Vakit Gazetesine yapılan sözde reddiyeye cevap

ehlissunne

Üye
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

VECH: Mealen: Ancak Rabbinin celal ve ikram sahibi vechi (yüzü) baki kalacaktır.(Rahman, 55/27)

Yanıt: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın kendisine yaraşır, celâl ve ikrâm ile niteli gerçek bir yüzü vardır.
Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur:
“... Ancak Rabbi’nin celâl ve ikrâm sahibi yüzü bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/27). Ayrıca bk. (Bakara 115, 272; En’âm 52; Ra’d 22; Kehf 28; Kasas 88; Rûm 38, 39; İnsân 9; Leyl 20).
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:
“(Allahım!) Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana lutfetmeni diliyorum.”
İmam Ebû Hanîfe de bu ayet ve hadislerin gereğini aynen ifade etmiştir. O şöyle demiştir: “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun niteliği bilinmeyen sıfatlarındandır.” el-Fıkhu’l-Ekber, s. 59.
“O’nun nefsi yarattıklarının nefsi gibi değildir. Bütün nefislerin yaratıcısı O’dur. ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’ (Şûrâ, 11)” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 53.
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi Ebu Hanife el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

NUZUL: Mealen:Rasulullah şöyle buyurmuştur; Rabbimiz tebereke ve teala her gecenin son üçte birlik bölümü kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der:Yokmu bana dua eden?Duasını kabul edeyim?yokmu benden bir şey isteyen?istediğini ona vereyım yokmu benden bağışlanma dileyen onu bağışlayayım?

Reddiye: Nuzul; Allah hakkında dünya semasına iner ifadesi, Allah’ın bir yerde bulunduğu veya yükseklerde olduğu anlaşılır ki; Allah’ın mekanı olduğu inancını vurgular.Böyle bir inanç Allah Tealayı yarattıklarına muhtaç olduğunu ,yaratmış olduğu melekler ,insanlar ,cinler gibi varlıkların fiillerine benzetmek olur.Çünkü ,meleklerin mekanı göklerdir,cinlerin ve insanların mekanı yerlerdir.Bu varlıklar Allah’ın yaratmış olduğu mekanlar arasında ,Allah’ın dilediği kadar hareket etmektedirler.
Nüzûlün, bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez. Çünkü Allâh cisim değildir, mekan ve yönden münezzehtir. Ayrıca bizzat Allâh’ın, zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Sözkonusu olan nüzûl hadisi, meleklerin inmeleri manasında veya Allâh’ın rahmetinin inmesi manasında anlaşılmalıdır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûl, haşa Allâh’ın bizzat zatıyla dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman haşa “Allâh’ın inmekten başka bir şey yapmadığı” inancı ortaya çıkarır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûlün gecenin son üçte bir bölümden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafından malumdur. Bu hadis ise dünyanın her bölgesi için geçerlidir. Yani inen o melekler her bölgeye, o belirli vakitlerde inmektedirler.
Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûl’dan, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki; bir başka hadis-i şerifte: “Yunzilu Rabbunâ ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.
Hadis hafızı el-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en hayırlı bir şekilde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: ”Ve hayru mâ fessertehû bi’l-varidi” Yani, “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).”
Şurası iyi bilnmesi gerekir ki Allâh’ın haşa bizzat yukarıdan aşağıya indiğine inanmak küfürdür. Dolayısıyla bu inanca sahip olan bir kimsenin küfür olan bir inanca saplandığının bilincinde olarak, Kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a geri dönmesi lazım gelir.

Yanıt: Buhârî ve Müslim’in Sahîhlerinde Ebû Hureyre radiyallâhu anh’den, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der: ‘Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.’”
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den yaklaşık 28 sahâbînin rivâyet ettiği bu mütevatir hadisi Ehl-i Sünnet ittifakla kabul etmiştir. Allah-u Tebâreke ve Teâlâ’nın dünya göğüne inmesi, O’nun dilemesine ve hikmetine bağlı fiilî sıfatlarından olup yüceliğine ve büyüklüğüne yaraşır gerçek bir inmedir. Bunun anlamını, emrinin veya rahmetinin veya da meleklerinden birinin inmesi şeklinde tahrîf etmek (değiştirmek), kesinlikle doğru değildir. Allah’ın dünya semasına inmesi bizim anladığımız anlamda bir mekandan diğer bir mekana intikal etmesini gerektirmez. Çünkü Allah dünya semasına niteliği bilinmeksizin nüzûl eder (iner)..Nitekim Ebû Hanîfe’ye, Allah’ın dünya göğüne nasıl indiği hakkında soru sorulduğunda: “Allah niteliği bilinmeksizin nüzûl eder (iner)” cevabını vermiştir. es-Sâbûnî, Akîdetü’s-Selef ve Ashâbi’l-Hadîs (s. 42, 59); Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât (s. 456, 572, diğer baskıda 2/200, el-Esmâ’nın muhakkıkı Kevserî bu konuda susmuştur); İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, s. 223); Âlûsî, Cilâu’l-‘Ayneyn (s. 353); Molla Aliyyu’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber (s. 38); İbn Abdilhâdî, es-Sârimu’l-Menkî (s. 304).

Muterizin “Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûl’dan, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki; bir başka hadis-i şerifte: “Yunzilu Rabbunâ ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.” şeklindeki iddiası ise hadis ilmi açısından sahih olmayıp 28 küsür sahabinin rivayetlerine de açık bir şekilde aykırıdır. Yine muterizin Hadis Hafızı el-Irâkî’nin “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).” şeklindeki sözüyle istidlali ancak tefsir mahiyetindeki hadisin hadis ilmi açısından sahih olması durumunda böyledir. Oysa “Yunzilu Rabbunâ ...” “Rabbimiz indirir..” şeklindeki rivayet hem metnen hem de seneden sahih değildir. Bunu hadis ilmiyle uğraşanların iyi bilirler.

*Sayfa 62 ve 70 arasında; Tevessul konusunu ele alarak Peygamberleri, evliyaları vesile ederek yapılan duaların caiz olmadığını söylemektedirler.

*Sayfa 62 Alimler ;yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde, kalben yada dille başkasına seslenip dua edenin veya ondan başkasından yardım dileyenin “La ilahe illAllah Muhammedun Resullullah/Allah’tan başka ilah yoktur,Muhammed Allah’ın resuludur” dese yahut namaz kılıp oruç tutsa ve hacca gitse bile,müşrik olduğu hususunda ittifak etmişlerdir

*Sayfa 63:Hatta duada koşulan şirk, Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellemin kendilerine gönderilmiş olduğu müşriklerin koşmuş oldukları şirkin en büyüğüdür.Zira onlar peygamberlere,Salihlere ve meleklere dua ederlerdi.Onlara kendilerine Allah katında şefaat etsinler diye çalişıyorlardı.Sıkıntılı anlarda ,dara düştüklerinde ise ibadeti yalnız Allah’a has surette yerine getiriyorlar,şirk koştukları varlıkları unutuyorlardı.

*Sayfa:64. Kendileri yaratılmış olan ve hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri Allah’a ortak mı koşuyorlar? Halbu ki bunlar ne onlara bir yardım edebilirler nede kendilerine yardım edebilirler. (araf.7/191-192)
Bu ayette Allah’ın dışında meleklere, peygamberlere, Salihlere ve putlara dua eden müşrikler kınanmaktadır.

*Sayfa 65. Allah subhanehu,darda kalanın dualarını kabul edenin,sıkıntıları giderenin ve hayrı ulaştırmaya tek başına güç yetirenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir.Kim Allah’tan başka,Peygamberler ve evliyalar gibi makam ve mevkisi ne olursa olsun birilerinin sıkıntılarını giderme ve fayda elde etme hususlarında tesiri olduğuna inanırsa, putperest müşriklerin düşmüş olduğu şirke düşmüş olur.

*Sayfa 74:Sadece Allah’ın güc yetirebileceği işlerde tevekkül: Rızık korunma,yardım ve şefaat gibi isteklerini dileme hususunda ölülere ve tagutlara tevekkül edenler gibi. Bu büyük şirktir. Çünki bu ve benzeri işlere Allah’tan başkası güç yetiremez.
Kimileri vasıtaları, sebepleri kullanır ve bu sebeplere dayanıp güvenir.Bu tevhide ters düşen ve onu eksilten bir şirktir.

Reddiye: TEVESSUL VE TEBERRUK’UN CAİZ OLMASININ DELİLİ;
Rivayet edildiğine göre halife Ömer Bin Hattab zamanında kıtlık ve açlık oldu. Sahabelerden biri Peygamber efendimizin kabrine teberrük amacıyla giderek şöyle demiştir. “Ey Allah’ın Rasulü Allah’a dua et ümmetine yağmur yağdırsın, çünkü helak olmuş durumdalar” bu adam Peygamberimizi rüyasında görmüş ve Peygamberimiz O’na şöyle demiştir. “Ömer’e selam söyle ve Allah’ın onlara yağmur yağdıracağını haber ver.” adam Ömer’e gider ve olanları anlatır. Ömer ağlar bunu Beyhaki rivayet etmiştir. Olayda anlatılan sahabe peygamberimizin kabrine selam için değil teberrük maksadıyla gitmiştir. Seyyidimiz Ömer de buna itiraz etmemiş ve bu yaptığın şirktir dememiştir. Peygamberler ölümlerinden sonra bile Allah’ın izniyle fayda verirler.
Musa aleyhisselam mirac gecesinde peygamber efendimizle Beytul Makdiste ve altıncı semada bir araya geldi. Peygamberimiz yedinci semavatın üstündeki bir mekandan inerken Musa aleyhisselam O’na sordu “ümmetine ne farz kılındı?” peygamberimiz de “bize elli vakit namaz kılındı” diye cevapladı. Musa peygamber “dön ve Rabbine hafifletilmesi için dua et” dedi. “Ben İsrail kavmini tecrübe ettim onlara Allah’u Teala iki vakit farz kılmıştı onlar ise yerine getirmediler.” Peygamberimiz Rabbine dua ettiği yere geri döndü ve defalarca hafifletilmesi için dua etti. Her seferinde Musa aleyhisselam O’na “dön ve hafifletilmesi için dua et dedi”. Bu durum elli vakit namaz sevabına eşit olan beş vakit namaza düşürülünceye kadar devam etti. Hiçbir akıllı kimse Musa aleyhisselam’ın bu ümmete sağladığı yarar ve faydaya şüphe edemez. Musa aleyhisselam ise mirac hadisesinden bin yıldan daha fazla süre önce vefat etmiştir. Bu amelle Musa aleyhisselam kendi vefatından binlerce yıl sonra peygamber efendimizin ümmetine fayda vermiştir.

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir. Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçiler’den olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir.

Teberrük peygamber veya velinin kabrini ziyaretinden dolayı Allah’ın ziyaret edene bereket, hayır vermesidir. Peygamberler vefat ettikten sonra Allah’u Teala onları diriltir. Kendilerini ziyaret edeni hissederler ve o kişiler için Allah’a dua ederler. İmam Bayhaki’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamber aleyhisselam mealen şöyle buyurmuştur.
“Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” bunu destekleyen Bezzar’in rivayetindeki hadiste de peygamber aleyhisselam mealen, “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” buyurmuştur.

Yanıt: Muteriz malesef yine Bektaşi örneğinde olduğu gibi kendi görüşüne uygun bölümleri almış cümlelerin öncesini ve sonrasını makaslamış. Ayrıca kitapta teberrük ve tevessül konusu, naklettiği bu cümlelerden bağımsız bir şekilde müstakil iki bölümde (s. 161-163, 184-197) en ince ayrıntısına kadar işlendiği halde nedense o bölümleri yok saymış ya da kitabı tam olarak okumamış. Üstelik ifade tarzıyla sanki kitapta tevessül büsbütün inkar edilmiş havası estirilmiş. Kitaba şöylece bir bakıldığında tevessülün caiz olan kısımları olduğu gibi caiz olmayan kısımları da olduğu görülecektir. Caiz olan kısmı Allah-u Teâlâ’ya isim ve sıfatları ile tevessül, Allah-u Teâlâ’ya salih amellerle tevessül, Allah-u Teâlâ’ya salih müslüman kimsenin duası ile tevessül olmak üzere üç türdür (s. 186-189). Nedense muteriz bu üç türü görmezden gelmiş ve tevessülün caiz olmayıp bid’at olan ikinci kısmına dair örnek cümleler seçmiş, bunları da maalesef adeti üzere makaslamış. Aynı şeyi ne yazık ki şefaat konusunda da yapmış. Kitapta şefaat konusu müstakil bir bölümde (s. 205-211) en ince ayrıntısına işlendiği halde muteriz kullandığı ifade tarzıyla sanki kitapta şefaat büsbütün inkar edilmiş havası estirmiş. Oysa kitapta şefaat menfi ve müspet şefaat olmak üzere iki kısma ayrılmış, müspet şefaat ise kendi içinde 6 sınıfa ayrılmıştır (s. 207-210). Nedense muteriz bu altı sınıfı görmezden gelmiş ve şefaatin menfi olan ikinci kısmına dair örnek cümleler seçmiş, bunları da maalesef adeti üzere makaslamış.
Tevessüle delil olarak getirdiği Hz. Ömer hadisi ise kitapta bütün ayrıntılarıyla ele alınmış (s. 190-192), bu hadisin nasıl anlaşılması gerektiği de ifade edilmiştir. Mirac hadisini tevessüle delil olarak getirmesini akıl ve mantıkla bağdaştırmak mümkün değil. Zira bu hadisenin tevessülle yakından uzaktan ilgisi yoktur. Hz. Peygamber Rabbine “Allah’ım! Musa’nın hatırına 50 vakit namazı beş vakite indir” dememiştir ki bu hadise tevessülle ilişkilendirilsin. Zaten Peygamberimizin Rabbi indindeki yeri diğer bütün peygamberlerden üstün olduğu için buna ihtiyacı da yoktur. Onun içindir ki “Ben Âdem çocuklarının seyyidiyim (efendisiyim). Bununla birlikte de övünmüyorum” diye buyurmuştur. Mezkur mirac hadisi Hz. Peygamberle Hz. Musa arasında geçen dialoğun bir anlatımıdır. Olayı başka bir yere çekmenin anlam ve gereği yoktur.

Muterizin “Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir.” şeklindeki sözüne gelince öncelikle bu hadisin zayıf bir hadis olduğu bilinmelidir. Senedinin üzerinde dönüp dolaştığı râvi Ma’rûf b. Hassân’dır. Söz konusu râvi hakkında Ebû Hâtim er-Râzî “mechûl” derken, İbn ‘Adiyy “münkerü’l-hadîs” demiştir. Ma’rûf b. Hassân, İbn ‘Adî’nin dediği gibi münkerü’l-hadîs’dir. Dolayısıyla hadis zayıftır. Ayrıca Ashâb-ı kirâm ne bu tür bir uygulamada bulunmuş ne de böyle bir şeyi emretmişlerdir. Tâbiîn ve imâmların da bu şekilde uygulamada bulundukları, bunu emir ve tavsiye ettikleri konusunda sahih bir nakil mevcut değildir. Böyle bir bilgiye onların değil de daha sonra gelenlerin sâhip olması nasıl düşünülebilir?

