Zübeyir Gündüzalp: "Silahımız Nur'dur"

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
HAMDİ SAĞLAMER ANLATIYOR

1960’ın 23 Mart günü Üstad Bediüzzaman bu fâni âlemden ebediyete intikal etmişti. Elbette beşer olarak biz talebelerinde bir burukluk ve hüzün vardı. Bu yeni durumda cemaatte bir tedirginlik, nasıl ve ne yapacağını bilememe hâli vardı. Bu yeni durumda temsil vazifesini kim görecekti? Zaman şahıs zamanı olmayıp cemaat zamanı olması sebebiyle nasıl bir yol ve tarz takip edilecekti? Bütün bunlar bilinmiyordu. Üstelik bazı zâtların meslek ve meşrebe uymayan çıkışları zihinleri bulandırıyordu.

Öte yandan 27 Mayıs İhtilali, ehl-i imanın, özellikle Nur talebelerinin üzerindeki baskıları artırırken, Üstadın Urfa’*da*ki mezarını da bilinmeyen bir yere kaçırıyorlardı. Gazeteler, “ Nurcular ayin yaparken yakalandı!” şeklindeki yazılarıyla halkı korkutma ve sindirme politikası güdüyorlardı. Cemaatin ekseri bu karışık ortamda nasıl hareket edileceğini bilemiyordu.

İşte bu ahval ve şartlar altında, Üstadın dizi dibinde yetişmiş, onun tarz-ı hareketlerini massetmiş, ihlâs, gayret, şe*caat, sadakat abidesi Zübeyir Ağabey, meydana çıktı ve bu zor görevi üzerine aldı.



Ankara’da karar kıldı

Zübeyir Ağabey, Anadolu’ya yakınlığı sebebiyle ilk olarak Ankara’ya geldi. Herkese kabiliyetine göre görevler vererek, atalete düşmüş Nur fabrikasını yeniden harekete geçirdi.

Risale-i Nur’un lâhikalarından hizmet metotları çıkartıp Nur talebelerine deliller göstererek, hizmeti yeniden şekillendirip istikametlendirdi.

Bu çetin şartlar içinden, bu karanlıklar arasından o, bir kutup yıldızı gibi doğdu. Yolunu şaşırmışlara, hayrete düş*müş*lere doğru yolu gösterdi.

Kendisiyle görüşmem, Ankara’da 1960’ın sonbahar aylarına rastlar. Onu daha önce hiç görmemiştim. Bent*de*re*si’n**den, Mustafa Türkmenoğlu’nun yanına gidiyordum. Kar*şıdan da o geliyormuş... Daha önce birbirimizi hiç görmemiştik. Sokaklardan el ayak çekildiği, bir gece vak*ti idi. Birden bana:

“Neredesin kardeşim, seni arıyorum!” demesi, çok önceden tanışıyormuşuz gibi davranması, beni çok şaşırtmış, bende şok tesiri yapmıştı. Kucaklaştık ve Mustafa Türkmenoğlu’nun kaldığı yere gittik. O gece bazı hizmet konularında izahat verdikten sonra yattık.



Seyahatlerim başlıyor

Sabahleyin kalktığımızda Risalelerle dolu iki tahta valizin hazırlanmış olduğunu gördüm. Bavullar eski olduğun*dan, urganlarla bağlanmıştı. Bana talimat verdi: “Amasya, Tur*hal, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum üzerinden hareketle Karadeniz’i Hopa’dan Samsun’a kadar dolaşıp kardeşleri ziyaret edecek, birer gece kalacak, dersler yapacak, iste*yen*lere Risaleler verecek, sonra dönüp geleceksin.” Elime ad*resler verdi.

Ben de bu talimata göre tek tek verilen adreslere uğrayıp bir gece kalarak, Samsun’a geldim, oradan da Ankara’ya döndüm.

Yeni bir seyahat plânıyla bu defa beni, Çorum, Osmancık, Kargı, Tosya, Kastamonu, Gerze, Sinop gibi yerlere gön*derdi. Yine hazırladığı Risale bavullarını verip beni uğurladı.

Birinci turu 33 günde, ikinci turu 15 günde tamamlamıştım. Bu şekil Erzurum üzerinden beş-altı kez, Kastamonu üzerinden de dört-beş kez seyahat ettim.

O zaman Risaleleri yeni tanımış biri olarak, gezdiğim merkezlerde öyle coşkun dersler yapıyordum ki, hocalar ve halk beni büyük bir âlim gibi karşılıyorlardı. Kendimde bir şeyler vehmetmeye başlayınca çok şiddetli başım ağrıyor, kimseyle konuşmak istemiyordum. İhtilâl sonrasında herkesin sustuğu o dönemde, hocasından vaizine, halkından memuruna kadar herkes toplanıp benim sohbetimi dinlemeye geliyorlardı. Nefsime bir pay vermeyip çekine çekine derse başladığımda çoğu kez sabahlara kadar devam ediyordum. Bazen bavuldaki kitapların hepsini almak isteyenler oluyordu. Ben de daha gideceğim yerler olduğunu söyleyerek idareli şekilde veriyordum.

Sonradan anladım ki, bu muvaffakiyetler, başta Üstadın ve sonra da Zübeyir Ağabeyin himmetiyle oluyordu. Zira 1958’de Üstadı ilk ziyaret ettiğimde “Karadeniz’i benim bedelime git gez.” demişti. Şimdi anlıyorum ki, Üstad beni tâ o zaman bu görevle tavzif etmişti. Evet, benim büyük bir alâkayla karşılanmam Üstadın bedeline bir karşılanma idi. Zübeyir Ağabeyle sokakta gece vakti ilk karşılaşmam da sanki önceden plânlanmış bir hareketin bir safhasıydı. Beni hiç tanımadığı hâlde, “Nerdesin kardeşim, seni arıyorum!” demesi, Üstadın verdiği vazifeyi âdeta bana tekrar hatırlatmış olması tesadüf değildi. Bu, onların manevî bir tasarrufundan başka bir şey değildi.



Cesaret veriyordu

O gün bana lâzım olacak en önemli şey, cesaretti. Zü*beyir Ağabey, vazifeyi verdikten sonra cesareti de veriyordu. Çünkü o dönemde her gün basında, radyoda, “Nurcular yakalandı!” diye çıkan haberler, herkesi sindirmişti. Nedense bende korkunun zerresi yoktu...

Hatta bir gün Bayburt’a gitmiştim. Allah rahmet etsin, orada Mehmet Kantar isminde berber bir kardeşimiz vardı. Küfre meydan okur bir tavırla iki bavul Risale ile dükkânının önüne gelmiştim. Kitapların uçları da bavulların kenarından sarkıyordu. Yüksek sesle “Esselâmü aleyküm.” dedim. Berber kardeşimiz beni ve bavulları görünce haklı olarak çok tedirgin oldu. “Böyle olur mu yani!” diyerek beni sıkıntılı karşıladı. O zaman bu tavrı Nurculuğa sığdıramadığımdan, kızarak hemen bir otele gittim. Bavulları odaya kilitleyerek küçük bir çantaya bir miktar Risale doldurdum. Bayburt’un çarşısına çıktım. Bir esnafa oranın en büyük ve kalabalık kahvesini sordum. Bana meydanda tıklım tıklım dolu bir kahveyi gösterdi. Gittim, kalabalığın arasından geçerek bir masanın önüne oturdum. Herkes bana bakıyor, fakat benim gözüm hiç kimseyi görmüyor. Çantamdan Hü*cu*mat-ı Sitte isimli eseri çıkardım. İkinci desiseyi okuyup açık*lamaya başladım:

“İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın ha*fi*yeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avamın ve bil*has*sa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korku*tuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.” Devamında “Tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!” diye baştan sona heyecanlı bir nutuk gibi okudum. Kahvede herkes etrafıma toplanmış, dışarıdan manzarayı görenler de içeri girmişti. Okuma bittikten sonra sorular soruluyor, ben de öylesine kolay ve akıcı cevaplar veriyordum ki, hayret ediyordum. Kahve, dışarıdan pencerelere sarkanlarla bir miting alanı hâline gelmişti. Bu arada kendi kendime “Nur’un iyi bir reklâmı oldu. Aramızda hocalar da var. Bir falso yapmadan bu işi burada bitireyim.” dedim.

