Osmanlı'da Peygamber (asm) Sevgisi

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Osmanlılarda Peygamber Sevgisi
ayasofya-33631_172x172.jpg


Osmanlı Devleti’ni dünya tarihinde çok özel kılan birçok sebep var. İslâm Medeniyeti’nin dünya çapında organize olmuş, tarih açısından bize en yakın gücü olan Osmanlı’yı bütün yönleriyle araştırmak, vârisleri olarak öncelikle bizim vazifemiz. Bu yazımızla, Osmanoğulları’nın pek gündeme gelmeyen bir özelliğini, Hz. Peygamber’e duydukları muhabbeti dikkatinize sunmak istedik.

Muhyiddin-i Arabî, Osmanlı devletinin kuruluşundan bir asır önce yaşadı. Onun “Şeceretü’n-Numaniyye” adlı eserini bir çoğumuz bilmeyiz. Şeyh-i Ekber ünvanını hak etmiş bir ehlullahın kaleminden çıkan bu eser, gerçekten çok enteresan bilgilerle dolu. Bu bilgiler arasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Yavuz’un Mısır seferine, Dördüncü Murad’ın Bağdat seferinden, Sultan Abdülaziz’in katledileceğine dair bir çok haber de mevcut. Üstelik bu olayların gerçekleşmesinden asırlar önce verilmiş haberler bunlar.

Bu bilgiler keramete de, ehlullahın ferasetine de yorulabilir elbette ama ortada bir gerçek var: Osmanoğulları’nın yeryüzünde ic-ra eylediği vazife ve “siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve yükseltir.” (Muhammed/7) ayet-i kerimesindeki iltifata mazhar olmaları.

Kuruluşta Manevi Temeller


Bu açıdan bakıldığında, devrin alimlerinin, ariflerinin ve ehlullahlarının Osmanlı’ya ilgi duymaları ve onların etrafında toplanmaları şüphesiz bir tesadüf değildi. Şeyh Edebalî’nin kızını Osman Gazi’ye, Yıldırım Beyazid’in de kızını Şeyh Emir Sultan Hazretle-ri’ne vermesi de elbette bir tesadüf değildi.

Lütfi Paşa Tarihi kayıtlarına göre Osman Gazi ve Yavuz yaşadıkları asrın müceddidi idiler. Devrin ilmî ve manevî ortamı dikkate alındığında, bir şahsın müceddid ilan edilmesi de öyle sıradan, ulu orta yapılacak bir şey değildi.

Şeyh Edebalî, Hace Muhammed Baba Semmasî ve Hacı Bektaş-ı Veli (K.S.) kuruluş asrının kutupları; Somuncu Baba olarak anılan Ebu Hamidüddin-i Aksarayî ve talebesi Hacı Bayram-ı Veli (K.S.) devrin manevi direkleri idi. İlâ-yı kelimetullah için cihadı şiar edinmiş Osmanoğulları, onyedinci yüzyıl tarihlerinden “Sahaifü’l-Ahbar” da “Doğu’nun ve Batı’nın, karaların ve denizlerin efendisi, Mekke ve Medine’nin hamisi” olarak anılmaktalar. Ama onlar büyük bir edeple hamilik (koruyucusu) sıfatı yerine bu beldelerin hadimi (hizmetçisi) olduklarını belirtmişlerdi. Öyle ki Hz. Peygamber (A.S.)’ın şehrini bir valinin adı altına sokmamışlar, oraya gönderdikleri idareciye vali yerine “Medine Muhafızı” ünvanı vermişlerdi. Bir Cihan Devleti kurmalarına rağmen, Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı asmayı da edebe aykırı bulmuşlardı.

Yönetmek İçin Değil, Hizmet İçin


Mekke’nin ve Medine’nin hamisi olarak görülen Osmanoğulları, bu mübarek beldelere neler yapmış ve bu sıfatı haketmek için nasıl bir gayret içinde olmuşlardı? Onlardaki hangi özellikler böyle şerefli bir mertebeye yükselmelerine sebep olmuştu?