Yine Muterizin “Teberrük peygamber veya velinin kabrini ziyaretinden dolayı Allah’ın ziyaret edene bereket, hayır vermesidir. Peygamberler vefat ettikten sonra Allah’u Teala onları diriltir. Kendilerini ziyaret edeni hissederler ve o kişiler için Allah’a dua ederler. İmam Bayhaki’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamber aleyhisselam mealen şöyle buyurmuştur: “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” bunu destekleyen Bezzar’in rivayetindeki hadiste de peygamber aleyhisselam mealen, “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” buyurmuştur.” şeklindeki sözlerine gelince burada zikredilen “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” hadisi sahih bir hadistir. Ancak bu hadisin anlaşılması gereken şekli şöyledir:
1) Rasûlullah’ın, kabrinde bilinen mânâda canlı ve diri olduğu iddiası şu âyet-i kerîmelerle çelişmekte ve aykırılık arzetmektedir: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30), “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiyâ, 21/34), “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57)
2) Bilinmektedir ki, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem kabrinde, ruhun bedende bulunması, bedeni idâre etmesi, ruhla beraberken bedenin yemeye, içmeye, giyinmeye, evlenmeye vb. şeylere ihtiyaç duyması şeklinde alışılagelmiş biçimde dünyevî diriliğe sâhip değildir. Bilâkis kabirde berzah hayatına sahiptir. Ruhu da refîk-i a’lâ’dadır. Diğer peygamberlerin ruhları da aynı durumdadır. Ruhlar berzahta bulundukları yer bakımından çok farklı derecelere sahiptir. Ana karnında bulunan ceninin hayatı ile dünya hayatı ve âhiret hayatı birbiriyle kıyaslanamadığı gibi aynı şekilde dünya hayatı ile berzah hayatı arasında da kıyas yapılamaz. Bir hayat türünün diğer bir hayat türüyle kıyaslanması geçersiz ve bâtıldır.
3) Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem dilekte bulunanın isteğini duyabilecek ve duasına karşılık verebilecek şekilde diri olmuş olsaydı, imânî kurallar çerçevesinde ashâbına fetvâ verir ve ashâbını sıkıntıya sokan birçok meselede ümmetini rahatlatırdı. Nasıl olur da ashâbının görüş ayrılıklarını, savaşa varan anlaşmazlıklarını görür de cevapsız ve çözümsüz bırakır?! Nasıl olur da anlaşmazlıklar ve çekişmeler meydana gelirken hiç kimse Peygamberin kabrine gitmez de ondan yardım etmesini ve yol göstermesini istemez?! İddia ettikleri gibi Rasûlullah kabrinde diri değil mi?! Ömer radiyallâhu anh Buhârî’nin rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir: “Dedenin ve kelâlenin mirası ile faizle ilgili bazı hususları Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e sormuş olmayı temenni ederdim.” Ashâb-ı kirâma ne oluyor ki, Peygamber yanı başlarında canlı (!) dururken gidip Abbâs radiyallâhu anh’ın duasını vesile kılarak yağmur dileğinde bulunuyorlar?! Niçin Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidip ondan yağmur yağması için yardım dilemiyorlar?! Tüm bunlar ileri sürülen iddianın bâtıl ve asılsız olduğunun apaçık delilidir.

Muterizin diğer bir delil olarak gösterdiği “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” hadisi ise sahih değil, zayıftır. Bk. Bezzâr “el-Müsned” (el-Bahru’z-Zehhâr, No:1925); (Keşfu’l-Estâr, 1/397 No: 845); Abdullah b. Mes‘ûd radiyallâhu anh’den merfû olarak, İbn Sa’d “et-Tabakâtü’l-Kübrâ” (2/149) ve Heysemî “Buğyetü’l-Bâhis ‘an Zevâidi Müsnedi’l-Hâris” (No: 953) Bekr b. Abdullah el-Müzenî radiyallâhu anh’den mürsel olarak rivâyet etmişlerdir. Merfû’ rivâyet isnâden zayıf, mürsel rivâyet ise muhaddislerin mürsel hadisleri zayıf hadisler arasında saymaları nedeniyle zayıftır. Bk. Bezzâr “el-Müsned” (el-Bahru’z-Zehhâr, 5/309, No:1925); (Keşfu’l-Estâr, 1/397, No: 845); Heysemî “Buğyetü’l-Bâhis ‘an Zevâidi Müsnedi’l-Hâris” (2/884, No: 953); İbn Hacer “el-Metâlibu’l-‘Âliye” (4/22-23, No: 3853); el-Elbânî “Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe” (No:975); Da‘îfu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 2746-2748); ‘Amr ‘Abdülmun‘im “Hedmu’l-Menâr limen Sahhaha Ehâdîse’t-Tevessüli ve’z-Ziyâra” (s. 135-139).

Muterizin “Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçiler’den olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir.” şeklindeki sözü saptırmacadan ibarettir. Yardım, zafer ve destek isteğinde bulunmak anlamına gelen istiğâse kelimesi, Arap Dil kuralları bakımından direkt olarak ya da “bâ” edatıyla müteaddî (geçişli) olur. İsteğastu fulânen yahut da isteğastu bi fulânin olarak her iki şekildeki kullanımı da “falan kişiden yardım isteğinde bulundum” anlamına gelmektedir. “Bâ” edatına bitişen kelime kendisinden istenen, talepte bulunulan, dua edilen varlıktır. Nitekim Allah-u Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz (testeğîsûne rabbeküm).” (Enfâl, 8/9), “Kendi tarafından olanı düşmana karşı ondan yardım diledi. (fe’steğâsehû)” (Kasas, 28/15) İstiğâse kelimesinin Arap dilinde bazen “bâ” edatı ile müteaddî (geçişli) olmasının sebebi, bu kelimeye isti‘âne mânâsının katılmak istenmesidir. Dil biliminde bilinen şekliyle böyle bir anlam katılması, bilinen bir lafzın anlamının herhangi bir değişikliğe uğramadan ve birinci lafzın mânâsında bozulma olmadan bir başka lafzın mânâsına katılması şeklinde gerçekleşir. İstiğâse kelimesinin isti‘âne anlamı da içermesi istendiğinde “bâ” edatı ile müteaddî yapılmaktadır. Çünkü iste‘antu bi kezâ örneğinde olduğu gibi isti‘âne kelimesi “bâ” edatı ile müteaddî olmaktadır.
Tevessül kelimesi ise, “bâ” edatıyla müteaddî olmaktadır. Örnek olarak tevesseltu bi fulânin denir. Bu durumda “bâ” edatına bitişmiş olan kelime, kendisinden değil kendisi aracılığıyla istekte bulunulan kimse anlamı taşımaktadır.
Suâl kelimesi de bizzat kendisi müteaddî olabildiği gibi “bâ” edatıyla da müteaddî olur. Kendisinden istenen kişi için seeltu fulânen denir. Seeltu bi fulânin (falan ile istedim) şeklinde “bâ” edatıyla kullanılırsa, edata bitişen kelime, kendisinden istenen değil, kendisi aracılığıyla istenen anlamı taşımaktadır.
Sonuç olarak isteğastu fulâneâ ve’steğastu bihî cümleleri, “falan kişi vesilesiyle istedim” değil, “falan kişiden istedim” anlamına gelir. Bu nedenle insanın ölülerden, hazır bulunmayan üçüncü şahıslardan yada ancak Allah’ın gücü yeten konularda Allah’tan başkasından, istiğâsede bulunması câiz değildir.

Muterizin “Oysaki nice İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanlar "Yâ Allâh peygamber Efendimizin Muhammedin hürmetine ..." diye dua etmektedirler.
İmam Ebu Hanifenin bu konuyla alakalı sözüne gelince o bu meseleye haram dememiştir. İmam Ebu Hanifenin dediği mesele: "Ben filanın hakkı için denilmesini kerîh görürüm" meselesidir. Alimler ise bunu açıklarken bu sözün, imam Ebu Hanifenin tevessüle karşı olduğu manasına gelmediğini ve Peygamber Efendimizin Camiye gidilirken okunan dua olarak öğrettiği sözleri ile alakalı hadis kulağına gelmediği için bu sözü söylediğini bildirmişlerdir. Çünkü Camiye giderken söylenen duada mealen aynen şöyle geçmektedir: "Yâ Allâh senden bu yürüyüşümün hakkı için ve senden dileyenlerin hakkı için diliyorum ..." şeklindeki itirazına ise şöyle cevap verilir. İmam Ebu Hanife’den nakledilen bu söz Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olamak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469). İmam Ebu Hanife’nin mezkur hadisi işitmediğine dair tespit hangi akla hizmet etmektedir anlamak zor. Zira tamamen bilfaraza söylenmiş bir tespit. İmamın bu hadisi bir an işitmediğini farzedelim. İyi ki işitmemiş. Çünkü bu hadis alimlerin genel ittifakıyla zayıf kabul edilmiştir. Bizce İmam işitmediğinden değil zayıf gördüğünden bu hadise muhalif fetva vermiş. Muterizin şiddetle karşı çıktığı kitabı iyice okumadığı ortada. Zira bu hadisin zayıf bir hadis olduğu kaynaklarıyla (s. 194-195, 197 nolu dipnot) ilgili kitapta açıklanmıştır.

Allah en doğrusunu bilir.
 

ehlissunne

Üye
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَـنِ الرَّحِيمِ

*Sayfa 41ve 42’de diyorlarki;
Şöyle de denilebilir; Onlar ,ya bu kainatın dışında bulunan ve kendilerini yaratan yüce bir yaratıcının yaratması ile yaratılmışlardır.Ki beklenen bunu kabul etmeleridir.

Reddiye; Bu söz, Allah arşın üzerinde oturdu diyen İbni Teymiyye’nin ve onun bağlıları olan Vehhabilerin , Allah’a mekan isnat etmelerinin teyididir.Buda Allah’ı mahlukata benzetmenin yegane örneği olmuş olurki;
Bu inanç Allah Teala’yı tanımamaktır ve böylece Allah’ın mekandan münezzeh olduğunu kabul etmemektir.

Yanıt: Burada iddia edilenin aksini kitapta bu ifadeler tamamen Allah’ın varlığını inkar eden dinsizlere cevap mahitinde kaleme alınmış, kainatın dışında bulunan cümlesiyle Allah’ın arşına istivasına delil getirilmediği gibi bu hususa yakından uzaktan işaret bile edilmemiştir. Üstelik sapık bektaşi örneğinde (namaza yaklaşmayın) olduğu gibi bir bütünlük içersinde Allah’ın varlığını inkar eden dinsizlere cevap mahiyetinde kaleme alınan bu cümleler öncesi ve sonrasıyla makaslanmış mesele başka yerlere çekilmeye uğraşılmıştır. İlgili bölüm bütün olarak okunduğunda bu açıkça görülecektir.

*Sayfa 51’de diyorlar ki;
Ancak Allahın sıfatlarının keyfiyetlerine ve hakikatlerine gelince, bunları Allahtan başka kimse bilemez . Nitekim İmam Malik’e “Allah arşa istiva etti” (Tâhâ, 20/5) ayetinde geçen istivanın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda “İstiva bilinmektir. Keyfiyeti ise mechuldur. Ona iman etmek farz, soru sormak ise bid’attir” şeklinde cevap vermiştir. İmam Malik’in istivanın keyfiyeti ve manasıyla ilgili cevabı, bütün sıfatlar için kaide olmaya elverişlidir.

Reddiye: Yukarıda olduğu gibi, İmam Malik’e bu şekilde soru sorulmamıştır. İmam Malik’in de cevabı yukarıda olduğu gibi değildir.
Doğrusu; istiva nasıl anlaşılmalıdır, diye soru sorulmuştur. İmam Malik de Allah’ın istivası Haktır ve iman edilmesi farzdır. Keyfiyeti (nasıllığı) hakkında soru sormak bid’attır diye cevab vermiştir.
İbni Teymiyye ve bağlıları VEHHABİLER İstiva’yı Allah arş’ın üzerinde oturdu diye yorum getirerek Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir. İmam Malik de Allah’a bu tarzda keyfiyet isnat etmeyi yasaklamış ve red etmiştir. İşte bid’at olarak anlaşılması gereken budur.

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

İSTİVA:Mealen: RAHMAN ARŞA İSTİVA ETTİ. (Taha, 20/15)
ULUVV: Mealen:Gökte olanın, sizi batırı vermiyeceğinden eminmisiniz? (Mülk, 67/16)

Reddiye: İbni Teymiyye ve vehhabiler, istiva’yı Allah arşa oturdu diye inanırlar. İstivanın doğru anlaşılacak manası; “Allah arş’a hükmetmiştir, arş, O’nun tasarrufundadır.”demektir.
Gökte olan ; Bu ifade ile Allah Teala’nın göklerde yaşadığı ve orada bulunduğu anlaşılıyor ki; Bu inanç Yahudi ve hiristiyanların inancına eştir.
Doğrusu bu ayette geçen gök ehli’nin manası, Allah’ın melekleridir.



Yanıt: Bu reddiyeyi anlamak gerçekten mümkün değil. İmam Malik’e bu şekilde soru sorulmamış İmam Malik’in de cevabı bu kitapta ifade edildiği gibi değilmiş. İnsaf demekten başka bir şey söylemek mümkün değil bu iftira karşısında. Zira ilgili kitabın 40 nolu dipnotunda bu rivayetin uzunca bir tahricine yer verilmiştir. Rivâyet, zikredilen kaynaklarda aynen bu şekilde yer almaktadır. Üstelik kaynaklarda buna benzer bir söz mü’minlerin annesi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ ile İmâm Mâlik’in hocası Rebî‘a b. Ebî Abdirrahmân’dan da rivayet edilmiştir. Hatta Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî (1014/1605) İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük imamımız Ebû Hanîfe (150/767) de tercih etmiştir. Yine bunun gibi el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir. Öyle ki, niteliği akledebilmek, zâtın niteliği ve mâhiyetiyle (hakîkatiyle) ilgili ilmin bir bölümüdür. Bu bir bilinmez olunca, onlar için (ilâhî) sıfatların niteliği akıl ile nasıl bilinebilsin ki?! O halde bu konuda hataya düşmekten insanı koruyacak yararlı kesin doğru, kişinin Allah’ı; hem Allah’ın kendisini tanımladığı gibi hem de Rasûlü’nün O’nu tanımladığı gibi ne herhangi bir tahrîf ve ta’tîle, ne de herhangi bir tekyîf ve temsîle kaçmaksızın olduğu gibi tanımlamasıdır. Öyle ki kişi, Allah’a ait olan isim ve sıfatları saptayarak kabul eder ve O’nun yaratıklara, yaratıklarının da O’na benzemesini reddeder. Böylece o, (ilâhî) isim ve sıfatlarla ilgili kabûlünde, teşbîhten münezzeh (uzak ve arınmış) olduğu gibi, reddinde de ta’tîlden münezzeh olmuş olur. İstivânın hakîkatini inkâr eden herkes muattıl olur. Yine istivâyı yaratıkların birbirlerine olan istivâsına benzeten kimse de müşebbih olur. Her kim de (Allah’ın) istivâsının benzeri hiçbir şey yoktur derse, o muvahhiddir (tevhid ehlidir), münezzihtir (Allah’ı eksiklik ve kusur içeren sıfatlardan arındırandır).” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

Bu hususa ek olarak şunu da ifade etmek gerekir ki, muterizler İmam Malik’in sözüyle ilgili alıntılarını iki cümle arasındaki önemli bir açıklayıcı cümleyi hazfederek yapmışlar. Doğru metin şöyledir: Ancak Allahın sıfatlarının keyfiyetlerine ve hakikatlerine gelince, bunları Allahtan başka kimse bilemez . Nitekim İmam Malik’e “Allah arşa istiva etti” (Tâhâ, 20/5) ayetinde geçen istivanın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda “İstiva bilinmektir. Keyfiyeti ise mechuldur. Ona iman etmek farz, soru sormak ise bid’attir” şeklinde cevap vermiştir. Yani, keyfiyet hakkında soru sormak bid’attir. İmam Malik’in istivanın keyfiyeti ve manasıyla ilgili cevabı, bütün sıfatlar için kaide olmaya elverişlidir.
Muterizlerin “İbni Teymiyye ve bağlıları VEHHABİLER İstiva’yı Allah arş’ın üzerinde oturdu diye yorum getirerek Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir” şeklindeki iddiaları ise tamamen batıldır. Zira Selef’e mensup hiç kimse Allah’ın arşa oturduğunu veya kurulduğunu veyahut da yerleştiğini söylememiştir. Bu aslı astarı olmayan iftiradan başka bir şey değildir. İbn Teymiyye’ye ait bazı eserleri Türkçeye tercüme eden birtakım kimseler ya kasıtlı olarak ya da farkında olmadan içinde istiva kelimesi geçen ifadeleri bu şekilde tercüme ederek maalesef İbn Teymiyye başta olmak üzere pek çok alime iftira edenlere çanak tutmuşlardır. Oysa bu alimlerden hiçbiri istivanın anlamı hususunda Arap dilinde istivânın bilinen dört anlamı (‘alâ, irtefe‘a, sa‘ade ve istekarra) dışında bir şey söylememiştir. Sonra muterizlerin iddia ettikleri gibi Arap dilinde istivânın bilinen bu dört anlamı dışında, arşı istilâ etti yada arşı hükmü, tasarrufu altına aldı şeklinde te’vîl edilebileceğini gösteren sahih bir nakil yoktur. Sonuç olarak denebilir ki, Ehl-i Sünnet alimleri, Allah’ın Arş’ına istivâ ettiği, Arş’ının üstünde olduğu inancında icmâ etmiştir. Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden hiçbiri Allah’ın Arş’ına istivâ etmesinin ve Arş’ının üstünde olmasının, Arş’ı istilâ etmesi veya arşı arşı hükmü, tasarrufu altına alması anlamına geldiğini söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass ne de zâhir olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir. Bu alimler içinde İmam Ebu Hanife de yer almaktadır. Zira İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah’ın uluvvu ve Arş’ına istivâsı hakkında pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 45. Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. O’ndan yukarıdan istenir, aşağıdan değil.” İbn Kudâme, el-Uluvv (s.116); Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar s. 136, No: 118); İbnu’l-Kayyim, İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye (s. 74); İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (s. 288).
“Allah-u Teâlâ’dan birşey istenirken, yukarıdan istenir, aşağıdan değil. Çünkü aşağı hiçbir şeyde Rubûbiyyet ve Ulûhiyyetin sıfatlarından değildir. Nitekim hadiste de şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir adam siyah câriyesini Hz. Peygamber’e getirerek şöyle dedi: ‘Bir mü’mine câriyeyi âzat etmek üzerime vâcib oldu. Bunu bana yeterli görür müsün?’ Hz. Peygamber de câriyeye: ‘Sen mü’mine misin?’ diye sordu. O da ‘evet’ deyince bu defa Hz. Peygamber: ‘Peki Allah nerede?’ diye sordu. O da göğe işâret etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber adama: ‘Onu âzat et, çünkü o mü’minedir, buyurdu.” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 47-48.
“Biz Allah’ın ihtiyaç olmaksızın arş üzerine istivâ ve istikrar ettiğini ikrar ederiz. O ihtiyaç olmaksızın arşı da başkalarını da muhafaza eder.” el-Vasıyye, s. 73.
“Her kim Allah Azze ve Celle’nin (zâtıyla) gökte olduğunu inkar ederse muhakkak kâfir olmuştur.” el-Uluvv (Muhtasar s. 137, No: 119).