Fakat dışarı çıktığımda koca kahve boşanmış, peşime takıl*mıştı. Aralarında, “Büyük âlim, çok büyük hoca…” dedik*lerini duyuyordum. Ne âlimdim, ne de hoca... Onların bu beklentisine karşılık veremeyeceğimden uzaklaşmak isti*yor*dum. Fakat nereye gidersem, halk peşimi bırakmıyordu. Doğruca berber Mehmet kardeşin dükkânına yöneldim. Kalabalık yine peşimde. O sırada Mehmet kardeşi, bir gazeteci ve avukat sıkıştırıyorlardı. Ben gidince rahatladı, onlara muhatap oldum. Sorularına bir bir cevap verip ikna ettim. Yine halk dağılmıyor, giderek artıyordu. Uzun boylu, çizmeli, temiz giyimli, herkesin hürmet ettiği, tahminen 35 yaşlarında biri, gür bir sesle topluluğa bağırdı:

“Beyler bir dakika. Bu gece hepiniz yatsıdan sonra bana davetlisiniz. Hocam bizde olacak.” dedi. Daha bana bir şey sormadan kolumdan tuttuğu gibi evine götürdü. Kaderin akıntısına kapılmış gidiyordum...



Sabaha kadar sohbet

İki katlı köşk gibi bir ev... Bir kat, bize tahsis edilmişti. Yemeği yedik, yatsı namazını kıldık. Bu sırada ben, bu insanlara nasıl ders yapacağım diye düşünüyordum. Çünkü içlerinde vaaz hocası, müftü bile vardı. Yatsıdan sonra halk geldi, salonu doldurdu. Mecburen derse başladım. Aralarda çay fasılları olmak üzere sabah namazına kadar devam ettik. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Sabah namazını bir hoca kıldırdı ve dağıldık. Yalvarmasam orada bütün kitapları elimden alacaklardı. “Ben size yine gelir, kitap getiririm. Uğrayacağım yerler var, oralara kitap götürmem lâzım.” deyip ayrıldım.

Kabiliyetimin çok üstündeki bu muvaffakiyet, kat’iyen, Üstadın bedeline ve Zübeyir Ağabeyin himmetiyle o vazifede istihdam edilmiş olmamdan ileri geliyordu.



“Sen kullanma!”

O günlerde Nur talebesi olduğundan dolayı çok hapis yatmış Kargılı Rıdvan kardeş, Samsun’a gelmişti. Sabaha kadar ders yaptık. Bana uyumamam için bir hap verdi. Gerçekten sabaha kadar hiç uykum gelmedi. “Sen geceleri dersler yapıyorsun, iyi gelir.” diye bana ısrar etti, o haptan bir kutu aldırttı. Zübeyir Ağabey beni Ankara’ya çağırdı. Gittiğimde beni özel odasına alıp karşısına oturttu ve aynen şunları söyledi:

“Rıdvan kardeş, uyumamak için bir hapa alışmış. Hapishanelerde mahkûmlara ders yapıyorum diye o hapın müptelâsı olmuş. Senin de çok iyi arkadaşındır. Ancak sen onu bu hap alışkanlığından kurtarırsın... Aman, bu hap ha*fızayı bozar, çok zararlıdır!” dedi. Sanki cebimdeki ku*tu*yu görür gibi bahsediyordu. Hemen gidip cebimdeki hapları tuvalete boşaltıverdim. Fakat Rıdvan’ı o alışkanlığından kurtaramadım...

İşte Zübeyir Ağabey, hizmette her hâliyle manevî bir rehberdi. O manen görüyor ve öyle tedvir ediyordu.

Onun metodunda “kusuru doğrudan tenkit” yoktur. O, başkasındaki kusuru anlatır, seni onunla mücadeleye hazırlar, asla isim vermezdi.



İstanbul’da…

Zübeyir Ağabey, Ankara’daki hizmetleri rayına koyduktan sonra, yerine Bayram Ağabeyi bırakarak İstanbul’a gitti. İstanbul’da da dağınık hizmetleri kısa zamanda derleyip toparladı ve oradaki kardeşlere yeni bir aktivite kazandırdı.

İstanbul’da neşir hizmetlerini başlatmak için beni Samsun’dan, Ekrem Köker’i Tosya’dan, İbrahim Canan’ı Ankara’dan, Eyüp Ekmekçi’yi İzmir’den, Abdülvahit Mut*kan’ı Adapazarı’ndan getirtti ve Halil, Kâmil Yürür kardeşlerle Mustafa Ekmekçi’den oluşan bir ekip kurdu. Kendi kontrolünde Risale-i Nurların neşrini başlattı. Sıkı kontrol ve takip altında önce Sözler’i, sonra da Mektubat’ı bir yıl içinde bastık.

Daha sonra Tahiri Ağabeyi de çağırdı. Tahiri Ağabey, o yaşlı hâliyle Zübeyir Ağabeye hürmet eder, yanında diz üstü otururdu. Tabiî Zübeyir Ağabey de ona karşı hürmette geri kalmazdı. Bir gün Tahiri Ağabey, “Üstad vefat etti, şim*di Üstadımız Zübeyir’dir.” demişti.

Baskı işlerini Sinan Omur’un matbaasında yapıyorduk. Matbaada solcu bir usta vardı. Çok tahrik edici konuşuyor*du. Bizi her an şikâyet edebilecek durumdaydı. Ben kavga et*memek için kendimi zor tutuyordum.

Bir gün Zübeyir Ağabey beni odasına aldı:

“Hamdi kardeş, o kişi Risaleleri basıyor ve Risale-i Nur’a hiz**met ediyor. Sen ona hizmet etmekle aslında Risale-i Nur’a hizmet etmiş olursun. Matbaaya gittiğin zaman ona bir paket sigara götür.” dedi ve şöyle devam etti:

“Osmanlı döneminde akıncılar, nöbetçiye kale kapısını açtırmak için içki içirir, böylece Müslümanlara kalenin fethini sağlarlardı…”

Ben bundan sonra o çok kızdığım adama sigara götürmek şöyle dursun, sular kesildiğinde Eminönü’nden su getirip eline döküyor, havlu tutuyordum. Ondan sonra o arkadaş bize öyle bir dost oldu ki, bütün aleyhteki konuşmalarını terk etti.

Zübeyir Ağabey, hizmet sahalarının birbirine karıştırılmasını ve hizmetle görevlendirdiği kişinin işine başkasının karışmasını istemezdi. Böylece doğacak ihtilâfları baştan önlemiş olurdu.

Bir gün Anadolu’dan fedakâr bir kardeşimiz matbaaya gelmişti. Güya Nur’un ilânını yapıyor gibi üst perdeden ko*nuşuyor, bana da “şunu getir, bunu götür” tarzında em*rediyordu. Kendisini bir kenara çekerek:

“Seni buraya kim çağırdı? Haydi git buradan!” diyerek kovdum. Zübeyir Ağabeye giderek:

“Hamdi kardeş, beni matbaadan kovdu.” diye şikâyet etti. Zübeyir Ağabey:

“Kardeşim, Hamdi kardeşten ben de çekiniyorum ve mat*baaya gitmiyorum. En iyisi sen de gitme.” dedi.



