Tekfir ve Tekfircilik

Ebu-Zer-1

Doçent
Katılım
10 Kas 2014
Mesajlar
575
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…


Allah’a hamd, Resul’üne salat ve selam olsun.


Tekfir meselesi İslam tarihinin ilk döneminden beri Müslümanlar arasında tartışmalara, kavgalara ve savaşlara neden olmuştur. Tekfir denilince ilk aklımıza gelenlerin Hariciler olması da bu durumu yeterince ortaya koymaktadır. Hz. Ali’nin ordusunda ve savaşırken hakem meselesi nedeniyle onu tekfir edip ayrılan ve sonrasında işi Hz. Ali’yi öldürmeye vardıracak kadar aşırıya götüren Haricilerin bu zihniyetinin günümüze yansıması maalesef devam etmektedir. Bugünkü koşullarda Boko Haram, IŞİD bu zihniyetin çeşitli düzeydeki en meşhur temsilcileri olarak önümüzde durmaktadırlar.


Bu sorunun temelinde İslam’ı Allah’ın istediği şekilde doğru anlamamanın ve hikmeti yakalayamamanın olduğunu bilmek gerekir. Zira yüce Allah bu dini, ihtilafa ve zorluklara düşmemiz için değil birlik olmamız, kolaylıklara, rahmete erişmemiz için göndermiş ve doğal olarak bizler için razı olduğu dini de bu özelliklere sahip kılmıştır. “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (5/3)


Tekfir meselesinin Türkiyeli Müslümanlar arasında da çeşitli tartışmalara neden olduğunu yaşları biraz olgun olan tüm Müslümanlar bilirler. Nitekim İhvan’ın ikinci genel mürşidi olan rahmetli Hudaybi’nin 1986’da Türkçeye “İslam Dünyasında İnanç Sorunları” adıyla tercüme edilen eseri etrafında birçok tartışmalar yaşanmıştı. Hudaybi daha çok şehid Seyyid Kutup’tan etkilendiği söylenen kesimlerin tezlerine kendince cevaplar veriyor ve bu kesimlerin aşırılığa saplanarak insanları tekfir ettiklerini ifade ediyordu. Aslında müminin tarif ve tespitine yönelik Seyyid Kutub’un “Fi-Zilali’l-Kur’an”da, Hudaybi’nin de “İslam Dünyasında İnanç Sorunları” adlı kitabında söyledikleri arasında ciddi farklar olduğu açıktır ama bu farklılığı mazur gösterecek çok ciddi bir sebep vardı ve maalesef bu tartışmayı yapan Türkiyeli Müslümanların çoğu bu durumu gözden kaçırıyordu. Bu da Hudaybi’nin hukuk/şeriat nazarında kişinin Müslüman kabul edilmesi için olması gereken asgari şartları merkeze alarak Müslüman’ı tarif etmesinden, Seyyid Kutub’un ise, kişinin mahkemede/zahirde Müslüman kabul edilmesini sağlayacak bir mümin tarifinden öte, ahirette kişiyi cehennemden kurtarıp cennette koyacak gerçek bir imanın şartlarına dikkat çekmesinden kaynaklanıyordu. Bilindiği gibi münafıklar zahiren/şeriatçe Müslüman kabul edilir ve onlara İslam hukuku uygulanır, ama ahirette Münafıklar kâfir kabul edilir ve kâfirlere uygulanan hukuk gereği cehenneme atılırlar. Bu nedenle iki âlimimizin dediklerini, kendi kastettikleri anlamlar bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu şekilde değerlendirdiğimizde ise ikisinin de (detaylar hariç) düşüncelerinde isabet ettikleri söylenebilir. Zira rahmetli Hudaybi’nin dediklerine dikkat etmemenin ne gibi sonuçlar doğuracağını IŞİD ve Boko Haram örneğinde görebileceğimiz gibi, şehid Seyyid Kutub’un dikkatimizi çektiği noktaları önemsememenin kitleleri nasıl münafıklık sınırlarına savurabileceğini de kendi toplumumuzdan hareketle tespit edebiliriz.


İşte zaten hikmetsizliğin somutlaşmış bir yansıması olan tekfircilik ve Mürciecilik sıkıntısının nedeni de bu ayrımı sağlıklı yapamama sorunudur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve onun somutlaşmış hali olan Resulullah (s.a.v.)’in sünneti bu ayrımı yapmamıza imkân tanıyacak şekilde önümüzü açmakta ve bize rehber olmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, Müslüman olmak için belirlenen asgari şartları yerine getirenlerin Müslümanlıklarını kabul etmekte ve bu asgari şartları yeterli bulmayanları da şiddetlice uyarmaktadır. “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız vakit, iyice anlayın ve dinleyin. Size İslam selamı veren kimseye dünya hayatının geçici metaına göz dikerek -sen mümin değilsin- demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyleydiniz, Allah kerem buyurdu da sizi iman ile tanıştırdı. Onun için iyice anlayın, dinleyin. Gerçekten Allah, ne yaparsanız haberdardır.” (4/94). Ama diğer yandan “Ey iman edenler! (ey dilleriyle bu iddiada bulunup imanı içselleştirmeyenler, gerçekten) iman edin.” (4/136); “De ki; eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz evler size Allah’tan, Peygamber’inden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasık topluluğu hidayete erdirmez” (24); “Bedeviler -iman ettik- dediler. De ki: Siz İman etmediniz, belki boyun eğdik (zahiren teslimiyet gösterdik) deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederseniz amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (49/14) İşte bu ve buna benzer ayetlerle insanların zahiren/hukuken Müslüman kabul edilmesinin, o kişilerin Allah’ın indinde de Müslüman olacağı anlamına gelmediği hatırlatılıyordu. Gerçek bir mümin olmak için de doğru bir inanç, salih bir amel ve güzel bir ihlâsa sahip olmanın, her şeyden fazla Allah’ı sevmenin (2/165), her şeyden fazla Allah’tan korkmanın (4/77) zorunlu olduğu belirtiliyordu.