Kur’ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet Allah’ın Arş’ına istivâ ettiğini, Arş’ının üstünde olduğunu açıkça ifade eden; bu istivâ ve üstte olmanın, Arş’ı istilâ etmek yada onu hükmü, tasarrufu altına almak şeklinde te’vîl edilmesinin çok yanlış olduğunu gösteren delillerle doludur. Bu delillerden birkaçı şöyledir: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden … Allah’tır.” (A’râf, 7/54), “Rahmân Arş’a istivâ etti.” (Tâhâ, 20/5), “O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir.” (Hadîd, 57/4). Ay. bk. (Yûnus, 10/3), (Ra’d, 13/2), (Furkân, 25/59), (Secde, 32/4). “O, kullarının üstünde kâhir olandır.” (En’âm, 6/18), “Onlar, üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” (Nahl, 16/50). Ay. bk. (En’âm, 6/61, 65), (Fetih, 48/10), (Hâkka, 69/17). Ebû Hureyre (58/678) radiyallâhu anh’ın bildirdiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem (bir gün) kendisinin elini tutmuş ve şöyle demiştir: “Ey Ebâ Hureyre! Şüphesiz ki Allah, gökleri, yerleri ve her ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra da Arş’a istivâ etmiştir. …” Katâde b. en-Nu’mân (23/643) radiyallâhu anh, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittiğini söylemektedir: “Şüphesiz ki Allah, yaratmayı bitirince Arş’ına istivâ etti.” İbn Mes‘ûd (32/652) radiyallâhu anh de şöyle demiştir: “Dünya semâsı ile ondan sonraki semâ arasında beş yüz yıl vardır. Her bir semâ ile diğer semâ arasında beş yüz yıl vardır. Yedinci semâ ile Kürsî arasında beş yüz yıl vardır. Kürsî ile su arasında beş yüz yıl vardır. Arş ise suyun üstündedir. Allah Arş’ın üstündedir; sizin amellerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.” Bu hususu ayrıca icmâ, akıl ve fıtrat (yaratılış kanunu) da hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır.

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

İKİ EL: (Mealen: Allah, iblise dedi ki: “Ey iblis! İKİ ELİMLE YARATTIĞIMA (insana) secde etmekten seni alıkoyan nedir? (Sad, 38/75)

Reddiye: İki el; yukarıda ayet mealinde açıklandığı gibi (eş-Şurâ Suresi, 11. âyet) "Allâh hiçbir şeye benzemez" mealindeki Ayet-i Kerimeye ters düşmektedir. Allah’a organ isnat etmektir. Doğrusu Allah’ın sıfatlarından olan İradesi ve Dilemesine uygun olarak yaratmasıdır.

Yanıt: Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâat’in görüşüne göre Allah-u Teâlâ’nın bahşetme ve nimetle açılmış iki eli vardır. Allah’ın iki eli, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır gerçek iki eldir. Allah’ın iki elinin olduğunu Kitap ve Sünnet kesin olarak göstermektedir: “Tam tersine Allah’ın iki eli de apaçıktır.” (Mâide, 64), “Allah iblise şöyle dedi: Ey İblis! İki elimle yarattığıma (insana) secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sâd, 75),
“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağ elinde dürülmüş olacaktır.” (Zümer, 67).
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözleri ise sünnetin kanıtlarından sadece bazılarıdır:
“Allah’ın eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ elindekileri hiçbir şekilde eksiltememiştir.”
“Muhakkak âdil olanlar (kıyamet günü) Rahmân Azze ve Celle’nin sağında nûrdan minberler üzerinde olacaklardır. Rahmân’ın her iki eli de sağdır.”
“Allah-u Teâlâ ilk olarak kalemi yaratmış ve onu sağ eliyle alıp tutmuştur. O’nun her iki eli de sağdır.”
İmam Ebû Hanîfe de bu ayet ve hadislerin gereğini aynen söylemiştir. O şöyle demiştir:
“O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun niteliği bilinmeyen sıfatlarındandır.” el-Fıkhu’l-Ekber, s. 59.
“Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv (organ) da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)”. el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 52-53.
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi Ebu Hanife el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)
 

ehlissunne

Üye
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
AÇIKLAMA

Her dönemde yaptığı kültür hizmetleriyle okurlarının takdir ve teşekkürlerini hak eden Vakit gazetesi, son olarak okurlarına bir promosyonla armağan ettiği PRATİK AKÂİD DERSLERİ kitabı ile yine tüm okurları nezdinde sonsuz takdir ve teşekkürü hak etmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle kendilerini kutluyor ayrıca takdir ve şükranlarımızı sunuyoruz.

Ümmülkura Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan ve Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını Kur’ân-i Kerîm ve sahih sünnetten naslara bağlı kalmak suretiyle özlü bir şekilde anlatan kitap, okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır. Öte yandan kitap, ilmihal kitaplarından elde edilebilecek düzeyde basit bilgilere dahi sahip olmayan kimseler tarafından kaleme alındığı belli olan bir yazıyla internet ortamında, belki samimi ancak câhilâne ve ciddiye alınmayacak derecede seviyesiz, ilmî üslûp bir tarafa, edep sınırlarını aşan bir üslûpla tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır. Cehaletin son derece yaygın bir hal aldığı günümüzde, bu tür bir tavrın Müslümanlar tarafından sergileniyor olması elbette üzücüdür.

Söz konusu yazıda, kitabın içerik olarak değindiği bazı meselelere atfen kitaptan bir takım alıntılarla birlikte sözde reddiye denilen ve aynı saldırganlıkla kaleme alınan bazı çarpıtmalara yer verilmiştir. Böylesi bir durumda sağduyu sahibi kimselerin yapacağı şey elbette kulak tıkayıp geçmeleridir. Fakat bu saldırı bilinçsiz bir surette Ehl-i Sünnet’in iman ettiği esaslara yönelik olunca, bu tür çarpıtmalardan aklı karışabilecek ve olumsuz yönde etkilenebilecek kimselerin bulunabileceği ihtimali olması bakımından bu açıklamayı yayınlamak gereklilik halini almıştır.

İtirazcıların itikatla ilgili asgari ilmihal bilgilerinden dahi yoksun ve bilinçsiz olmalarından kastımız, söz konusu yazıda fütursuzca kafir, dinsiz, Hıristiyan ve Yahudilerden daha zararlı diye teşhir etmiş oldukları itikadın Ehl-i Sünnet’in dört mezhep imamının sahip olduğu itikat olduğunu bilmemeleridir.

Başka bir nokta ise itirazcıların ilmî edebi hiçe sayarak, kitapta olmayan şeyleri varmışçasına söz konusu etmeleridir. Halbuki kitap hiçbir surette ne tevessülü ne teberrrükü ne şefaati ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte, aksine kitap meşru tevessül ve teberrükün ne olduğunu, şefaatin doğru bir biçimde Allah’tan isteneceğini, meşru ve sünnete uygun kabir ziyaretinin nasıl yapılacağını, oralarda çaput bağlayıp kurban kesmek gibi bugün toplumda sağduyulu birçok kimsenin hoş görmediği davranışları gerçekte İslâm’ın da yasaklamış olduğunu gözler önüne sermektedir. Tevhid dini mensubu olduklarını iddia eden bu kimselerin, yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde O’ndan başkasından yardım istemenin şirk olacağına dahi karşı çıkmaları içine düşmüş oldukları halin ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.

Burada elbette itirazcıların kitaba yönelik getirmiş oldukları birkaç yersiz tenkide uzun uzadıya cevap verecek değiliz. Çünkü reddiyenin bizzat kendisi batıl olduğuna delildir. Fakat itirazcılar açısından anlamlı olabileceğini düşündüğümüz için diğer imamlardan yapılabilecek sayısız nakilden sarfı nazarla İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe rahimehullah’dan birkaç nakli vermekle yetineceğiz.

İtirazcılar, Allah-u Teâlâ’nın arşına istivâsı ya da el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatların anlamlarını ikrar ederek ispat edeni mücessimeden olmakla ithama kalkmışlardır. Ehlince malum olduğu üzere başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet’in görüşü bu şekilde gelmiştir. “Ebû Hanîfe rahimehullah dedi ki: Her kim: ‘Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. Allah’a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur.” “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarındandır.” “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)” İmâm-ı Â’zamın Beş Eseri, el-Fıkhu’l-Ebsat, (s. 44, 52-53); el-Fıkhu’l-Ekber, (s. 59) İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi (s. 228).

Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi büyük imamımız Ebû Hanîfe el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, keyfiyeti ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

Şimdi burada itirazcılara şu soruyu yöneltsek, İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe hazretleri Allah-u Teâlâ’nın arşının üzerinde olduğunu söylemekle hâşâ O’nun arşına oturduğunu mu söylemiş olmaktadır?! Yoksa o, yine Allah-u Teâlâ’nın el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarını anlamları ile birlikte ispat etmekle, kendilerinin tabiri ile, mücessimeden mi olmaktadır?!

Kaynaklara ne kadar yabancı olduklarını sergilemesi bakımından Şeyh Abdülkadir el-Geylânî’nin şu sözlerini de vermeyi uygun görüyoruz. “Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır. İlmi, eşyayı (çepeçevre) kuşatandır: “O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir” (Fâtır, 10), “Allah, gökten yere (kadar) her işi (yaratma işini) düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’na çıkar” (Secde, 5). Allah’ı her yerde olmakla nitelemek câiz değildir. Aksine Allah; gökte, arşa istivâ etmiştir, denmesi gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)... İstivâ sıfatını herhangi bir te’vîle kaçmaksızın (olduğu gibi) kullanmak gerekir. Öyle ki bu istivâ, arşa yapılan zât istivâsıdır. Ne Mücessime ve Kerrâmiyye’nin dediği gibi (arşın üzerine) oturmak ve (onunla doğrudan) temas etmek yâni (ona doğrudan) değmek anlamındadır, ne Eş’ariyye’nin dediği gibi kadrinin ve sıfatlarının yüceliği ve yüksekliği anlamındadır ne de Mu’tezile’nin dediği gibi (arşı) istilâ etmek ve (ona) galebe çalmak anlamındadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet nasları, istivâ sözüyle bunları kastetmemiştir. Aksine onlardan aktarılan istivâ sıfâtının doğrudan kendi anlamına hamledilmesidir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ’nın Allah’ın “Rahmân arşa istivâ etti” buyruğu hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘İstivânın niteliği akıl ile bilinemez. (Anlamı ise) bir bilinmez değildir. Ona inanmak gerekli (farz), onu inkar etmek ise küfürdür’... O’nun niteliği bilinmeksizin Arş’ın üzerinde olması Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.” Abdülkadir el-Geylânî, el-Günye (s. 56). Ayrıca bk. Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 284, No: 348).

Yersiz itirazlardan bir diğeri de tevessül hakkında sarf ettikleri sözlerdir. Halbuki bu konuda yine İmam Ebû Hanife’den nakledilen “Ben filanın hakkı için denilmesini kerih görürüm” sözü Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olmak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469).

Son olarak, farklı hiçbir sesi duymaya karşı tahammül geliştirememiş, doğruyu ve bilgiyi kendi dünyasından ibaret sanan bir anlayışa sahip bu kimselere nasihatimiz öncelikle bu kitabın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara dayanılarak, her biri alanında uzman alimlerden oluşan ilmî bir heyet tarafından kaleme alındığını bilmeleri, bilip bilmeden başta alimler olmak üzere Müslümanlar hakkında klişeleşmiş bir takım ifadelerle yargıda bulunmak yerine itiraz etmiş oldukları noktaları dönüp kaynaklarından okuyup öğrenmeleridir. Buna rağmen hakkı kabul etmezlerse şunu bilmeliler ki başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerinin akîdesini araştırdıklarında elde edecekleri, bu kitapta yer alan bilgilerden başkası olmayacaktır.

Vakit okurlarına saygı ile duyurulur.

ümmülkura
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
الدليل على حرمة الموسيقى

الدليل على حرمة الموسيقى

نقل الإمام القرطبي في تفسيره إجماع الأمة على تحريم الموسيقى.
قال الله تعالى في سورة لقمان ءاية 6:﴿ وَمِنَ النَّاسِ مِنَ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ﴾ فسر ابن عباس و الحسن البصري لهو الحديث بالملاهي اي ءالات اللهو.
وقال الله تعالى مخاطبا إبليس: ﴿وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ﴾ الإسراء ءاية 64 فسر مجاهد الصوت بالغناء و المزامير. ذكره القرطبي في تفسيره
قال النبي صلى الله عليه وسلم:" لَيَكُونَنَّ اُنَاسٌ مِنْ اُمَّتِي يَسْتَحِلُّونَ الْحِرَى وَالْحَرِيرَ وَ الْخَمْرَة َوَالْمَعَازِفَ". رواه البخاري الجزء الثالث ص 322
روى الترمذي و البيهقي عن أبي أمامة عن النبي صلى الله عليه وسلم أنه قال:" إِنَّ اللهَ بَعَثَنِي هُدىً وَرَحْمَة ًلِلْمُؤْمِنِينَ وَأَمَرَنِي بِمَحْق ِالْمَعَازِفْ وَالْمَزَامِير ِوَ الأوْتَارَ"
وفي كتاب كف الرعاع عن انس عن رسول الله صلى الله عليه وسلم انه قال:" صَوْتَانِ مَلْعُونَانِ فِي الدُّنْيَا وَ الآخِرَةِ مِزْمَارٌ عِنْدَ نِعْمَةٍ وَرَنَّة ٌعِنْدَ مُصِيبَةٍ" رواه البيهقي و البزار وابن مردويه وصححه ابو يعلى
ذكر الإمام ابو داوود في مسنده في الجزء الخامس ص 154 قال:" لا يَحِلُّ بَيْعُهُنَّ وَلا شِرَاؤُهُنَّ وَلا التِّجَارَة ُ فِيهِنَّ وَثَمَنُهُنَّ حَرَامٌ".
قال الشيخ عبد الرحمن الحوت في كتاب" رسائل السنة" ص 49 في سماع الموسيقى: "سَمَاع ُالأوْتَار ِ وَ الرَّبَابِ وَ الْمَعَازِفِ كَالطُّنْبوُر ِوَالْعوُدِ الصَّنْج ِذِي اللأوْتَار ِوَ الرَّبَابِ وَ الْجَنْكِ وَالْكَمَنْجَةِ وَالدِّرْبَاج ِوَغَيْر ِذَلِكَ مِنْ ءَالاتِ اللَّهْو ِالْمَشْهوُرَةِ عِنْدَ أَهْل ِاللَّهْو ِ وَالسَّفَاهَةِ وَ الْفُسُوق ِكُلُّهَا مُحَرَّمَة ".
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
Kendini ehlisunne diye tanıtan kişiye cevaplar:

Kendini Musluman diye tanıtan kişiye cevaplar:
1. Bölüm

“Pratik Akaid Dersleri” adlı kitaba yapılan tenkide yapılan cevap dikkatimi çekti. Tamamıyla ilim ve mantık dışı yapılan ve yanlış olan savunuşa karşı kendimi reddiye yazmaya mecbur hissettim ve elinizdeki bu reddiyeyi yazdım.