Çok şefkatliydi

Zübeyir Ağabey çok şefkatliydi. Bir gün Ankara’da gece vakti Hacı Bayram’a doğru yürürken yanımıza bir sarhoş geldi. Ayakta duramıyordu. Bizden bir sigara istedi. Zü*be*yir Ağabey, “Ah kardeşim, olsa verirdik…” dedi. Bunu öyle bir acıma hissiyle söylemişti ki, tarif edemem... O yıkıla yıkıla giden adam, Zübeyir Ağabeyin önünde ceketini ilikledi, “Senin canın sağ olsun ağabey.” dedi. Sarhoş bile onun iki kelimesi karşısında âdeta erimişti.

O, hizmet için hep Risalelerden delil getirirdi. Yanında birisi hizmet metotlarıyla bağdaşmayan bir şeyler söylese “Kardeşim, sadırdan değil, satırdan…” der ve Risale-i Nurlar*dan yerini göstermesini isterdi.

Üstadın “Âlem-i İslâm’a indirilen darbeleri en evvel kendi ruhumda hissediyorum.” dediği gibi, o da Risale-i Nur’a ve Nur talebelerine gelecek hücumu birkaç gün önceden hisseder, o sıkıntıdan gelen ıstırap onu ölü gibi yatağa düşürürdü. Âdeta hizmetle sevinir, hizmetle gülerdi. Bedenindeki ıstırapları duymaz, hizmetteki rahatsızlıkları hisseder*di. Bazen “Kardeşim, hizmet kendini ucuza satmaz.” der*di. O hizmeti yüklenen ağabeyler, sıkıntı ve ıstırapları bir paratoner gibi üzerlerine çeker, hasta olurlardı.

Risale-i Nur’a yapılan fikrî taarruzlardan bunaldığında ken*dini âdeta Kirazlımescit’ten dışarı atar, Fatih Camii’ne gi*derdi. Orada rastladığı üniversiteli öğrencilere Risale-i Nur’u anlatarak, gençliği dinsizlik fitnelerinden korumaya çalışır, vazifesini yapınca da rahatladığını çok kere anlatırdı.

Dershanede Abdülvahit, Dr. Mehmet Akay ve Dr. Macit Türkmenoğlu kardeşlerle bir araya gelir, çay yapar, Zü*be*yir Ağabeyi de çağırırdık. Zübeyir Ağabeyin midesinde ülser olduğu hâlde bizi kırmaz, bizimle çay içerdi. Fakat o gece midesinin ağrısından sabaha kadar kıvranırdı ve bize hiç hi*ssettirmezdi.

Sabah namazına iner, cemaatle kılardık. Tahiri Ağabey imam olurdu. Zübeyir Ağabey tıpkı bizim gibi sade giyinirdi.



Bizden biri gibi

Bir defasında Kırkıncı Hoca ile başka bir hoca Süleyma*ni*ye’*ye gelmişlerdi. Kendisinden sarık ve cübbe giymesini rica ettiler. Onları kırmadı, gitti, giyip geldi. Çok şaşırdık. Onu hiç böyle görmemiştik. Çok dikkat çekici, şayan-ı hürmet bir hâl almıştı. Hâlbuki bizim gibi giyinerek bizden biri gibi görünürdü. Biz de bir arkadaş gibi onunla hiç çekinmeden konuşurduk.

Bir gün Üstadla beraber Çam Dağında iken beyaz bir takke giydiğini anlatmıştı. Üstad onu görünce kızmış, “Keçeli, sen nazarları kendine çekmek mi istiyorsun?” diye başına vurup gitmiş.

Sonra Barla’ya döndüğünde yastığının üzerinde siyah bir takke görmüş ve ondan sonra hep onu kullanmaya başlamış.

Zübeyir Ağabey, hürmet ve dikkatin hep Risale-i Nur’a çevrilmesini isterdi. “Kardeşlere sevgi gösterilmeli, ama had*di aşmamalı.” derdi. Kardeşler arasında uhuvvet mesleğine zarar verecek üstünlük tavrından da kaçınmak gerektiğini söylerdi. Hiç kimseye el öptürmez, “El öpen, öptürmek ister.” derdi.



Polisler bastı

Bir gün evimi polisler basmıştı. Kitapları didik didik ara*yıp Risaleleri ayırmışlardı. Bana çoluk çocuğumun huzurunda hakaret ettiler. Sonra da “Kitapları kucağına al.” dediler. Böylece beni suçlu hırsızlar gibi mahalleden geçireceklerdi. Ben de hakaretlerine karşı “Kitapları kim aldıysa o taşır!” dedim. Ben önde, onlar arkada söylene söylene karakola gittik. Nezaret, mahkeme derken hapse girdik.

O günlerde Ankara’dan bir kardeş Samsun’a gelmişti. Kar*deşler benim kitapları kucağımda taşımadığımı, “Risale-i Nurlara sahip çıkmadığım” şeklinde anlatmışlar. Bunu duyunca çok ağırıma gitti. O kardeş de gelip benden tahkik etmedi, “Hamdi kardeş hata yaptı.” dedi. Bir-iki hafta sonra İstanbul’a gidenler durumu Zübeyir Ağabeye anlattılar. Be*ni dinlemediği hâlde şu karşılığı vermiş:

“Kardeşim, Hamdi kardeşin muamelesi Risale-i Nur’a de*ğil, polise karşıdır. Hamdi kardeş, ömrünü Nurlara vermiş, ha*pislere girmiş, yılmamış. Nurlara hizmet için dünyayı terk etmiş, hiç Nurlara hürmetsizlik eder mi?”

İşte Zübeyir Ağabeydeki basiret ve feraset farkı... Çünkü hizmette fâni idi. Aklını, fikrini, hayalini, hatta her anını hizmet sarmıştı.

Zübeyir Ağabey, Üstaddan tatbikî olarak aldığı metotları, Risale-i Nur’dan çıkardığı delillerle birleştirerek, meslek ve meşrebi, istikametli yolu ortaya koyuyor ve herkesi bu mes*leğe teşvik ediyordu. Bizler ondan aldığımız işaretle Ana*dolu’ya dağılıyor, meseleri lâhikalardan okuyarak izah etmeye çalışıyorduk. Hakikaten en çok şaşılacak şey, Risale-i Nur’la imanını kurtaran kişilerin, daha sonra o hizmette hak dava ederek kendini ileri sürmesi, bazılarının da onlara uymasıydı. Bu vesileyle şöyle bir şiir yazmıştım:



Davet

Makam-ı âlâda Asrın Vekili

Felâha çağırıyor, duyanlar gelsin.

Koymuş teşhisini mana hekimi

Kalbi İslâm için vuranlar gelsin.



Hillet kulesine çekmiş sancağın,

Benlik dağlarını aşanlar gelsin.

İhtilâf yolundan çekip ayağın,

Bu hizmette vücut bulanlar gelsin.



İslâm’a yapılan sinsi hileyi,

Açılmak istenen menhus yareyi,

Dine indirilen dessas darbeyi,

Şahsında hissedip şahlanan gelsin.



Unutup şahsını “nahnü” isteyen,

Şahs-ı maneviye uyanlar gelsin.

Bu yolda “ene”yi feda eyleyen,

İttihat havzına atanlar gelsin.



