Rasim Özdenören / Ben ve Hayat ve Ölüm

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
20449.jpg


Kadını cadı yapan ne?




Öykünün büyük ustası Rasim Özdenören'in 'Toz' kitabını yeniden okuyan Mustafa Nezihi, 'kadın'ın zorlu ve karmaşık macerasına tanıklığını bizimle paylaşıyor.



“ ‘Havva’ dedi küllerin ve tozların içindeki ses. Bu sese kulak vermesi gerektiğini biliyordu artık, bunu çoktandır öğrenmişti.” Rasim Özdenören’in kadını anlattığı hikâyelerin toplandığı Toz kitabının ilk öyküsünden bu iki cümle. 17 öykünün yer aldığı bu yoğun kitabın her hikâyesinde kadına farklı şekillerde yaklaşılıyor. Toz metaforuyla farklı zaman ve mekânlara uğrayan öykücümüz, aynı zamanda tozun tam olarak kavranamayışıyla, ele geçirilemezliğiyle, başlangıç ve sonunun takip edilemezliğiyle kadınlığa da göndermede bulunuyor.
Hep abla olarak kalanların hikâyesi
Güller’i kesen, deren ve komşulara dağıtan Nazire Abla’nın hikâyesi. Hep abla olarak kalacak kadınları anlatıyor bu öyküde Özdenören. Kimbilir hangi sebepler yüzünden evde yalnız başına kalmış ve kendini bazı meşguliyetlerle oyalamaya çalışan, durmadan içerden içerden kendiyle uğraşıp didinen kadınlar. “Evleneceğim adam, benim onu sevdiğimden daha fazla sevmeli beni” diye düşünüp gittikçe zayıflayan umudun ışığıyla, yaşama tutunmaya çalışan unutuş ve unutuluş tünelinde ağlayan kadınlar.
Hangisi haklı? İlk sevilen mi, sonra sevilen mi?
Ah bu sevgiyi kendine has kılma arzusu. Hiç değişmeyecek bu ihtiras. ‘Bulunduğumuz bu zaman kesitinde hep sevilen olmak isteyen’dir Havva. “Gölge” ve “Gecenin Sesi” hikâyelerinde kadının bu uğurdaki mücadelesine şahit tutuyor bizi yazar. Her iki öyküde de merkezde birer erkek var. Toplumsal anlayışların ve kabullerin önemli hale getirdiği erkek, ‘Gecenin Sesi’nde devliğe biraz daha yakışıyorsa da ‘Gölge’de verilen savaş tam bir ‘gölge’ içindir gerçekte. Ama işte uğruna kapışılan o erkek artık ‘ölü olmuştur’. Ne Cadı’ya kalmıştır, ne de genç sevgili Nünü’ye. Ne halüsinasyon görene, ne bebeği karnında taşyan ‘şırfıntı’ya.
Ayrılıklar, acılar, çıldırışlar...
Ayrılık ve ölüm ve çıldırış. Bazı hikâyelerdeki bu temaları öyle etkileyici anlatıyor ki Özdenören… Mesela kocasından ayrılıp kızıyla beraber babasının yanına dönen kadının psikolojisini dillendirdiği “Kapatılmış Gün” öyküsü bunlardan biridir. Burada anne-kadın anlamsızlığa gömülmek üzeredir. Çünkü kendini ‘kapatılmış, bitirilmiş, kilitlenmiş bir günün içinde’ hissetmektedir ve yaşı henüz otuz üçtür. ‘Fırtına’da ise çıldırmış bir kadının, kaotik bir ortamda niçin öldüğünü anlayamadığımız bir bebek yanılsamasıyla beyhude oyalanışını okuyoruz. Onu korumaya ve emzirerek büyütmeye çalışıyor. Oysa belki de o bebek hiç doğmadı.
Çığlıkları duyulmayan kadınlar
Sonra “Cehennem” var. Cicianneyle yaşamak zorunda bırakılan bir kızın iç yakıcı yolculuğu ve büyüyüp bir adama ‘Benim cehennemim sensin’ demesi… Aşk mıdır bu?
Bir başka hikâyede ‘içindeki iyiyi dışarı vurmayı beceremediğini duyumsayan’ bir kadın var. ‘Çünkü kendisinin sürekli kötü, kösnül, kancık ve dişi olarak algılandığının ayrımındadır, üstelik bu görüntüyü reddetmek istemiyor…’ ‘Çığlık’ını kimsenin duymayacağı kadındır bu. Bir de dul kalmış bir kadının kendi içindeki ‘Mağara’ya saklanma girişimleri. Kaybolmuşluk, kendini yitiriş, yalnızlık, acılar, acılar, acılar ve boşluk… Bu yüzden kitabın kendisiyle bittiği ‘Soytarı’ öyküsünün başında direneceğini söyleyen kişinin bir kadın olması, okuyucuyu umutlandırıyor gibi. Ama kitabın 102. ve de son sayfasında şöyle söyler genç sevgilisine, yaşlanmakta olan kadın: ‘Pis ve gülünç bir soytarıdan başka bir şey değilim ben.’
O adamı kim öldürdü?
Çoğunlukla güzellik ve cazibesiyle etkileyen konumundaki kadın nedense buna rağmen edilgenleşir. ‘Oyun’da ise sevgilisine doğrulttuğu silahın tetiğine basamayan bir gencin, namluyu kendine yöneltmesini, kadının ‘soğuk’ penceresinden izliyoruz. Kadın için hiç bir şey ifade etmiyor bu ölüm. Çünkü her şeyin sonuna gelinmiştir ona göre.

20451.jpg


Bize aşkı anlat usta!

