Peygamberimiz ve Muaz Bin Cebel

fetih

Üye
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
gaziantep
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Muaz Bin Cebel’i, Yemen’e vali tayin ediyor. Ona diyor ki:
- Ya Muaz oraya gittiğinde ne ile hükmedeceksin?
- Kur’ân-ı Kerim’le ya Resûlullah.
- Kur’ân-ı Kerim’de bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
- Senin sünnetinle ya Resûlullah.
- Sünnetimi de bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
- Kendi reyim ile ya Resûlullah.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde bize açıkladığı gibi, Allah’ın tasarrufta olan Nebîsi'dir. Ruhunu, fizik bedenini, nefsini, iradesini ve aklını Allahû Tealâ’ya teslim ederek Allah’ın tasarrufa ulaşmış Son Nebîsi'dir. Tasarrufta olması sebebiyle Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in seçimi kendi seçimi değildir. O’nun seçimi Allah’ın seçimidir:
KASAS-68: “Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(u), mâ kâne lehumul hıyerah(tu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(e).”
Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim (yapmak istediğini seçmek) onlara ait değildir. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir.
Bu dünya hayatında Sıratı Mustakîm’e (hidayete) adım atılan tövbe merasiminde Allahû Tealâ, Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in eline tecelli ediyor:
48/FETİH-10: “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallah(e), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(i), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(en).”
Muhakkak ki onlar sana biat ettikleri zaman Allah’a biat etmiş oldular, onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardı. Kim (derecesini nakısa) düşürürse, muhakkak ki o nefsi sebebiyle (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nakısa düşürmüştür. Kim de Allah’a olan ahdlerini (yeminini, misakini ve ahdini) yerine getirirse ona büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
8/ENFAL-17: “Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ, ve li yubliyel mu'minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).’’
Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü'minleri Kendisinden ahsen bela ile imtihan eder. Muhakkak ki; Allah, işitendir ve bilendir.
7/A’RAF-188: “Kul lâ emliku li nefsî nef'an ve lâ darran illâ mâşaallâh (mâşaallâhu), ve lev kuntu a'lemul gaybe lesteksertu minel hayri ve mâ messeniyes sûu in ene illâ nezîrun ve beşîrun li kavmin yu'minûn (yu'minûne).’’
De ki: “Allah’ın dilemesi hariç, ben kendime fayda veya zarar verecek güce malik değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı mutlaka çoğaltırdım, bana bir kötülük dokunmazdı. Ben ancak mü’min olan kavim için bir nezir (uyaran) ve müjdeleyiciyim.
Bu üç âyet-i kerimeden de anladığımız o ki; iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, tasarruftadır.
Eğer Sevgili Peygamberimiz, Muaz’i Yemen’e vali olarak tayin ediyorsa, bu seçim Allahû Tealâ’nın seçimidir. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ki; O, ayaklı bir Kur’ân-ı Kerim’dir. O halde Allah’ın o kadar sahâbesinin içerisinde bu insanı seçmesi boşuna değildir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in bize tespit ettiği de tüm sahâbenin irşada ulaşmış olduğudur. Ama irşada ulaşan Muaz Bin Cebel’i bile Peygamber Efendimiz (S.A.V), onu Yemen’e gönderirken, orada insanları irşadla görevli olduğunu ona bildiriyor ve irşadın yegâne kaynağının Kur’ân-ı Kerim olduğunu Allah’ın Resûl’ü tespit ediyor.
Demek ki, zaman içerisinde Allah’ın Resûlü’nün şefaatiyle irşada ulaşan Muaz Bin Cebel, Resûlullah’a fizikî şartlar içerisinde ulaşamayan Yemen halkına hem idareci olarak, hem de oradaki insanları irşad etmek üzere Allah’ın Resûl’ü tarafından vazifeli kılınıyor.