İlk önce yazılan bu kitap için “Okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır” ifadesinden başlayayım.

Cevap: Okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazandığını nereden biliyorlar ki? Yanlışlıklar dolu olan bu kitabı nasıl ve hangi parayla basıp dağıttıklarından mı anladılar? Cevapları “Evet” ise yanılmışlardır. Bu ifadeyi kullanan kişi halk arasına insin ve eleştirileri bizzat görsün. Şayet kitabı yazan cemaatin görüşlerini beğenen okuyucuların takdirinden söz ediyorlarsa yine yanılmışlardır. Çünkü bunların takdiri kabul edilmez. Yani aynı cemaat içindeki insanların birbirlerine göstermiş oldukları takdir ne kadar objektif olabilir ki? Milleti, bu sözlerle kandırabileceğinizi zannediyorsanız yine yanılmışsınızdır.

Sonra: “Edep sınırlarını aşan bir üslupla tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır” ifadesine gelelim.

Cevap: Sözde “Pratik Akaid Dersleri” adlı kitaba reddiye yazan kimsenin yazdığı doğrulara ve bu haklı reddiyeye kendince reddiye yazan kimsenin yazdığına bakılınca kimlerin haddini aştığını çok açık şekilde görebiliriz.

Reddiye adı altında yazılan bu yazıda birçok mesele dikkatimi çekti. Bu konular arasında şunları gösterebilirim:

1-Taha Sûresi’nin 5. ( Rahman Arşa istiva etti) ayetine dayanarak Allâh’ın Arşın üzerinde olduğunu iddia etmesi.

2-El-Mülk Sûresi’nin 16. (Gökte olanın....) ayetine dayanarak Allâh’ın gökte olduğunu iddia etmesi.

Reddiye yazan kişinin itirafıyla Arş, göklerin üzerindedir. Onun iddia ettiği yukarıdaki iki meseleye göre Allâh hem göklerin üzerinde bulunan Arşın üzerinde olup hem de Arş’ın altında bulunan göktedir. Peki, bu iki savunuş birbirine zıt ve açık bir çelişki değil midir?

Peki değerli okuyucular kitaba yazılan reddiyeye yazılan sözde reddiye yazan kişinin “vech” ve “yed” kelimelerinin hem organ anlamında olmadığını hem de gerçek anlamında olduğunu iddia etmesi yine çok büyük bir çelişki ve aklıselimliliğe ters bir durum değil midir? “Vech” ve “Yed” kelimelerinin gerçek anlamda olduğu iddia etmesinin anlamı nedir?

Şimdi de dinimizde isnat ve mesnetlerle önemli olduğu tartışma götürmez meselelere gelelim. Bu meseleler için bu sözde reddiyeyi yazan kişi diyor ki: ”Hiçbir surette ne tevessül ne şefaat ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte,.....”

Cevap: Bu kimse, benim yanlışlarla dolu olan bu kitaba karşı yazmış olduğum reddiyeyi herhalde görmemiş. Reddiyemde hangi sayfada tevessülün, hangi sayfada teberrükün ve hangi sayfada bereketlenme niyetiyle kabir ziyaretinin haram kılındığını yazmışım. Biraz dikkatli ve hassas olursa eminim görecektir.
 

elmnightmare

Profesör
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
1,734
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Ben de aynı yazıyı asacaktım:)Teşekkürler ehl-i Sünnet
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
2. Bölüm

2. Bölüm
Kitabın 161. sayfasında şöyle geçiyor: “Birtakım insanlar, zâtları ve yüzleri suyu hürmetine tevessülün caiz olduğunu söylerler........ “


Kitapta geçen ve caiz olan tevessül hakkında diyeceğimiz bir şey yok ancak caiz olmadığını iddia ettikleri tevessül hakkında konuşuyoruz. Göstermiş oldukları ayetlerdeki kınamalar gerçekten Allâh’tan başkasına ibadet niyetiyle yaklaşan kimseler hakkındadır. Bir Peygambere veya bir evliyaya tevessül eden kimse bu fiilleri onlara ibadet niyetiyle yapmaz. Sadece onlarla, Allâh nezdinde büyük makam sahibi oldukları için tevessül ederler. Onlarla teberrük edildiğinde faydayı ve zararı yaratıyorlar diye de inanılmaz. Sadece onların yüzü suyu hürmetine Allâh’tan istenilir. Peygamber efendimiz bunu bizzat sahabelerine öğretmiştir.


Onlara, kendilerinin sayfa 165’teki zikretmiş oldukları hadis ile cevap veririz. Bu hadisin uydurma olduğunu iddia etmişlerdir. Ama bu hadisi İmam Hâkîm, Hz. Ömer’den rivayet edip ve senedinin SAHİH olduğunu “El-Müstedrak” adlı kitabında açıklamıştır. Aynı hadisi İmam Beyhâki de rivayet etmiştir.

Sözde reddiye yazan kimse: ”Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. Öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” hadisinin ise sahih değil, zayıftır demektedirler.

Cevap: Bu hadis hakkında “Zayıftır” diyor. Halbuki Hafız El-Heysemi “Mecmaul Zevaid’” adlı kitabında şöyle diyor: ”Bu hadisi Hafız Bezzar rivayet etti ve senetteki kişiler “SAHİH” hadislerindeki kişilerdendirler.”

Diyor ki: “Bu nedenle insanın; ölülerden, hazır bulunmayan üçüncü şahıslardan ya da ancak Allah’ın gücü yeten konularda Allah’tan başkasından, istiğâsede bulunması câiz değildir.”

Cevap: Ölülerden ve hazır bulunmayan kimseden tevessül, istiğase, istiane veya yardım dilemek hakkında haram olduğuna dair kesinlikle bir nass yoktur.

İmam Buhari’nin “El-Edep El-Mufrad” adlı kitabında rivayet ettiğine göre Hz. Ömer’in oğlunun ayağına bir hastalık meydana geldi (Hidr hastalığı). Sahabelerden biri ona “En sevdiğin kişinin ismini zikret” dedi. O da “Ya Muhammed” demiş. Ayağındaki hastalık geçti.
Bu olay Peygamber efendimizin vefatından sonra olmuştur. Bu hadisi İmam İbni Sünni “Amel el-yem velleyleh” adlı kitabında da rivayet etmiştir.
Şimdi diyecek ki bu hadis zayıftır. Ama demeden önce bu hadisi sizin şeyhiniz İbni Teymiyye “El-Kelim Et-Tayyib-Güzel Sözler” adlı kitabında nakletmiştir. Bilginiz olsun ki, sizin öbür şeyhiniz Elbeni’nin tarafında tahkik edilmiştir. İkisi de bu hadis hakkında eleştirme niteliğinde bir şey söylememişlerdir.

İbni Teymiyye’ye “Şeyhul İslam” diyorlar, aynı anda da ölüyle tevessül edeni tekfir ediyorlar. Bu nasıl olur? Ya İbni Teymiyye’yi tekfir etsinler ya da ölüyle tevessülün caiz olduğunu itiraf etsinler.

İmam Tabarani’nin rivayet ettiği gözleri görmeyen kişinin olayına gelince de, bu hadis, Peygamber efendimizin orada hazır olmazsa dahi, onunla tevessül etmenin caiz olduğuna dair çok büyük bir delildir. Tabiki anlayana. Dikkat edilmesi gereken bir husus daha vardır. Bu adam, Peygamber efendimizden dua istedi ama Peygamber efendimiz ona dua değil, tevessülü öğretti ve bu hadisi nakleden Osman B. Huneyf şöyle demiştir: “Allâh’ın adına yemin ediyorum ki, oradan ayrılmadan ve uzun bir süre geçmeden o adam, gözleri açık bir şekilde İÇERİ GİRDİ.” Bundan anlaşıyor ki:

1-Peygamber efendimiz, gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretti. Ona dua etmedi. Bu kitapta “sadece kişinin duasıyla tevessül edilir” dedikleri iddia yanlıştır.

2-Peygamber efendimizin ona öğretmiş olduğu tevessül duası şöyledir: “Ey Allâh’ım! Sana rahmet Peygamberi olan senin Peygamberinle dua ve teveccüh ediyorum. Ya Muhammed ben seninle Allâh’a teveccüh ediyorum ki..... “ Peygamber efendimiz bu adama tevessülü öğretmiştir.

3-İçeri girdi derken, yani orada değildi. Peygamberimizin hazır olmadığı bir yerde tevessülü yaptı. Burada benim huzurumda yap dememiştir. O zaman bu kitapta “hayatta ve hazır olmayanla tevessül edilmez” şeklindeki ifadeleri yanlıştır.

4-Bu olayı nakleden Osman B. Huneyf ismindeki sahabe bu duayı Hz. Osman’ın zamanında Hz. Osman’dan isteği olan birine öğretmiştir. Yani Sahabe olan Osman B. Hunef, Peygamber efendimizin vefatından sonra birine bu duayı öğretmiştir.

5-Yukarıda geçen Osman B. Huneyf’in iki olayını İmam Tabarani “El- Mu’cem El-Kebir ve El-Mu’cem Es-Sağir” adlı kitaplarında rivayet edip sahih olduğunu söylemiştir.

Not: Bu iki olayla hem hazır olmayan Peygamber efendimizle hem de vefat eden Peygamber efendimizle tevessülün caiz olduğu anlaşılır. Birinci olayda Peygamber efendimizin bizzat kendisi öğretmiş, ikinci olayda da sahabelerden biri öğretmiştir.
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
3. bölüm

3. bölüm
"Yâ Allâh! Senden bu yürüyüşümün hakkı için ve senden dileyenlerin hakkı için diliyorum ..." hadise gelince de:

Bu hadisi İbni Mecceh “Sünen” inde rivayet etmiştir. Bu hadis için Hafız İbni Hacer El-Askalani “Nete’cul Efkar”, Hafız Dumyati “ El-Mecerur Rabih”, Hafız Makdisi “ Et-Teğib ve Et-Terhib” ve Hafız İraki “El-Mügni” adlı kitaplarında HASEN olduğunu zikretmişlerdir.

Diyor ki: “Bu hadis hakkında alimlerin genel ittifakıyla zaif kabul edilmiştir” demiş.

Cevap: Ancak bu ittifakın nerede geçtiğini söylememiştir. Nasıl ittifak edileceğini ve yukarıda birçok hafızın “HASEN” olduğunu söyledik. Sadece kendinin Muhaddis olduğunu iddia eden Elbani, zayıf olduğunu iddia etmiştir. Zaten onun da Muhaddislerle uzaktan yakından alakası yoktur. Aynı zamanda Elbani’nin hafızlıkla da hiç bir alakası yoktur. Bir hadisin sahih olduğunu veya olmadığını ancak Hafızlar söyleyebilirler.

Diyor ki: ”Muterizin “Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, İbni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki, Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki, yeryüzünde dolaşırlar. Ağaçtan düşen yaprakları yazarlar. Şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir.” şeklindeki sözüne gelince öncelikle bu hadisin zayıf bir hadis olduğu bilinmelidir.

Cevap: Bu hadisi Hafız Bezzar ”Keşfil Estar” adlı kitabında rivayet etti ve Hafız İbni Hacer El-Heysemi “Mecem’ul Zeveid” adlı kitabında şöyle diyor: ”Bu hadisi İmam Tabarani rivayet etti ve senetteki kişileri “SAHİH” hadisin kişilerindendir.” Hafız İbni Hacer Askalani “El-Emeli” adlı kitabında HASEN olduğunu söylemiştir.

İmam Ebu Hanife’nin tevessül hakkında “hoş görmüyorum” dediği meseleye gelince bu söz Ebu Hanife’ye ait olduğu konusunda bir şey demiyoruz ama Ebu Hanife’den aktarılan bu mesele “Resullerin Hakkı için” diye geçmektedir. Bu konuda şunu diyebiliriz:

1- Ebu Hanife tevessül ile alâkalı hadisleri işitmemiş olabilir. Bunu neden çok acayip görüyorsun ki? Acayip görmenin nedenini anlamdık. İşitmemiş olmaz mı?
2- Ebu Hanife bu sözden “ Resullerin Hakkı İçin” hoşlanmamıştır. Çünkü bazı cahiller bundan “Allâh’a vacip olur” zannına kapılabilirler.
3- Ebu Hanife’nin hiçbir kitabında (Hayattayken, hazır olmadığı ve vefatından sonra) Peygamber efendimizle tevessül etmenin yasak olduğunu söylemiş değildir.

İmam Sübki “Şifaus Sakam” adlı kitabında ” Peygamber efendimiz yaratılmadan önce, yaratıldıktan sonra, hayattayken, vefatından sonra, Berzah âlemindeyken ve kıyamette, hesap sahasında ve cennette bile onunla tevessül etmek caizdir” demiştir.
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
4.Bölüm

4.Bölüm
Sayfa 139’da şöyle diyor: “Birtakım mekânlarla, bazı kimselerin eserini taşıyan şeylerle, taşlarla, ağaçlarla, diri ya da ölü olsun şahıslarla teberrük (bereket ummak) caiz değildir.”

İmam Buhari ve İmam Müslim’in Enes’ten rivayet ettiklerine göre Peygamber efendimiz Veda Haccı’nda saçını kestirdikten sonra saçlarını Ebu Talha’ya verip “insanlara dağıt” demiştir.

İmam Ahmed’in, “Müsned” inde rivayet ettiğine göre Peygamber efendimiz tırnaklarını kesip kendisi bizzat insanlara dağıtmıştır.

Peygamber efendimiz, saçını ve tırnaklarını niçin dağıtmıştır ki, acaba! Bildiğimiz kadarıyla saç ve tırnak yenilmez. Muhakkak ki, bereketlensinler diye dağıtmıştır.

İmam Beyhaki’nin sahih bir isnatla Malik Ed-Dar’dan rivayet ettiğine göre ikinci Halife Ömer Bin Hattab zamanında kıtlık ve açlık oldu. Sahabelerden biri ( Bilal B. Haris el-Muzeni) Peygamber efendimizinkabrine teberrük amacıyla giderek şöyle demiştir. “Ey Allâh’ın Resulü! Allâh’a dua et ki, ümmetine yağmur yağdırsın. Çünkü helak olmuş durumdalar.” Sonra bu adam Peygamberimizi rüyasında görmüş ve Peygamberimiz ona şöyle demiştir: “Ömer’e selam söyle ve Allâh’ın onlara yağmur yağdıracağını haber ver.” Adam Ömer’e gider ve olanları anlatır. Olayda anlatılan sahabe Peygamberimizin kabrine selam için değil teberrük maksadıyla gitmiştir. Efendimiz Ömer ve bu olayı duyan hiçbir sahabe buna itiraz etmemiş ve sahabenin bu yaptığına “ŞİRKTİR” dememiştir. Bu hadis hem tevessülün hem teberrükün ve hem de büyüklerin kabrini ziyaret etmenin caiz olduğuna dair bir delildir.

İmam Beyhaki “Deleil en-Nübüvve” ve İmam Hâkim “El-Müstedrak” adlı kitaplarında rivayet ettiklerine göre, Yermük savaşında Sahabe Halit B. Velid takkesini kaybetmiştir. “Arayınız” dedi. Oradakiler hep birlikte aradılar ama bulamadılar. Tekrar “Arayınız” dedi. En sonunda buldular. Sonra Hz. Halit şöyle dedi: “Peygamber efendimiz umrede saçını kestirdi. İnsanlar Peygamberimizin saçından alabilmek için yarıştılar. Onlardan önce Peygamberimizin ön saçlarından birkaç tane aldım ve bu takkemde sakladım. Bunlara katıldığım her savaşı kazındım.” Hafız İbni Hacer El-Heysemi bu hadis hakkında şöyle demiştir: “Bu hadisi İmam Tabarani ve İmam Ebu Ya’le rivayet etmişlerdir.”

İmam Müslim’in “Sahih” inde rivayet ettiğine göre Ebu Bekir’in kızı Esma, bir cübbe göstererek şöyle dedi: “Bu, Peygamber efendimizin cübbesidir. Aişe’nin yanındaydı. Aişe vefat ettiğinde ben aldım. Peygamber efendimiz giyerdi. Biz de bu cübbeyi yıkayıp suyunu hastalara içirirdik.”
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
5. Bölüm

5. Bölüm
Sayfa 140’da şöyle diyor: “Ayrıca onlar Peygamberin namaz kıldığı yahut oturduğu yerleri teberrük etmek gayesiyle de ziyaret gitmemişlerdir.