Rıza-i Hak için hizmet eyleyen,

Medihten, senadan kaçanlar gelsin.

Hakkı tutup daim hakkı söyleyen,

Mertler boy göstersin, sıddıklar gelsin.



Şarktaki mü’mine batan dikeni,

Garptan hisseyleyip duyanlar gelsin.

Din için boynuna takıp kefeni,

Malından canından geçenler gelsin.



İslâm ruhtur, fertler vücut olmalı.

Bir iğne sokulsa, hepsi duymalı.

İrtibat kesmeyip hayat bulmalı.

Bu birlikte vücut bulanlar gelsin.



Meslek Haliliye, meşrep hillettir.

Nur’un ölçüsü bu, uymak gerektir.

İhlâsla gidene bu bir ahenktir.

Bura merdan yeri, ser veren gelsin.



Kardeş tövbe ile abdest al, pak ol.

Seni selâmete çıkarır bu yol.

Husumeti bırak, muhabbetle dol,

Uhuvvet bahrine dalanlar gelsin.



Bu şiir benim ilk şiirimdir. Bunu bir kardeş gördü ve elimden aldı. Her ne kader “Olmaz, ben hiç şiir yazmadım, şiirin kaidelerini de bilmem, kardeşlere ayıp olur.” dediysem de, o dinlemeyip, yayınlatmak üzere İttihad’a gönderdi. “Haftanın şiiri” olarak basıldı.

O zaman Zübeyir Ağabey, merkezde çalışanlar olarak bi*ze gazete okutmaz, hatta Bekir Ağabeyin bürosuna da uğra*mamıza razı olmazdı. O zaman İslâmî yayınlar, hep tepki üzerine kurulmuş, iknadan uzak, karşı tarafı küfürle suçla*yan bir yaklaşım içindeydiler. Bu durum Risale-i Nur’un hik*met ve kavl-i leyyin mesleğine ters düşüyordu. Diğer taraftan siyasî olduklarından bu gibi yazıları okumak, Nur talebelerine zarar verebiliyordu. Hadiselere Nur’un gözüyle değil de siyaset gözlüğüyle bakmaya sebep oluyordu. Esasta bir olmamıza rağmen, teferruat meselelerinde aramızda par*çalanmaya sebebiyet veriyordu. Bu durumda gücümüzü Risale-i Nur*ları yaymakta kullanacağımıza, bize ait olmayan siyasî me*selelerde harcamış olurduk. İşte Zübeyir Ağabey, böyle vartalara düşmememiz için o günkü gazeteleri oku*mamıza razı olmazdı.

Bu sebeplerle Zübeyir Ağabey hassas davranıyor ve Mus*ta*fa Polat’ı yanına çağırarak, olayların Risale-i Nur açısından nasıl değerlendirileceğini izah ediyordu. Cemaatimizin siyasî cereyanlar tarafından istismar edilmesini önlemek için, haftalık İttihad gazetesinin çıkarılmasına, bunun için karar aldırıyordu. Üstadımızın gerçek hizmet tarzını matbuat yoluyla kamuoyuna duyurmak istiyordu.



“Yaz kardeşim!”

Şiir gazetede yayınlandıktan sonra İstanbul’a gitmiştim. Doğrusu “Zübeyir Ağabey nasıl karşılayacak?” diye endişe ediyordum. Beni görür görmez kucakladı ve “Kardeşim, kalemin çok kuvvetli. Sen bu şekilde ara sıra yaz. Şiirinden çok memnun oldum.” dedi ve bana bir de cübbe hediye etti. Bekir Ağabey de bir dolma kalem hediye etti. İkisi de beni yazmam için teşvik etti.

Büroya uğramamıza karşı çıkmasının da tedbir için olduğunu öğrendim. Çünkü orası hep takip altındaydı. Bizi takip edip matbaa işlerimizi akamete uğratabilirlerdi.

Bazı kardeşlerimizin de matbaaya yanımıza gelmelerine razı olmazdı. O, disiplinli, intizamlı, her şeyin yerli yerinde olduğu bir hizmet tarzını tesis ediyordu.

Bir gece Abdülvahit Mutkan’la matbaadan çıkmış, Beyazıt Meydanından geçiyorduk. Saat gece bir filân. Baktım Zü*beyir Ağabey, Fırıncı Ağabeyle kol kola girmiş, gidiyor. Ertesi gün Zübeyir Ağabeye takıldım:

“Ağabey, bizi onların yanına uğratmıyorsun, ama sen kol kola beraber dolaşıyorsun...”

“Kardeşim,” dedi, “Fırıncı’da müthiş bir kabiliyet var. An*cak biraz dağınık; toparlayabilirsem, hizmete çok büyük faydası olacak.”



On beş kontenjan

Demirel, Bekir Berk Ağabeyi çağırmış ve demişti ki:

“Biz sağ cepheyi Adalet Partisinde toplayacağız. Size de 15 tane milletvekilliği kontenjanı ayırdık. İstediğiniz kişileri listeye koyabilirsiniz.” Bekir Ağabey:

“Biz bir cemaatiz. Ben tek başıma karar verecek değilim. Gidip danışmam ve size ondan sonra bir şey söylemem lâzım.” demiş.

Bekir Ağabey teklifi Zübeyir Ağabeye getirmiş. Zübeyir Ağabey:

“Bizim vazifemiz Risale-i Nurların neşrine çalışarak vatandaşlarımızı küfr-ü mutlaktan kurtarmak ve imanlarını muhafaza etmektir. Siyasî makamları elde etmek, gayemiz değil. Fakat Üstadımızın Menderes Hükûmetinden istediklerini biz de Demirel’den isteriz:

1. Fethin sembolü olan Ayasofya’nın ibadete açılması.

2. Risale-i Nurların serbestçe neşri.

3. Komünizmle taviz vermeden mücadele…”

Gerçekten siyasetçilerin içine girince siyasetçilerin gözünde davanız küçülür. Onların makam ve mevkilerine tenezzül etmeyince, davanız büyür.



Zarar verecek

Erbakan’ın çıkışının şuursuz bir hareket olduğunu, Men*deres ve Demirel’in bize kazandırdıklarını kaybettireceğini, bazı Müslümanların buna destek olması hâlinde askerî ihtilâle zemin hazırlayacağını tâ o zamandan ifade etmişti ki, yıllar sonra onun bu dediklerinin ayniyle gerçekleşmiş olması, ne derece ileri görüşlü ve ferasetli olduğunu gösterir. 12 Mart, 12 Eylül ve nihayet 28 Şubat muhtıra ve darbeleri, onu haklı çıkaran gelişmelerdir.

Bir keresinde Karadeniz’i dolaştıktan sonra Ankara’ya gel*miştim. Zübeyir Ağabey de İstanbul’dan gelmişti. Orada Türkmenoğlu ve Fırıncı Ağabeyin de olduğu bir sırada kendisine bir soru sormuştum:

“Siz ‘Konferans’ta ‘Risale-i Nurların izaha ihtiyacı yok, Risale-i Nurlar kendi kendini izah eder.’ diyorsunuz. Hâlbuki bazı yerlerde dinleyenlerin anlayabilmesi için izaha ihtiyaç hissediyoruz. Hem Üstad, Mektubat’ta ‘Risale-i Nur da*i*resine giren allâme ve müçtehitler de olsa vazifeleri yalnız bu derslerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.’ diyor. Demek şerh ve izaha müsaade var.” dedim. Bunun üzerine bana:

“Kardeşim, sen imanî bahislere ait başka kitap okudun mu?” dedi. Ben de:

“Hayır, ben Risale-i Nur’dan başka bu hususta kitap oku*madım.” dedim.