Buna göre, bir kişinin Müslüman olduğu beyanını hukuken/zahiren kabul etmemek yanlış olacağı gibi, bu beyanın, o kişiyi otomatik olarak Allah’ın indinde makbul bir mümin seviyesine çıkardığını söylemek de yanlış olacaktır. Zira zahiren Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin beyanını kabul etmemek de beyanını kabul ettiğimiz bir kimsenin Allah’ın yanında kesin bir mümin olarak kabul edileceğini söylemek de gayba taş atmak olacaktır. Bizim sorumluluğumuz açık beyanı kabul etmek, ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, gerçek bir imanın neler gerektirdiğine dair bir örneklik oluşturmak ve diğer insanların kalplerine etki edecek sözlerle, gerçek müminliğin gereklerini yerine getirmeye davet etmektir.


Bu arada, tekfirle, tekfirciliğin birbirinden farklı olduğunu da bilmek gerekir. Müslüman fert ve toplulukların zaman zaman İslami ölçüler içinde olmak kaydıyla tekfirde bulunmaları gerekebilir. Örneğin ahireti inkâr, Kur’an’ın reddi, İslam’ın meşruiyet kaynağı olarak görülmemesi vb. hususlarda, Müslümanlar, bu inanç ve pratik içinde olanların kafir olacaklarını, hikmeti dikkate alarak ifade edebilirler. Hatta bazı durumlarda bu, onlar için zorunlu bir sorumluluk bile olabilir. Nitekim yüce Rabbimiz de kendisine ortak koşanlarla ilgili şöyle buyurmaktadır: “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler muhakkak ki küfrettiler.”


Bizim çirkin ve yanlış bulduğumuz şey tekfirciliktir. Tekfircilik ise İslami ölçülere yeterince riayet etmeden önüne geleni dinden çıkarma hastalığıdır. Nitekim IŞİD’in bugün düştüğü bu hastalığa geçmişte Hz. Ali’nin safında çarpışan kimileri de düşmüş ve savaştıkları Müslümanların hanımlarını cariye olarak almayı teklif etmişlerdi. Buna karşılık Hz. Ali (r.a.) “Hanginiz annemiz Aişe’yi kendisine cariye olarak alacak?!” diye onlara çok şiddetlice kızmış ve “Bunlar kâfirler değil, ancak meşru halifeye karşı çıkma suçunu işleyenlerdir.” diye buyurmuştur. Evet, Müslümanlar çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle kendi aralarında savaşmak zorunda kalsalar bile, birbirlerini tekfir edemez ve birbirlerine kâfirlere uygulanan hukuku uygulayamazlar.


İslami sınırlar içinde tekfir etme olayında dahi çok dikkatli olmak büyük bir zorunlulukken bir Müslümanın tekfircilik hastalığına düşmesi kabul edilemez. Özellikle İslami bir cemaat ve devletin tekfirde bulunurken, kılı kırk yarması adil ve merhametli olmasının bir gereğidir. Zira müeyyideler uygulama imkânına sahip olan bir cemaat veya devletin, bir kimseyi tekfir etmesinin ciddi sonuçları olacaktır. Bunlar o kişinin öldürülmesi, malının beytü’l-mala devredilmesi, eşinin boşanmış kabul edilmesi gibi çok ağır sonuçlardır. (Mürtedle ilgili bu fıkhi hükümlerin isabetli olup olmaması, ayrı bir konudur.) Bu nedenle İslami cemaat ve devletler bu konuda Kur’an-ı Kerim’in beyanlarını ve Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetini doğru anlamalı ve buna uygun bir pratik sergilemelidirler. Nitekim Resulullah (s.a.v.) kendi toplumunun içindeki sayısız münafığın onca hatalarına karşı, hiç birisini açıkça kâfir ilan etmemiş ve onlarla savaşmamıştır. Tersine onları hep kazanmaya çalışmış ve çabalarının sonucunda epeyce Münafık (zahiren Müslüman, gerçekte ise kâfir olanlar) imanın lezzetini içlerinde hissedecek kadar güzel dönüşümler yaşamıştır. O insanlardan birisinin “Birçoğumuz keçiler ve develer için Müslüman olduk. Ama daha sonra İslam bize her şeyimizden daha sevimli olmaya başladı.” itirafı da bu gerçeği ortaya koymaktadır.


Fertlerin birbirini tekfir etmesinin sonuçları, devletin kimi şahısları tekfiri kadar ağır sonuçlar doğurmaz. Zira bir ferdin bir başkasının kâfir olduğunu düşünerek, onu öldürmesi veya malına el koyması zaten düşünülemez (çünkü bu ancak İslam toplumunun/devletinin mahkemesi kararı ile olabilir.) Ama sadece fertler arasında gerçekleşen bir tekfir ithamının dahi, bir yandan Allah’a bu ithamın hesabını verme ve diğer yandan şahsiyetler ve gruplar arasında tefrikaya ve sürtüşmelere neden olma açısından çok ciddi sonuçları olacaktır. Bu konuda dikkatli olmak takvanın ve adil olmanın gereğidir. Bu hassasiyeti göstermeyenlerin İslam’dan uzaklaştırdığı sayısız insanın varlığı, Müslümanlar için bir ibret konusu olmalıdır. Özellikle laikliğin zorla dayatıldığı yerlerde (Türkiye vb.) bu baskıyı göz önünde bulundurarak insanları değerlendirmek, insaflı ve adil olmanın bir gereği olacaktır. Bu noktada Müslüman olma çabasının yoğunluğuyla öne çıkan fert ve grupları, ( birçok yanlış içtihatları olsa bile) tekfir etmekten şiddetlice uzak durulmalıdır.