Cevap: İmam Buhari’nin “Sahih” inde Musa B.Ukbe’den rivayet ettiğine göre sahabe olan Salim B. Abdullâh’ın bazı yerlerini takip edip o yerlerde namaz kılardı ve babasının da o yerlerde namaz kıldığını gördüm diyor. Bu yerlerin Peygamber efendimizin namaz kıldığı yerler olduğunu söylerdi. Ve Nafi’ denen sahabe, İbni Ömer’in o yerlerde namaz kıldığını söyledi.”

İmam Buhari “Sahih adlı kitabının namaz bölümünde bu konuya geniş bir yer ayırmıştır. İsteyen oraya baksın. Hafız İbni Hacer El Askalani “Fethil Bâri Ala Sahih Buhari” adlı kitabında bunun kakında şöyle dedi: ”Muhakkak ki, İbni Ömer bereketlenmek için yapıştır.”


Hatta Şeyhul İslam diye adlandırdıkları İbni Teymiyye “İktidaus Sirat el-Mustekim” adlı kitabında şöyle diyor: “Ahmed ve başkası da bereketlenmek için Peygamber efendimizin minberine ve Rummene’ye (yani peygamber efendimiz oturduğu ve elinin yeridir) el sürmenin caiz olduğunu söylemiştir.”

İşte kendileri haram olduğunu iddia ettikleri teberrük meselesinde, onların şeyhi bile caiz olduğunu söylemiştir.


İstiva Meselesi

İlk önce herkes bilsin ki, “istivayı” inkar eden kafir olur. Çünkü bu husus Kur’an’da sabittir. Aynı şekilde “istivayı” oturmakla veya yerleşmekle yorumlayan de kafir olur. Çünkü Kur’an’da, “Allâh hiçbir şeye benzemez” diye sabittir. “Oturmak ve yerleşmek” yaratıkların sıfatlardan olduğuna iki akıllı bunda hilaf etmez.

Dedi ki: ”Muterizlerin “İbni Teymiyye ve bağlıları VEHHABİLER İstiva’yı Allah, Arş’ın üzerinde oturdu diye yorum getirerek Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir” şeklindeki iddiaları ise tamamen batıldır. Zira Selef’e mensup hiç kimse Allah’ın Arş’a oturduğunu veya kurulduğunu veyahut yerleştiğini söylememiştir. Bu aslı astarı olmayan iftiradan başka bir şey değildir. İbn Teymiyye’ye ait bazı eserleri Türkçe’ye tercüme eden birtakım kimseler ya kasıtlı olarak ya da farkında olmadan içinde istiva kelimesi geçen ifadeleri bu şekilde tercüme ederek maalesef İbn Teymiyye başta olmak üzere pek çok alime iftira edenlere çanak tutmuşlardır.”

Cevap: Bu yazar diyor ki: ”Zira Selef’e mensup hiç kimse Allah’ın Arş’a oturduğunu veya kurulduğunu veyahut yerleştiğini söylememiştir.” “İbni Teymiyye ve yoldaşları VEHHABİLER “İstiva” ’yı Allah, Arş’ın üzerinde oturdu diye yorumlayarak Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir” şeklindeki iddiaları ise tamamen batıldır.”

İlk önce Vahhabilerin kitaplarına iyice baksın bu tur açıklamalarla dop dolu olduğunu görecektir

Ve “İbn Teymiyye’ye ait bazı eserleri Türkçe'ye tercüme eden birtakım kimseler ya kasıtlı olarak ya da farkında olmadan içinde istiva kelimesi geçen ifadeleri bu şekilde tercüme ederek maalesef İbni Teymiyye başta olmak üzere pek çok alime iftira edenlere çanak tutmuşlardır.” Sözüne gelince

Bu konuda, kesinlikle iftira yoktur ve tercümede de yanlışlık yoktur. Çünkü İbni Teymiyye “ Feteva İbni Teymiyye” adlı kitabında iftira atarak şöyle demiştir: “Alimler ve evliyalar anlattılar ki, Allâh-u Teâlâ, Peygamber efendimizi yanına Arş’a oturtturacaktır.”

İmam Müfessir Ebu Hayyen El-Endelusi “En-Nehrul Med” adlı tefsirinde şöyle diyor: ”Bizim zamanımızda yaşayan Ahmet İbn Teymiyye kendi eliyle yazmış olduğu El-Arş adlı kitabında ‘Allâh-u Teâlâ Kürsü’ye oturmuş ve oturması için Muhammed’e yer ayırmıştır.’ yazıldığını gördüm.”

Bakınız bu İbni Teymiyye’ye, Allâh hakkında bir keresinde Arş’a bir keresinde Kürsü’ye oturuyor demiştir. Arapça metnini istiyorsa göndermeye hazırım. Yani bu ne iftiradır ne de tercümede yanlışlık yapılmıştır.

İmam Ebu Hanife’nin sözlerine gelince; önce bu sözden başlayalım: ”Her kim; ‘Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? Bilmiyorum derse kafir olmuştur.” Ve “O, Arş’ın üzerindedir. Fakat Arş, gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o, Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir.”

Senin göstermiş olduğun kaynaktan cevap vereceğim. Molla Ali Al-Kari “Şerh el-Fıkhul Ekbar” adlı kitabında bu sözler hakkında diyor ki: “ İmam İbni Abdusselam” Hellur Rumuz” adlı kitabında şöyle dedi: “Her kim; Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum derse kafir olmuştur. Çünkü bu söz Allâh’ın bir mekânı var olduğunu söylemektedir. Her kim; Allâh’ın mekânı var olduğunu iddia ederse müşebbih olur, yani Allâh’ı yaratıklara benzetmiş olur.”

O zaman Ebu Hanife’nin niçin; “Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? Bilmiyorum derse kafir olmuştur” dediğini anlaşılmıştır.

Aynı şekilde ikinci sözün de bu şekilde açıklanılır. Bir kimse Arş’ın nerede olduğunu bilmiyorsa veyahut Arş, gökte midir veya yerde midir bilmiyorsa kafir mi olur? Kesinlikle bilmemekle küfre düşmez. Ne kaldı, “Arşın üzerindedir demek” buna küfürdür demiş olur.

Ayrıca “Çünkü o, Allah’ın gökte olduğunu inkâr etmiştir.” Bu bölüm Ebu Hanife’ye ait değildir. Siz eklediniz.
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
6. Bölüm

6. Bölüm
Dedi ki: “Oysa bu alimlerden hiçbiri istivanın anlamı hususunda Arap dilinde istivânın bilinen dört anlamı (‘alâ, irtefe‘a, sa‘ade ve istekarra) dışında bir şey söylememiştir. Sonra muterizlerin iddia ettikleri gibi Arap dilinde istivânın bilinen bu dört anlamı dışında, arşı istilâ etti yada arşı hükmü, tasarrufu altına aldı şeklinde te’vîl edilebileceğini gösteren sahih bir nakil yoktur. Sonuç olarak denebilir ki, Ehl-i Sünnet alimleri, Allah’ın Arş’ına istivâ ettiği, Arş’ının üstünde olduğu inancında icmâ etmiştir. Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden hiçbiri Allah’ın Arş’ına istivâ etmesinin ve Arş’ının üstünde olmasının, Arş’ı istilâ etmesi veya arşı arşı hükmü, tasarrufu altına alması anlamına geldiğini söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass ne de zâhir olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir.”

Cevap: Bu kitabı yazan Ummukura’da olmasına rağmen halen Arapça konusunda çok cahildir veyahut liderleri ona doğruyu öğretmemiştir.
“İstiva” nın bir çok manası olduğunu öğretmediler mi? O zaman bilsin ki, bu kelimenin göstermiş olduğu dört manadan başka manaları da vardır.
1-. Düz olmak:(El-Fetih /29). Ebu Hayyen-tefsiri ve Beyzavi- tefsiri
2- Olgunlaşmak:(el-Kasas /14) Muhtarus Sihah,
3-Pişmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.”
4- Kastetmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir ve Lisanul Arap.”
5- Eeşit olmak: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
6- Yükselmek:İbni Manzur “Lisanul Arap.”
7- İstilâ:
a-Ehli seleften olan İbnil Mübarek “ Garibul Kur’an”,
b-İmam ez-Zaccac” Meanil Kur’an”,
c-Hanefi olan İmam Maturidi “Te’vilat Ehli Sünne”
e-Müfessir Maverdi “En-Nuket vel Uyun”
f-imam Suyuti ”El-Kenzul Medfun”

Burada “İsteva”yı, “İstila etti” manasında olabilir. Beş zâtın isim ve kitaplarını yazdık. Kontrol etmeni tavsiye ediyorum. Hocalarına sorar adı geçen zatların kim olduğunu öğrenebilirsin. Daha fazla istiyorsan şu anda bende bir çok zatın kitabı var ve hepsi “İstiva”, “istila” veya “hükmetme” anlamlarıyla açıklamışlardır.

Dedi ki: “Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden hiçbiri Allah’ın Arş’ına istivâ etmesinin ve Arş’ının üstünde olmasının, Arş’ı istilâ etmesi veya Arş’ı hükmü, tasarrufu altına alması anlamına geldiğini söylememiştir.

Cevap:İmam Beyzavi’nin tefsirinde bu ayet hakkında ”isteva, yani İstila etti” demiştir.
1- Ehli seleften olan İbnil Mübarek “ Garibul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
2- Hanefi İmam Cassas “Ehkamul Kur’an adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
3- Şafii İmam el-Cuveyni “el-İrşad” adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani hükmetti” dedi.
4- İmam Ragib el-Asbahani “1el-Mufradet” adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
5- Hanefi İmam Nesefi “Tebsiratul Edilleh” adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
6- İmam Razi tefsirinde adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
7- Hanbeli İmam Seyfuddin el-Emidi “Ebkerul Efkar” adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
8- İmam Suyuti’nin hocalarından imam Muhammed el-Kafici “Et-Teysir” adlı kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
10-İmam Kastalani “İrşadus Seri Şerh Sahih Buhari” adlı
kitabında” bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.

Umarım ki, akli selim sahibi olan her kimse yukarıda geçen zatların görüşlerini okursa inanır. Yine bu kadar delili yeterli görmüyorsanız daha fazlasını yazabiliriz. Hani “Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden hiçbiri ‘Allah’ın, Arş’ına istivâ etmesinin ve Arş’ının üstünde olmasının’, ‘Arş’ı istilâ etmesi veya arşı hükmü, tasarrufu altına alması’ anlamına geldiğini söylememiştir.” İşte bunlar Ehli Sünnet’ten değiller mi? Bir daha bilmediğin bir şey olursa kafana göre fikir beyan edip uyduramazsın.

İmam Malik’in meselesine gelince İmam Beyhaki’nin (Tabi ki İmam Beyhaki’yi kabul edersen) bu olaya iki rivayeti vardır. Birinci rivayet Abdullâh b. Vahb’ten geldi ve içinde “keyfiyetten münezzehtir.” İkinci rivayet Yahya b. Yahya’den geldi ve içinde “keyfiyet O’nun hakkında imkansızdır.” “Keyfiyeti meçhuldür” diye geçmiyor. Neden içinde “meçhul” kelimesinin geçtiği ve sahih olmayan bir rivayete ısrar ediyorsun k? Allâh’a keyfiyet isnat etmekte ısrar etmek için mi?

Not: Ebu Hanife’nin adına nakletmiş olduğu bu iki söz
1-“Biz Allah’ın ihtiyaç olmaksızın Arş üzerine istivâ ve istikrar ettiğini ikrar ederiz. O ihtiyaç olmaksızın Arş’ı da başkalarını da muhafaza eder.” El-Vasıyye,
2-“Her kim Allah Azze ve Celle’nin (zâtıyla) gökte olduğunu inkar ederse muhakkak kâfir olmuştur.” el-Uluvv (Muhtasar s. 137, No: 119).
Cevap: Birinci sözde geçen İSTIKRAR kelimesi kesinlikle iftiradır ve batıldır. İkinci sözde geçen (ZATIYLA) kelimesi kesinlikle iftiradır ve batıldır.
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
7. Bölüm

7. Bölüm
Diyor ki: ”Zira ilgili kitabın 40 nolu dipnotunda bu rivayetin uzunca bir tahricine yer verilmiştir.”

40 nolu dipnotta şöyle geçiyor: “Ahmed (3/387), yani konuyla uzaktan yakından alakası yoktur.”


Yüz meselesine gelince diyor ki:”Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın kendisine yaraşır, celâl ve ikrâm ile niteli GERÇEK bir yüzü vardır.

Cevap: Burada GERÇEK kelimesinin hangi ayette, hangi hadiste veya hangi alimin kitabında bulunduğunu söylemedi. Neden çünkü onlardan başka bunu kullanan kimseler veya gruplar yoktur. Ehli Selef olsun, Ehli Halef olsun hiç biri bu kelimeyi kullanmış değildir. Ayetlerde veya hadislerde Allâh hakkında geçen “VECH” kelimesi hakkında gelen bazı rivayetler şöyledir:

İmam Buhari, Sahih’inde bu ayette (er-Rahman /27) geçen “Vech” kelimesini “mülküdür” diye açıklamıştır ve ” Allâh için yapılan amel de denilebilir” demiştir.

İmam Beyhaki’nin, Mücahit’ten rivayet ettiğine göre bu ayette (el-Bakarah / 115) geçen “Vech” kelimesi hakkında “Allâh’ın kıblesi demektir” demiştir.

Gördüğünüz gibi müfessir ve alimler bu kelime hakkında te’vil yaparak Allâh’a yakışan bir mana ile tefsir etmişlerdir. Hiç biri “Müslüman” denen bu cahil kişi gibi gerçek anlamdaki “yüz” anlamında olduğunu söylemiş değildir. Burada hem gerçek hem de organ mahiyetinde değil. Peki o zaman bu ‘GERÇEĞİN’ anlamı nedir?

“Yed" meselesine gelince diyor ki:”Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâat’in görüşüne göre Allah-u Teâlâ’nın bahşetme ve nimetle açılmış iki eli vardır. Allah’ın iki eli, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır GERÇEK iki eldir. “

Cevap: Yine “vech” meselesi gibi alimler gerçek anlamdaki “el”, yani organ mahiyetinde olduğunu söylemediler. Allâh’a yakışan bir mana ile yorumladılar. Göstermiş olduğu ayetlerin mealini vererek gerçek iki el olduğunu iddia ediyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, hem gerçek hem de organ mahiyetinde değil. Peki o zaman bu ‘GERÇEĞİN’ anlamı nedir?

Burada “GERÇEK” kelimesinin hangi ayette, hangi hadiste veya hangi âlimin kitabında bulunduğunu söylememiştir. Neden? Çünkü onlardan başka bunu kullanan yoktur. Ehli Selef olsun, Ehli Halef olsun hiç biri bu kelimeyi onların kullandığı anlamda kullanmış değildir. Ayetlerde veya hadislerde Allâh hakkında geçen “YED” kelimesi hakkında gelen bazı rivayetler şöyledir:

1- (El- Maideh/ 64): Çok nimet bağışlar anlamındadır. İmam Beyzavi tefsirinde ve İbni Kesir.
2- (El-Fetih/48): Allâh onları görüp yaptıklarından haberdardır.İbni Kesir.


Mülk/16) (Gökte olanın, sizi batırıvermeyeceğinden eminimsiniz?) ayetine gelince,

Cevap: Burada ayeti zahirine göre aldı ki, Allâh’ın göklerde olduğunu söylemesi açıktır. Hâlbuki müfessirlerin bir kısmı “Gökte olanın”, yani “meleklerin” olduğunu, bazılarının da “Uluvv” dan maksat “Şanı yüksek veya Şanı en yüksek olan yer”, yani göklerde olduğunu söylemişlerdir.” Hiçbir Ehl-i Sünnet Vel Cemaat âlimi, Allâh’ın bizzat göklerde olduğunu söylemiş değildir. İmam Kurtubi ve İmam Razi, Tefsirlerinde ve Hafız Irâkî “El-Emeli” adlı kitabında ve başkaları “GÖKTE OLAN” dan maksat “Melekler” olduğunu söylemiştir.
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
Fatır / 10 (O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir) ayetine gelince;

Fatır / 10 (O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir) ayetine gelince;

Cevap: Yine ayeti zahirine göre aldı ki, Allâh’ın yukarıda olduğunu ispatlaması için ama bak müfessirler bu konuda ne diyorlar:
1-“Zad el-Mesir” de bu ayette geçen “yükselir”, yani kabul eder, dedi.
2- “Celaleyn” de bu ayette geçen “yükselir”, yani kabul eder, dedi.
3-İmam Beyazavi, tefsirinde de bu ayette geçen “yükselir”, yani kabul eder, dedi veya meleklerin yazmış oldukları bu sevabı Allâh’ın emriyle göklere yükseltirler.
4-“Salibi” de İbni Abbas’tan bu ayet hakkında şöyle naklediyor: ”Bu sevabını yükseltir, yani değerini yükseltir” demiştir.