Oradaki idaresinde, insanları irşadında ikinci kaynak olarak; “Ey Allah’ın Resûl’ü, senin hadîslerini, sünnetini uygulayacağım.” diyor. Kur’ân-ı Kerim, Allahû Tealâ’nın biz insanlar için seçtiği İslâm’ın ezelî ve ebedî yegâne kaynağıdır. O halde Âdem (A.S)’la başlayan İslâmî dîn, zirve noktaya Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le ulaşmıştır. Allahû Tealâ’nın, ne kadar değişmez kanunu varsa hepsini 23 sene boyunca Cebrail (A.S) vasıtasıyla Resûlullah’a vahyediyor. Bütün bu âyetlerin toplamı şu anda elimizde olan Kur’ân-ı Kerim’i oluşturuyor. Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından korunan bir Kitap olması sebebiyle, bir tek harfi bile değişmemiş olarak elimizde mevcuttur.
15/HİCR-9: “İnnâ nahnu nezzelnez zikre ve innâ lehu lehâfizûn(e).”
Bu zikri Biz, muhakkak ki Biz indirdik, O’nun muhafızı (koruyucusu da) muhakkak ki Biziz.
Korunan ve hayat kitabımız olan Kur’ân-ı Kerim’i en üst safhada yaşayan yine Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. Hiç kimse O’nun kadar Kur’ân-ı Kerim’i en üst noktada hayatına tatbik edemez. Allah bu tespiti yapıyor ve Ahzab Suresinin 21. âyet-i kerimesinde bize şöyle açıklıyor:
33/AHZAB-21: “Le kad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasenetun li men kâne yercûllâhe vel yevmel âhıre ve zekerallâhe kesîrâ(en).”
Allah’a ulaşmayı dileyenler ve Allah’a ulaşanlar ve Allah’ı çok zikredenler için andolsun ki Allah’ın Resûl’ü en güzel (ahsen) örnektir.
Öyleyse Allah’ın Resûl’ünden bize kalan en büyük miras, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Kur’ân-ı Kerim’i hayatına tatbik etme şeklinin İslâm kaynaklarındaki adı olan “sünnet”tir. Sünnetin, bir hadîsler bölümü, bir Resûlullah’ın fiili olarak yaşadığı, gerçekleştirdiği amel bölümü, bir de Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in yanında gerçekleşip de karşı çıkmadığı sükût ettiği, ikrar ettiği bölümü vardır. Resûlullah’ın sünneti bu üç bölümde oluşuyor. Allah’a hamdeder, şükrederiz ki, bizler en güzel biçimde sünnetten faydalanabiliyoruz. Zira, zaman içerisinde bu hadîslerin içerisine mevzu hadîsler karışmıştır. Özellikle İbni Ebul Avce: “Ben tek başıma 2000 hadîs uydurdum.” diyor. Bu uydurulan hadîslerin aslî hadîslerle karışması, insanları ihtilâfa götürüyor. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, “Riyazet-ül Sâlihîn”in önsözünde vaaz ettiği bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır:
“Birgün benim hadîslerim tartışma konusu olacak. Tartışma konusu olduğu günlerde Kur’ân-ı Kerim’e bakınız.”
Muaz Bin Cebel, O’nun döneminde yaşayan, irşada ulaşan ve Resûlullah’ın söylediği hadîsleri taptaze, dipdiri olarak kafasında bulundurabilen birisi. Henüz Peygamber Efendimiz’den sonra çok zaman geçmiş değil. Bu sebeple, sözlerin değişmesi, saptırılması henüz söz konusu değil. Bu sebeple hak sahiplerine gerçekleri hiçbir şey katmadan olduğu gibi ulaştırma imkânına sahip. Ama aradan geçen seneler, hatta asırlar sonra, hadîslerin gerçek olmama ihtimali giderek çoğalır. Çünkü geçen zaman, bir kısmının aşınmasına sebebiyet verecektir. Zaman devreye girince beşerî vasıflardan bir tanesi olan unutkanlık devreye girecektir. Unutmak, “nesiye” kökünden gelmektedir. O halde insan bu vasıfla mücehhez! İnsan bir mesajı olduğu gibi aslî kaynaktan alıp karşı tarafa ulaştıramayabilir ama Kur’ân-ı Kerim için böyle bir tehlike yoktur. Çünkü; Kur’ân-ı Kerim’i Allahû Tealâ koruyor. Allahû Tealâ, Fussilet Suresinin 42. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
41/FUSSİLET-42: “Lâ ye’tîhil bâtılu min beyni yedeyhi ve lâ min halfih(i), tenzîlun min hakîmin hamîd(in).”