Sonuç olarak insanların beyanları esas alınmalı ve onların teslimiyetini (inanç, amel ve ihlâs boyutlarını) daha üst noktalara çıkarmanın gayreti içinde olunmalıdır. Unutulmamalıdır ki Hudaybi’nin güzel ifadesiyle; “biz kadı değil, davetçiyiz.”


Rabbimize acziyetimizi itiraf ediyoruz. Rabbimiz! Görüşlerimizden isabet edenler senin lütfün ve vahyinin bizi aydınlatmasından, yanlışlarımız ise vehmimizden ve meseleleri karıştırmamızdandır. Senden affımızı talep ediyor ve dostluğuna eriştirmeni niyaz ediyoruz. Sen ne güzel mevla ve ne güzel yardımcısın!
 

Ebu-Zer-1

Doçent
Katılım
10 Kas 2014
Mesajlar
575
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Birçok soruda ortak bir konu var: Tekfir ve usulsüz tenkit. Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Keza kendi anlayış ve uygulamalarına uymayan bir davranış gördüklerinde tenkit ediyor, düzeltmeye (nehiy ani'l-münker yapmaya) kalkışıyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. İşte bu yüzden tekfir ve ıslah konusunda bazı sabit kuralları açıklamak gerekli hale geldi.
Eskilerin güzel ve unutulmaması gereken bir kâideleri vardır: "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." Bu kâideye göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz; yani gerçekte kâfir olmaz. Tevîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.v.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak tevil bulundukça küfre hükmetmek, tevil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Bence tevil, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu tevil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez. İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikâli -ki, bu ancak hadîsler için söz konusudur, âyetlerin tamamı kesin olarak bize tebliğ edilmiştir- yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaâtini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor, yahut bunu yaparken kâfir olmayı kasdetmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı ve söylediğinin (davranışının) küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.
İmdi farklı düşünen, farklı yapan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler" ferman-ı ilahisine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak...mümkündür, caizdir. Fakat onları tekfir etmek, nehiy ani'l-münker yapmak caiz değildir. Çünkü bir kimsenin kafir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir tevil ihtimali taşımamasıdır.
Nehiy ani'l-münker de ancak iki tarafın meşrû olmadığında ittifak ettikleri konularda olur, ictihada açık ve ihtilaflı konularda değil. İctihada, yoruma açık olan, bu sebeple de ortaya birden fazla meşru ictihad, mezhep ve uygulama çıkmış bulunan konularda, bunlardan birini benimsemiş olan kişi ve grupların diğerlerini İslam'dan veya meşruiyet çerçevesinden dışlamaları yanlıştır. Mesela "kadınların yüzlerinin kapatılması gerekli değildir" diyenleri, "kapatılması gereklidir" diyenler ıslah etmeye kalkışamazlar; "her müslümanın ictihadı, mezhebi kendinedir ve meşrudur" demeye mecburdurlar.
 

Ebu-Zer-1

Doçent
Katılım
10 Kas 2014
Mesajlar
575
Tepkime puanı
2
Puanları
0
umumi tekfir yapan ancak muayyen tekfirden sakınan bir din adamı hakkındadır. Halbuki Şeyh Muhammed bin Abdulvehhab “İslam'ı Bozan Haller” kitabının üçüncü maddesinde bilindiği üzere şöyle demiştir:


“Kim müşrikleri tekfir etmez veya onların kâfir oldukları hususunda şüphe ederse yahut onların mezheplerini sahih görürse bu kişi icmaen kâfir olur.”


Buna göre umumi tekfir eden ancak küfür fiili işlediği halde muayyen olarak fertleri tekfir etmeyen bu din adamının hükmü nedir?


Cevap: Öncelikle belirtmek gerekir ki İslam dininde “din adamı” diye bir anlayış yoktur. Bilakis her Müslümanın aynı zamanda bir din adamı olması gerekir. Bu anlayış bizlere batıdan ithal edilmiş bir anlayıştır. Zira batıda iki kısım insan vardır. Birincisi din adamı, ikincisi dünya adamı…


İkinci olarak; “Kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur” kaidesi mutlak ve genel bir kaide olmayıp kaideye dair bilinmesi gereken zaruri detaylar vardır: Bu kaidenin açıklaması ise şu şekildedir:


1- Ebu Cehil, İblis, Haman, Ebu Leheb, Ebu Talip ve buna benzer kimseler gibi hakkında vahiy kaynaklı bir nas olan kişileri muayyen bir şekilde tekfir etmeyen kâfir olur. Zira bunun aksi Allah ve Rasulü'nün hükmünü red etmek veya yalanlamaktır. Böylesi bir kimsenin kâfir olduğuna dair verilen hükmün sebebi açıktır. Nitekim Allah’ın basiretini kapattığı kişiler müstesna bu görüşe muhalefet eden bir kimsenin olması düşünülemez. Şeyh Ebu Basir şöyle der:


"Kâfiri tekfir etmeyen kimsenin küfrünün illeti; şeriatın belli bir isimle isimlendirmiş olduğu bir şeyi başka bir isimle isimlendirmesi, Allah’ın verdiği hükmün dışında başka bir hüküm vermesi, küfrü ve şirki İman ve İslam olarak tanımlaması ayrıca düşmanlığı hak etmiş, cennetten nasibi olmayan, dostluk edilmemesi gereken kâfir ve müşrik bir kimseyi Müslüman ve mü’min olarak tanımlaması sebebiyledir. Nitekim bu kimsenin yapmış olduğu Allah'ın hükmünü reddetmek ve yalanlamaktır. Aynı zamanda böyle bir tutum Allah'ın emrini inkâr etmektir. Çünkü Allah'ın isimlendirdiği şekilde bir kimseyi isimlendirmemek Allah’ı yalanlamak ve inkâr etmektir."