Toz’un bunca öyküsüne değindik ama aşktan çok az bahsettik. Işıldamaktan, kıpkızıl ateşin harıyla kavrulmaktan, o ateşin üstünde yürümekten bahsetmedik. Oysa var öyle bir hikâye Toz’da. Hem de ne hikâye… Aşkın Diyalektiği’nin küçücük bir özeti diyebiliriz buna. Mecazlarla yerden göğe uzanan bir imkânsız aşk öyküsüdür ‘Çalılıkta Yanan Ateş’.
Çalılıkta yanan ateş
“…evrenin akla gelmedik bir ucundaki bir zerrecik, akla gelmedik bir yere geliyor, oraya yerleşiyor, orada kalıyordu. İki insanın bir araya gelmesi ve buluşması bundan daha farklı bir olay mıydı sanki…” İşte Çalılıkta Yanan Ateş’te birbirlerini seyre dalmış bir erkekle bir kadının kelimesiz konuşma anını okuyoruz. İkisi de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır. Ama çok uzun yıllardan sonra bir telefonda, engel olan her şeyin bittiği söylendikten sonra yeniden ‘o pastane’de buluşulan o an. Erkek kadının ela gözlerine bakarak sözsüz, kelimesiz yalvarıyor: “Bana görün! Güzelliğini göreyim! Güzelliğini görmek istiyorum! Bana ‘Sandaletlerini çıkart’ de! Ve sevgili olan kadın hiç konuşmadan ‘çıkart!’ dedi. İçinde sonsuzca duracakları ana bu kez ikisi dur buyruğunu vermeye hazırlanıyordu.”
Peki, siz o ana dur demeye ve o harlı ateşte yürümeye hazır mısınız?

Mustafa Nezihi Pesen 'öz-den ören'i okumaya devam edecek
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İslâm akılcı bir din mi?

untitled-2.jpg



Rasim Özdenören’in Kafa Karıştıran Kelimeler isimli kitabı kavramlara ve kelimelere Müslümanca bir yorum getiriyor.


16491.jpg


Modern dünya, durmadan yeni kavramlar ve kelimeler türetiyor. Elbette bunlar ihtiyaca binaen ortaya çıkan şeyler. İnsanlar düşünüyor, ortaya yeni fikirler koyuyor, bu yeni fikirleri de yeni kavramlarla ifade ediyorlar. Gündelik hayatta sık sık duyduğumuz, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kullandığımız pek çok kavram aslında bize uzak ve yabancı. Rasim Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler’de bu kelime ve kavramların bir Müslüman için ne anlam ifade ettiğini, bu kavramlara nasıl yaklaşmamız gerektiğini anlatıyor.
Özdenören bu kitapta pozitivizm, akılcılık, hümanizm, bilim, gelenek, özgürlük, hicret, laiklik, teokrasi, irfan gibi birçok kavram ve kelimeyi “Müslümanca” bir bakış açısı ile değerlendiriyor. Rasim Özdenören’in bu kitaptaki her değerlendirmesine katılmasam da yerinde tespitler ve doğru örnekler yer alıyor kitapta. Bu bakımdan oldukça “zihin açan” bir kitap Kafa Karıştıran Kelimeler. Okuru düşünmeye, muhakeme etmeye zorluyor.
Elbette yıllarca tartışılmış olan, böyle geniş meselelerin 180 sayfalık bir kitapta derinlemesine ele alınmasını bekleyemeyiz. Özdenören de kitapta bazı meseleleri kısa kestiğini söylüyor zaten. Ancak yine de bir kapı aralıyor bu kitap. Belki de her kitabın yapması gerekeni yapıyor aslında: Bir kapı aralıyor ve sizi oradan düşünmeye sevk ediyor.
kafa-karistiran-kelimeler-kapak.jpg

İslâm akılcı bir din mi?
Kitapta bugün pek çoğumuzun fark etmeden kullandığı, doğruluğundan neredeyse hiç şüphe etmediği kavramlara değiniliyor. Bunlardan biri de İslam ve akılcılık meselesi. Gündelik hayatta çok sık yan yana gördüğümüz kelimeler bunlar. Özdenören’in kitapta söylediği gibi İslâm'ın akla uygun oluşu çok defa “akılcı” sıfatı ile ifade ediliyor. Oysa bilindiği üzere akılcılık bilginin akıl yoluyla elde edilebileceğini savunan müstakil bir görüş… Öyle ki bu görüş, aklın, mantık yürütmenin yanılabildiği görüldüğünden yerini çok zaman önce bilginin kaynağının deney olduğu görüşüne bırakmıştı. Ancak bugün dikkatsizlik ya da öğrenilmişlik sebebi ile İslâm’ın akılcı bir din olduğunu söyleyebiliyoruz.
Kafa Karıştıran Kelimeler, bu gibi dikkatimizi çekmeyen hususlara açıklık getiriyor. Dilin, dolayısı ile kelimelerin ve kavramların düşüncelerimizi şekillendirme gücüne sahip olduğunu hatırlarsak, kitabın değerini daha da iyi anlayacağımız kanaatindeyim.

Görkem Evci dikkat çekti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Siyasetin dili için baba eser!


Usta yazar Rasim Özdenören, siyasal ve zihinsel körlüğümüze ışık tutacak önemli bir kitapla karşımızda.