Ne önünden, ne arkasından asla bâtıl arız olamaz. Hikmet sahibi ve Hamîd olan (Allah)’tan inmiştir.

Bu Kitab’ın bir tek harfi bile değişmemiştir ama sünnetlerde, hadîslerde birtakım ihtilaflar vardır ve hadîslerin içerisine mevzu hadîsler karışmıştır.
“Bulamazsan neyle hükmedeceksin?” deyince Muaz Bin Cebel’in, “reyimle” dediğini görüyoruz ki bu en çok yanlış anlaşılan konudur. “Ben neden aklımla Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeyeyim! Ben neden aklımla İslâm’ı yaşamayayım!” diyenler var. Halbuki “Ben, reyimle amel edeceğim.” diyen zat ile “Ben, neden aklımla İslâm’ı yaşayamayayım?” diyen Nefs-i Emmare’deki insanı Kur’ân-ı Kerim’e göre karşılaştırırsak, 27 basamaklık bir dizayn farkının olduğunu görürüz. Nefs-i Emmare’de olan bir insan, kendisini Muaz Bin Cebel’in yerine koyuyor.
Muaz Bin Cebel, herşeyden evvel, Resûlullah’ın sahâbesidir. Muaz Bin Cebel, Resûlullah’ın şefaatiyle o gün İslâm’ı yaşayan, İslâmî savaşlarda yer alan, fizik bedenini Allah için harcayabilen ve ruhunu Allah’a teslim eden bir sahâbidir. Eğer Resûlullah onu seçmişse, bu seçim Allah’ın seçimidir. O’nun hiçbir sözü kendi hevasından olmaz! O, tamamiyle Allah’ın vahyiyle hareket eden, Allah’ın tasarrufunda olan bir kişidir. Kendisine bağlı o kadar sahâbenin içerisinden Muaz Bin Cebel’i seçmişse, boşuna seçmemiştir. Muaz Bin Cebel, irşada ulaşmış, irşad etme yetkisinin sahibi kılınmıştır.
O halde bu vasıfların sahibi olan Muaz Bin Cebel: “Reyimle amel edeceğim.” dediğinde bugünkü dîni kaynaklardaki ismi ile en az müçtehitti. İçtihad yapabilen, nefsini Allah’a teslim eden birisiydi. Kendi reyi de olduğu zaman, aklını Allah’ın söylediğine tâbî kılması, mürşidine tâbî olmasıdır; Allah’ın seçimini benimsemesidir.
Öyleyse bugün akîl-bâliğ olan, Nefs-i Emmare’de olan insanların adeta Allah’ı, Kur’ân-ı Kerim’i, Resûlullah’ı sorgulamaları, kendilerini cehenneme mahkûm etmeleridir. Akıl bize Allah’ın emirlerini çürütmek için verilmedi. Allahû Tealâ, bize aklı, O’nun âyetlerini, Resûlullah’ın hadîslerini algılayalım diye verdi. Dolayısıyla niyetimiz hiçbir zaman Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını sorgulamak değil, aklımızla Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını anlamak olmalı. Sorgulamak ayrıdır, anlamak ayrıdır. Allah’ın dînini çürütmeye çalışmak, ibadetlerin gereksiz olduğunu ispatlamaya çalışmak, “Kutuplarda insanlar nasıl namaz kılar?” şeklindeki sorular, Allah’ı sorgulamaktır. Bu, Allah’ın âyetlerine küfretmektir. Halbuki namaz, bütün insanlara farz olduğu gibi kutuptaki insana da farzdır. “Acaba kutuptaki insanlar nereye tâbî olarak namaz kılacaklar veya hangi şartlar altında namaz kılacaklar?” şeklindeki araştırmacı bir düşünce, insanı farklı bir sonuca götürür. Bu, meseleyi anlamaya çalışmaktır. Bunlardan birisi sorgulamaktır, birisi ise meseleyi anlamaktır. Allahû Tealâ aklı, Allah’ın sistemini, Allah’ın kanunlarını ve Resûlullah’ın tatbikatını algılayalım diye, yaşayalım diye, hayatımıza tatbik edelim diye bize vermiştir.