“O zaman senin yaptığın izah, zaten Risale-i Nur’un ken*di kendini izahıdır. Zira okuduğun bir yeri, yine Nurlardan okuduğun başka bir yerle izah ediyorsun. Bunda bir beis yok.” dedi.



Kabiliyete göre vazife

Zübeyir Ağabey, herkesi kabiliyetine göre ayrı bir vazifede görevlendirirdi. Anadolu’daki bazı kardeşlere görevler verir, her yeri onlarla birbirine irtibatlandırır, atıl vaziyetten çıkarıp bir şahs-ı manevînin azaları gibi cemaati yek*vü*cut hâle getirirdi. Bu konuda Anadolu’yu mahkemeler sebe*biyle devamlı gezme durumunda olan Bekir Ağabeyin bü*yük hizmetleri olmuştur. Bekir Ağabey, Anadolu’ya her gideceği yer için önceden Zübeyir Ağabeyle görüşür, oranın durumu hakkında bilgi alır, onlara hangi mesajları ileteceğini öğrenip giderdi.



Tebliğ için grant tuvalet

Bir gün Zübeyir Ağabeyi Beyazıt Meydanında alışık olma*dığım bir kıyafetle beklerken gördüm. Lâcivert elbise, ko*lalı beyaz gömlek, kravatlı, kollar manşetli, gözlerinde hâ*kim gözlük, saçlar ortadan ayrılmış ve çok düzgün taran*mıştı. Hayret etmiştik. Hayretimizi anlayarak yanımıza geldi:

“Kardeşim, ehl-i dalâletten biriyle bugün randevum var. Kur’an’ın müdafaasını yapmak için yanına gidiyorum. Ken**disini kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kıyafetle gidiyorum.” demişti.

Yine bir gün Bekir Ağabeyin börosunda otururken Zü*be*yir Ağabey içeri girdi. “Temiz ütülü bir ceketi olan var mı?” dedi. Birinci kardeş “Evet, var.” dedi ve içerideki odadan kendi ceketini getirdi. Zübeyir Ağabey, merakımızı gidermek için bize dönerek:

“Tıraş olmak için berbere gidiyorum. Pardösümü çıkarıp asmam lâzım. Ceketim temiz, ama arkası yamalı. Berber beni tanımadığından yamalı ceketi görünce, beni köylü zanne*der. Benim için köylülük iftihardır ama berber ‘köylü tıraşı’ yapar. Üniversiteli kardeşlerin dersine katılıyorum. On*lar tıraşıma bakarak ‘Tıraş olmasını bilmeyen, bize ne verecek!’ der. Hizmete zarar verir…” diye açıklama yapmıştı.



“Silâhımız Nur’dur”

Meslek ve meşrepte çeşitli sapmaların baş gösterdiği bir dönemde “Silâhlanmalıyız.” diyen birine Ankara’da Zübe*yir Ağabeyin verdiği sert cevap şöyleydi:

“Kardeşim, bizim Risale-i Nur’dan başka bir silâhımız yok. Bizim sopamız da, silâhımız da Risale-i Nur’dur. Bize baskın vererek öldürmeye geleceklerse, hiç beklemesinler. Mitralyözleriyle, füzeleriyle gelsinler. Biz hazırız. ‘Sadece ve sadece Risale-i Nur için öldüler.’ derler. Bunu bütün millet öğrenir, davamız da kuvvet kazanır.

“Üstadımız birçok hücuma maruz kalmasına rağmen, menfi yola hiç tenezzül etmedi. Van’da iki jandarma erinin gelip Üstadı belli olmayan bir istikamete götürmek için tevkif ederken, ahaliden iki bin atlı gelerek, ‘Hocam, müsaade et, sizi bu müstebitlere teslim etmeyelim.’ dedikleri zaman Üs*tad, ‘Kur’an’da, ben bir kavim getireceğim, onunla İslâ*mi*yeti ilâ edeceğim, dediği kavim, bu Türk milletidir. Ben milletin sinesine gidiyorum, fakat siz bu itaatsizliğinizle isyan ediyorsunuz.’ diyerek ellerini kelepçelere doğru uzatmıştır.

“1935’te Eskişehir’de idam isteğiyle yargılandığı sırada yüzden fazla talebelerine hapiste verdiği derste ‘Bizim vazifemiz asayişi muhafazadır.’ demiştir. Emirdağ Lâhikası’nın sonunda, ‘Bizim vazifemiz, müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir; rıza-i İlâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.’ diye Üstadımızın vasiyeti varken, başka türlü hareket düşüncesi, Üstada da, Risale-i Nur’a da saygısızlık ve ihanettir.” dedi ve onları susturdu.

Kendisine hürmet edilmesi karşısında çok sıkılır ve şöyle derdi:

“Biz kardeşiz. İkimiz de aynı dersleri okuyor, aynı eserden ders alıyoruz. Biz din kardeşiyiz, birbirimize üstünlüğü*müz yok. Esasen benim size hürmet etmem lâzım. Çünkü ben gerektiği gibi hizmet edemiyorum. Siz hizmet ediyor*sunuz.”



Gece tuvalet temizlerdi

Zübeyir Ağabey, ekseri gece kalkar, mutfağımıza çay ve şe*ker bırakır, mutfağımızı temizler, tuvaletimizi yıkar ve temizlerdi. Odamıza gelip üstü açılanların üstünü örter, bize çok şefkatli davranırdı.

Son derece müdebbir, zeki ve isabetli fikirlerle bizleri yön*len*dirirdi.

Bir gece Abdülvahit Mutkan’la matbaadan çıktık. Gece bir veya iki idi. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Tahtaka*le’ye doğru yol alırken bir ses işittik. “Can kurtaran yok mu?” Adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hemen o tarafa doğru koştuk. Adam kör, bastonunu sağa sola sallayıp, “Beni öldürecekler, yok mu kurtaran!” diyordu. Baktık, kıvırcık saçlı bir delikanlı, elinde parlayan bir kama ile duruyor. Biz adamın feryadından dolayı hemen gencin üzerine saldırdık. Kararlılığımızı görünce kaçtı. O âmâ dilenciyi alarak karakolları gezdirdik. Adam hiçbir karakola teslim olmak iste*mi*yordu. Nihayet Şehzadebaşı Karakoluna teslim ettik. Fakat karakoldaki polisler bizi de alıkoydu. Bıçaklı genç bulununcaya kadar bırakmayacaklarını söylediler. Başı*mıza iş açıldı. O sırada polisler yarı uykulu hâlde iken karakoldan bir yolunu bulup kaçtık.

Başımızdan geçenleri Zübeyir Ağabeye gelip anlattık. Bize şu dersi verdi:

“Kardeşim, burası İstanbul’dur. Sizi tuzağa düşürürler. Dikkatli olun. Tedbirli hareket edin.”

Zübeyir Ağabey müthiş bir organizatördü. Fırıncı-Bi*rin*ci Ağabeyleri Bekir Ağabeyin yazıhanesinde mahkemelerle ilgilenmek üzere görevlendirmişti. Mehmet Akay, Ma*cit Türk*menoğlu ve Oktay Demirsöz’ü üniversite talebeleriyle ilgilenmek üzere görevlendirdi. Bunlara sonra Abdül*va*hit de katıldı. Daha önce söylediğim gibi, bizi de bir grup olarak neşir hizmetiyle vazifelendirmişti.



“Nasıl ders yapılır?”