Mütefekkirlerin aydınlatmadığı bir dünya
Cemil Meriç, “Mütefekkirlerin aydınlatmadığı bir toplumu şarlatanlar aldatır” diyor. Millet olarak nerdeyse iki asra varan tarihimiz bir aldanış ve aldatışlar tarihi olarak da okunabilir pekâlâ. Bu trajik konumumuz bize gösteriyor ki millet olarak gözümüzü, kulağımızı yanlış kişi ve kurumlara emanet etmişiz bunca zaman. Hakikat diye bize yutturulan kelimeler, kavramlar aslında birer sihirbazlık numarasıyla zihnimizi körleştiren can alıcı aygıtlardan başka bir şey değil.
11626.jpg
Siyaset, bu topraklarda ne yazık ki tam da bu andığımız açmazları besleyen, çıkış yollarımızı tıkayan bir enstrüman olarak önemli işlevler yüklendi. Bir seçenek olarak siyaseti ve siyasetin ürettiği dili reddetmek de mümkün. Ne ki siyaseti reddetmek, tarihi ve bizi millet yapan o kadim geçmişi reddetmekle eşdeğer. Fethi Gemuhluoğlu, o ünlü Dostluk Üzerine başlıklı konuşmasında Mustafa Reşid Paşa’dan Bülent Ecevit’e uzanan ihanet çizgisini iyi irdelemekle yükümlü olduğumuzu söylüyordu. Türkiye’de egemen verili koşulların muhasarası altında “körleşen” insanlar, eğer siyasetin ürettiği dili doğru okuyamazlarsa Fethi Bey'in bahsini ettiği tarihsel sorgulama her zaman ve şartta akim kalmaya mahkûm.
İnsanı anlamadan siyaseti anlamak mümkün mü?
Rasim Özdenören’in yeni çıkan kitabı Siyasal İstiareler, tam da yukarda andığımız tarihsel sorgulamada bizlere ufuk açıcı, diri ve derinlikli bir imkân sunuyor. Özdenören, öncelikle kör olma, körlemesine bakma, kör nokta gibi farkındalık eşiğimizin mihenk noktalarını harekete geçirmemiz gerektiğini salık veriyor. Çünkü birileri ısrarla bizim kör olmamızı, kadim gerçekliğin anlam haritaları karşısında “bakar kör”ler gibi olmamızı istiyor.
11627.jpg
İstenen şey basit, kendi kadim geleneğimiz, tarihin bize yüklediği mümin sorumluluğu orada öylece duracak ve bize kendi ürettikleri, işporta malı gibi pazarlamasını yaptıkları yalanlara sanki onlar bizim asıl doğrularımızmış gibi dört elle sarılacağız. Siyaset, yalanları hakikat diye insanlara yutturmanın bir diğer adıdır, diyen filozoflar ne kadar da haklı. Tam da bu noktada Özdenören, siyaset kavramına akademinin, siyaset ideologlarının onca teknik ve kavramsal enkazları dışında insanca bir bakış açısı getiriyor. Çünkü insanı anlamadan siyaseti anlamak ne mümkün.
Tanımlanamayan değerler sarmalı
Rasim Özdenören’in, yarım asra varan yazarlık serüveninde üzerinde sıklıkla durduğu bir nokta var ki söylemeden geçemeyiz. Kelimeler, kavramlar bizim zihin ülkemizdeki anlamlarına göre şekillenir, ete kemiğe bürünür, yaşayan bir organizma hâline gelirler. Kelimelerin gösterdiği perspektif, aynı zamanda bizim “uyanık bir göz”le bakmamız ve görmemiz gereken gerçekleri de kolayca kavrayabilmemize imkân sağlar.
Oysa kelimelerin genetik yapısıyla oynayıp, onları zihin ülkemizi işgâl etmede birer araç olarak kullanan siyaset ideologları bunu hiçbir zaman istemez. Belki de bu yüzden bizi millet yapan değerlerin tanımlanması noktasında çeşitli dolaplara, hilelere başvururlar. Tanımlanamayan değerler kültürel ve sosyal bir kaos demektir. Tanımlanamayan değerler başı sonu olmayan kısır tartışmaların döngüsü içerisinde bir halkın hakikate çıplak gözle de olsa dokunamaması demektir. Özdenören, “Değerler tanımsız bırakıldıkça, tartışmanın dibini bulmak imkân dışı kalır” derken bu çıkmaza işaret ediyor biraz da. Bu nedenle değerlerin, kavramların kadim geçmişin ışığı altında enikonu tanımlanması, modernizmle birlikte hayatımıza giren kelimelerin bir Müslüman diyalektiği çerçevesinde çözümlenmesi gerekiyor.
Özdenören, Siyasal İstiareler kitabını bu temel noktalar üzerinden kuruyor. Kitaptaki yazılar, Hukuk ve Adalet; Özeleştiri; Özgürlük, Statüko, Değişim; Kılık Kıyafet; Entrika; Tarihsel ve Güncel Görüngüler; İnsanlar olmak üzere yedi ana başlık etrafında toplanmış.
11628.jpg
İnsan inşa eden kavram mı, kavram inşa eden insan mı?

Özdenören, insan inşa eden kavram veya kavram inşa eden insan ikilemi içerisinde doğruların ters yüz edilmesi tehlikesine karşı bizi uyarıyor. Nitekim bir ülkede kavramlar eğer bir fetiş bir tabu hâline getirilip insan üzerinde hükümranlık kurmanın bir aracı haline getirilmişse orada sağlıklı bir düşünme ameliyesinden bahsedebilmek zorlaşır.
Hâlbuki insan kavram inşa eden, etmesi gereken bir canlı. Kavramlar tarafından inşa edilen, giderek linç edilen insan tipi bugünkü Türkiye fotoğrafında hiç de yabancısı olmadığımız bir manzara. Örneğin bir laiklik bir hukuk kavramları etrafında bile bu kavramların içeriğine matuf ortak bir düzlem yokken kime ne anlatılabilir. “Kanun” ile “hukuk”un birbirinden fersahlarca uzak iki kavram olduğunu gelin de siyaset mühendislerine anlatın anlatabilirseniz.
Özdenören, insanın elini kolunu bağlayan, insanı köleleştiren kavramların sorgulamasının bile yapılamadığını söylüyor. Çünkü bu kavramlar birer ideoloji hâline getirilmiş, siyaset laboratuarlarında modern çağın “insan yem”leri olarak üretilmişlerdir. İnsan kavramlar üzerinde müdahil olamadığı müddetçe bu ideologların ürettiği kavramlar tarafından inşa edilmek (ve dahi imha edilmek de) elbette kaçınılmaz.
Malcolm X’in yıllar önce söylediği şu söz, Siyasal İstiareler kitabının temel çıkış noktasıdır desek doğru olur sanırım: “İster mermi olsun, ister oy pusulası. İnsan iyi nişan almalı; kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.” Siyasal İstiareler, bize kuklayı değil de kuklacıları görmemiz gerektiğini söyleyen, bilinç tazeleyen, “kör”lüğümüze evrensel bir yardım eli uzatan kıratta bir kitap. Daha ne bekliyoruz…


Ahmed Edip Başaran "kavram inşa edelim" diyerek yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yazarın içindeki taptaze kimya nedir?