Şeyh İbn-i Useymin'e "İblis kâfir değildir" diyen bir kimse hakkında sorulduğu zaman böyle diyen kimsenin kâfir olacağına fetva vermiş ve delil olarak şu ayetleri getirmiştir:


“Meleklere Âdem’e secde edin dediğimiz zaman da hepsi secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.” (2 Bakara/34)


“Meleklerin hepsi topluca secde etmişti. Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” (38 Sad/73-74)


2-Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve buna benzer asli kâfirleri tekfir etmeyen kimse de kâfir olur. Kadı İyad "Şifa" isimli eserinde Cahız ve Sumame’nin şu görüşlerini nakleder:


“Avamdan bir çok kişinin, kadınların, Yahudi ve Hristiyanlardan taklitçi konumunda olanların ve buna benzer kimselerin üzerinde Allah’ın bir hücceti yoktur. Çünkü bunlar istidlal yapabilecek durumda değildirler.”


Kadı Iyad bu sözü naklettikten sonra şöyle der:


“Bu sözü söyleyenin kâfir olacağı icma ile sabittir. Yine Yahudileri, Hristiyanları ve Müslümanların dininden olmayan herkesi tekfir etmeyen veya tekfirinde duraksayan veya şüphe edenleri tekfir etmeyenler de kâfirdir. Kadı Ebu Bekir dedi ki: Kim Yahudi ve Hristiyanların tekfir edilmesi hususunda bir şey söylemez ve duraksarsa onun küfrüne hükmedilir. Çünkü o, böyle yapmakla nassı yalanlamış veya naslar hakkında şüpheye düşmüş olur ki her iki durum da bu kâfirlerin işidir.”


Yine Kadı Iyad bir başka yerde şöyle der: “İşte biz bundan dolayı Müslümanların dininin dışında kendisine başka bir din edinmiş olan kimseyi tekfir etmeyen, tekfirlerinde duraksayan, şüpheye düşen veya onların dinlerini sahih gören kimseyi tekfir ediyoruz. Bu kimse İslam’ını ortaya koysa, İslam itikadına inansa ve İslam dininin dışındaki bütün dinlerin batıllığına inansa bile yine de kâfirdir. Çünkü bu kimse İslam şeriatine muhalif bir tavır sergilemiştir."


Şeyh Ebu Batîn şöyle der:


“Kim Yahudi ve Hristiyanları tekfir etmezse ya da kâfir oldukları hususunda şekke kapılırsa bu kişi Müslümanların icması ile kâfir olur. Nitekim bizler Yahudi ve Hristiyanların çoğunun cahil insanlar olduğuna inanmaktayız.”


3- Âlimlerin muayyen bir şekilde küfründe icma etmiş oldukları bir kimseyi tekfir etmeyen kâfir olur. Bu hususta Hafız Sahavi "El-Kavlu-l Munebbi an Tercumeti İbn-i Arabi" isimli eserinde şöyle der: "Er-Ravd isimli kitabın muhtasarı olan er-Ravda kitabının Riddet bölümünde İbn-i Mukri şöyle der:


“Kim Yahudi, Hristiyan, İbni Arabî ve taifesini tekfir etmede tereddüt ederse kâfir olur.”


Bunu İbni Kayyim el-Cevziyye "Şerhu-n Nuniyye" de zikretmiştir. Aynı şekilde Muhammed bin Abdulvahhab "Mufidu-l Mustefid Fi Kufri Tariki-t Tevhid" isimli eserinde de bu sözü zikretmiştir.


Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab konu hakkında Şafilerin görüşlerini aktarırken Ravd isimli eserin sahibinin şu sözlerini nakletmiştir:


“Kim Peygamber’e kurban keserse kâfir olur. Kim İbni Arabî'nin taifesinin küfrü hakkında şüphe ederse kâfir olur.”


Burada önemli olan tekfirinde alimlerin icma ettikleri kişinin tekfir edilmesi vaciptir. Bu noktanın açıklık kazanması adına bir misal vermek istiyorum. Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî, Haccac b. Yusuf es-Sakafi hakkında şöyle der:


“Onu Müslümanlardan büyük bir topluluk tekfir etmiştir. Bunlardan bazıları Said bin Cübeyr, Nehai, Mücahid, Asım bin Ebi-n Nucud, Şa’bi ve diğerleridir.”


İmam Tavus’un şu sözü üzerinde de iyice düşünmek gerekir:


“Irak ehlinden olan kardeşlerimizin durumları ne garibdir. Haccac’ı Müslüman diye isimlendirmektedirler.”


Tavus, Haccac’ı tekfir etmesine rağmen onu tekfir etmeyen Müslümanları tekfir etmemekte ve onlara kardeşlerimiz demektedir. Bunun sebebi ise Haccac’ın tekfirinde âlimlerin icmasının olmamasıdır. Bu meseleye çok dikkat etmek gerekir.