Dersten önce, imanî bahisten 30 dakika ve arada 10 da*ki*ka*lık çay faslı... Sonra müdafaalardan 30 dakika ve arada 10 dakikalık çay faslı... Daha sonra lâhikalardan 30 dakika ve sonunda da Kur’an okunur ve dağılınırdı. Kendisi ders bitinceye kadar mutlaka iki dizi üzerinde oturur, gerekirse Üstadın hayatından hatıralarla derse renk katardı.

İstanbul’da üniversite dersleri yerleştikten sonra Ankara’da da aynı şekilde üniversite hizmetlerini başlatıp yerleştirdi.

Bazen yersiz münakaşalarımız olurdu. Zübeyir Ağabey bunları işitir ve gelir “Kardeşim, sadırdan değil, satırdan.” der, kitaptan yerini bulur, doğrusunu okur ve bizi delilli ko*nuşmaya ve o kısır mücadeleyi verimli hâle getirmeye çalışırdı.



Muhabbetin kezzabı

Yine insanlık hâli, dershanede birbirimizle şakalaşırdık. Tabiî şaka yaparken farkında olmadan kırıcı sözler de söylerdik. Yine bu durumda Zübeyir Ağabey gelir ve şöyle derdi:

“Şaka samimiyet gibi görünür, fakat samimiyetin kezzabıdır. Çünkü insan, arkadaşına normalde söyleyemeyeceği şeyleri şaka diye söyler. Bu birkaç kez tekrarlanınca, muhatabın sıkıntılı anında, vehmi, şakayla söylenen sözleri ciddî gibi algılamaya başlar. Bu da kırılmalara sebebiyet verir.”

Zübeyir Ağabeye haksız gördüğümüz bir hâlini çekinme*den söylerdik. Bu durumdan hiç darılmaz, bilâkis memnun olurdu. Bizi alır, yavaş yavaş izah ederdi. Sonunda gö*rürdük ki, biz haksızız...

Şöyle derdi:

“Kardeşim, biz kardeşiz, müşavere ediyoruz. Benim dedi*ğim yanlışsa ben, senin dediğin yanlışsa sen düzeltirsin. Mühim olan neticede anlaşmaktır. Hem hata yaparım diye aklına takılanı söylemezsen, meşveret olmaz. Meşverette imtiyaz olmaz. Meşverette imtiyaz, delilindir.”



“Bir Nurcu görsün!”

Bir gün beni odasına çağırdı:

“Kardeşim, Adapazarı’na Risale-i Nur’a muarız zalim bir emniyet amiri tayin edildi. Kardeşleri korkuttu. Onlar da ted*birdir diye ders yapmıyorlar. ‘Şualar kitabını Hamdi bas*tı.’ diye oranın emniyetine, orada kalacağın yerin adresini verdim. Seni de oraya gönderiyorum. Gideceksin, orada bir veya iki hafta kalacaksın. Her akşam da ders yapacak*sın.” dedi ve beni gönderdi. Giderken de benim duyacağım şekilde:

“O emniyet amiri bir Nurcu görsün!” dedi.

Ben, verdiği adrese gittim. Daha sonra kardeşlerin iş*yer*lerini gezerek akşam derse davet ettim. Çok kalabalık iştirakle ders yapıldı. İkinci, üçüncü akşamlar da çoğalarak dersler devam etti. Ben hep emniyet amiriyle karşılaşacağım anı bekledim. Benim Adapazarı’nda olduğum sırada emniyet amiri en ufak bir rahatsızlık vermedi. Bunun üzerine Zü*beyir Ağabey:

“Mesele hallolmuştur. Hamdi kardeş buraya gelsin.” diye biriyle haber gönderdi.

Beni bu gibi hizmetler için bir kere de Ankara’ya gönder*di. Orada da eski Nur talebelerinden bir başçavuş emeklisi, kardeşlere ders yaptırmıyormuş. Zübeyir Ağabey:

“Hamdi kardeşim, Ankara’ya git. Başçavuşun olduğu o dershanede kal, orada ders yap. Başçavuş denen o adam der*se karışırsa sen ona mantıklı cevaplar ver ve onu sustur. O adam orada daha duramaz.” diyerek beni gönder*di.

Ankara’ya gittim. İlkin o başçavuş emeklisi ayağa kalkıp, “Ooo Hamdi Ağabey hoş geldin.” dedi. Kendisini önceden de tanırdım. Ben ders okurken ne söylüyorsam “Ham*di Ağabey haklı.” diyor, başka bir şey demiyordu. Üç gün ders yaptık. Ben itirazını bekliyorum. Aksine hep tasdik etti. Üçüncü günden sonra Zübeyir Ağabey:

“Netice alındı, Hamdi kardeş gelsin.” diye haber gönderdi. Enteresandır; bu olaydan sonra o başçavuşu ne ben, ne de başkası o dershanede görmedi.

Ben şöyle düşündüm:

“Sıkıntı ve problem olan bir yere hizmet gaye ve kararlılığı ile birisinin gitmesi fiilî bir dua oluyor ve netice alınıyor.”



“Kim pişman olur?”

Yine böyle inzibatî görevlerden biri de Ankara’da bulunduğum bir sırada olmuştu. Zübeyir Ağabey, cesur ve kah*raman kardeşimiz İsmail Anbarlı’yı göndererek ikimizi va*zifelendirmişti. Meğer bir yerde bazı kardeşler, komünistlere karşı silâhlanıyorlarmış. Onları girdikleri bu yanlış yol*dan ikaz edip çevirecektik.

Biz, Anbarlı ile, o güne kadar hiç tanımadığımız o adamın evine gittik. İçeri girdik baktık ki, eskilerden bir ağabey, sarığı sarmış, cübbeyi giymiş, bir şeyh gibi oturuyor. Et*rafına toplanan kalabalığa nasihatlerde bulunuyor. Biraz dinledikten sonra konu hakkında, “Öyle değil, böyle olması lâzım.” dedim. Hemen birkaç kabadayı ayağa kalktı. Ben o eski ağabeyin yanında çok rahat ve serbest bir şekilde oturuyordum. Kolunu sıkarak, “Ayağa kalkarsak, kimin pişman olacağı belli olmaz.” dedim. Hâlbuki onlar 30-40 kişiydiler. Hem cüsseli, hem de silâhlı idiler. Meydan okumama kar*şı o kabadayıların hiçbirinden ses çıkmadı. O ağabey:

“Hamdi kardeş, sen bilmiyorsun. Geçen gece komünistler bizim kardeşleri dövdü. Sol gazeteler de ‘Solcular, Nurcu*lara meydan dayağı attı.’ diye yazdılar.” deyince, ben de:

“Kardeşim, burada Nur cemaati sadece siz değilsiniz ki Nur’un hesabına karar veriyorsunuz... Bak burada üniversi*telilerin dershanesinde 200-300’ün üzerinde kardeş ders yapıyor. İstanbul’da ve memleketin birçok yerinde kardeşler var. Üstaddan özel ders almış, Zübeyir Ağabey, Tahiri Ağabey, Sungur ve Bayram Ağabeyler var. Eğer böyle bir şeye karar verilecekse onların da iştirakiyle toplanan bir meş*verette verilir.”

İki-üç saat, silâhlı topluluk kâh oturup kâh kalktılar. Ni*hayet teker teker evi terk ettiler. O evde bizimle kalan beş-altı kişiyle birlikte Bayram Ağabeyin dershanesine gittik. Orada da yapılan sohbetle o tarz hareketlerin Müslümanlığa leke getirdiğini, tarihî hadiselerden örneklerle anlattık.

Bu olaydan sonra Zübeyir Ağabeye gittiğimde bıyık altından gülerek:

“Adamlar bir daha toplanamadılar…” dedi.