Yıldız Ramazanoğlu, Ali Şeriati'nin sorduğu gibi soruyor; yazarın her kuşağı heyecanla içine alan eserlerindeki taptaze kimya nedir?


Rasim Özdenören için bu yıl birçok onur günü tertip edildi. Peki, nedir yazarın her kuşağı heyecanla içine alan eserlerindeki taptaze kimya? Özdenören'in ilk okuduğum kitabı olan Hastalar ve Işıklar da “Çark” adlı bir öykü var. Kitap 1967'de yayınladığında yazar yirmili yaşlardadır. Ancak hayat tecrübesinin içinden süzülüp gelebilecek olgun yaşta birinin dillendirebileceği bir hissiyatı aktarmaktadır genç yaşta.
“Ama teslim olmayacaktı, hayata teslim olmayacaktı”

hastalar-ve-klar-1.jpg


Sonu gelmez dolaşmalardan sonra yorgun düşen, bitip tükenmek bilmeyen yolculuklarla dolu bir günün sonunda uykuya dalan gencin rüyası onun geleceğidir aynı zamanda: "Boynuna ilmiklenmiş bir halatla görünmez, gücüne karşı konulamaz bir el, onu uçurumun kenarından aşağılara çeker, o anda artık yardımını umabileceği kimsenin kalmadığını da yeisle görürdü. Yaşaması için bir mazeret aramaktan caymıştı, o koşuşlar, korkular, düşüşler, üşüyüşler tüketmişti onu, bıktırmıştı... Ama teslim olmayacaktı, hayata teslim olmayacaktı. Belki ölüme…" Böyle diyordu genç adam.
Zihin dünyamızda muhkem yerleri olan yazarların tek başlarına bir ilkenin, inancın ve sualin peşinden gitme istidatları var. Ali Şeriati, "bir mum sönünce ışığı nereye gider" sorusunun peşinden gittiğini söyler. Garaudy de 1933'de tam yirmi yaşındayken "Hayatta yapmam gereken nedir?" sorusuyla hayatın içine fırlatılıp atıldığından bahseder. Bu dünyanın manası bir cümlenin peşine takılmak, belki de olması gereken bu. O yıllarda Hitler iktidara yürümekte, dünya allak bullak olmaktadır. Yapması gerekenin ne olduğuna dair ne çok şey vardı kafasında ama asıl mesele her şeyden önce kendini hesaba çekmekti. Özdenören de hayata teslim olmayacağını söylemişti yazma yolunun daha en başında, kendini bir ilkeye bağlarcasına.
İçindeki yazılar nasıl da verimli beyin fırtınalarına yol açtı, unutulacak gibi değil

iz9789753557443-tn.jpg


Onun sadece hikâye yazdığını düşünmüyorum; düşüncelerimizin amansız salınımlarının, alt üst oluşlarımızın, toplumsal değişme sancılarımızın, Müslüman kalma mücadelemizin ve bu uğurdaki tartışmalarımızın yazarı olan Özdenören’in, bu yüzden birçok kitabı el kitabı oldu. Bize bir hikâyemiz olduğunu gösterdi çünkü. Aşkın Diyalektiği’ni, İmkânsız Öyküler'i ve daha nice kitaplarını birçok gencin kütüphanesinde görmek mümkün mesela.
Üniversite öğrencisi genç kızlar bir kitap seçtiklerini ve birlikte tartışarak okumak istediklerini söylediler bir gün. Özdenören'in Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler kitabıydı ve aslında seksenli yıllarda okumuştum ve tekrar okuduğumda ne kadar güncel olduğunu fark ettim. İlk baskısı 1985'de yapılan kitabın elimizde 2003'teki 12. baskısı vardı ve biz onu şimdi yirmili yaşlardaki gençlerle yeniden okuyorduk.
O gün ne kadar tartışmalı geçti ve içindeki yazılar nasıl da verimli beyin fırtınalarına yol açtı, unutulacak gibi değil. Kitapta dünyanın Müslüman entelektüellerini hâlâ meşgul eden en çetrefil konular gündeme alınmış ve yol haritası kesin bir dille gösterilmişti. Yazarın gıyabında her satırını tartışıyorduk doğrusu. Bu kitap İslamî düşünce bakımından genetik bir şifrenin açılımı gibiydi. Teorinin yaşanan gerçekliğe aktarılırken nasıl da helozonik yollar izlediğini fark ettiriyordu. Hayat içinde İslamî pratiklerin handikaplarına ve savrulmalara tanıklık etmiş bir kişi olarak, gençlerle birlikte birçok meseleyi en baştan ele almak çok öğreticiydi benim için de. Hidayet, kötü bir dünyada iyi Müslüman, İslam’ın diyalektik yapısı gibi birçok can alıcı konuyu konuşabilmiştik kitap üzerinden. Hacmi küçük ama içeriği bereketli bir kitaptı doğrusu.
Özdenören'e göre fiziksel hicret bir defaya mahsustu, oldu, bitti; ama bugün yapacağımız hicret, zihinsel olan…

iz978-9753550383-tn.jpg


Aslında yazarın bütün yazdıkları kendi söyleyişiyle “Bir İslam Ülkesi Rüyası” için. Yaşadığımız yüzyılın başlarına kadar asırlar boyunca yaşanmış bir tecrübeden yararlanarak zihinsel devrim öngörüyor yazar. Büyük düşünmek için ütopyacı olmak gerektiğini söylüyor. "İnsanlar acaba nasıl bir ülkede yaşamak ister? Dört baştan bir cenderenin baskısı altında yaşamak hoşlarına gider mi?" sorularını soran yazar, ancak ütopyanın hayal ufkumuzu sonsuzluğa açacağını anlatır. Ufka doğru genişleyen sınırları ideolojinin dar kalıpları arasına sıkıştırmaya kalkıştık mı, büyük düşünmek isteyenlere zindanın yolunu göstermiş olacağımıza işaret eder.
İslam dışı bir toplumda yaşayıp arkasından da İslam dışı toplumun getirdiği problemlere İslam'dan cevap almaya kalkışmak hatadır ve İslam'ın yürürlükte olduğu zemine basabilmemiz için öncelikle birey buna talip olmalı. Bireysel olarak talip olmanın gerek şartı da 'zihinsel hicret'tir. Özdenören'e göre fiziksel hicret bir defaya mahsustu, oldu, bitti; ama bugün yapacağımız hicret, zihinsel olan. İşte daha yirmili yaşlarda “Çark” hikâyesinde 'hayata teslim olmamak' dediği ve yaşamı boyunca izlediği yol budur yazarın.
Bu, kadere başkaldırıyı değil iradeyi ve sahih sözün vücut bulmasını işaret etmekte. Bizim hikâyemiz devr-i cahiliyeden devr-i İslam’a geçmek için sözün çokça sarfedildiği, kuvveden fiile geçmede ise çok katlı zaaflarla malül olduğumuz bir hikâye. Özdenören, altın çağların şimdiki zamanda yeniden var edilmesine yürekten talip olmamızın önemli bir adım olacağının altını çizer bütün yazdıklarıyla…