“El-Enâm/18” (O, kulların üstünde kahir olandır) ve “EL-Nahl/50” (Onlar, üstlerinde olan Rablerinden korkarlar) ayetine gelince;

Cevap: Yine ayeti zahirine göre aldı ki, Allâh’ın yukarıda olduğunu ispatlamak için. Ama bak müfessirler bu konu hakkında da ne diyorlar:
1- Kudretiyle onlardan üstündür. Et-Tabri,Nesefi
2- Onları kahretmekle üstündür. Zadul Mesir.

“El-A’raf” süresinin 127. ayetine ne diyor. Bu ayette Firavun şöyle demiş : “Biz, onların üstünde kahiriz” ayeti diğer ayetler gibi zahirine göre alınırsa Firavun’da yukarıda mıdır?



Nüzul Meselesin G elince

İlk önce İbni Teymiye’nin bu konuda ne dediğine bir bakalım.”Muvafakat Sarihil Makul” adlı kitabında onun gibi “Mücessim” olan Daremi’nin sözünü onaylayarak diyor ki: ”Hay ve Kayyum dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse aşağı iner ve yukarı çıkar, dilerse tutar ve bırakır, dilerse kalkar ve oturur. Çünkü Hay ile ölünün arasında fark hareket etmektir.”

Dikkat et Allâh hakkında ne dedi? “Hareket eder, aşağı iner ve yukarı çıkar, tutar ve bırakır, dilerse kalkar ve oturur” demiştir. Allah-u Teâlâ “En-Nahl” suresinin 74. ( Allâh’a birtakım benzerler icat etmeyin) ayetine aykırı değil mi? Tabi aykırıdır. Bu sıfatlar hem insanların hem de cinlerin hem de hayvanların sıfatlarıdır.

İmam Buhari’nin ve İmam Müslim’in rivayet ettikleri hadisi inkâr etmiyoruz. Ancak dediği “GERÇEK” bir inmedir, diye nerede geçiyor.

Dedi ki:”Muterizin “Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûl’dan, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki; bir başka hadisi şerifte: “Yunzilu Rabbunâ ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.” şeklindeki iddiası ise hadis ilmi açısından sahih olmayıp 28 küsür sahabenin rivayetlerine de açık bir şekilde aykırıdır. Yine muterizin Hadis Hafızı el-Irâkî’nin “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).” şeklindeki sözüyle istidlali ancak tefsir mahiyetindeki hadisin hadis ilmi açısından sahih olması durumunda böyledir. Oysa “Yunzilu Rabbunâ ...” “Rabbimiz indirir..” şeklindeki rivayet hem metnen hem de seneden sahih değildir. Bunu hadis ilmiyle uğraşanların iyi bilirler.

Cevap: İlk önce İmam Kurtubi tefsirinde nüzul hadisini zikrettikten sonra şöyle diyor: “Bu konuda gelen en güzel rivayet İmam Nese’i’nin Ebu Hureyra’dan rivayet ettiği hadiste şöyle geçiyor: ’Gece yarısı olduğunda Allâh bir meleğe ‘Bana dua eden yok mu duasını kabul edeyim’ diye nida etmesini emreder.” Bunun Hafız Ebu Muhammed Abdulhak “Sahih” olduğunu söylemiştir. Birincisi Hazfi Mudaf hükmündedir, yani “Rabbimizin bir meleği iner ve Rabbimiz indirir” diye de rivayet edilmiştir.

Aynı şekilde Hafız İbni Hacer El-Askalani “Fethil Bâri Âle Sahih Buhari” adlı kitabında diyor ki: ”İmam İbni Forak, bazı hocaların ‘Yunzilu Rabbunâ ...’ ‘Rabbimiz indirir..’ diye tesbit ettiler. Bu görüşü destekleyen İmam Nese’i’nin Ebu Hureyre’dan rivayet ettiği hadiste şöyle geçiyor:” Gece yarısı olduğunda Allâh bir meleğe ‘Bana dua eden yok mu duasını kabul deyim’ nida etmesini....emreder.’

İmam Ahmed’in “Sünen”inde Osman B. Ebil ‘As’ın rivayet ettiği hadis şöyledir: ”Her gecede biri şöyle nida eder: ”Dua eden yok mu duası kabul olunsun, istiğfar eden yok mu bağışlansın......” Bu hadisi İmam Tabarani de “El-Mu’cem El-Kebir” adlı kitabında rivayet etmiştir. Hafız İbni Hacer El-Heysemi “Mecmeuz Zevaid” adlı kitabında bu hadisten sonra şöyle demiştir: “Bu hadisi İmam Tabarani rivayet etti ve senetçileri SAHİH hadislerin senetçilerindendir”
 
Katılım
26 Nis 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
AÇIKLAMA ve YANIT

Her dönemde yaptığı kültür hizmetleriyle okurlarının takdir ve teşekkürlerini hak eden Vakit gazetesi, son olarak okurlarına bir promosyonla armağan ettiği PRATİK AKÂİD DERSLERİ kitabı ile yine tüm okurları nezdinde sonsuz takdir ve teşekkürü hak etmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle kendilerini kutluyor ayrıca takdir ve şükranlarımızı sunuyoruz.

Ümmülkura Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan ve Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara bağlı kalmak suretiyle özlü bir şekilde anlatan kitap, okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır. Öte yandan üzüntüyle belirtmek gerekir ki kitap, ilmihal kitaplarından elde edilebilecek düzeyde basit bilgilere dahi sahip olmayan kimseler tarafından kaleme alındığı belli olan bir yazıyla internet ortamında, belki samimi ancak câhilâne ve ciddiye alınmayacak derecede seviyesiz, ilmî üslûp bir tarafa, edep sınırlarını aşan bir biçimde tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır. Cehaletin son derece yaygın bir hal aldığı günümüzde, bu tür bir tavrın Müslümanlar tarafından sergileniyor olması elbette üzücüdür.

Söz konusu yazıda, kitabın içerik olarak değindiği bazı meselelere atfen kitaptan bir takım alıntılarla birlikte sözüm ona reddiye denilen ve aynı saldırganlıkla kaleme alınan bazı çarpıtmalara yer verilmiştir. Reddiyecilerin! itikatla ilgili asgari ilmihal bilgilerinden dahi yoksun ve bilinçsiz olmalarından kastımız, söz konusu yazıda fütursuzca kafir, dinsiz, Hıristiyan ve Yahudilerden daha zararlı diye teşhir etmiş oldukları itikadın gerçekte en başta Ehl-i Sünnet’in dört mezhep imamının sahip olduğu itikat olduğu bilgisinden yoksun olup, sözlerinin nereye vardığının bilincinde olmamalarıdır.

Reddiyeciler! ilmî edebi hiçe sayarak, kitapta olmayan şeyleri varmışçasına söz konusu etmişlerdir. Örneğin ilerleyen satırlarda görüleceği üzere, yazdıkları reddiyede “Tevessül ve teberrük’ün caiz olmasının delilleri” başlığı altında kitabın şer’î tevessül ve teberrükü inkar ettiğini ima ederek sözde birtakım delillere yer vermişlerdir. Halbuki kitap hiçbir surette ne tevessülü ne teberrrükü ne şefaati ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte, aksine kitap meşru tevessül ve teberrükün ne olduğunu, şefaatin doğru bir biçimde Allah’tan isteneceğini, meşru ve sünnete uygun kabir ziyaretinin nasıl yapılacağını, oralarda çaput bağlayıp kurban kesmek gibi bugün toplumda sağduyulu birçok kimsenin hoş görmediği davranışları gerçekte İslâm’ın da yasaklamış olduğunu gözler önüne sermektedir. İlerleyen bölümlerde görüleceği gibi kaleme aldıkları yazıda, tevhid dini mensubu olduklarını iddia eden bu kimselerin, yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde O’ndan başkasından yardım istemenin şirk olacağına dahi karşı çıkmaları, içine düşmüş oldukları halin ne kadar vahim olduğunu göstermeye yeter.

Ayrıca batıl akîdeleri uğruna Kur’ân ayetlerini bozuk tevillerle tahrif eden, işlerine gelmeyen sahih hadisleri kabul etmeyen, uydurma hadis kitaplarının baş köşelerinde yer alan rivayetlere dört elle sarılan, yüce alimlere iftira atmaktan geri durmayan bir anlayışın reddiye adı altında yazdıkları cehalet vesikası mahiyetindeki karalamalarının başına koymayı uygun gördükleri Kitapta Geçen Kur’an ve Sünnet’e, İcmâ’a Aykırı Örnekler başlığı gayet ilginçtir!! Taşıdıkları akîde bütünü ile Kur’ân ve Sünnet dışı, munharif bir akîde olan bir anlayışın Kur’an ve Sünnet’e aykırılılıktan söz etmesine sevinmeli miyiz, üzülmeli miyiz doğrusu şaşırmaktayız. Kitapta Kur’an’a, Sünnet’e, icma’a aykırı bir şey bulunmak şöyle dursun, kitabın içinde ayet ve hadise dayanmayan, nassa dayalı olmayan hiçbir satır yoktur.

Sağduyu sahibi çoğu kimselerin bu tür şeylere kulak asmayacaklarının bilincindeyiz. İşin doğrusu bu tür kimseler tarafından yapılan ve sözüm ona ister reddiye diye, ister başka türlü isimlendirdikleri hiçbir seviyesizliğe cevap vermek belki ilim adına da yakışık almayacaktır. Ancak bu saldırı bilinçsiz bir surette Ehl-i Sünnet’in iman ettiği esaslara yönelik olunca, bu tür çarpıtmalardan aklı karışabilecek ve olumsuz yönde etkilenebilecek kimselerin bulunabileceği ihtimali olması bakımından bir açıklamayla bunlara yanıt vermek zorunluluğu doğmuştur.

REDDİYECİLERİN! İDDİALARINA YANIT
1- Reddiyeciler kitabın 35. sayfasında yer alan “Onlar, ya bu kainatın dışında bulunan ve kendilerini yaratan yüce bir yaratıcının yaratması ile yaratılmışlardır. Ki beklenen bunu kabul etmeleridir.” ifadeleri hakkında, bu söz Allah arşın üzerinde oturdu diyen! İbn Teymiyye’nin ve onun bağlıları olan! Vehhabilerin! Allah’a mekan isnad etmelerinin! teyididir! demişlerdir.

Karşı çıktıkları bu cümle kitapta Allah’ın Varlığını İnkar Eden Dinsizlere Cevap başlığı altında yer almaktadır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere sözün sadedi bellidir. Ne var ki taassub ve önyargılı olmak her surette bir zaaftır. Bu zaafın reddiyecileri okuduğunu dahi anlamamaya sevk ettiği aşikardır. Şöyle ki; ilgili bölüm kitaptan okunduğunda, konunun Allah’ın Arş’ına istivâsı ile uzaktan yakından ilgili olmadığı herkes tarafından kolayca anlaşılacakken, reddiyeciler! tarafından aynı zaafla (sû-i niyet dememek için) çarpıtılmıştır. Anılan bölüm tamamen Allah’ın varlığını (zatını) inkar eden dinsizlere cevap mahiyetinde kaleme alınmıştır. “Kainatın dışında bulunan” cümlesi, Allah’ın varlığını inkar eden dinsizlere cevap sadedinde kullanılmıştır. Bununla Allah’ın Arş’ına istivâsına delil getirilmediği gibi, bu hususa uzaktan işaret bile edilmemiştir.

Reddiyede yer alan “bu söz Allah arşın üzerinde oturdu diyen! İbn Teymiyye’nin ve onun bağlıları olan! Vehhabilerin! Allah’a mekan isnad etmelerinin! teyididir!”sözlerine gelince bu ifade bizlere, Zekeriyâ’nın minareden düşen keçisi hikayesini anlatmak isteyen adam meselini hatırlattı. Bunu duyan, o, Zekeriyâ değil İsmâil, keçi değil koyun, minareden düşmedi gökten indi demiştir. Onların bu ifadeleri de meselde olduğu gibi baştan sona düzeltmeye muhtaçtır. Bu söz; Allah arş’ın üzerinde oturdu değil Kur’ân’da yer aldığı şekli ile Allah arş’a istivâ etti, İbn Teymiyye’nin sözü değil başta Ebû Hanîfe olmak üzere söz birliği etmişçesine bütün alimlerin sözü ve Vehhabiler değil Ehl-i Sünnet olmalıdır. İbn Teymiyye’ye yakıştırılmaya çalışılan bu büyük iftira ve ümmet içinde her millet ve görüşten onu sevenlere çirkin bir şekilde yöneltilen Vehhabiler lakap (yakıştırma) ve karalaması cahillik ve cüretkârlığın bileşiminden başka bir şey değildir. Ne İbn Teymiyye ne onun talebeleri olan büyük alimler, İbn Kesîr, ez-Zehebî, İbn Kayyım ve diğerleri ve ne de bugüne kadar bu alimlerin eserlerini okuyup istifade eden Ümmet-i Muhammed’in hiçbir ferdi bu sefil sözleri hak etmiş değildir. Onlar adına bu sözleri sarf eden kendini bilmezleri kınıyor ve sözlerini şiddetle reddediyoruz. Kaldı ki, tarih boyunca ilme ve bilgiye kıymet veren, yalnız Kur’an ve Sünnet bağlısı Müslümanların tek başına hiçbir alimin bağlısı olmakla yetinmedikleri izahtan varestedir. İlme ve bilgiye muhtaç olmayla, alimlerin bazılarından istiğna birbiriyle bağdaşır şeyler değildir. Kendilerine gelince bu reddiye benzeri garabet, bunu yayınlayan anlayışın ilme ve bilgiye düşman olduklarının, bir kişiye tutunup bağlanarak kurtulacaklarını zanneden sömürülmüş zavallılardan başkası olmadıklarının en açık göstergesidir.

Ehl-i Sünnet’e mensup hiçbir alim Allah’ın arşa oturduğunu, kurulduğunu ya da yerleştiğini söylememiştir. Bu aslı astarı olmayan iftiradan başka bir şey değildir. Dört mezhep İmamı da dahil olmak üzere selef alimlerinden hiçbiri istivânın anlamı hususunda Arap dilinde istivânın bilinen anlamları ‘alâ/yukarıda oldu, irtefe‘a/yükseldi, sa‘ade/yükseğe çıktı dışında bir şey söylememiştir.(Bk. Sahîh-i Buhârî, 98-Kitâbu’t-Tevhîd/ 22. Bab) Sonra reddiyecilerin! iddia ettikleri gibi Arap dilinde istivânın bilinen bu anlamları dışında, arşı istilâ etti ya da arşı hükmü, tasarrufu altına aldı şeklinde te’vîl edilebileceğini gösteren hiçbir sahih nakil yoktur. Ehl-i Sünnet alimleri, Allah’ın Arş’ına istivâ ettiği, Arş’ının üstünde olduğu inancında icmâ etmiştir. Hiç kimsenin onlardan bunun dışında, ne bir nas ne de bir söz nakletmesi mümkün değildir. Bu alimler içinde İmam Ebu Hanife rahimehullah da yer almaktadır. Zira İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah’ın zatı ile uluvvu/yedi kat semânın üstünde oluşu ve Arş’ına istivâsı hakkında pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Ebû Hanîfe dedi ki: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” el-Fıkhu’l-Ebsat, (s. 45.) Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. O’ndan yukarıdan istenir, aşağıdan değil.” Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar s. 136, No: 118);İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (s. 288).

İbn Ebî’l-‘İzz de İmam’ın bu sözünü naklettikten sonra şunları söyler. “Ebû Hanîfe’nin yoluna (mezhebine) intisap edenlerden bunu inkar edenlere aldırılmaz. İnandıkları şeylerin çoğunda Ebû Hanîfe’ye muhâlif olan Mu’tezile ve başka gruplar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İnandıkları şeylerin bir kısmında Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e muhalefet edenler de, kendilerini bazen bu İmamlara nispet edebilmişlerdir. Ebû Yûsuf’un, Allah’ın arşın üzerinde olduğunu inkar eden Bişr el-Merîsî’den tevbe etmesini istemesine yönelik kıssası meşhurdur. Bunu Abdurrahmân b. Ebî Hâtim ve diğerleri rivâyet etmiştir.” Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, s. 288).