Kosova Ovası’nda şehadet mertebesine ulaşan Sultan Birinci Murad’ın, şehitlik için yaptığı duanın makbul olmasının sırrı neydi? İkinci Murad’ın “Muhammediye” müellifi Yazıcızade Mehmed Efendi’ye ve “Envaru’l Aşıkîn” müellifi Ahmed Bican’a iltifatlarda bulunmasının altında hangi hisler yatıyordu? Ya Akşemseddin’in manevi tasarrufunda yetişen Fatih;

“İmtisal-i cahid-u fillah olubdur niyyetim / Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretim.
Ey Muhammed mu’cizat-ı Ahmed-i Muhtar ile / Umarım galib ola a’dayı dine devletim.”

derken hangi duygular içerisindeydi?

Muhyiddin-i İskilibî (K.S.)nin tasarruf, himmet ve dualarını alan II. Bayezid’e veli sıfatı verilerek “Bayezid-i Veli” olarak anılmasının hikmeti ne olabilir? Fatih-’in, Hace Abdülhadi (K.S.) ile ünsiyetinin boyutları ne kadardı? Bayezid’den geri kalmayan kardeşi Cem Sultan’ın hac ibadetini ifa ettikten sonra yazdığı şu beyitler;

“Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eylediğin / Bin Karaman, bin Acem, bin Memleket-i Osman’dır.” hangi duyguların ifadesi idi?

Kendisine Hakimu’l Haremeyn diye hitap eden hatibe itiraz ederek; “hayır biz ancak Hadimu’l Haremeyniz” diyen Yavuz Sultan Selim’in;
“Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhata.
Dergâhından iltica eyler atâ El meded, ey maden-i nur-i Huda.”

mısralarında görülen Allah Rasulü’ne muhabbet ve hürmet, alimlerin ve ariflerin onlara gösterdiği ilginin sebebini yeterince açıklıyor olmalıdır.
Bir başka beytinde;

“Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş; / Bir veliye bende olmak cümleden alâ imiş!…” diyen Yavuz, Şam’da Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin kabrini yaptırıp asırlar öncesinden söylenen kerameti gerçekleştirirken, Şam’ın büyük velilerinden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni de ziyaret ederek sohbetinde hiç konuşmadan oturmuş ve huzurdan öylece ayrılmıştı. Bunun hikmeti sorulduğunda da;

“Evliyaullahın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması, cihan padişahı da olsa uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle maneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtacız. Şayet huzurunda konuşmam gerekseydi, bunu belli eder ve söz etmemi temin ederlerdi.” diyerek zamanlarının maneviyat yıldızları tarafından niçin sevildiklerinin ipuçlarını vermişti.

Döneminin Mürşid-i Kâmilleri İbrahim Gülşeni, Sünbül Efendi, Merkez Efendi (K.S.)’nin teveccühlerini kazanan Kanunî’nin rehberleri kimdi dersiniz? İşte cevabı:

“Allah Allah diyelim sancağ-ı şahı çekelim / Yürüyüp her yandan şarka sipahi çekelim.
Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u Ömer / Ey Muhibbî yürüyüp şarka sipahi çekelim…”

Cihan Sultanı Kanunî, gördüğü bir rüyada Hz. Peygamber (A.S.)’ın kendisine, “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini feth edesin, sonra da benim şehrimi imar edesin.” Mekke ve peygamber şehri Medine’yi imar etmişti. Hatta vasiyetinde, şahsi servetiyle kurulacak bir vakıfla hacılar için su getirilmesini istemişti.

Peygamber Şehrine Hürmet: Surre Alayları

Yıldırım Bayezid döneminden itibaren bütün Osmanlı padişahları Hicaz’a ayrı bir değer vermişler, her yıl o topraklara “Surre Alayları” göndermişlerdi.

Başlıbaşına bir araştırma konusu olan bu surre alayları, Osmanlı Padişahları tarafından her hac mevsiminde Mekke ve Medine ahalisine gönderilen para ve hediyeler için tertip edilen kervanların adıydı.

Osmanlı Devletinin büyüyüp gelişmesi ile Hicaz topraklarına olan ilgi de artmış, Fatih döneminde Mekke’ye ganimet malından dokuzbin altın ve bir name-i hümayun (padişah mektubu) gönderilmiş ve Mekke şerifi bu name-i hümayunu Kâbe’nin önünde okutmuştu. Sonra da İstanbul’a zem-zem ve Kabe güvercinlerinden göndermişti. Yavuz döneminde Haremeyn hizmetleri için gönderilen miktar ikiyüzbin altına çıkarılmıştı.