Yıldız Ramazanoğlu yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yüzünü bulmak istersen oku!



Bakmayı unuttuğumuz yüzler yüzünden değil miydi insanlığın hüznü? Aynalara değil de hayata yansıyan Yüzler’i yazmış Özdenören!




Rasim Özdenören kitapları, kendini anlamaya çalışanlara idrak kapılarını açan, kendini kolayca ele vermeyip piyasadaki fikir kitaplarının çoğunun aksine okuyucuya zihin jimnastiği yapmasını sağlayan türden. Bu izlenimi okuduğum bir kısım öykülerinde de hissetmişimdir.
Özdenören’in Yüzler kitabı, kitaplığımla ellerim arasında gidip geldi epey bir müddet. Kitabın ismi ve kapağındaki René Margeritte’nin tablosu Yüzler’in, ardındaki görünmezliği ifade etmesi açısından kitabın içeriğiyle olan uyumu mükemmeldi. İçeriğe vakıf olabilmek için duru bir idrakle kapağını aralamayı beklemiştim. Kitabın, içindekiler bölümünde sıralanmış başlıkları okumaya başladığımda düşündüğümden de ötesi çıktı karşıma. Kendi yüzümü ve başka bildiğim zannında olduğum yüzleri tahayyül etmeye koyuldum. Bir çerçeve arayışına girdim, bir yüzün kaç ayrı sahne içine koyulabileceği, İslamcıların etik yüzü nasıl olmalı gibi sorular ardı sıra geldi…
Rasim Özdenören’in açtığı nokta da Âl-i İmran suresinin 106. ayeti olan; “o gün bir takım yüzler ağarıp, bir takım yüzler de kararır” mealiydi. Kur’an-ı Kerim’de geçen bu “yüz” salt görünüşten ibaret olamazdı elbette. Yüzlerin ardındaki fikirler, eylemler şekillendirmiyor muydu zaten yaşadığımız dünyayı? Fertten umuma giden bir bakışın zihinde örnek mahiyetindeki varsayımlarla şekillendiği Yüzler kitabı, çıkarımlarıyla yeni düşünce ufuklarına kapı araladı.
Saçmanın Yüzü’ne kılıf bulma endişesindeki insanoğlu
Kitapta şekil bulan menfi yüzlerin anlatımı “Saçmanın Yüzü” makalesi ekseninde şekilleniyor. İnsanın yaptığı anlamsız yani saçma hareketleri akla uydurmaya çalışıp bir nedene dayandırmasının saçmalığını açık dille ifade ediyor yazar. Kendisini rahatlatmaya çalışan insanın eylemlerine bulduğu meşru sayılabilir isimleri bir kenara bırakmanın objektifliğini sunuyor ve olayların özünü göz önüne koyuyor. Burada insanın yüzüne bakmakla kavrayamadığınız yüzleri ayrıştırmak kolaylaşıyor gibi. Zamanın durağında durup düşünüyorum da; çocukların yüzünden başka yüz kalmamış olduğu gibi görünen.
Kendi yüzüne yabancı yüzler
Öyle ya, insanın kendini eleştirmesi nefse ağır gelir. Bilse de hatasını, dönüp kendine bozguncu, alaycı, nankör, küstah, arsız, yaltakçı, hasetçi yakıştırmasını yapamıyor. Yaptığı bu kötü eylemlere nedenler bulup meşru hale getirme gayretinde oluyor. Hatta kendini temize çekip olması gerekeni yaptığını bile iddia ediyor. Sanırım toplumsal çözülme tam da burada başlıyor. Topluma tevdi edilen korkular, endişeler, kötülükler, saçma davranışlar evrensel sonuçlar olarak insanın önüne çıkıp işlenen suçlara eğilim adeta engelsiz bir yol olarak gözler önüne seriliyor. Nedenler haklılık kazanıp acı verici sonuçlar hafifletiliyor.
Ebu Talib’in bahanesi
Sabit fikirlerimiz vardır. Tersyüz edemediğimiz. Cahiliye devrine gidelim. İslam’ın aydınlığı Arap yarımadasında doğmaya başlamıştır. Köleler zenginlere eş sayılmış, putlardan yüz çevrilmiş, hak ve adaletin sesi dalgalanmaya başlamıştır. Alışılagelenin dışında olaylar vuku bulmaktadır. Ve vahyin indiği, bir eline ay bir eline de güneş verilse bile davasından vazgeçmeyeceğini söyleyen bir kardeş oğlu vardır Ebu Talib için, bir de Mekke’deki konumu… Kureyşlilerin söylemleri endişesiyle “ben de varım” diyemeyen bahanenin yüzünü anlatıyor bu kıssayla Rasim Hoca. İnancın eyleme geçmediğindeki anlamsızlığını düşünmeden geçemiyorum.