Ne yazık ki bugün Allah’ın ve Resûl'ünün emirlerini sorgulayan, aklı peşinden giden, hevasına uyan insanlar bu birinci tatbikatın içerisinde adeta Allahû Tealâ’nın emirlerini sorgularcasına, Allah istediği kadar Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen nefsini tezkiye edemezsin.” dese bile “Hayır, aklımla kendi nefsimi tezkiye edeceğim.” demektedirler.
Eğer Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de; “Sen nefsini tezkiye edemezsin. Allah dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ben sizin nefsinizi bir resûl vasıtasıyla tezkiye ederim.” diyorsa, o halde biz de aklımızı resûle teslim etmek zorundayız. Aklımız mürşide tâbî olmak zorundadır. İnsanların çoğu dîni el yazması kitaplardan öğrendikleri için Allahû Tealâ’nın emirlerine muhalif olmaktadırlar. El yazması kitaplar aklın ürünüdür ve Kur’ân-ı Kerim’e ters düşmektedir. Eğer insanlar dîni Kur’ân-ı Kerim’den öğrenselerdi, o zaman el yazması kitaplara ihiyaç duymayacaklardı.
Aşağıdaki âyet-i kerimenin bu konuda bize verdiği mesaja bakalım:
2/BAKARA-78: “Ve minhum ummiyyûne lâ ya'lemunel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).”
Onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah'ın) Kitab'ını bilmezler (tanımazlar da). Sadece emaniyyeyi (kişilerin el yazması kitaplarını) bilirler. Onlar sadece zan (ve kuruntu) içindedirler.

Burada “Kitap” denilen; Kûr’an-ı Kerim’dir. “Emaniyye” ise aklın ürünü olan el yazması kitaplardır. Çünkü; takip eden âyet-i kerime, bize bu gerçeği ifade ediyor:

2/BAKARA-79: “Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlune hâzâ min ındillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ(kalîlen). Fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn(yeksibûne).”
Yazıklar olsun onlara ki; elleriyle kitap yazıp, sonra da (emaniyye bilgiler içeren) bu yazdıklarını az bir bedel (para) karşılığında satmak için: “Bu Allah'ın indindendir.” derler. Yazıklar olsun onlara, elleriyle (böyle şeyler) yazdıklarından dolayı... Yazıklar olsun onlara, kazandıkları şeylerden dolayı…
 

fetih

Üye
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
gaziantep
Devami...

mürşide tabiyet şirkdir diyenler muaz bin cebelde onlara göre şirkdeydi kainatın en büyük mürşidine tabiydi Ben neden aklımla Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeyeyim! Ben neden aklımla İslâm’ı yaşamayayım!” diyenler var. Halbuki “Ben, reyimle amel edeceğim.” diyen zat ile “Ben, neden aklımla İslâm’ı yaşayamayayım?” diyen Nefs-i Emmare’deki insanı Kur’ân-ı Kerim’e göre karşılaştırırsak, farkının olduğunu görürüz. Nefs-i Emmare’de olan bir insan, kendisini Muaz Bin Cebel’in yerine koyuyor.