Ebû Hanîfe dedi ki: “Allah’a dua ederken, yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının Rubûbiyyet ve Ulûhiyyet vasfı ile ilgisi yoktur. Nitekim hadiste de şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir adam siyah câriyesini Hz. Peygamber’e getirerek şöyle dedi: ‘Bir mü’mine câriyeyi âzat etmek üzerime vâcib oldu. Bunu bana yeterli görür müsün?’ Hz. Peygamber de câriyeye: ‘Sen mü’mine misin?’ diye sordu. O da ‘evet’ deyince bu defa Hz. Peygamber: ‘Peki Allah nerede?’ diye sordu. O da göğe işâret etti. (Müslim rivayetinde ‘semadadır dedi’ şeklindedir. No: 33/537). Bunun üzerine Hz. Peygamber adama: ‘Onu âzat et, çünkü o, mü’minedir, buyurdu.” Ebû Hanîfe, el-Müsned, (No: 3); el-Fıkhu’l-Ebsat,( s. 47-48)

“Ebû Hanîfe kendisine ‘kulluk ettiğin ilahın nerededir?’ diye soran kadına: ‘Allah Subhânehu ve Teâlâ göktedir, yerde değil’ cevabını verdi. Bunun üzerine adamın biri: ‘Peki, Allah’ın: “O sizinle beraberdir” (Hadîd, 4) buyruğuna ne dersin?’ deyince Ebû Hanîfe ‘Bu, senin bir kimseye mektup yazıp ‘ben seninle beraberim’ demen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin’ yanıtını verdi.” Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât (sh: 429), (2/170); Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 135, No: 177)

Ebû Hanîfe dedi ki: “Biz Allah’ın ihtiyaç olmaksızın arş üzerine istivâ ve istikrar ettiğini ikrar ederiz. O ihtiyaç olmaksızın arşı da başkalarını da muhafaza eder.” el-Vasıyye, (s. 73.)

Ebû Hanîfe dedi ki: “Her kim Allah Azze ve Celle’nin (zâtıyla) gökte olduğunu inkar ederse muhakkak kâfir olmuştur.” el-Uluvv (Muhtasar s. 137, No: 119).

Diğer imamlardan ve başta İmam Buhârî olmak üzere hadis ve fıkıh ehli yüzlerce alimden yapılabilecek nakillerden sarfı nazarla İmam Ebû Hanîfe’den yaptığımız bu nakillerde hâşâ İmam reddiyecilerin deyimiyle Allah’a mekan isnad etmenin teyidini mi dile getirmiş olmaktadır!? Zira hiç kimse arş’a istivâ için Allah’ın bir mekana ihtiyaç duyduğunu, yahut bir mekanın onu kuşattığını söylemiş değildir. Bu anlamda Allah elbette bir mekana ihtiyaç duymak ve bir mekan içerisinde kuşatılmaktan münezzeh ve uzaktır. Ancak O, Kur’ân’da açıkça bildirildiği gibi arş’ına istivâ etmiş ve yüzlerce ayetin delaleti ile yukarıda, yükseklik yönünde zatıyla semâvâtın üstündedir. Kur’ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet bu gerçeği dile getiren, istivâ ve üstte olmanın, Arş’ı istilâ etmek ya da onu hükmü, tasarrufu altına almak şeklinde te’vîl edilmesinin batıl olduğunu gösteren delillerle doludur. Bu delillerden birkaçı şöyledir: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden … Allah’tır.” (A’râf, 7/54), “Rahmân Arş’a istivâ etti.” (Tâhâ, 20/5), “O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir.” (Hadîd, 57/4). Ay. bk. (Yûnus, 10/3), (Ra’d, 13/2), (Furkân, 25/59), (Secde, 32/4). “O, kullarının üstünde kâhir olandır.” (En’âm, 6/18), “Onlar, üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” (Nahl, 16/50). Ay. bk. (En’âm, 6/61, 65), (Fetih, 48/10), (Hâkka, 69/17). Ebû Hureyre radiyallâhu anh’in bildirdiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah mahlukatı yaratmayı hükmettiği zaman, arşının üstünde , kendi yanında bulunan bir kitapta tesbit edip: Şüphesiz benim rahmetim, gazabımın önüne geçmiştir, diye yazdı.”(Buhârî, No: 7453); Enes b. Mâlik radiyallâhu anh dedi ki: Zeynep bnt. Cahş radiyallâhu anhâ, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer hanımlarına karşı öğünerek şöyle derdi: “Sizleri Peygamber ile kendi aileleriniz evlendirdi. Halbuki beni onunla yedi kat göklerin üstünden Yüce Allah evlendirdi.” (Buhârî, No: 7420). Bu hususu ayrıca icmâ, akıl ve fıtrat (yaratılış kanunu) da hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır.

İmam Evzâ‘î’den şöyle rivayet edilmiştir. “Biz ve bütün tâbiîler, Allah-u Tâlâ’nın arş üzerinde olduğunu söyler ve sıfatlar hakkında Hz. Peygamber’den gelen haberlere inanırdık.” el-Esmâ ve’s-Sıfât (s. 408)

Görüldüğü üzere naslar açık bir şekilde bize Allah Teâlâ’nın zatıyla yedi kat semanın üzerinde olduğunu göstermektedir. Burada manidar olacağını düşündüğümüz için sözü, Şeyh Abdülkadir el-Geylâni’ye bırakıyoruz. O dedi ki: “Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır. İlmi, eşyayı (çepeçevre) kuşatandır: “O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir” (Fâtır, 10), “Allah, gökten yere (kadar) her işi (yaratma işini) düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’na çıkar” (Secde, 5). Allah’ı her yerde olmakla nitelemek câiz değildir. Aksine Allah; gökte, arşa istivâ etmiştir, denmesi gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)... İstivâ sıfatını herhangi bir te’vîle kaçmaksızın (olduğu gibi) kullanmak gerekir. Öyle ki bu istivâ, arşa yapılan zât istivâsıdır. Ne Mücessime ve Kerrâmiyye’nin dediği gibi (arşın üzerine) oturmak ve (onunla doğrudan) temas etmek, ne Eş’ariyye’nin dediği gibi kadrinin ve sıfatlarının yüceliği ve yüksekliği anlamındadır ne de Mu’tezile’nin dediği gibi (arşı) istilâ etmek ve (ona) galebe çalmak anlamındadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet nasları, istivâ sözüyle bunları kastetmemiştir. Aksine onlardan aktarılan istivâ sıfâtının doğrudan kendi anlamına hamledilmesidir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ’nın Allah’ın “Rahmân arşa istivâ etti” buyruğu hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘İstivânın niteliği akıl ile bilinemez. (Anlamı ise) bir bilinmez değildir. Ona inanmak gerekli (farz), onu inkar etmek ise küfürdür’... O’nun niteliği bilinmeksizin Arş’ın üzerinde olması Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.” Abdülkadir el-Geylânî, el-Günye (s. 56). Ayrıca bk. Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 284, No: 348).

2- Reddiyeciler! kitabın 44. sayfasında yer alan, İmam Mâlik’in kendisine ‘Rahman arşa istivâ etti’ ayeti hakkında istivânın nasıl olduğunu soran adama vermiş olduğu ‘İstivâ bilinmektedir. Keyfiyeti ise meçhuldür. Ona iman etmek farz, hakkında soru sormak ise bid’attir” şeklindeki cevabın kitapta yer aldığı şekilde olmadığını söylemişler daha sonra da kitaptakine benzer fakat aradaki farkı okuyucunun anlayamayacağı başka bir lafız getirmişlerdir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki reddiyecilerin bu sözü kitapta yer aldığı şekli ile kabul etmemelerinin sebebi, istivâ sıfatının manasını ispat etmenin teşbih (benzetmek) ve tecsim (cisimlendirmek) içerdiğine dair olan inançlarıdır. Bu yüzden İmam Mâlik’in sözünü kendi munharif görüşlerine yorabilecekleri bir şekilde tahrif etmeye çalışmışlardır. Burada, görüşlerine uymayan sahih rivayetler karşısında takındıkları tavra paralel olarak yine çarpıtma yoluna gittiklerini görüyoruz. Zira İmam Mâlik’in sahih olmaktan öte ulema nazarında Allah’ın isim ve sıfatları konusunda kâide olarak benimsenmiş olan bu meşhur sözünü kelime oyunu yapmak suretiyle söylediğinin tam tersine çevirmeye çalışmışlardır. Güneş balçıkla sıvanmaz misali, reddiyecilerin İmam Mâlik’in sözünü inkar etme ya da kendi bâtıl görüşlerine uygun olarak çarpıtma çabaları, bu sözün kitaptaki haliyle yüzlerce kaynakta yer aldığı gerçeğini değiştiremeyecek beyhûde bir çabadır. Üstelik kaynaklarda bu söz Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ ile İmam Mâlik’in hocası Rebî‘a b. Ebî Abdirrahman’dan da rivayet edilmiştir. Ayrıca Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük İmamımız Ebû Hanîfe de tercih etmiştir.” Mirkâtü’l-Mefâtih (8/251). Gerçekte bu tenkit kitaba çamur atmaktan başka bir gayeye matuf değildir.

3- Reddiyecilerin! kitabın 41, 44, 45 ve 46. sayfalarında geçen Allah-u Teâlâ’nın hayat, ilim, kudret, semî, basar, kelam, irâde, istivâ, iki el, uluvv, vech ve nüzul sıfatları hakkında bu sıfatları ispat/kabul etmeyi -hâşâ- Allah’a uzuv isnad etmek, O’nu mahlukatına benzetmek, Yahûdi ve Hıristiyanların inancına eşit olmak gibi ağza alınmayacak derecede ağır ifadelerle nitelemişlerdir.

Allah hakkında, “Allah şeyhlerin alnında tecelli eder”, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur”, “Ben Allah’ım”, “Mahlukatın varlığı, Allah’ın varlığının aynıdır.” gibi ve daha nakletmeye dahi cesaret edemediğimiz nice küfür ve şirk sözleri söyleyenleri yere göğe sığdıramayan malum anlayışın tutup da Allah Azze ve Celle’nin yüce sıfatlarını naslarda varid olduğu şekilde ispat edip kabul edenlere olmadık hakaretlerde bulunmaların hak ve hakikatle ne kadar bağdaştığını sağduyu sahiplerinin takdirine bırakıyoruz. Allah’ı tenzih etmekten konuşulacaksa bu anlayışın bırakın konuşmayı ağızlarını bile açmaya hakları yoktur.

Acaba reddiyeciler bu ölçüsüz ve ağır ithamların söz konusu sıfatları manaları ile ispat eden başta dört mezhep İmamı olmak üzere tüm Ehl-i Sünnet ulemasını kapsadığının farkında mıdırlar!? Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Allah-u Teâlâ’nın burada belirtilen ve belirtilmeyen bütün yüce sıfatları hakkındaki inancı iptalsiz tenzih, teşbihsiz ispattır. Yani Ehl-i Sünnet Allah-u Teâlâ’yı tenzih adına naslarda yer alan yüce sıfatlarını iptal etmemiş, yine bu yüce sıfatları ispat adına da mahlukatın sıfatlarına benzetmemiştir. Müşebbihe ve Mücessime gibi isbatta aşırıya gidip Allah’ı mahlukatına benzetenlerle, Muattıla gibi tenzihte aşırıya gidip Allah’ın isim ve sıfatlarını iptal eden sapkın fırkaların arasında hak yol üzeredir. Ehl-i Sünnet bu sıfatların Allah-u Teâlâ’nın zatına ve azametine yakışır yücelik ve kemal sıfatları olduğuna inanmıştır. Bu sıfatların, tevile yeltenmeden naslarda geldiği gibi kabul edileceği ve keyfiyetlerinin ise akıl ile bilinemeyeceği yine İmam Ebû Hanîfe dahil sayısız âlimin dile getirdikleri bir husustur.

Meşhur tefsîr âlimi ve Bağdât’taki Hanefîlerin imamı Âlûsî, İmam Ebû Hanîfe’nin ve diğer imamların te’vîl hakkındaki görüşlerini açıklarken şunları söylemektedir: “Senin de bildiğin gibi, büyük âlimlerin ve İslâm’ın ileri gelenlerinin çoğunun yolu teşbîh (benzetme) ve tecsîmi (cisimlendirmeyi) reddetmeyle birlikte mutlak olarak te’vîlden kaçınmaktır. İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Ahmed, İmam Şâfiî, Muhammed b. el-Hasen, Sa’d b. Muâz el-Mervezî, Abdullah b. el-Mübârek, Süfyân es-Sevrî’nin arkadaşı Ebu Muâz b. Süleyman, İshâk b. Râhûye, Muhammed b. İsmâil el-Buhârî, Tirmizî ve Ebû Dâvûd... bu büyük âlimlerdendir.” Rûhu’l-Meânî (6/156).

Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî şöyle demiştir: “Yine bunun gibi büyük İmamımız Ebû Hanîfe el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, keyfiyeti ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

Ebû Hanîfe yine şöyle demiştir: “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarındandır.” el-Fıkhu’l-Ekber (s. 59)

Reddiyecilerin! Allah’ın sıfatlarının zahirine uygun bir şekilde anlamları ile ispat edilmesinin teşbih ve tecsimi gerektirdiği iddiası yine İmam’ın şu sözünden de anlaşılacağı şekilde yersiz ve batıldır.

“Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu, yarattıklarının elleri gibi değildir, bir uzuv da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. O’nun yüzü yarattıklarının yüzü gibi değildir. O bütün yüzlerin yaratıcısıdır. O’nun nefsi yarattıklarının nefsi gibi değildir. Bütün nefislerin yaratıcısı O’dur. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 42/11)el-Fıkhu’l-Ebsat (s. 52-53)

Yukarıda görüldüğü gibi İmam Ebû Hanîfe rahimehullah reddiyecilerin! Allah’ın sıfatlarını tahrif ederken delil olarak kullandıkları bu ayetin gerçekte onların aleyhine bir delil olduğunu gösteren çok güzel bir açıklamada bulunmuştur. İmam burada el, yüz ve nefis sıfatlarını herhangi bir tevil yapmaksızın olduğu gibi ispat etmekle birlikte, bu sıfatların mahlukatın elleri, yüzleri ve nefisleri gibi olmadığını belirttikten sonra bu ayeti getirmesi Allah-u Teâlâ hakkında el, yüz ve nefis sıfatlarını ispat etmenin onların iddia ettikleri gibi bu ayetle çelişmediğini göstermektedir.

Ayrıca İmam sıfata, ifade ettiği anlamın dışında bir mana yüklemenin sıfatı iptal etmek olduğunu şu sözleri ile belirtmiştir. “Allah’ın elinden maksat kudretidir veya nimetidir, denilemez. Çünkü bu durumda Allah’ın sıfatlarını iptal etmek söz konusu olur. Bu ise Mu’tezile ve Kaderiyye’nin görüşüdür. Ancak Allah’ın eli O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatıdır.” el-Fıkhu’l-Ekber (s. 59)

Yine İmâm Allah’ın rıza ve gazap sıfatları hakkındaki şu sözü de bunun teyididir: “Allah yaratılmışların sıfatlarıyla nitelenemez. Gazabı (öfkesi) ve rızası (sevip razı oluşu), O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarından (diğerleri gibi) iki sıfattır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşü budur. Allah gazap da eder, razı da olur. ‘O’nun gazabı (öfkesi) cezalandırmasıdır, rızası (sevip razı oluşu) da sevap ve mükâfatıdır’ denilemez. Biz O’nu kendisini nitelendirdiği gibi nitelendiririz.” el-Fıkhu’l- Ebsat (s. 52-53)

4- Malum anlayış! kitabın 53. sayfasında geçen “Alimler; yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde, kalben ya da dille başkasına seslenip dua edenin veya ondan başkasından yardım dileyenin ‘Lâ İlâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah/Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın rasûlüdür’ dese yahut namaz kılıp oruç tutsa ve hacca gitse bile, müşrik olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.” bölümünü,
54. sayfada geçen “Hatta duada koşulan şirk, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendilerine gönderilmiş olduğu müşriklerin koşmuş oldukları şirkin en büyüğüdür. Zira onlar peygamberlere, sâlihlere ve meleklere dua ederlerdi. Onlara kendilerine Allah katında şefaat etsinler diye yaklaşmaya çalışıyorlardı. Sıkıntılı anlarda dara düştüklerinde ise ibadeti yalnız Allah’a has surette yerine getiriyorlar, şirk koştukları varlıkları unutuyorlardı.” bölümünü,
63. sayfada geçen “Sadece Allah’ın güç yetirebileceği işlerde tevekkül: Rızık, korunma, yardım ve şefaat gibi isteklerini dileme hususunda ölülere ve tağutlara tevekkül edenler gibi. Bu büyük şirktir. Çünkü bu ve benzeri işlere Allah-u Teâla’dan başkası güç yetiremez.” bölümlerini kabul etmeyip itiraz etmişlerdir.
İşte malum anlayışın! bu kitaba hücumunu tetikleyen asıl konu burasıdır. Onların kitapta yer alan satırlara karşı çıkma sebepleri; Allah’tan başka kendilerine seslenip, darda kaldıklarında yardımlarına koştuklarına ve kainatta tasarruf sahibi olduklarına inandıkları, gavs, kutup ve benzeri isimler taktıkları bir takım kimselerin varlığına inanmalarıdır.