jpg.jpg


Vicdanı rahatlatma çabaları

Sait Faik’in “Çatışma” hikâyesi etrafında algıların yüzünü tanımlamamıza yardımcı olurken, şeytanın yüzü duyulmak istediği kulağa kendini fısıldıyor. Batı edebiyatının yapı taşlarını oluşturan klasik romanların toplumda kimlik kazanmış kahramanları da yer alıyor Yüzler’in içinde. Raskolnikof’un cinayetini meşrulaştırma çabaları çoğumuzu ikna eden türden değil miydi? İvan, Hamlet, Gruşenka, Machebeth’in trajedileri, fısıltıların şekillendirdiği yüzleri ve bu yüzlere makyaj sürerek imkân dairesine sokmaya çalışmaları.
Sadece romanlarda yaşanmıyor bunlar. Yazar usta hikâyeciliğinin verdiği gözlem gücünden yararlanarak verdiği örneklerle anlatmak istediklerini taçlandırmış bence. Olmaması gereken içyüz’leri sıralamış ve okuyucuya kendi yüzünü bulma ve tüm bu kötülüklerden kendini nasıl soyutlayacağının yolunu göstermiş. İnsan olmanın erdemini taşıyan duruşlar nasıl olmalı, bunu kesin yargılarla ortaya koymuş.
Özetle söylemek gerekirse, yazarın, insanın kaşı, gözü, şekliyle işi yok bu kitapta. Kitabı okuduktan sonra şöyle bir soruyla muhatap ediyorum kendimi: “Kendi yüzüne nasıl bir kılıf istersin kıyamet günü?” İz Yayınları’nın çıkardığı Rasim Özdenören’in bu kıymetli denemeleri, kendini güncellemek isteyen herkesin dönüp tekrar tekrar okuyabileceği nitelikte… İnsanın bir çabası da erdemin, vicdanın, ahlakın yüzünü yakalayabilmek değil mi?..

Zeynep Saylan yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
benvehayatolum.jpg


Ben ve Hayat ve Ölüm’de adalet ağır basıyor


Üstad Rasim Özdenören Ben ve Hayat ve Ölüm adlı kitabı, adeta adalet ve dürüstlük olguları üzerinde bir derinleşme denemesidir.