4-Bir kişi herhangi bir kimsenin muayyen bir şekilde kâfir olduğuna dair şerî delillere sahipse ve aynı zamanda onun tekfir edilmesinin önünde şerî bir engel olmadığını düşünüyorsa ancak buna rağmen bu kimseyi tekfir etmiyorsa bundan dolayı kâfir olur. Ebu Zur’a Ubeydullah bin Abdulkerim Er Razi şöyle demektedir:


“Kim Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur ve İslam dininden çıkmıştır. Bu kimsenin kâfir olduğunu anlayan kimse bu kişiyi tekfir etmezse o da kâfir olur.”


Bu sözün aynısını Ebu Hatim Muhammed bin İdris Er Razi de söylemiştir. Lalekai "Sunne" isimli eserinde bu sözlerin hepsini rivayet etmiştir.


Şeyh Muhammed bin Abduvvahhab’ın torunu Şeyh Süleyman “Evsaku Ural- İman” adlı eserinde şöyle der:


“Şayet bir kimse bir kâfirin küfründen şüphe ederse ve onun kâfir olduğunu bilmiyorsa bu kişiye Kur'an ve sünnetten delillerle o kimsenin kâfir olduğu izah edilir. Hüküm beyan edildikten sonra o kâfirin küfrü hakkında şüpheye düşen ya da tereddüt eden kimse alimlerin icması ile kâfir olur. Bunun sebebi kâfirlerin tekfirinde duraksamasıdır.”


Şeyhimiz Merakişi bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:


“Birçok defa uyardık ki, küfür açık bir şekilde ortaya çıkmış ve netleşmiş ise tekfirde duraksamamak gerekir. Zira kim kâfiri tekfir etmezse kâfir olur.”


Sevgili kardeşim! Şayet sorunda bahsettiğin şeyhin durumu yukarıda saydığımız kısımlar arasına giriyorsa mevzu bahis kaide bu şeyh için de uygulanır. Ancak bununla beraber kendisini İslam'a nispet eden, mümteni olmayan, tevil sahibi ve de özellikle ilim ehli kimselerin tekfirinde oldukça dikkatli hareket edilmesini tavsiye ederim. Allah en doğrusunu bilir.
 

Ebu-Zer-1

Doçent
Katılım
10 Kas 2014
Mesajlar
575
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Lügat manasıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, ıstılahta ise, "Hiçbir zorlama olmaksızın kişinin kendi iradesiyle iman hakikatlerini veya onun bir cüzünü inkâr etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tah*kir etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek" manasındadır.

Bediüüzaman Hazretleri de küfrü şöyle tarif eder:

“Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i sani' demektir. Şu mana ile, ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.” [1]


Bir mümini tekfir etmek son derece tehlikelidir. Bu konuda her müminin çok dikkatli olmasını gerektiren, tüyler ürpeten bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Kim kardeşine kâfir der*se, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değil*se, küfür itham edene döner.” [2]


Öyle ise herhangi bir kimsenin İslam’a muhalif bir fiiline veya günahına bakıp da onu hemen tekfir etmek büyük bir tehlikedir ve hiç kimsenin buna hakkı yoktur.


Büyük müceddit İmam-ı Azam Hazretleri, zamanındaki İslam dinine muhalif fikir taşıyanlarla mücadele etmiş, onların batıl batıl görüşlerini ve itikatlarını akli ve nakli delillerle çürütmüştür.


Bir gün İmam-ı Azam Hazretleri yalnız başına mescitte ibadet ederken, Haricîlerden bir grup ellerinde kılıçlarla mescide gelirler ve; “Sana iki sualimiz var. Eğer cevap veremezsen seni öldüreceğiz” derler. İmam-ı Azam; “Önce kılıçlarınızı kınlarına koyunuz, kalbim onlarla meşgul olmasın, sonra suallerinizi sorunuz” der.


Onlar kılıçlarını kınlarına koyduktan sonra:“Dışarıda iki cenaze var. Birisi devamlı olarak içki içen ve tövbe etmeden ölen bir erkek, diğeri ise zina eden ve tövbe etmeden ölen bir kadın. Şimdi bunlar Müslüman mıdır yoksa kâfir mi?” diye sorarlar.


Eğer İmam-ı Azam o ölen kimselere “mümin” dese onu öldürecekler, şayet, ‘onlar Müslüman değildir’ dese o zaman da yanlış fetva vermiş olacak. Çünkü İslam dinine göre günah-ı kebairi işleyen bir kişi kâfir olmaz. Harcîlere göre ise, büyük günahlardan birini irtikâp eden kişi, kâfir olarak ölür.[3]


İmam-ı Azam Hazretleri gelen o gruba şöyle der; “Ölen o kişiler Hristiyan mı?” onlar; “Hayır” derler. İmam-ı Azam tekrar: “ Onlar Mecusi mi?” diye sorar. Onlar yine; “Hayır” cevabını verirler. İmam-ı Azam; “Peki o vefat edenler putperest mi?” diye sorar. Onlar yine “Hayır” derler. İmam-ı Azam; “ Peki o hâlde, o vefat edenler kimler?” deyince, onlar hep bir ağızdan “Onlar Müslümanlardı.” diye cevap verirler.


Bunun üzerine o büyük insan şöyle der: “Vefat eden o kimselerin Müslüman olduğunu siz itiraf ettiniz. O hâlde sizin kendinizi öldürmeniz icap eder.”


Onlar bu kez: “O hâlde o vefat edenler, cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” diye sorarlar.


