Padişah ve ben

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
PADİŞAH VE BEN
22742.jpg

Dedem bizi unuturdu ama...
Salome hepimizin tanıdığı değerli bir yazarımızın kızı. Rap müzikle meşgul. Japonya'da yaşıyor. Geçen hafta dedesi vefat etmişti. Dedesini yazdı bizlere.

24 Aralık 2010 Cuma 18:00
Saltanat alanına giriş
22743.jpg
Genellikle köşesinde oturur olurdu ne zaman odaya girsem. Ayaklarını koltuğun biraz uzağındaki masanın üzerine uzatmış, televizyonun ilk 9 kanalının arasında gidip geliyor olurdu. Bir yabancıya bakar gibi baktığında, hastalığının farkında olup olmama arasındaki o belli belirsiz çizginin ufuğundaki ümit ışığıyla karışık bir merak da olurdu capcanlı gözlerinin içinde ama bir tür kötümserlik mi desem, kendi alanını koruma içgüdüsüyle dolu bir Anadolu erkeğinin doğal tepkisi mi desem, ne arıyor bu yaşta bu tipte bir kız benim evimde, kimin nesi, kimlerden, dost mu düşman mı, has mı taştan mı diye bir düşünce fırtınası ile bocaladığını da görürdüm gözbebeklerinin hareketlerinin ayrıntılarında.
Saygı ve iyi niyet gösterisi
Alanına girmiş bir yabancı olarak, beyaz bayrağı hemen göstermem gerektiğini, iyi niyetimin sembolü olarak bir tür haraç/hediye irae etmem gerektiğini farkında olurdum ben de. Dolayısıyla suratımda kocaman bir gülümsemeyle koşardım ve boynuna sarılırdım, dedecim, canım benim çok özledim seni, diyerek, özellikle “dedeciğim”in üzerinde durarak, “ciğim”in “ğim”inin “i”sini uzatarak, tonalitesini bilerek değiştirip iyice vurgu yaparak. Sonra da öperdim kuru ve içe çökmüş, tıraşlı ve zımpara dokulu yanağından. İşte o anda duyardım o rahatlamış ve mutlu karşılamayı, beyni yeni hatıralara, nerdeyse son 20-25 yılın olaylarına kendini kapatmış olsa da, kendisine “dede” diyen bir genç kızın, torunu olması gerektiğini hesap edebiliyordu. Torun yani evlat, yani etten tırnakdan, sülalenin bir parçası, sadece parçası değil ama devamı, ben köksem o meyve, ben çeşmeysem o nehir. Bu hissiyatın hepsini uzun ve güçlü bir “Oooooooooooo....” ile dışa vuruyordu sağ eliyle beni kucaklayıp, sol eliyle o beyaz saçlarını örten beresini düzeltmeye çalışırken.
Saltanat orkestrası
Dedemin “Ooooooooo...” sunu duyduğum tek an torun-dede birleşmesinin metin müziği değildi tabii. İki elimle taşıdığım koca bakır sininin içine dizilen tabaklar, bardaklar ve çatal-kaşıkların şıkırtısı ile beraber odaya girdiğimde, yemek vaktinin habercisi bu manzaraya verdiği tepki de uzun bir “Oooo...” olurdu. Sonra Anneanneme özel bir “Oooooo....” da vardı. Bu “Oooo...”ların tonlaması farklı olurdu ama bilinçli bir seçim değil de, bulanık yakın hafızasının tanıdık görüntü, koku, ses ve temaslar karşısındaki zafer marşı gibiydi. Sadece melodili bariton “Oooo...”lar değil dedemle özleşen müzikal sesler, tavlanın zarlarının cılız perkasyon efekti ve tavla taşlarını pat diye dizerken, kapı yaparken, se beş zarı çar şiş olarak oynarkenki kendine güvenli sektirmelerinin düzensiz avangard tam tamları da var.
Yıllarca beraber oynadık. Yıllarca kendi kendine oynadı. Bilmem, şatranç olsaydı tavla yerine bir faydası olur muydu?
22744.jpg
Söyle dost yabancı, ne ararsız bizim topraklarda...
Sarılışdan bir kaç dakika sonra kim olduğumu unutsa da, odadaki varlığımın doğallığı ve dostane havası beni kabul etmesine neden olur. Yine hastalığının farkında olduğu o buğulu alana girer, aslında zekice olan sorular sorar anneanneme, benim kim olduğum anlamaya çalışan ama hafıza yokluğunu açıkça ortaya koymamaya çalışan sorular, direkt olarak “kim bu kız” demez de, “S... hanım, bu kızımız nereden gelir nereye gider?” ya da “Bu kızın babası kim peki?” ya da “anası nerede ki bu kızın?” gibi sorular sorar.
22746.jpg
Yemek yiyip yemediğini bile unutur. Tek güvendiği, kayıtsız şartsız her zaman tanıdığı ve sevdiği kişiye sorar onu bile. “S... hanım, yemek yedik mi ki biz?”
Yemek yapmaya hali olmayan anneannem, bazen bu durumdan istifade etmiyor değildir. Yıllarca hizmet etmiş, ses çıkarmamış, saçını süpürge etmiş dağ gibi bir anayolu kadının, son yıllarında kendine haklıca tanıdığı bir lükstür bu da.
Sesi telefonda her zamanki gibiydi Anadolu anneannenin. Güçlü ve kırılgan. “Baban öldü yavrum....” deyip ağladı. “canım o daha güzel bir yere gitti...” gibi klişe şeyler söyledim. Bilmem ağlamam mı gerekiyordu benim de. Uzaktayken herşey o kadar sürreal ki. Yaşlılık, Alzheimer, yıllarca süren unutkanlığın verdiği rutin, tehlike çanları çalan davranışlar. Yatağında ve uykusunda ölmüş olmasının huzurlu havası. Bilmem ağlamak, ah vah etmek mi bencillik yoksa duyulan rahatlama mı? İnsanoğlu her haliyle bencil.
Duyanlar duymayanlara anlatsın
22745.jpg
Bu arada Japonya göndermesi yapmadan edemeyeceğim. Koca öğretmen adam, emekli oldu, televizyon, köşe yastığı, kadın kısmının dedikodularına kulak misafirliği. Beyni o yüzden mi bıraktı yeni şeyler öğrenmeyi, artık beni kullanmıyorsun ne yapacaksın yeni bilgiyi, devam et geçmişte yaşamaya, diyip isyan mi etti. Teslim mi oldu. Ama Japonlar boşu boşuna en uzun ömürlü millet değil. Sırf emekli yaşlılar için üretilmiş işler var. Tamirat olan sokakların başlarında, cadde kenarındaki inşaat alanlarına ellerine bir sopa alıp, arabaları ve yayaları yönlendiriyorlar. Kaldırım taşlarının arasında biten ufacık otları temizliyorlar. Sonra gönüllü olarak çalışmak için birçok fırsat var. Kendilerini o kadar işe yarar ve dünyanın bir parçası olarak görüyorlar ki, ne beyinleri ne bedenleri kolay kolay bırakmıyor yaşamayı. Teknolojiye, yeni şeylere de o kadar açıklar ki, beyinlerinin durduğu, tamam abi yaşlısın artık, daha fazla yeniliğe gerek yok dediği bir an gelmiyor hiç.
Kimseye yük olmadıktan, dahası faydalı olduktan sonra, yaşa Süleyman kadar, Nuh kadar.


Salome dedesini yazdı
 
Üst