Muaz Bin Cebel, herşeyden evvel, Resûlullah’ın sahâbesidir. Muaz Bin Cebel, Resûlullah’ın şefaatiyle o gün İslâm’ı yaşayan, İslâmî savaşlarda yer alan, fizik bedenini Allah için harcayabilen ve ruhunu Allah’a teslim eden bir sahâbidir. Eğer Resûlullah onu seçmişse, bu seçim Allah’ın seçimidir. O’nun hiçbir sözü kendi hevasından olmaz! O, tamamiyle Allah’ın vahyiyle hareket eden, Allah’ın tasarrufunda olan bir kişidir. Kendisine bağlı o kadar sahâbenin içerisinden Muaz Bin Cebel’i seçmişse, boşuna seçmemiştir. Muaz Bin Cebel, irşada ulaşmış, irşad etme yetkisinin sahibi kılınmıştır.
O halde bu vasıfların sahibi olan Muaz Bin Cebel: “Reyimle amel edeceğim.” dediğinde bugünkü dîni kaynaklardaki ismi ile en az müçtehitti. İçtihad yapabilen, nefsini Allah’a teslim eden birisiydi. Kendi reyi de olduğu zaman, aklını Allah’ın söylediğine tâbî kılması, mürşidine tâbî olmasıdır; Allah’ın seçimini benimsemesidir.
Öyleyse bugün akîl-bâliğ olan, Nefs-i Emmare’de olan insanların adeta Allah’ı, Kur’ân-ı Kerim’i, Resûlullah’ı sorgulamaları, kendilerini cehenneme mahkûm etmeleridir. Akıl bize Allah’ın emirlerini çürütmek için verilmedi. Allahû Tealâ, bize aklı, O’nun âyetlerini, Resûlullah’ın hadîslerini algılayalım diye verdi. Dolayısıyla niyetimiz hiçbir zaman Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını sorgulamak değil, aklımızla Allah’ın âyetlerini, Resûlullah’ın tatbikatını anlamak olmalı. Sorgulamak ayrıdır, anlamak ayrıdır.
tasavvuf ayrı din değildir peygamberimiz ve sahabesinin yaşadığı kurandaki islamdır



Aslında “Tasavvuf” kelimesinin zahirdeki belirtilere bakarak, sufa sahipleri (Ehli sufa) kelimesinden mi, yoksa Peygamber Efendimiz S.A.V. devrinde sof (yün) elbiseler giyildiği için, sof kelimesinden mi geldiği hiç mi hiç önemli değil. Ama çok önemli görülen şeyler var:
1. Tasavvuf Kur’ân-ı Kerim’in bütünü ile amel etmektir. Kur’ân-ı Kerim’in sadece fizik vücudumuzu alâkadar eden âyetleri ile değil, nefsimizi ve ruhumuzu vazifeli kılan âyetleri ile de amel etmektir.
2. Tasavvuf, Peygamber Efendimiz S.A.V. ve sahâbenin yaşadıklarını yaşamaktır. Gelmiş geçmiş bütün peygamberler ve onlara tâbî olanların da yaşadıkları hayat da tasavvuftu.
3. Tasavvuf, Allah’ın bize tevdi ettiği 3 emaneti de (Ruh, Fizik vücut ve Nefs) Allah’a teslim etmektir. İrşad’a ulaşmaktır. Bu ise İslâm olmaktır.
İslâm kelimesinin ilk muhtevası tek Allah’a inanmak, ikinci muhtevası teslim, üçüncü muhtevası ise sulh ve sükûndur. Kim İslâm olmak şerefine ulaşmışsa, o kişi üç açıdan sonsuz saadete erişmiş olur.
1. İç âlemde, ruhun bütün hasletleri nefse geçtiği için sulh ve sukûna ulaşılmıştır. Çünkü artık nefs ve ruh arasında çatışma yoktur.
2. Dış âlemdekilerle sulh ve sukûna ulaşılmıştır. Çünkü nefsin afetleri artık yoktur ki diğer insanlarla anlaşmazlıklar olsun.
3. Allah’u Tealâ Hz. ile en iyi ilişki kurulmuştur. Yüce Rabbimizin her emri yerine getirilmekte ve her nehyinden kaçınılmaktadır. Artık nefsin sahip olduğu faziletler (yani ruhun hasletleri) emirleri yapmaya büyük arzu duymakta, nehiyleri (yasakları) ise hiç işlememektedir. Çünkü nefsteki yasakları talep eden afetlerin hepsi yok olmuştur.