İmam-ı Azam Hazretleri: “Bu sualinize Hz. İbrahim’in (a.s) vermiş olduğu cevap ile cevap vermek isterim” der ve şöyle buyurur:


“Hz. İbrahim’e (a.s) bunlardan daha şerli insanlar hakkında sual soruldu da, o, şöyle cevap verdi: “Rabbim! Çünkü onlar (putlar) insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa, o bendendir; kim bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.”[4]


Hz. İsa da ( a.s), asiler hakkında şöyle buyurdu: “Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin.”[5]


Onlar, İmam-ı Azam Hazretlerinin bu cevabı karşısında yanlış düşündüklerini itiraf etmiş ve tövbe ederek ehl-i sünnet itikadını kabul etmişlerdir.


Bediüzzaman Hazretleri de büyük günahları işleyenlerin durumunu şöyle ifade eder:


“Dinimize göre, günah-ı kebairi işleyen kâfir olmaz. Zaten bu mesele Ehl-i Sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sür*müştür. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen Cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük gü*nah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savunmuşlardır. Bu iki görüşte İslam düşüncesine zıttır ve şeriata muhaliftir.”[6]


Yahya bin Muaz’ın buyurduğu gibi: “Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl olu*yor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”


Yine bazı kimselerin; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...”[7] ayetini delil getirerek, Allah’ın emrettiği hükümler ile hükmetmeyenlerin dinden çıkacağını iddia etmeleri doğru bir yaklaşım değildir. Burada kastedilen hem kalbi hem de lisanîyle inkâr edenlerdir. Kal*biyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisaniyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu ayetin hükmüne dâhil olması gerekmez...”[8]


Buna göre, bir insan namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama bu emri kabul ettiği hâlde tembellik edip kılmazsa asla dinden çıkmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun İlahî bir nehiy olduğunu kabul eden bir insa*nın nefsine mağlup olarak bu haramı işlemesi onu günahkâr eder, ama onu dinden çıkarmaz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika ifadelerini böyle iddialarda bulunanların dikkatine sunmak istiyorum:


"Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etme*miş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereş*şuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.”[9]


Mesela; Peygamber Efendimiz (sav.) “Yalan söylemeyi, sözünde durmamayı ve emanete hıyanet etmeyi münafıklık alameti olarak”[10] ifade etmiştir. Hâlbuki münafık kâfirden daha eşettir. Çünkü münafık inanmadığı halde, inanmış gibi görünen kişidir. O hâlde bu kötü fiilleri işleyen bir Müslüman’ı bir kâfirden daha adi olarak mı göreceğiz. Hz. Peygamber (sav.) bu hadis-i şerifleriyle bütün müminlerin çok dikkatli olmasını, bu fiillerin kâfirlerden bile daha alçak olan münafıkların sıfatları olduğunu, bütün Müslümanların bu gibi çirkin fiillerden son derece kaçınmalarını ihtar etmektedir. Yoksa bu fiilleri işleyen bir mümini münafıklıkla, hatta tekfirle itham etmek gibi büyük bir cinayettir.


Bediüzzaman Hazretleri; “Bir müslimin her sıfatı müslim olmadığı gibi, bir kâfirin de her sıfatı kâfir olmak lazım değildir.” der.
Başka bir eserinde ise; “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de yine te’vile çalışır.”[11] buyurur.


Yine Bediüüzaman Hazretleri; “Neden kâfir olana kâfir demiyeceğiz?” sualine karşı;


“Kör adama, hey kör demediğiniz gibi... Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var.” buyurmaktadır.


İşte İslam dininin nezihliği. Kâfir dahi olsa madem insandır, onun da maddi ve manevi hukukuna riayet etmek lazımdır.


Şunu da ifade edelim ki, kişinin imanını muhafaza etmesi için, günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmesi gerekir. Çünkü günah işleyen bir kimse iman dairesinden çıkmasa bile, küfre giden yola bir adım atmış olur. Onun için hemen tövbe ve istiğfar etmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi; “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.” [12]


Bunun içindir ki, bir mümin küçük bir günahını dağlar kadar görür ve hemen tövbe istiğfar eder. Münafık ise dağlar kadar büyük olan günahlarını bir sineğin kanadı kadar hafif görür ve tövbe, istiğfar etmez. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur.


Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri de şöyle buyurur: “Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.”
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, "su-i zan", yani kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğe*ri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...

Gümüşhanevî Hazretleri devamla şöyle buyuruyor: "Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslüman’dır, fakat niye*ti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz" [13]


Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurur: “Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, Müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır.”


Başka bir hadis-i şeriflerinde ise; “En çok korktuğum şey, ayet-i kerimeleri Allahu Teâlâ’nın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır.” buyururlar.
 

Ebu-Zer-1

Doçent
Katılım
10 Kas 2014
Mesajlar
575
Tepkime puanı
2
Puanları
0
1985’lerdeydi galiba.. İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 40 sene geçmişti.


Filipinler’in balta girmemiş ormanlarında bir ‘orman adamı’ ele geçirilmişti. Sanki bütün hayatı boyunca ormanlarda yaşamış bir acaib insan..


Ama, sonra anlaşılmıştı ki, bu kişi, gerçekte bir İkinci Dünya Savaşı’na katılmış bir japon askeridir ve Amerikalıların Japonya’yı işgal ettiği ve bütün japonları öldürdüğü düşüncesindeydi ve yakalanmak korkusu içinde, o ormanlarda 40 yıla yakın bir süre yapayalnız saklanmış ve vahşî tabiatın koynunda kendisine yeni bir hayat alanı açmıştı..


Adamcağız, ‘Savaş bitti, artık Amerika ile Japonya iki müttefik oldu..’ dediklerinde inanmakta epeyce zorlanmıştı.