Eğer Zübeyir Ağabey onların safiyane ve ahmakça yaptıkları bu derslere mâni olmasaydı, içlerinde muhakkak var olan istihbarat elemanlarıyla yaptırılacak bir baskınla “Nur*cular silâhlı eyleme kalkışırken yakalandı!” diye gazetelerde yayın yapacak ve en yakınlarımızı bile aleyhimize çevirebileceklerdi.



“Para veren fikir verir”

Bir ara Bayram Ağabey, Ankara’da hizmete yardım etmek isteyen bir-iki zengin esnafı Zübeyir Ağabeye getirdi. Zübeyir Ağabey:

“Kardeşim, önce Risale-i Nur’un izzetini muhafaza etme*miz lâzım. Onu zillete sokacak hareketlerden şiddetle kaçın*ma*lıyız.” diyerek para yardımını kabul etmedi.

Sözler’in basımı için yine İstanbul tüccarlarından birisi para vermek için çok uğraştı. Zübeyir Ağabey, aynı gerekçeyle almadı. Biz:

“Ağabey, çok ihtiyacımız var. Borç alıp sonra versek ol*maz mı?” dedik. Yine:

“Kardeşim, önce Risale-i Nur’un izzetini muhafaza etmek, onu zillete sokacak hareketlerden kaçınmak lâzım.” de*di.

Çok defa para verme ve bağış işine karşı çıkarken:

“Kardeşim, para veren akıl da verir…” derdi.

Bir gün çok samimî dava arkadaşı Hamza Emek, Süley*ma*niye’ye gelmişti. İki kilo bal hediye getirmişti. Çok ısrarı*na rağmen, Zübeyir Ağabey almadı. Hamza Emek Ağabeyin, “Biz sana bir şey veremeyecek miyiz?” deyip ağladığını gördüm. Zübeyir Ağabey, bunun üzerine kendisini kucakladı, gönlünü aldı ve şöyle dedi:

“Kardeşim, Üstadımızın istiğna düsturunu sen de biliyor*sun. Onu devam ettirmemiz ve bozmamamız lâzım. Bu ka*i*deyi bozamam, beni mazur gör.”



“Kendimi kilitliyorum”

Çoğu zaman hasta olduğundan, gelen ziyaretçiler kendisini göremeden dönerlerdi. Bir gün kendisine, “Ağabey, bir kardeşimiz geliyor, sizi görüştürmek için kapını çalıyoruz, açmıyorsun. Bazen iki gün kapın açılmıyor; ölü müsün, diri misin bilinmiyor.” dedim.

“Kardeşim, ben hastayım. Bazen o kadar kötü oluyorum ki, hastalığımdan gelen sıkıntı yüzüme aksediyor. Misafire neşeli görünmek lâzım. Her zaman ‘Hastayım.’ desem, o da münasip düşmüyor. O hâlimle misafir arkadaşa görünmem, moralini bozar, hizmete zarar verir. Hizmete zarar vermeyeyim diye kendimi kilitliyorum.” demişti.

Yine bir gün Adapazarı’nda Fettahoğlu lâkaplı biri, kendini “büyük bir âlim” olarak tanıtıp, güya Nur’a büyük hizmetler etmiş süsü vererek cemaati kandırmış, parala*rını toplamıştı. Zübeyir Ağabey:

“Hamdi kardeş, Bu adam oradaki cemaati Nur namına do*landırıyor. Sen git, cemaati uyandıracak dersler yap.” de*di.

Gittim. Önceden de beni tanıdıkları için dersler tıklım tık*lım doluyordu. İmanî bir ders okuduktan sonra, meseleyi ima yollu açtım. Lâhikalardan mevzuumuza açıklık getiren yerleri okuyordum. Ders esnasında yaşlıca biri:

“Sen ne diyorsun açık söylesene! Sen Fettahoğlu’nu çe*ke*miyorsun...” diye tepki gösterdi.

Ben de, “Evet, onun için söylüyorum.” diyerek, Karadeniz’de ne kadar kardeşi dolandırmışsa hepsinin isimlerini say*dım. Heyecanlanarak ayağa kalkıp bana karşı sert konu*şanlar oldu. Elli altmış yaşlarında birisi, “Bir dakika.” deyip ayağa kalktı, “Kardeşim, Allah senden razı olsun. Ben ona on bin lira verdim, helâl olsun. Fakat neredeyse 20 dönümlük arazimi üstüne tapuluyordum, İslâm’a büyük hizmetler edecek diye. Yarım kaldı. Hiç olmazsa onu kurtarayım.” dedi.

Biri kalktı, “Ben beş bin verdim.”, öteki kalktı, “Ben yirmi bin verdim.” diye, verenlerin hepsi kalkıp bir bir verdiklerini söylediler. Üstelik Allah rızası için verdiklerinden kimseye söylemeyip gizli tutuyorlarmış. Bu şekilde hepsi nasıl dolandırıldıklarını öğrenmiş oldular. O zamanlar çok yerde Müslümanların bu safiyetinden istifade eden açıkgözler çıkıyordu.



Sadakat örneği

Zübeyir Ağabeyin ibret alınması gereken bir sadakat örneği de şuydu:

“Üstadımız ölmüş olsa ve tekrar gelse ‘Zübeyir, ben bu Risale-i Nurları yanlış yazdım. Şöyle olsa çok daha iyi olurdu.’ dese, ben Risale-i Nur’dan aldığım hizmet istikametiyle Üstadımın elini öperim. ‘Üstadım, sana hürmetim sonsuz. Emret, senin için öleyim! Fakat ben bu şekilde hizmet edeceğim.’ der, yoluma devam ederim.”

Yine bir gün anlatmıştı:

“Üstad nefsimizi terbiye ederdi. Ziyarete gelenler meyve filân gibi hediyeler getirirlerdi. Biz almıyorduk, ama onlar Üstada yalvarıp yakarıp bazılarını veriyorlardı. Üstad kabahati bizde buluyor, ‘Nefsiniz istedi, ben de almak zorunda kaldım.’ derdi. ‘Teberrüktür.’ diyerek gelen meyveyi tavana astırır, bir ay tefekkür etmek üzere asılı bırakırdı. Çürümek üzereyken aşağıya indirir, ‘Teberrük atılmaz.’ diyerek kabuğuyla beraber bize yedirirdi. Zehir gibi acısıyla tiksinerek onu öyle zorla yerdik ki, ondan sonra gelecek bir zi*yaretçinin önce elinde hediye olup olmadığına bakar, engel*lemeye çalışırdık.”



Ankara’dan dinlendi

Eskişehir mahkemesinde cereyan eden bir hadiseyi Zü*be*yir Ağabeyden dinlemiştim:

“1935’te Üstad tevkif edilerek talebeleriyle Eskişehir hapsine götürülür. Mahkeme telefonla Ankara’ya bağlıdır. Oradan dinlenerek takip edilir. Savcı idam talep ettiği iddianamesini okur. Mahkeme Üstada müdafaa için söz hakkı verdiğinde Üstad, Allah’ın varlığını birliğini kâinattaki delilleriyle baştan sona ispat etmeye başlar. Savcı, Üstadın sözünü keserek iddianamedeki suçlama gerekçelerini tekrarlar. Üstad başını sallayarak anladığını belirtir ve bu defa öldükten sonra dirilmenin delillerini sıralar. Tam yirmi kere bu durdurma ve anlatma faslı devam eder. Üstad anlatacak*la*rını iyice anlatmıştır. Savcı:

“‘Biz seni şundan şundan dolayı yargılıyoruz, sen bize hoca gibi vaaz ediyorsun.’ deyince Üstad, “Tüü” diyerek mahkemeye doğru tükürür. Bunun üzerine mahkemeye hakaretten ayağa kalkarlar. Üstad:

“‘Durun, durun. Ben kâinatın yaratılışını ve ahiretin var oluş sebeplerini söylüyorum, kılınız kıpırdamıyor. Bir tü*kürüğün bunların yanında ne kıymeti var ki seferber olu*yorsunuz! Hem ben bedevî adamım, tükürüğüm geldi, buradan daha müsait yer bulamadım.’ demiştir.”