Hayatın belli detaylarının üzerinde duran, onu bıkmadan usanmadan yorumlayan, nesneleri ve olguları sürekli sorgulayan, bunu yaparken de hassas teraziler kullanan birisiyseniz, üstad Rasim Özdenören’in Ben ve Hayat ve Ölüm adlı kitabı tam da size göredir.
Hızlı ve kestirmeden gitmeyi seviyorsanız, bir ağacın altında -o ağacın ne ağacı bile olduğunu merak etmeden- iki dakika bile beklemeye tahammülünüz yoksa, hemen yanı başınızdaki papatyayı yahut sevimli çocuğu fark edemiyorsanız, size Rasim Özdenören’in bu kitabını okumanızı tavsiye etmem, çünkü ciddi derecede sıkılırsınız.
Taş parçacığı bize ”sen yaşıyorsun” diyor
Rasim Özdenören, bu kitabında çoğu insanın önemsemediği, üzerinde bile durmadığı detaylardan yola çıkarak derin bir anlam arayışını gerçekleştiriyor. Hikemî bakış açısıyla nesnelere bakarak onları sıradan birer nesne olmaktan kurtarıyor. Bunun örneğini şu cümlesinde görebiliyoruz: “Ayakkabının içine kaçmış mercimek büyüklüğünde bir taş parçacığı kadar insana yaşadığını hatırlatabilecek bir uyarıyı ben başka nerede bulabilirdim?” Özdenören burada bir taş parçacığına öyle bir anlam ve misyon yüklüyor ki artık o taş parçasına, bizi rahatsız eden bir nesne olarak değil, bizi gafletten uyandıran bir nesne olarak bakmaya başlıyoruz.
Cahit Zarifoğlu ölüm döşeğinde ne demiş?
Bu eser, hayatı ezbere yaşamayan ve sıradan olmayan bir insanın bitmek tükenmek bilmeyen iç konuşmalarını bize sunuyor. Yazar bu eserinde bir filozof tavrıyla, karşılaştığı her şeyi yeniden yorumlamaya ve her şeyi zihninde bir yere oturtmaya çalışıyor. Başka bir ifade ile iyiye ve kötüye dair her şeyi, birilerinden duyduğu gibi kabul etmeyip onları bir tahkik sürecinden geçiriyor. Bu süreç içerisinde de sürekli yeni sorular soruyor. Bunun en bariz örneğini merhum Cahit Zarifoğlu’nun ölüm döşeğindeyken kendisine söylediği; ”Şimdi bir tay olmak istiyorum, dağlarda koşmak istiyorum” cümlesini irdelerken sorduğu sorularda görüyoruz. “Tay acaba koşarken koştuğunun bilincinde midir? Tay kendi içinde koşarkenki hali ile uyurkenki hali arasındaki farkın ne kadar bilincindedir?” gibi sorular soran yazar, aslında bu sorularla bir hakikatin kuyruğundan yakalamaya çalışıyor. Bu sorular tek başına düşünüldüğünde anlamsız gibi gelse de ulaşılan sonuçlar itibari ile bizi bir takım hikmetlere ulaştırdığını görüyoruz.
Bir filozof üslubu olmalı
Özdenören’in dünya klasiklerini okuyormuşsunuz hissi veren bu eserindeki üslubu bana öyle geliyor ki kelimenin tam anlamıyla kadim filozofların üslubudur. Fakat filozoflara göre onun bazı artıları söz konusudur. Çünkü filozoflar meseleleri ele alırken bazen sonunda onu daha da karmaşık hale getirebiliyorlar. Özdenören’in düşünce sisteminde ise karmaşıklık değil, bir harmoni söz konusudur. Tek tek parçaları, bütünün içerisine hakikati yormadan monte edebilmektedir. Nitekim Özdenören bu eserinde; “Kendiliğinde basit olan bir şeyi insanın entelektüel hevesi karmaşıklaştırıyor. Üstelik de hayatı zehir ederek” diyerek böyle bir entelektüel hastalığı hoş karşılamadığını ifade ediyor.
Yazar ile ilgili ipuçları veriyor
Bu kitabın içeriğinde anı tarzı denemelerin de yer alması hasebiyle, diğer Özdenören bazı kitaplarında da rastladığımız gibi, yazarı daha iyi tanımamız adına bize bazı ipuçları veriyor. Hani psikologlar insanın çocukluğuna inerek bazı duyguların temellerini araştırırlar ya. Belki böyle bir yöntemle Özdenören’deki dünyaya bir şeyler anlatma duygusunun yani yazarlık ateşinin ne zaman tutuştuğunu tahmin edebiliriz.
Tahminime göre; çocukken bir arkadaşının suçu yüzünden okul müdüründen tokat yiyen yazarımızın yazı hayatına başlamasında bu olayın bir etkisi olmuş olabilir. Kitapta anlatıldığına göre haksız yere tokat yemekle kalmayan ve ikiz kardeşi Alaaddin Özdenören de bu olaydan zarar gören yazarımız, bu olaydan çok müteessir olmuştur. Özdenören’in adalet ve dürüstlük kavramları etrafında dolaşan yazarlık serüvenini hesaba katacak olursak, yaşadığı bu haksızlığın hakka ve hakikate dair söz söyleme isteğini kamçılamış olabileceğini söyleyebiliriz.
Adalet duygusu yoğun bir yazar
Nitekim bu kitabı okuduğumda Özdenören’in hayatında en fazla ağır basan duygunun “adalet” duygusu olduğu izlenimine ulaştım. “Adalet” kavramının yazarın en önemli şifrelerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Belki de müellifi bir üstad olarak sevmemde, hayatın en asil duygusu olan adaleti içselleştirmiş bir şahsiyet olmasının payı büyüktür. Şunu da ilave etmek isterim ki adaletin hayatın en asil duygusu olduğunu söylerken, adalet duygusu olmayan bir insanın, sevgisinin de, dostluğunun da anlamlı olmayacağını düşündük.
“Tek ayak üzerinde durma cezası” başlıklı denemesinde; “Ben cezamı ciddiyetle çekerken o arkadaşım öğretmen arkasını döndüğü zaman ayağını yere basıyordu” diyen yazarın kişiliğindeki adalet vurgusunu biz buradan çıkarttık. Özdenören’in kişiliğindeki ikinci vurgu ise “dürüstlük” duygusudur. Bunu da “Ka’ab bin Malik’i” anlattığı denemesinden çıkarttık. Kitaptaki diğer denemeler de bu olguların etrafında döndüğü için diyebiliriz ki bu kitap adalet ve dürüstlük olguları üzerinde bir derinleşme denemesidir.
Hayata karşı biraz ürkek
Bu eserden anlaşılmaktadır ki Özdenören, her naif yazar gibi hayata karşı biraz ürkektir. Yazarın, diğer bir özelliği de içindeki çocuğu hiçbir zaman öldürmemesidir. Hayatı boyunca duvar gibi duran, hiçbir çocukluk yapmayan renksiz tiplerden değildir. Yazarın hayran olduğum yönü ise hem edebi muhafaza edip hem de sıfır kasıntı ile yazmasıdır. Bunu biraz açmak istiyorum. Kitaptaki son denemelerden birinde yazar hiçbir kasıntıya mahal vermeden bir gün kendisinin serseri olmaya özendiğini, bunun planını yaptığını anlatıyor. “Büyük serserilikler için büyük kentler seçilmeli” diyerek dünyanın büyük kentlerinden birinde serseri olmayı hayal ediyor. Bu hayal içerisindeyken hakikatin hatırını da incitmiyor ve eğitim ile serseri olunamayacağını, ona fıtraten yatkın olmak gerektiğini itiraf ediyor.
Kasıntısız bir yazar
“Serseri” başlıklı denemesinde yazar, Allah dostları olarak bilinen kişilerin bir anlamda serserilerin şahı olduğunu söylüyor. Onları bu dünyaya, bu dünya hayatına, bu dünya adresine bağlayacak hiçbir bağ, hiçbir menfaat ilişkisinin var olduğunu tasavvur etmek mümkün olmadığı için bu benzetmeyi yaptığını ifade ediyor. Allah dostlarının serserilerin şahı olduğunu söylemek ilk bakışta kolay hazmedilebilecek bir cümle gibi görünmüyor. Yazarı yazar yapan şey de işte tam burada karşımıza çıkıyor. Buradan kendi adıma şöyle bir yazarlık prensibi çıkartıyorum: Yazar eğer söylediği şeyde samimi ise, anlatımını güçlendirmek için bazı uç söylemleri kullanabilir. Niyeti halis olmak koşulu ile söylediği söze ilgi çekmek için en çarpıcı ifadeyi seçebilir. Birileri bu ifadeyi yanlış anlar diye düşünmek ise insanı çoğu zaman kasar ve kısıtlar. Ben kendi adıma Özdenören’den bunu öğreniyorum.
Yazar, rahatlığı ölçüsünde yazardır
Üstad Özdenören’deki kasıntısız hale aynı denemede kullandığı şu cümleyi de misal verebiliriz: “Güvencelerden arınmış olmak, normal bir insan için bir yeis kaynağı olabilecekken serseri ruhu için böyle bir güvensizlik hali ona vız gelir tırıs gider.” Bu cümleden yine kendi adıma çıkardığım bir yazarlık dersi var, o da şu: Yazar, kendi rahatlığı ölçüsünde yazardır. Özdenören’in, “Vız gelir tırıs gider” gibi halk ağzında kullanılan bir ifadeyi edebi bir metnin ortasına yerleştirmesi, ondaki bu kasıntısız olma ve rahatlık halini en güzel şekilde örneklendiriyor. Onun büyük yazar olmasındaki sırlardan birisi de zannedersem bu rahatlık olmalıdır.
Hakikate karşı teslimiyet içinde
“Adalet” ve “dürüstlük” kavramlarından sonra yazarın diğer bir hususiyeti de hakikate karşı çok derin bir teslimiyet içerisinde olmasıdır. Faraza hakikate ters olarak gördüğü bir şeyi en çok sevdiği Yunus Emre’de bile görse o yine de hakikat olarak bildiğinin tarafın yanında yer alır. Yazar bu kitabında “Sövene dilsiz, dövene elsiz gerek” diyen Yunus Emre’yi tartışmamakta fakat; “Bana tokat atana öbür yüzümü çevirmeli miyim?” sorusu üzerinde düşünmektedir. Falan tasavvuf büyüğü şöyle demiştir, falan mübarek zat böyle demiştir diyerek bu görüşü savunabilecekken, böyle yapmayıp bu durumun zalimin cüretini ziyadeleştireceğini ve zulmün artmasına teşvik olacağını tespit etmiş ve bu konuda şöyle demiştir: “Bizim dinimizde kısas var. Kısas zalimin zulmetme cesaretini doğrudan kırmasa bile en azından zulmün şiddetlenmesini teşvik de etmez.” İşte hakikate kayıtsız şartsız teslimiyetten kastımız budur.
Bir hukuk felsefesi kuruyor
Rasim Özdenören’in bu eserinde aynı zamanda meselelere bir hukuk nosyonu ile baktığını görüyoruz. Gündelik hayattan veya okuduklarından hukuka dair bazı prensipler çıkartmaya çalıştığını müşahede ediyoruz. Bir bakıma hukuk usulü yargılarına ulaştığını söyleyebiliriz. Örneğin Özdenören, cihada gitmeyen Ka’ab bin Malik’in ceza alacağını bile bile Efendimiz aleyhis selatü ve selam’a doğruyu söylediğini, oysa birçoklarının bir mazeret öne sürerek cezadan kurtulduğunu anlattıktan sonra bu meseleyi şöyle bağlıyor: “Mazeret beyan ederek affedilenler arasında münafıklar da bulunduğu bilinmesine rağmen hüküm hukuken zahire göre verilmiş ve onların iç yüzleri Allah havale edilmekle yetinilmiştir.” Görüldüğü gibi yazar burada hükmün zahire göre verilmesi gerektiğine dair bir usul kaidesine ulaşmıştır.
Bunun bir diğer örneğini de “Tek ayak üzerinde durma cezası” başlıklı denemede görüyoruz. Tek ayak üzerinde beklerken başöğretmen gelmiş ve yazarımızı affetmiştir. Fakat o zaman bir çocuk olan yazarımız bunu kabul etmemiştir. Başöğretmene; “Beni öğretmenimin affetmesi gerekir” demiştir. Yazar bu bölümün sonunda; “Suçun mağduru başkasıyken devlet mağdurun yerine kendini koyarak af çıkartabilmektedir” diyerek devletin prensip olarak kimseyi affetme yetkisine sahip olmaması gerektiğine dair bir usul kaidesine ulaşmıştır.
Sezgisel akıl kalbî bir melekedir
Bu kitapta benim son zamanlarda üzerinde yoğunlaştığım bir fikrin de bazı delillerini buldum. Allah’ın varlığının ancak kalbin de devrede olduğu sezgisel akıl ile akledilebileceğini ya da sezilebileceğini, bunun dışında aklî olarak Allah’ın varlığının ispat edilemeyeceğini düşünüyorum. Kelamcıların ve felsefecilerin bu anlamdaki delilleri hiçbir zaman bizi bu konuda tam bir kesinliğe ulaştırmaz. İnsan, tahkiki ve teslimiyeti ile onu sezebilir. Bu söylediklerimizin sağlamasını gerçek hayatta yapmak mümkündür. Bir ateistle tartıştığımızda aklî delil getirerek onu ikna edemediğimizi çok iyi bir şekilde görürüz. Ancak o hakikate yönelirse ve hidayet ona verilirse o bunu sezebilir. İşte Rasim Özdenören bu konuda çok önemli tespitler yapıyor.
Özdenören kitabında bu konuda şunları söylüyor: İnsan, imanı herkes için kabul edilebilir bir matematik aksiyomu haline getirebilseydi, başkasını imanlı kılmak da onun eline verilmiş olurdu. Dünyanın döndüğüne dair bilgi kendini zorunlu olarak kabul ettirir. Bu dünyaya ilişkin bir nitelik taşır, herkes için nesnel bir özellik gösterir. İmanın içeriğini teşkil eden bilgi ise doğa bilimlerinde geçerli olan argümanlarla aynı düzlemde yer almaz. Eğer öyle olsaydı herkes imanlı olurdu. Bu sonuç da insanlarla hayvanlar arasındaki mevcut özelliğin silinip yok olmasına yol açardı.
Büyük bir edebiyatçı olmanın yanı sıra büyük bir beyin olan üstad Rasim Özdenören’in Ben ve Hayat ve Ölüm’ünü, başta da ifade ettiğimiz gibi fıtraten hayatı ezbere yaşamaya müsait olmayan herkese tavsiye ederiz.