İslâm dini Allah’ı birlemek, ibadeti yalnızca O’na has kılmak esası üzere ayakta durur. Zaten peygamberlerin gönderilme sebebi de budur. Her Peygamber kavmine yalnızca Allah’a ibadet edin diye emretmesi için gönderilmiştir. İbadet çeşitlerinden birisinin özellikle de ibadetin özü konumunda olan dua ibadetinin Allah’tan başkasına yapılması dini temelinden yıkıp iptal eder. “Allah’tan başka, kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan kimseleri çağırıp durandan daha sapık kim vardır?” (Ahkâf, 46/5-6)

Allah-u Teâlâ Kur’ân-i Kerîm’de müşrikleri vasfederken onların bolluk ve genişlik zamanlarında Allah’la birlikte birçok şeye putlara, sâlih ruhlara, peygamberlere, meleklere, cinlere, hasılı pek çok varlığa dua edip yakardıklarını; ancak sıkıntı ve şiddet anlarında yani; kendilerinin yardımına Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceklerini idrak ettikleri anlarda dini Allah’a has kılarak bir tek O’na dua edip yakardıklarını haber vermiştir. “Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: ‘Andolsun eğer bizi buradan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız’ diye Allah’a yalvarırlar.” (Yûnus, 10/22); “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) dönersiniz.” (İsrâ, 17/67)

Müşrikin dahi darda kalınca idrak edebildiği bir şeyi idrak edemeyen bir Müslüman herhalde tasavvur edilemez sanırsınız. Ne yazık ki, üzülerek evet demek zorundayız. Ve yine ne yazık ki bizler bugün Müslümanım diyen malum anlayışa! Allah’tan başkasına ibadet edilmeyeceğini anlatamayıp, kendilerini Allah’tan başkasına dua edip yalvarmanın şirk olduğuna iknaya çalışıyoruz. Dua ve yalvarmak bütün ibadetlerin üstünde olan en büyük bir ibadettir. Onlara bunu Allah’tan başkasına sarf etmenin ne kadar ağır bir şuç olduğunu anlatabilmek için ayet hadis okuyup dil döküyoruz. Bahsettiğimiz bu kimselerin Kur’ân ve hadisten uzak, namaz, zekat, oruç, hac bilmeyen kimseler oldukları sanılabilir. Yine üzülerek okuyucuları şaşırtacağız. Bu kimseler Kur’ân okuyan, namaz kılan, zekat veren, oruç tutan, hacca giden ve İslâm’ın şiârları üzerlerinde zâhiren gözüken kimselerdir. Zaten durumun vahametini kavrayamayanların itiraz noktası da burası oluyor. Onlar namaz kılıyorlar deniliyor. Bir Müslümanın şirk gibi korkunç bir suçu işlemesi mi daha büyük bir musibettir. Yoksa aynı kimselerin bir de namaz kılan kimseler olması mı? Namaz burada hafifletici bir unsur değil, tersine daha büyük bir musibetle karşı karşıya olduğumuzun alametidir.

5- Malum reddiyenin son bölümünde “tevessül ve teberrükün câiz olmasının delili” başlığı altında kitabın tevessül ve teberrükü inkar ettiğini ima ederek, zayıf, uydurma ve ilgisiz birtakım delillere yer vermişlerdir.

Kitabımızın hiçbir yerinde meşru, sünnete uygun tevessül ve teberrükün inkar edilmesi söz konusu değildir. Aksine kitabımız bunları “şer’î (şerîate uygun olan) tevessül” başlığı altında açıklamıştır. Reddiyecileri bu kısmın ardından gelen “bid‘at olan tevessül” bölümünde yer alan hakikatler rahatsız etmiş olmalı ki, sözde birtakım delillerle bid‘at olan tevessül kapsamına giren bazı şeyleri ispat çabasına girmişlerdir.

●Reddiyecilerin delil olarak öne sürdükleri; sahâbelerden birinin peygamberimizin kabrine gidip ondan yağmur yağdırılması için dua talebinde bulunduğunu söyledikleri kıssa senedi ve metni münker bir rivayettir. Kabre gidenin sahabelerden birisi olduğu bilgisi doğru değildir. Kim olduğu bilinmeyen şahsın Bilal b. Hâris el-Müzenî olduğunu söyleyen rivayet Seyf b. Ömer et-Temîmî yoluyla gelmektedir. Seyf b. Ömer ise hadis uyduruculuğu ve zındıklıkla itham edilen zayıf bir ravidir. Hiç kimse sahâbeden birinin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri başına gidip yağmur yağması için o’ndan dua talep ettiğini söyleyemez. Zira böyle bir rivayet yoktur. Eğer bu meşru olsaydı sahâbeden diğer kimseler de bir kez de olsa bunu yaparlardı. Bunu yapmadıklarından dolayı, rivayette sözü edilen olayın meşru olmadığı anlaşılır.

●Reddiyecilerin delil olarak öne sürdükleri miraç hadisinin de konuyla herhangi bir alakası yoktur. Reddiyeciler Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in miraçta Musa aleyhisselam ile görüşmesini, burada namazın elli vakitten beş vakte indirilmesinde Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e yaptığı nasihatle ölümünden bin yıl sonra ümmet-i Muhammed’e fayda sağladığını söylemişlerdir.

Böyle bir kıyasın geçerliliği, ancak bugün Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem gibi teşri makamında bulunan birinin var olması ve yine bu kişinin ancak, miraçta gayb aleminde bilmediğimiz bir suretle gerçekleşmiş bulunan Musa aleyhissselâm ile karşılaşması gibi bir ihtimal bulunması halinde söz konusu olabilir. Ancak böyle bir şeyi faraza varsaymak bile kişiyi dinden çıkaracaktır. Bu kıyasa dense dense herhalde, kıyas meal fârıktan çok öte bir garabet denir. Kaldı ki bu hadisede dünyada ölülerden yardım talep etmek gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü hadise Mîraçta teşrî ile ilgili olarak cereyan eden bir vakıanın anlatımıdır. Miraçtaki, teşrî ile alakalı olarak vukû bulmuş bir olayın, dünya hayatında ölülerin fayda sağlayabileceğine kıyas edilmesi safsatanın ta kendisidir.

●Reddiyeciler Allah’tan başkasından yardım istemede bir beis olmadığına dair İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’dan gelen “...yeryüzünde Allah’ın birtakım melekleri vardır. Ağaç yaprağından yere düşenleri yazarlar. Dolayısıyla biriniz ıssız bir yerde yolunu kaybederse ey Allah’ın kulları, bana yardım ediniz! diye seslensin” rivayetini delil olarak öne sürmüşlerdir.

Bezzâr’ın merfu, diğer muharriclerin İbn Abbâs’tan mevkuf olarak rivayet ettikleri bu hadisin isnadı bütün tariklerinde yer alan Usâme b. Zeyd el-Leysî sebebiyle zayıftır. Ayrıca hadisin metni kendi içinde çelişik birçok lafız içermesi nedeniyle münker, İslâm’ın bilinen esaslarına açık muhalefeti nedeniyle de batıldır. Hiçbir akâid kitabında, meleklerin sınıf ve görevlerinden bahseden bölümlerinde böyle bir melekten söz edilmediği gibi, herhangi bir meleğe seslenileceğine dair bir bilgi de yoktur.

Reddiyeciler Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrinde de dünyadaki gibi canlı bulunduğunu ve kendisinden istiğâsede bulunulabileceğini ispat için Beyhaki’nin rivayet ettiği “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” hadisini ve Bezzâr’ın “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. Öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” hadisini getirmişlerdir.

Reddiyecilerin delil olarak ileri sürdükleri “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” hadisi sahih bir hadistir. Ancak hadisten çıkartmış oldukları mana tamamen bozuk ve batıldır. Bu hadisin anlaşılması gereken şekli şöyledir:

1) Rasûlullah’ın, kabrinde bilinen mânâda canlı ve diri olduğu iddiası şu âyet-i kerîmelerle çelişmekte ve aykırılık arzetmektedir: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30), “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiyâ, 21/34), “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57)

2) Bilinmektedir ki, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem kabrinde, ruhun bedende bulunması, bedeni idâre etmesi, ruhla beraberken bedenin yemeye, içmeye, giyinmeye, evlenmeye vb. şeylere ihtiyaç duyması şeklinde alışılagelmiş biçimde dünyevî diriliğe sâhip değildir. Bilâkis kabirde berzah hayatına sahiptir. Ruhu da Refîk-i A’lâ’dadır. Diğer peygamberlerin ruhları da aynı durumdadır. Ruhlar berzahta bulundukları yer bakımından çok farklı derecelere sahiptir. Ana karnında bulunan ceninin hayatı ile dünya hayatı ve âhiret hayatı birbiriyle kıyaslanamadığı gibi aynı şekilde dünya hayatı ile berzah hayatı arasında da kıyas yapılamaz. Öyleyse bir hayat türünün diğer bir hayat türüyle kıyaslanması geçersiz ve bâtıldır.

3) Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem dilekte bulunanın isteğini duyabilecek ve duasına karşılık verebilecek şekilde diri olmuş olsaydı, imânî kurallar çerçevesinde ashâbına fetvâ verir ve ashâbını sıkıntıya sokan birçok meselede ümmetini rahatlatırdı. Nasıl olur da ashâbının görüş ayrılıklarını, savaşa varan anlaşmazlıklarını görür de cevapsız ve çözümsüz bırakır?! Nasıl olur da anlaşmazlıklar ve çekişmeler meydana gelirken hiç kimse Peygamberin kabrine gitmez de ondan yardım etmesini ve yol göstermesini istemez?! İddia ettikleri gibi Rasûlullah kabrinde diri değil mi?! Ömer radiyallâhu anh Buhârî’nin rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir: “Dedenin ve kelâlenin mirası ile faizle ilgili bazı hususları Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e sormuş olmayı temenni ederdim.” Ashâb-ı kirâma ne oluyor ki, Peygamber yanı başlarında canlı (!) dururken gidip Abbâs radiyallâhu anh’ın duasını vesile kılarak yağmur dileğinde bulunuyorlar?! Niçin Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidip ondan yağmur yağması için yardım dilemiyorlar?! Tüm bunlar ileri sürülen iddianın bâtıl ve asılsız olduğunun apaçık delilidir.

Reddiyecilerin! yine aynı konuda delil olarak gösterdiği “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. Öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” hadisi Bezzâr tarafından rivayet edilmiştir. Hadis isnadındaki Abdülmecîd b. Abdülazîz b. Ebî Revvâd nedeniyle zayıftır.

SONUÇ

Ölüden kemikten, mezardan, kabirden, taştan, türbeden medet uman bu anlayışın ölülerin fayda verebileceğini ispat edebilmek için sarf ettikleri şu gayret ve çırpınışa bir bakınız. Bunu ispat için sahih bir tek delil bile getiremeyeceklerinden, yapabilecekleri ancak reddiyede! yaptıkları gibi, ya birtakım batıl kıssa ve hikayeleri toplamak, ya Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e isnad edilen uydurma ve delil olamayacak derecede zayıf rivayetlere sarılmak, ya da miraç hadisinde yaptıklarına benzer surette sahih ancak, ilgisiz naslar hakkında batıl fikirler ileri sürmekten ibarettir. Bu kadar çırpınma ve çabayı başka bir konuda sarf etselerdi belki takdire şayan bile olabilirdi! Ancak ille de Allah’tan başkasından yardım dilemeyi ispat edeceğiz diye sarf ettikleri beyhude çabanın, kimsenin takdirini kazanmak şöyle dursun, saptırılan onca insanın sorumluluğunu getireceği aşikardır. Kaldı ki, Allah katındaki sorumluluk hepsinden ötedir. Müslüman kardeşlerimizi bu gibilerinden uzak durmaya çağırıyoruz. Çünkü bu gibi kimseler kendileri ile birlikte pek çoklarını da saptırabilmektedir. Allah’tan başkasına ibadetin reddi biz Müslümanları diğer bütün din sahiplerinden ayıran, bizi muvahhid (Allah’ı birleyen) ümmet yapan en temel vasfımızdır. Bunu kaybetmemiz dinimizin de dünyamızın da başımıza yıkılması demektir. Bu nedenle ne yaptığını bilmeyen bu kimseleri akîdelerini gözden geçirmeye, kitabımızdan ve yine başka Ehl-i Sünnet alimlerinin akâid kitaplarından istifadeye çağırıyoruz.

Son olarak, farklı hiçbir sesi duymaya karşı tahammül geliştirememiş, doğruyu ve bilgiyi kendi dünyasından ibaret sanan bu kimselere nasihatimiz öncelikle bu kitabın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara dayanılarak, her biri alanında uzman alimlerden oluşan ilmî bir heyet tarafından kaleme alındığını bilmeleri, bilip bilmeden başta alimler olmak üzere Müslümanlar hakkında kişiselleşmiş çirkin bir takım yakıştırmalarla yargıda bulunmak yerine, itiraz etmiş oldukları noktaları dönüp kaynaklarından okuyup öğrenmeleridir.


Vakit okurlarına saygı ile duyurulur.

ümmülkura
 

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
Allâh-u Teâlâ “Eş-Şurâ” suresinin 11. âyetinde şöyle buyuruyor:

﴾ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ ﴿ Bu âyetin anlamı nedir ?

Allâh-u Teâlâ; hava, ruh, nur, melekler ve cinler gibi latif olan; insanlar, hayvanlar, dağlar ve taşlar gibi de kesif olan yükseklik ve derinlikleri olan hiçbir şeye benzemez.

Allâh-u Teâlâ “El-İĥlas” suresinin 4.ayetinde şöyle buyuruyor:


﴿ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدُ ﴾

Anlamı : ”Hangi bakımdan olursa olsun Allâh’ın benzeri yoktur.”

İmam Zinnuni El Mısriyi ve İmam Ahmed (Allâh rahmet etsin) şöyle buyuruyorlar:
مَهْمَا تَصَوَّرْتَ بِبَالِكَ فَاللَّهُ بِخِلاَفِ ذَلِكَ
Anlamı: “Allâh-u Teâlâ, akla ve hayale gelen şeylerin hiçbirine benzemez.”

İmam Ebu Cafer Et-Tahavi “Tahavi Akidesi” nde şöyle buyuruyor:
وَمَنْ وَصَفَ اللَّهَ بِمَعْنىً مِنْ مَعَانِي الْبَشَرِ فَقَدْ كَفَرَ
Anlamı: ”Kim Allâh’ı insanlara kullanılan sıfatlardan bir sıfat ile vasfederse küfre düşmüş olur.”

Allâh’ın “ Es Semi’ ve El Bašir” sıfatları hakkında bilgi veriniz.

Allâh-u Teâlâ “Eş-Şurâ” suresinin 11. ayetinde şöyle buyuruyor:

﴾ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِير ﴿

Anlamı: “Hiç bir şey O’na benzemez. O, işiten ve görendir.”

Allâh-u Teâlâ bu ayette önce zatının hiç bir şeye benzemediğini sonra işiten ve gören olduğunu zikretmiştir. Bu da, Allâh'ın işitmesinin mahlûkatların işitmesine benzemediğine işarettir. Görmesi de mahlûkatların görmesine benzemez. Öyleyse Allâh-u Teâlâ’nın bütün sıfatları yarattığı mahlûkatların sıfatlarına benzemez. Allâh-u Teâlâ duyulan ve duyulamayan şeyleri kulak veya benzeri bir alete ihtiyacı olmaksızın duyar. Görülebilen ve görülemeyen her şeyi ise ışık, göz, pırıltı ve başka aletler olmaksızın görür. O, tüm noksan sıfatlardan münezzehtir.


Not;Bu Ayet “Hiç bir şey O’na benzemez. O, işiten ve görendir.” Allah Teala'yı noksan sıfatlardan tenzih ediyor,ve Allah ın görme ve işitme sıfatının olduğunu bizlere bildirmektedir. Bu ayette mutezile ve müşebbihe sapık fırkalarına reddiye vardır. Çünkü müşebbihe fırkası, Allah teala'yı yaratıkların sıfatı ile vasıflıyor,mutezille ise Allah teala'nın sıfatları yoktur diyor.
 
Üst