Surre-i Hümayun, Surre Emini başkanlığında kurban bayramında Mekke ve Medine’de olacak şekilde dinî ve askerî törenle İstanbul’dan yola çıkarılır, bu esnada İstanbul’un bütün selâtin camilerinin hatip ve imamlarıyla birlikte şeyhler törene katılır, ilahiler okunur, dualar edilirdi.

Gönderilen hediye ve paralar, Mekke ve Medine fakirlerine, hac ve su yollarının tamiri ve bakımına, bu şehirlerdeki imar faaaliyetlerine harcanırdı. Bu hediyelerin içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz Kâbe örtüsü idi. Yenisi gidince eski Kâbe örtüsü hürmetle geri getirilerek paylaşılır, çeşitli camilere gönderilirdi. Bütün Osmanlı padişahları, hanım sultanlar ve vezirler, Mekke ve Medine’de günümüze kadar izleri süren hayır kurumları, medrese ve imaretler yaptırarak Allah’ın rızasını, Rasululah (A.S.)’ın şefaatini kazanmayı ummuşlardı. Sultan Dördüncü Murad Kâbe’yi tamir ettirmiş Beyt-i Mükerreme’nin onbirinci bânisi sıfatını almıştı.

Osmanlı padişahları, devlet işlerinin aksamaması için bizzat hacca gidememişlerdi. Bu konuda şeyhülislâmların vermiş olduğu fetvalara uymuşlardı. Padişahlar hacca gidemeseler de, mübarek topraklara ve Peygamber’e karşı Veysel Karanî gibi bir sevgi ve bağlılık içerisinde olmuşlardı. Hacca gidenler ve dönenlere karşı hürmette bulunmuşlar. Kandil geceleri görkemli mevlid törenleri düzenlemişler, Resullulah (A.S.)’ın, Ehl-i Beytin, Ashab-ı Kiram’ın, Saadat-ı Kiram’ın kabirlerini ihya edip, hatıralarını günümüze taşımaya önayak olmuşlardı.

O’nun Hatırasına Hürmet

Hz. Peygamber (A.S.)’a sınırsız sevgi ve saygı duyan, padişahlık kavuğunun altına Hz. Peygamber’in ayakizinin resmini yaptıran Sultan Üçüncü Ahmed bir natında;

“Zat’ı pak-i Mustafa’ya aşıkım
Can ile fahrü’l veraya aşıkım.
Muksim-i feyz-i nevadır ol şerif
Menba-i cud ü ataye aşıkım.”

derken kendinden önceki cedlerinin duygularına da tercüman oluyordu. Sultan Abdülaziz, Medine-i Münevvere’den gelen bir dilekçe kendisine uzatıldığında hasta yatağından ayağa fırlamış ve: “Haremeynden, Allah Rasulü’nün komşularından gelen talepler yatarak, edebe aykırı halde dinlenmez!” diyerek, Hz. Peygamber’e olan muhabbetinin ve hürmetinin büyüklüğünü göstermişti.

Abdülhamid Han, Haremeyn’e karşı gönülden duyduğu bağlılığı, demir yollarıyla maddeten de gerçekleştirip, İstanbul-Hicaz demiryolunu yaptırdığında, raylar Medine’ye yaklaşınca: “Mümkün olan bütün aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın.” diye emir vermişti. Bu emir üzerine raylara keçeler döşenmiş, Ravza-i Tahire’nin azametine gölge düşmesin diye trenler şehre çok düşük bir hızla giriş yapmışlardı.

Son padişah Sultan Vahidüddin Han tarafından “Devlet-i Aliyye-i Muhammediyye” olarak da zikredilen Osmanlı Cihan Devleti, Hz. Peygamber (A.S.)’ın dua ve övgüsüne; Hak dostlarının, Semerkand ve Buhara ehlullahlarının teveccühüne işte bu aşk, vecd ve manevi terbiye sayesinde ulaştı.

Ne dersiniz, onu dünya tarihinde çok özel bir yere ulaştıran da bu ruh değil miydi?

Muzaffer Taşyürek – Semerkand Dergisi, Temmuz 2000.
 
Üst