Yavaşlatın Geçeni!!...

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Yavaşlatın Geçeni


.(Sayha’nın emektar Kaptan’ına ve dizleri hala kanayan tüm dostlara…)

wwwhariasozlernet3dboyu.jpg



Bir yerlere koşturuyorum içimde,cevabı belli sorular cebimde. Artık yavaşlasa zaman,soluğuna bir mola verse geçip giden.

Çocuktum önceleri…

Tarifi zor bir lezzetin damağımda bıraktığıydı hayat.Öyle yavaş,öyle sakin;öyle coşkulu,öyle umarsız…

bir sonu yok gibiydi hikayemin,ya da kovalamıyordum geçeni henüz.Nasılsa geceyi öteleyen gün kadar sıralı bir mutluluktu hayat.Bahar da umurumda değildi,ayazın iliklerimi yaktığı yorgunluk da. Mevsimler tenime değmeden geçip giderlerdi,her mevsim şendi,e hüzünse hüzün,dümdüz ve dingin…

Çocuktum…

Bir kahkahadan ağıda kestirmeden yol gitmezdi.

Düşerdim,incinirdi bir yerlerim.Annem melhem sürerdi yaralarıma, yarın,acı dinecek demekti,yarın bu kadar mucize bir dokunuştu çünkü.Bugün ağladıklarıma yarın güleceğim kesindi.Dün kaybettiğimin yarın daha afilisi alacaktı yerini.Bir sürü ‘yarın’ım vardı ve harcamak göze batmazdı o zamanlar, umarsanmazdı da…

Çocukluğum…

Gözlerim masallardaydı ve babamın ayağı bisikletime destekti daha.Yakışıklı,filinta bir adamdı babam.Büyüdükçe ben,benzerlerinde sevda büyüttüğümdü,aslımdı suretimden arındırdığım…

Elimde karneyle koynuna sığınışımdaki sırnaşıklığı muhabbetiyle örtbas eden adam,her aferinle beni kabımdan yeniden taşırandı.Kalemimde mimdi,gözlerimin dumanında dahi tozu dumana katan.

Çocuktum işte...

Dört duvardan bîhaber cümbüş rengindeydi hayat.Gecelerde esrarlı ,gündüzlerde haylaz oyunlarımız vardı.Nedense geceleri saklambaçta diretirdi ruhumuz ve geçerdik yarı ürkek,fazlaca meraklı karanlık tünellerin taş sokaklarından. Kaybettiklerimizi bulmak sadece bir oyunun damarlarından sızandı.Er geç saklandığı yerden soluğunu duyardık arkadaşlarımızın.Daha olmazsa sokak kedilerinin gölgesinin düştüğü yerde ele verirdi kendini en hınzırımız.

Sonra,kaybettiklerimiz göğümüzde yıldız olup aktı,aktı…

Bir sokak ötede otururdu ilk dostum,sıra arkadaşım.Göğümdeki ilk yıldız…

Dedesinin taş plağına sessizce sokulur,bunaltan bir yaz ikindisinde oturup o cızırtının ruhumuzda kopardığı fırtınadan habersiz “sevemedim karagözlüm”dinlerdik,arka arkaya kaç kez…Dede camiden gelmeden elimiz titreyerek iğneyi usulca kenara çekerdik ve tören sona ererdi.Bir sonraki resitale kadar aklımızın yarısı o iğnenin ucuna takılı kalırdı işte.

Ne kadar da çocuktum…

Bir ilan-ı aşk’ı kıyılarımdan vâkarla uzaklaştırdığım güne denk gelir en ukala sözcüklerim…O gündür ki ilk;
“dostluk”dedim,peygamber demedim…

İlk öğretmenim,hayata soldan bakardı.Bense Onun gözlüklerinden sızardım kitapların koridorlarına. Upuzun simsiyah saçları vardı,hayranlığım aşikârdı.O küçük,kilitli dolabını her açışında kalbim yerinden fırlardı.Elinde tuttuğu şey ikimizin sırrı gibiydi,aynı parıltıyla kırpardık gözlerimizi. Bilirdim,yeni kahramanları ağırlayacaktı yüreğim,bilirdi,bir daha açılsın diye o sırlı dolap, ertesi gün soluğu yanında alacaktım.

Bazen uzun uzun susardı O,ben gözlerinde hayata yelken açardım.Bazen de uzun uzun giderdi, ”içerde” derdi kapı önlerindeki fısıltılar, “içerde”derdi onu tanıyanlar,sonrasında tüm sorulara kapıları kapatan bir kararlılıkla…Sormaya korkardım,neresiydi ve susmak için gitmek gerekli miydi?

Beti benzi soluk,biraz da gölgeli bir yüzle çıkagelirdi ansızın,uçardım.

“içerde”n gelirdi sonunda;kahramanlarımın gözleri parlardı,benim kanım daha bir coşkuyla akardı,O’nun yaraları kabuk bağlardı.Upuzun siyah saçları olmasa da artık,düpedüz hayrandım O’na,bilirdi.

Biz yeniden kitapların sır’lı dünyasında keşiflere çıkardık.

Oysa “dışarıda”hayat; koyu karanlık,sokaklar tekinsiz,sırtlar birbirine dönük bir belirsizlikti.Babam çocuklarını kollardı,okul yollarında bir yedek yürek taşırdı annem,akşamı hafakanlarla birlikte karşılardı.

Çok fena çocuktum daha,

sevdikleri yıldız olanların hesabını tutamayacak kadar…

Bazen içimizden kayardı biri, “artık yok” derlerdi. Nasıl olur derdim,daha dün düğün fotoğraflarının olduğu vitrinin önündeydim. Tepsideki kahveler bile soğumadı ki.Hani o dalyan gibi adam,bizimkilerin “kafalı” abisi,acer damat…Hadi canım derdi hayretle birileri,sahi mi derdi esefle sokaktaki fısıltılar,daha dün derdim ben acıyla,daha dün…
Olurdu ,saçma gelirdi ama olurdu işte.Bir sabah namazı dönüşü,ekmek almaya giderken…

Gerisi yutkunmaktı,gerisi duvara yüzünü dönüp hıçkırmaktı,gerisi “pırlanta gibi”sıfatlarının hiçleştiği vurulmaktı,vurulmaktı…

O zaman büyümekten ölesiye korkardım. Büyümek karanlığa dokunmaktı sanki,büyüyenlerin gözlerindeki dehşeti görmezden gelmekti çocukluk.Havayı kuşatan nefreti solumayı reddetmek…

Direncim elimdeki tek oyuncağımdı,onu hiç bırakmadım.

Şimdi “kırık aynalar” çalıyor taş plakta ve yitip gidiyor hatıralar…Gece ve karanlık ve pus…
Şehrin ışıkları bile fazla,hatta gökyüzü ve oradan hikayeme göz kırpanlar…

O kilitli dolapta ve vitrindeki mutlu fotoğrafta geçmişini arayan

çocukluğum…

nur zelal/alıntı....
 
Üst