Yaşayan Said-i Nursî:
Salih Mirzabeyoğlu
Bilgehan Eren
MİRLERİN HESABINDA, BİRDİR ELDE BAKİYE;
YİĞİTLER MEDRESESİ, ÇİLEKEŞ YUSUFİYE!
“Yiğitliğin son basamağı, seyircisiyle beraber düşmanını da kendine hayran etmektir.” [1]
“Hür Adam”la ilgili tenkid ve tebrikler film daha gösterime girmeden çok önce başladı, hakkında çok şey konuşuldu. Basın gösteriminden sonra film hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Ekranlarda atışıldı, köşelerden tartışıldı. Bir siyasî partiye mensub kişilerce Taksim’den Odakule’ye yürünerek protesto da edildi. Tüm bunlar içerisinde bize en ilginç geleni ise İslamcı(!) basından, 2010 yılının gişe rekorunu elinde tutan “Recep İvedik 3”ten bile daha fazla negatif eleştiri alması oldu. Evet ilginçtir, İslamcı basını “Recep İvedik” değil, “Hür Adam”ın varlığı rahatsız etti.
Elbette “herkesin hakikati kendine” veya kendince. Biz ise bu yazımızda, “Her şeyde ve her işte has ve hususî bir anlayış sahibi olmak” [2] anlamı itibariyle, kendi “nisbet” noktalarımızdan yaklaşacağız. Binaenaleyh bu da zaten bize en nazik öğüt: “Büyük Doğu’nun “nasıl ve “niçin” buuduna muhatab anlayışı temsil edecek “nisbet” sahibi olmaya bakın…” [3]
Dilerseniz öncelikle sinema üzerine bir terkib teklifimizle başlayalım. Sinemanın lûgattaki ilk tarifi; herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek, bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi. Sanırız bu tarife göre, -her ne kadar “bir bütün, onu oluşturan parçalardan çok daha fazla bir şey” olsa da-, sinemanın resimlerin bir kompozisyonu, bir bütünü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O hâlde “resim nedir?” diye sormak borcundayız. Resim, “Şekillerin ve renklerin kaynaşması içinde ahengi arayan, mânâları suretlendirme sanatı”. [4] Ve bunun hemen yanı başında hatırlamamız gereken bir hikmet: “Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez” [5] Ezcümle toparlayacak olursak, sinema için kısaca “mânâları suretlendirme işi” diyebiliriz. Demek ki beyazperdede gördüğümüz her karakterin, her objenin bir mânâ değeri var. Ve bir filmin başarısı da, anlatmak istediği işte bu mânâyı ne kadar iyi dile getirdiği ile ilişkili. Hani “sinema dili” falan diyorlar ya, işte o mesele.
Dikkat çekmek istediğimiz bir husus da, yine İBDA’dan meâlen öğrendiğimize nazaran, “mânâ” dediğimiz ânda bunun “ruha nisbet işi” olmasıdır. Her ne kadar yönetmen, senaryodan tüten mânâyı ekrana yansıtmaya çalışsa da, aynı filmi izleyen iki farklı izleyici, farklı ruhî özelliklerinden dolayı, (“ruhun merkezî fakültesi”nin ahlâk olduğunu da hatırlayalım) birbirinden bağımsız okyanuslara açılabilir. Hattâ günün sonunda birinin çok beğendiği bir filmi, bir diğeri hiç de beğenmeyebilir.
Şunun da altını çizelim. Bu yazı basılıp yayımlandığında, muhtemeldir ki film gösterimden ya kalkmış yahud çok az salonda gösteriliyor olacak. Yani şu âna kadar izleyen izledi. Dolayısıyla “Hür Adam”da yer alan sahneleri yazımıza taşımakta bir beis görmüyoruz.
Evet imdi film vesilesiyle tedaî ve düşüncelerimizden birkaçına geçebiliriz.