“Güzel olmuş mu?”

Üstadı idam talebiyle yargıladıkları sırada, oturduğu san*dalyede bacak bacak üstüne atar, cübbesinin eteğinde 99’luk tesbihini ipe dizmeye çalışır.

Püskülünü taktıktan sonra, kendisini hayretle seyreden savcıya, tesbihin püskülünün ucundan iki parmağıyla tutup kaldırır, “Nasıl, güzel olmuş mu?” diye sorar.

Savcının idam talebine hiç aldırmaz ve önem vermediğini gösterir.

Kastamonu taraflarında kardeşler, tedbir olsun diye ders*haneleri kapatmışlardı. Zübeyir Ağabey, “Bu zamanda ders*haneyi kapatmak, dersleri bırakmak, tedbir değil, hizmeti terk etmektir. Üstad, en sıkı zamanlarda bile hizmeti terk etmeyip devam etmiştir. Tedbir, hizmetin devamı içindir. Hizmet olmazsa neyin tedbirini alacaksınız? Meselâ: Elimizdeki kitapları bir yerden bir yere götüreceğiz. Fakat orada sel veya yangın felâketi var. O zaman en az zararla na*sıl götüreceğimizi düşünmemiz, tedbirdir. Kitapları götür*mekten vazgeçmek tedbir değil…”



Alevî ne demektir?

Bir gün durup dururken bana Alevîlikten bahsetti:

“Kardeşim, Alevî, ‘Hz. Ali’nin taraftarı’ demektir. Bu cihetten biz de Aleviyiz. O, Peygamber’i çok sever, biz de severiz. O namaz kılar, biz de kılarız. O Kur’an okur, biz de okuruz.”

Hiç münasebet yokken bunları anlatmasına o gün pek an*lam verememiştim. Gerçi bu anlatım tarzı hoşuma gitmiş*ti, ama neden söylediğini anlayamamıştım.

Bu olaydan az sonra Risale-i Nurlardan dolayı hapse düştüm. Bana 120 kişilik bir koğuşu gösterdiler. Koğuşun önünde dev gibi bir adam vardı. Hapishanenin baş pehlivanıymış... Bıyıklar sarkık, başında kasketi yan yıkılmış, ka*badayı biçiminde önüme dikildi. İlk sözü “Ben Aleviyim.” oldu. O zaman, Zübeyir Ağabeyin sözleri aklıma geldi. Hemen:

“Alevî, Hz. Ali’nin taraftarı demektir. O cihetten ben de Alevîyim. Hz. Ali Efendimiz ne yaptıysa ben de onu yapıyo*rum. O namaz kılar, ben de kılarım. O Kur’an okur, ben de okurum. O Peygamberimizi çok sever, ben de severim. O Hz. Ebu Bekir’i ve Hz. Ömer’i çok sever ve hürmet ederdi ki, 23 sene onlara tâbi olarak şeyhülislâmlık yapmıştı.”

O sırada meraklı mahkûmlar etrafımıza toplanmışlardı. Adama hitaben alaylı bir üslûpla dedim ki:

“Be köftehor! Hz. Ali namaz kılar, sen kılmazsın. Hz. Ali oruç tutar, sen tutmazsın. Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Ömer’i çok sever, sen buğz edersin. Hz. Ali şarabın bir damlasının düştüğü kuyudan 70 sene geçse abdest almaz, sen ise küpüne dalarsın. Böyle sevgiden Hz. Ali Efendimiz nefret eder. Eğer Hz. Ali Efendimiz burada olsaydı, senin pis vücudunu bir kılıçla ortadan kaldırırdı…”

Onu iterek koğuşa girdim. Bu davranışım, bizi seyreden mahkûmların çok hoşuna gitti. Hemen kaynaştık. Bu olay*dan sonra o Alevî namaz kılmasa da bizden hiç ayrılmadı.

Zübeyir Ağabey işte böyle manevî tasarruf sahibi bir veliyy-i azimdi.

Büyük ağabeyler çeşitli illerden gelir, meşveret ederlerdi. Toplantıya girerken Zübeyir Ağabeyi tenkit edenler, çıkarken methederlerdi ve “Zübeyir Ağabey başka. Son zamanlarda Üstaddan çok özel dersler aldı.” derlerdi.



Tefani sırrı

Bir gün tefani sırrından bahsetti. “Kardeşin kardeşte fâni olması”na temas ederek demişti ki:

“İnsan Resulullah’ta fâni olur, Üstadda fâni olur, hatta ağabeyinde fâni olur. Ama kendi rakibinde, kendi emsalinde fâni olması zordur. Bütün ihtilâf ve münakaşalar, birbirine denk olan kardeşler arasında olur. O bakımdan buna önem vermeliyiz ve kendimizi kontrol etmeliyiz.”

Zübeyir Ağabey, İstanbul’a geldikten sonra Kastamonu Lâhikası basıldı. Lâhikanın neresinde ne var diye fihristini çıkarıp bana verdi. “Gittiğin yerlerde derslerden sonra ihtiyaç duyduğunu oku.” dedi. Anadolu’ya gitmek için vazifelendirdiği herkesi bu şekilde bilgilerle donatırdı. Daha sonra Emirdağ Lâhikası basıldı. Onun da yayılıp okunması, içindeki ölçülerin benimsenmesi için gayret etti.



Vefatının ardından

Zübeyir Ağabeyin vefatının ardından kısa bir süre sonra Sungur Ağabey bir rüya görmüş. İstanbul surları eskimiş ve yıkılır hâldeymiş. Üstünü biraz eşeleyince altından mavi bronz gibi, yepyeni ve sağlam surlar çıktığını hayretle gör*müş. Sungur Ağabey bu rüyasını bize tabir ederken şöyle de*mişti:

“Kardeşim, Zübeyir Ağabeyin, hizmetin düsturlarını o surlar gibi sağlam yaptığına bu rüya delildir.”

Onun ölümü dahi hizmete vesile olmuştu. 12 Mart muh*tırasında millet yine korku ve karanlık içine girmişti. Aradan 16-17 gün geçtikten sonra Zübeyir Ağabey vefat etti. Türkiye’nin dört bir yanından Nur talebeleri akın akın İstanbul’a geldiler. Zübeyir Ağabeyin baş ucunda pırıl pırıl üniversiteliler sabahlara kadar Kur’an ve Cevşen okudular. O gençliği görmek lâzımdı... Fatih Camii’nin avlusu hıncahınç dolmuştu. Sanki seçilmiş de yollanmışlardı. On sekiz-yirmi beş yaş arası nurlu bir nesil... Aralarında bir tane pejmürde kılıklı göremezdiniz.

Generaller, albaylar ve askerlerden de kontrole gelenler vardı. İki generalin konuşmalarına şahit oldum. “Yahu bu gençlerden millete vatana zarar gelmez.” diyorlardı.



“Nur’un Büyük Kumandanı: Zübeyir Gündüzalp, İhsan Atasoy, Nesil Yayınları” kitabından…
 
Üst