*


IŞİD/ DAİŞ savaşçılarına karşı Irak ordusunun Amerikan hava desteğinde başlattığı bir operasyonun başarı kazandığı haberleri gelirken, İran’ın ilginç istihbarat komutanlarından birisi olarak tanınan Serdar / General Kasım Suleymanî’yi Irak’ta -Saddam’ın doğum yeri- Tikrit civarında, emrindeki savaşçılarıyla ve milis güçleriyle bizzat operasyonlara katıldığının görüntüleri de servise konuluyordu. Ki, o savaşçıların ve milis güçlerinin İran’ın emrindeki güçler olduğu gizli değil..


İran ki, 30 küsur yıl boyunca, Amerikan emperyalizmiyle karşı karşıyaydı. Şimdi ise, Amerika’nın işgalindeki Irak’da, Serdar Suleymanî, askerî operasyonların kilit ismi durumunda.. Üstelik gizli filan değil..


Amerikan emperyalizmi kör mü yani?.. O zaman, o eski düşmanlıkların yerine müttefiklik durumu gelmiş gibi olmuyor mu?


‘Dışsiyasette sürekli dostluk ve düşmanlık olmaz..’ denilse bile, yine de şaşırtıcı bir gelişme..


*


Hatırlayalım, birkaç ay önce, İran Meclisi’nden yetkili bir isim, ‘Eğer Hacı Kasım bir gün geç kalsaydı, Bağdad IŞİD’in eline düşerdi..’ demişti. Yani Hacı Kasım, sadece şimdi değil, aylardır Irak içinde..


1980-88 arasında 8 yıl süren ve her iki taraftan da bir milyondan fazla insanın hayatına mal olan kanlı bir İran-Irak Savaşı’nda, düşman tarafın elindeki topraklarda bugün, böylesine rahat askerî operasyonlar düzenlemenin tadı başka olsa gerek..


Bu havaya uygun olarak, İran C. Başkanı Ruhanî’nin yardımcısı Ali Yûnusî de, geçtiğimiz günlerde, zımnen ‘Bağdad, İran’ın bizim başkentimizdir..’ dediği açıklandı.


Kendini güçlü hissedenlerin hedef büyütmesi tabiîdir.


İran ajanslarından İSNA'nın haberine göre, geçen hafta, ’Büyük İranlı Kimliği Konferansı’nda konuşan Yûnusî, İran kültür coğrafyasının, kültür, medeniyet, din ve İranlılık ruhunun 'Büyük İran' coğrafyasına yayıldığını ve bir tabiî birliktelik olduğunu söyledikten sonra, bu coğrafyayı Çin sınırından Hind alt- kıtasına, Kuzey Kafkasya'dan Fars Körfezi'ne uzanan coğrafya olarak ifade etmişti.


Ülkedeki ‘azınlıklar’dan sorumlu İran C.Başkanı Yard. Yûnusî, daha da ilginç ifadeler kullanarak, ’İran kültür coğrafyasında yaşayan herkes İranlıdır ve bu yönüyle bizim korumamız altındadır. Onları İslam fanatizmi, ateizm, tekfircilik, Yeni Osmanlıcılık, Vahhabîlik, Batı ve Siyonizm tehdidinden koruyacağız’ demiş; arkasından da, İsrail rejimi Başbakanı Netanyahu'nun geçen hafta Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada, ‘İran, Ortadoğu’da 4 ülkeyi (Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’i) yuttu’ sözlerine de değinmiş ve ’Irak şu an sadece medeniyet etkimiz altında olan bir ülke değil. Kimlik, kültür merkezimiz ve başkentimizdir. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyle.. Çünkü İran-Irak coğrafyası ve kültürünün birbirinden ayrılması mümkün değil..’ şeklinde konuşmuştu.


Bu gibi cümleler, elbette her bir devletin bir takım emellerini de yansıtır. ‘Irak, bizim kimlik, kültür ve merkezimiz, başkentimizdir..’ diyen bir kimse, bu sözlerinin, üstelik de o coğrafyada 100 yıl öncesine kadar 500 yıl hükûmet etmiş başkalarını hedef aldığını düşünmemiş olabilir mi? Hele de, Yûnusî’nin, İslam fanatizmi, tekfircilik, Yeni Osmanlıcılık, Vehhabîlik gibi cereyanları sayarken, ateizm, Batı ve sionizm tehdidlerini de bunlarla karıştırıp birlikte sayması düşündürücüdür. Kaldı ki, İslam fanatizmi’nden söz ederken, bir çok müslüman taifelerin kendileri dışındakileri fanatizmle suçladıkları bilinmeyen bir şey mi?


Aynı şekilde, tekfircilik..


O bunu tekfir ediyor, /kafir olarak niteliyor, bu onu!..


Bu durum hele de savaşçı unsurlar arasında çok geçerli bir anlayış değil mi? ‘Onlar bizi kafir ve de öldürülmemizi hakk biliyor; öyleyse biz de onlarla savaşırız..’ diyerek karşı tarafı ‘temizleme’ operasyonlarına girişenlerin kimler olduğu bilinmiyor mu? Vehhabîlik de kezâ.. Vehhabîlerin kendileri gibi bir İslam anlayışına sahib olmayanlara çok uzak durdukları ve hattâ tekfir bile ettiği biliniyor da, ‘Biz vehhabîleri müslüman saymıyoruz..’ diyerek devlet televizyonlarından hem de ‘huccetulislam’ unvanlı nice ünlü kişilerin ağzından defalarca söylendiği bilinmiyor mu?


Hele de, Yeni Osmanlıcılık suçlaması..