● Öncelikle filmin isminden yâni “Hür Adam”dan başlayalım. Bir kesim bu filmi isminden dolayı eleştirdi ancak, bunlar ya filmi izlememişler yahud hürriyet mevzuunda gerçekten bilgisizler. Filmde vurgu yapılan hürlük ve Bediüzzaman’ın filmin kapanış sahnesinde söylediği, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” sözü, açıktır ki başıboş eşek hürriyetinden bahsetmiyor. Hayatı sürgünlerde, zindanlarda geçmiş bir adamın lâyıkınca kulluk yapabilme hasretidir bu. “Hürriyet, hakikate esarettir. Hürriyet; ama niçin?.. Cevabı aynı yerde; hakikati aramak, bulmak, uygun davranmak için. Hakikat, hürriyetin hem gayesi, hem de varlık sebebi.” [6]
● Filmin ilk sahnelerinden biri, Bediüzzaman Hazretlerinin Ruslarla savaşmadan önce sarığını çıkarıp külahını giymesi ve silahlarını kuşanması. Sonrasında ise, “Keçe Külahlılar” denen Kürt mücahidlere şöyle haykırır: “Allah’tan başkasına boyun eğmeyelim!”. Bunun bizdeki ilk tedaîsi şu oldu; “Hâcegân tarikatinde vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak Müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilir.” [7] İkinci ise; “Sofî, vaktin oğludur” derler... Bununla, müridin, içinde bulunduğu zamanın lüzum ve icablarını iyi muhafaza ettiği, ihtiyaca göre, yapacağı ve mesul olacağı iş istikametinde hareket ettiği mânâsı kastedilir.” [8]
● Ruslara esir düşen Said-î Nursî Hazretleri, ayağa kalkmasını isteyen Rus komutana, “Ben bir Müslüman âlimiyim, sana kıyam etmem” der. Ve ekler: “Ecel birdir, değişmez!” Önce idamına karar verilse de, onun gözükara ve samimi tutumundan etkilenen Rus komutan idamı ilgâ eder. Bu sahne bize öncelikle Üstad Necib Fazıl’ın zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e hitaben “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez” sözünü hatırlattı. Ve Üstad’ın şu tesbitini de: “Dâvâ yolunda önceden ölmeyi bilmek, göze almak lâzım… Bu bilgi ve göze alış çok defa ölümden kurtulmanın tek çaresidir.” [9]
● 1917 yılında Bolşevik İhtilâli olmasının ardından, Rusya I. Dünya Savaşı’ndan çekilir. Said-i Nursî Hazretleri iki yıl esaret altında kaldıktan sonra Berlin üzerinden Anadolu’ya döner ve İngilizlere karşı direnişe başlar. Lâkin Cumhuriyet sonrası her şey değişmeye başlamıştır. 1926 yılında Barla’ya sürgüne gönderilir. Isparta Valisi Barla’nın Nahiye Müdürüne bir mektub yazar, Said-i Nursî’nin fikirlerinin tehlikeli olduğunu, halkla temas ettirilmemesi gerektiğini söyler. Bu sahneler bize günümüzü tedaî ettirir. Barla, Bolu’yu çağrıştırır; Bolu’da fikrinden dolayı müebbede mahkûm olan Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nu.
● “Devrimler” başlamıştır. Barla da bundan nasibini alır. Yasaklar akıl almaz buudtadır. Saz çalmak, türkü söylemek bile yasaktır. Ezan, aslî lisanı bırakılıp, Türkçe okunmaya başlamıştır. İnsanlar ekmek bulmadıklarını, fakir olduklarını söylerler ama zorla şapka taktırılır. Evet filmde bu sahneler akarken, hele ki şapka meselesi deyince hemen aklımıza İskilipli Atıf Hoca gelir. Üstad Necib Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde anlattıkları gelir. Ve şapka giymediği için asılan on binler...
● Bediüzzaman Hazretlerinin çektiği sıkıntılar artar, bir sahnede ziyaretine gelenlere ne kadar sıkıntıda olduğunu, dokuz dişinin döküldüğünü söyler. Bu bize Bolu’daki Mütefekkir’i hatırlatır yine ve onun şu sözlerini:
İşte geldik gidiyoruz
doldurur olduk zamanı
yandık tutuştuk kül olduk
ya haindir ya maskara
işitmeyen figanı! [10]
● Baskınlar başlar, “Risale”ler toplatılır, Said-i Nursî Hazretlerinin tüm talebeleri tutuklanır. Isparta’ya götürülüp, mahkemeye çıkartılacaktır. Nahiye Müdürü, Bediüzzaman’a, onu bu şekilde gönderemeyeceğini, başındaki sarığı çıkartması gerektiğini söyler. Bediüzzaman Hazretlerinin tavrı nettir; “Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Bu sarık, bu başla çıkar!” Bu sahne -tersinden- bize günümüzün “kıvıran” ılımlı İslamcılarını hatırlattı. Omurgasız, “kuyrukçu” tipleri...