Görülüyor ki İslâm bir sonsuz saadetin (Fussilet-35), hazzül aziymin oluşması için ulaşılması gereken bir merhaledir.
Allah insanlardan başka yarattığı her şeyi insan için yarattığı cihetle (Casiye-13) en çok insanı sevmektedir. En çok sevdiği mahlûkunun mutlu olmasını istemesi ise tam olarak yerli yerine oturmaktadır. İşte bu sebeple Allah, insanın irşada ulaşmasını emretmektedir (Bakara-186, Şura-47). Çünkü ancak irşada ulaşan kişi İslâma ulaşmıştır, ve de sonsuz mutluluğa ulaşmıştır. İnsan-ı Kâmil olmanın son aşamasına varmıştır. Saadet açısından insan-ı kâmil olmuştur. Velâyetin kademeleri olan ,
1. Fenâ (Ruhun Allah’a teslimi)
2. Bekâ
3. Zühd
4. Teslim (Vechin, fizik vücudun teslimi, muhsin olmak)
5. Ulûl Elbab
6. İhlâs kademeleri tamamlanmıştır.
İnsan-ı kâmil olmanın ikinci ve asıl muhtevası “İrşad edebilme” yeteneğidir. Bu yetenek, insanın kendisinde mevcut olduğu kanaatinde olması ile mevcut olmaz. “Mürşid” olabilmek, ihlâs’a ulaştıktan sonra, Tövbe-i Nasuh’a (Tahrim-8) Allah’u Zülcelâl Hz. tarafından davet edilmek ve yüce Rabbimiz tarafından salâha ulaştığının tebliğ edilmesi ile gerçekleşir. Ve gönül gözü açık olanlar onun başının üzerindeki nuru görürler (Tahrim-8).
Unutulmamalıdır ki daha hikmetin ilk kademesi olan “Ulûl Elbab” (Lübb-ün sahibi olmak) kademesinden başlayarak son üç kademede (daimî zikir) “zikri daim” asıldır (Al-i İmran-190,191). Salâhta ise “zikri külli” (vücudun bütün azalarının Allah’ı zikri) esastır.
7. Böylece salâh kademesi (7. kademe) oluşur. Salâh’ın son üç kademesinden ilk ikisinde, iradenin Allah’a bağlanması ve ref edilmesi yaşanır. Salâhın son kademesinde ise Allah her devirde sadece bir kişiyi tasarrufu altına alır.
Görülüyor ki sadece fizik cesedimize ait vazifelerin değil, nefsimize ait ve ruhumuza ait vazifelerin de ifa edilmesi farz kılınmıştır. Bu ise Allah ile kul arasındaki ilişkiler açısından kitabın bütününe tâbi olmaktır (Al-i İmran-119). Bu açıdan kitabın bütününe tâbî olmak Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olmaktır. İslâm olmak ise, gördük ki ancak Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olmakla gerçekleşebiliyor.
Kitabın bütününe tâbî olmak ruhun, fizik vücudun ve nefsin, bize verilen 3 emanetin de Allah’a teslim edilmesidir. Bu 3 emanetin, Allah’a teslimi işlemi ise Tasavvuftur. Peygamber Efendimiz ve sahabenin ulaştıkları merhaledir ve yaşadıkları hayattır, İslâm şerefine ermektir. Tasavvuf ; Allah’a teslim olmak, İslâm’ı, Kur’ândaki İslâm’ı yaşamaktır. Tasavvuf, İslâm’ın hayata geçirilmesidir.
Öyleyse İslâm = Tasavvuftur.
Madem ki Allah irşadı farz kılmıştır (Bakara-186 ve Şura-47); İrşad 3 cesedin de Allah’a teslimidir, İslâm olmaktır, tasavvuftur.
Teslim farzdır.
İslâm farzdır.
Öyleyse Tasavvuf farzdır.
 
Üst