Bu suçlamayla kasdolunanın, Tayyîb Erdoğan’ın fikrî ve ideal dünyası olduğu o kadar açık ki, son yıllarda, Yûnusî’nin ülkesindeki devlet gazetelerinin de başmakalelerinde, ‘Yeni Osmanlıcılık ve halifelik peşinde olan küstah, emperyalist uşağı’ gibi nitelemelerin kim için yazıldığını arşivlerden çıkarabilir. Ama, insaf ile düşünülsün, bölge halklarını Yeni Osmanlıcılık cereyanı’na karşı korumayı üstlendiklerini iddia edenler, kendi kültürlerinin etrafında tabiî bir birliktelik olduğunu söylerken, 500 yıl yaşamış aynı yönetim sistemi içinde birlikte yaşamış olan halklar arasında bir tabiî birliktelik olduğunu nasıl görmezlikten gelebilir? Arab ülkelerinde, yönetici sınıflar değil ama, halk kitlelerine bir bakılsın, bakalım, Osmanlı döneminde geçen 500 yıllık bir birliğin bugün de hasretle hatırlanan bir gönül birliği ve bir tabiî birliktelik oluşturduğu gerçeği var mı, yok mu?


Gerçi İranlı makamlar bu gibi sözlerin sorumluluğundan kurtulmak için, hemen bir izaha tutunuyorlar ve ’Rehber, C. Başkanı ve Dışişleri Bakanı dışındakilerin sözleri onların kendi şahsî görüşleridir..’ demek gibi kaçamak yol buluyorlar. Ama, bunlar ne kadar inandırıcıdır? Benzer sözleri, mesela Türkiye’deki yüksek yöneticilerden birileri söylese, İran makamları o sözlerin kenarından, ‘Olur böyle şeyler..’ diye geçerler mi?


Ve bir diğer husus..


Bu satırların sahibi, emperyalist şeytanî güç odaklarının, İran’la Türkiye’yi vuruşturmak gibi bir hedefi gözetlediklerine hele de Suriye Buhranı’nın çıkışından beri daha bir değiniyordu. Ama, Türkiye, bu belâlı işe direkt olarak bulaşmamaya özel bir dikkat gösterdi, NATO’nun onca baskılarına rağmen.. İran ise, fiilen Irak-Suriye ve Lübnan’ı kendi hareket alanı olarak biliyor ve cirit atıyordu.


Ve bugün, Esed’i bir taraftan İran korumaya çalışırken, bir taraftan da, Amerikan emperyalizmi de korumakta bugün, fiilen..


800 yıl öncelerdeki Süleyman Şah ismine Suriye içinde dikilmiş bulunan ve uluslararası hukuka göre de Türkiye’nin toprağı olarak nitelenmiş olan 8 dönümlük bir arazi üzerindeki sembolik türbe, iki-üç hafta önce, yine Suriye içinde ve Türkiye sınırındaki bir başka 8 dönümlük mekana taşınınca, bunu ‘Türkiye’nin Suriye’yi işgale kalkışması’ olarak niteleyenlerin kendileri o coğrafyalarda cirit attığını gizlemeye gerek bile görmüyor.


*


Keza, daha yakın bir savaş tehlikesine de değinelim. Yemen’de Husî kabilesi güçlerinin başkent San’a’yı ele geçirmesinden sonra; İran’ın önceden beri zâten bilinen açık desteğinin yakın gelecekte, Suûd rejimiyle İran’ı karşı karşıya getirebileceğini unutmamak gerek..


Bahreyn konusunda Suûd rejimi, İran’ın Bahreyn’i savunacağını önceden açıklamasına rağmen, Suûd saldırısı karşısında sessiz kalmıştı.


Şimdi ise, İran, Suûd rejmini güneyinden, Yemen’den kuşatmaya çalışıyor. Suûd rejimi bu duruma seyirci kalacak mıdır? Bu noktada, Suûdî mi daha fazla Amerikan himayesine mazhar olur, yoksa başkası mı, o da gelecekte görülür.


Amerikan emperyalizmi, bir tarafdan sizi güçlü duruma getirirken, başkalarını da başka türlü güçlendirerek müslüman toplumlarını ve coğrafyalarını birbirine kırdırmaya çalışmayacak mıdır?


Türkiye NATO üyesi olduğu halde, USA emperyalizmince dikte edilen NATO’nun saldırgan siyasetlerinden uzak durmaya çalışırken; İran’ın onyıllar boyu karşı olduğu Amerikan emperyalizmiyle bu noktaya gelmiş olması oldukça manidârdır.


*


Sözün başında hikayesi anlatılan japon askeri benzeri bir tablo bugünlerde değişik şekilde karşımıza çıksa ve Amerikan saldırılarından korunmak için Irak bataklıklarında yıllardır gizlenen bir İranlı asker bulunsa, bugün gelinen durumu anlamakta nasıl da zorlanır, değil mi?
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Bizim çirkin ve yanlış bulduğumuz şey tekfirciliktir. Tekfircilik ise İslami ölçülere yeterince riayet etmeden önüne geleni dinden çıkarma hastalığıdır.

Bu hastalık tek taraflı değil beyim ! Önüne geleni dinden çıkarmak çok kötü bir hastalık olduğu gibi, mümin-kafir-munafık-fasık demeden, önüne geleni kucaklayıp herkese kol-kanat germek de en az dinden çıkarmak kadar kötü bir hastalık ve özelliktir !
Çünkü, Rabbimiz kimsenin küfrüne ve nifaklığına razı değildir ve böyle bir duruma asla rıza göstermez !
 
Üst