● Filmin bir sahnesinde binbir eziyet içinde bırakılan Bediüzzaman Hazretleri Allah’a şöyle yalvarır; “Ya Rab mahvet onları, sil süpür servetlerini, yüreklerini şiddetle sık. Belli ki o azaba girmedikçe onlar iman etmeyeceklerdir.” Bu da bize Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun bir duasını tedaî ettirdi: “Kâfirleri, bizim hareketimizin lehine olacak şekilde birbirine kırdır Yarabbi! Onların güçlerini helâk et, binalarını başlarına yık Yarabbi! Kâfirleri korkudan dolayı iş ve hareketten kes Yarabbi!”
● Bediüzzaman Hazretleri “Medrese-i Yusufiye” dediği hapistedir. Kahvaltısına zehir koyulur. Ve filmin muhtelif sahnelerinde bu zehirleme çalışmaları tekrarlanır. İşte dün Bitlisli Said-i Nursî Hazretlerini zehirle öldürmeye, çıldırtmaya çalışanlar; bugün de Bitlisli Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nu yıllardır uyguladıkları “Telegram”la yok etmeye çalışmaktadırlar.
● Bediüzzaman Hazretleri hapishânede her türlü zulüm altında tefekkürden, eserden vazgeçmez. Günümüzde Mütefekkir Mirzabeyoğlu da “zihin kontrolü” işkencesi altında 15 kadar eser vermiştir ve hâlâ da eserlerine devam etmektedir. Şöyle der Mirzabeyoğlu: “Şair Bodler’in simyadan mülhem, sevgilisine “sen bana çamur verdin, ben ondan altun yaptım!” demesi gibi, bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık.” [11]
● Said-i Nursî Hazretleri 1944 yılında bu sefer de Emirdağ’a sürgüne gönderilir. Siyonist komite aralarında konuşmaktadır; “Hürken nasıl esir olunurmuş görsün. Emirdağ mı, demirdağ mı anlayacak!...” Ve Bediüzzaman Hazretlerini, altında bir kalaycı dükkânı (amaç kalaylardan zehirlenmesidir!) olan bir odaya yerleştirirler. Odanın ismi, “Ölüm Odası”dır. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun son eserinin ismi: “ÖLÜM ODASI / B-YEDİ”.
● Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ’da tecrit altındadır. Odası içten ve dıştan kilitli tutulur. Kimseyle görüştürülmez. 15 gün boyunca ekmek ve su vermezler. Talebelerine arz-ı hâl ettiği mektublardan birinde şöyle der; “Burada bir gün, bir ay gibi geçiyor. Çok sıkıntı çekiyorum!” Mütefekkir Mirzabeyoğlu da her hafta BARAN dergisinde tefrika edilen “ÖLÜM ODASI / B-YEDİ” adlı eserinde, yaşadığı “Telegram” işkencesini –duyanlara!- anlatıyor.
İşte “Hür Adam” filmini izleyenleri gözyaşları içinde bıraktığı üzere, hayatı sürgünlerde, tecritlerde, hapishânelerde geçen Bediüzzaman Hazretlerinin çektiği sıkıntılardan yalnızca birkaçı. Dün Said-i Nursî Hazretleri, bugün Mütefekkir Mirzabeyoğlu! Aynı zulüm, aynı tecrit; üstelik daha şiddetlisi, çok daha barbarcası!
Ey hukuk, nerdesin; ey vicdan, kimdesin?..
DİPNOTLAR
[1] Necib Fazıl, Tohum, 22. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1994, s. 17
[2] Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık -Sohbet Konferans-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 49.
[3] Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 211
[4] Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 77
[5] Salih Mirzabeyoğlu, Elif -Resim Redd Kökündendir-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 7
[6] Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl’la Başbaşa -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 131
[7] Salih Mirzabeyoğlu, Kökler -Necib Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 30
[8] Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu -Gerçekliğin Peşinde-, 1. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 115-116
[9] Necib Fazıl, Çerçeve 4, 1. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 296
[10] Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat -Önsöz Bayramlık-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 22
[11] Salih Mirzabeyoğlu, Telegram –Zihin Kontrolü-, 1. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 9
KAYNAK: Aylık Dergisi, Şubat 2011