tüm aşırı milliyetçi faaliyetlerin önünü açma düşüncesiydi. Ya da en azından aşırı milliyetçilik akımları istihbarat birimlerinin hedefi olmaktan çıkıyordu.

2003 sonbahar MGK ön toplantısına geri dönelim.

O yıllarda AB takvimine paralel olarak gelişen Misyonerlik ve Azınlık tehdidi MGK ön toplantılarının askeri cenahı tarafından gündeme getirilmişti. Ancak bu konuda sokağın nabzını en iyi tutan birimlerden birinden benzer sinyallerin gelmediği gözleniyordu.

Emniyet İstihbaratı, Emniyet Genel Müdürü düzeyinde katıldığı toplantılarda terör örgütlerine endeksli bir gündem arzı yapıyor, dönem içerisindeki gelişmeleri aktarıyor, terörle mücadeleye odaklı bir sunum yapıyordu.

2003 Kasım toplantısı öncesinde dikkat çekici bir olay yaşandı. Emniyet Genel Müdürü, Emniyet İstihbaratı'ndan aldığı dosyayı görünce İstihbarat Daire Başkanı'na çıkıştı: "MİT, Jandarma, Genelkurmay misyonerlikten bahsediyor siz neden bu konularda bir şey getirmiyorsunuz?"

Aslında Genel Müdür kendisine göre haklıydı, Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı'nda bir toplantı yapılmış ve ülkeyi tehdit eden misyonerlik tehlikesine karşı kurumların da imzası alınarak bir dizi tedbir paketi devreye sokulmuştu. Buna rağmen emniyet çalışmalarını bu alana kaydırmamıştı.

Yıllarca OHAL Valiliği yapan Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner'e göre bu durum "ödevini yama" bilinci ile pek uyuşmuyordu. Emniyet İstihbaratı uyarıldı ve bu alana eğilmesi istendi.

Aslında Emniyet bu konularda "ödevini yapma" bilincine sahip olmasa da iyi düzeyde bilgi toplama becerisi olan bir kurum. Emniyetin bu becerisinin onu iyi bir manivela haline getirdiği kesin. Nitekim 2003'te Misyonerlik konusunda kendisine verilmek istenen bu rol aslında çok tartışılan bir başka konuda da karşımıza çıkıyor.



(Devam edecek)
 
Üst