Aydın Başar yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
16655_741038862575634_527054628_n.jpg


Yazmaya meyilli gençlerin ortak merakları arasında, “ne okumamı tavsiye edersiniz?”, “hangi tür için hangi yazarlara odaklanmalıyım?”, “yazdıklarım bir değer ifade ediyor mu?” gibi sorular vardır. Bu sorulara çevrenizden, tanıdığınız bir yazardan, sizden iyi yazdığını düşündüğünüz bir arkadaşınızdan cevaplar alabilirsiniz. Hal böyleyken bu soruları cevaplayacak mahiyetteki dergi vey...a gazete sayfalarındaki okur köşeleri/atölyeler, paha biçilmez birer imkâna dönüşür. 1965 yılında Yeni İstiklâl gazetesinde Rasim Özdenören’in üstlendiği bir “Açık Mektup” köşesi mevcut. Özdenören’in bu köşede, okuyuculardan gelen mektuplardaki öykü, deneme ve şiirleri değerlendirmeleri, bugün de değerini koruyor. Bir öykü yazarken hangi noktalara dikkat kesilmeli? Şiirin öyküye galebe çaldığı noktalar var mı? Yazmadan önce okumak şart mı? Okur için birer “kendi kendine yazma atölyesi” halini almış bu köşedeki cevaplar, Rasim Özdenören’in poetikası için de bir eşik niteliği taşıyor.
 
Üst