"nurlu süleymanın" -"nursuz cevaplari"

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Bediüzzman'a Sahip çıkmak

Bediüzzaman Hazretleri’nin krolonojik hayatını herkes yazdığı için biz davasından, mücadelesinden bahsetmeyi daha uygun buluyoruz. Said Nursi Hazretlerinin davası anlaşılmazsa herkes kendi anlayış ve meşrebine uygun yorumlar getirir. Bu da Risale-i Nur’un tam anlaşılmamasına sebep olur.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatında da yazıldığı gibi “bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattır. Üstadın bütün hayatı ise baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.”
Aynı zamanda şefkat ve merhameti O’nu, insanların içine düştüğü imansızlık ve küfür bataklığından kurtarmak için kendisini cihad meydanlarına attırmıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin mücadelesini tanıtan devreler vardır. Bunlardan birisi:


İNGİLİZ BAKAN’IN DEHŞETLİ PLÂNI VE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ

Bediüzzaman Hazretlerinin dinsizlik akımlariyle mücadeleye başlamasına esas teşkil eden olaylardan biri de, o zamanın (1900 yılı) süpergücü olan İngiltere’nin Sömürgelerden mesul Bakanı Gladstone’un beyanatıydı. Bu bahis kendisinin Tarihçe-i Hayat kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:
«Bediüzzaman, Van’daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunu­yordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona gös­termişti. Haber şu idi:
İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği bir nutukta:
Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalı­yız, bu Kur’an’ı on­la­rın elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.
İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir te­sir uyan­dırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bü­tün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şe­caat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın bu havadis üzerine:
Kur’an’ın sön­mez ve söndürülmez manevî bir güneş hük­münde olduğunu, ben dünyaya is­bat edeceğim ve gös­tereceğim!
diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 51)


SAİD NURSİ HAZRETLERİ’NİN DECCAL TARİFİ

Bediüzzaman Hazretleri 1948 yılında Afyon Mahkemesinde Hakimlere hitaben aşağıdaki hakikati beyan etmiştir:
«Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O za­man Japonya’nın başkumandanı, İslâm ülema­sından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hoca­ları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.
Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sa­bah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordu­lar.
Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin ba­şına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydi­rir.”
Bu cevab­dan sonra bunu sordu­lar: “Acaba o zaman onu giyen kâ­fir olmaz mı?”
Dedim: “Şapka başa gele­cek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.”
Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bili­necek?
Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”
Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıra­cak ki fi­lan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla ha­ber verile­cek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işit­tim. Eski cevabım tam değilmiş bildim.
Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzûl-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuş­lardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kıs­men ya­zılmışlar. (Şualar sh: 358)


ŞERİ’ATA FEDA EDİLEN CANLAR

Meşhur ve menhus 31 Mart hadisesinde göstermiş olduğu cesaret ve hakkın müdaasından bir bahis:
«Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş ka­dar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme bina­sının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pen­cereden onları gördüğü bir halde mu­hakeme olu­nur.
Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat is­te­mişsin?..”
Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir haki­ka­tına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i sa­adet ve adalet-i mahz ve fazi­lettir. Fakat, ihtilalcilerin is­teyişi gibi de­ğil!”
Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab’edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kit­lesi mevcut olduğu halde: “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” ni­dalarıyla ilerlemiş­tir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 60)


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN İKİNCİ HİZMET HAYATI

«Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top­luca iki büyük safha arzetmektedir:
Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ika­meti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seya­hat­leri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulu­nuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gele­rek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müd­det sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası iman ve Kur’an hizmeti iti­barıyla ikinci safha ha­yatının mukaddemesi hükmün­dedir. İkinci büyük hizme­tine hazırlıktır. Ömrünün el­linci senesine kadardır.
İkincisi: Van’da inzivada iken Garb’a nefyedilip Isparta’nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarı­dır. Azamî ihlas, azamî fe­dakârlık, azamî sadakat, me­tanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve ma­nevî cihad-ı diniyedir.
Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî netice­sinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insan­lık âleminde me­deniyet-i beşeriyeyi mahveden ve se­mavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komü­nizm reji­mi­nin insaniyetin yarısını istila ede­rek dün­yayı dehşete sal­dığı ve memleketimizi tehdide yelten­diği ve manevî tah­ribatının tehlikesine maruz kaldı­ğımız bir devreye rast­lar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelen­mesi lâzım ge­len bir devre­dir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 27)


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ ANLAMANIN DÜĞÜM NOKTASI

Said Nursi Hazretleri hakkında yazılan yazılarda ve tanıtımlarda pek nazara verilmeyen devre, 1922 yılı sonunda Ankara’ya gitmesi ve orada karşılaştığı manzaradır.Üstad Hazretlerinin hizmet hayatının düğümünü teşkil eden ve Hadislerde haber verilen müsbet ve menfi şahısların mücadelelerini ortaya koyan bu devre iyi bilinmelidir ki, hatlar iyice ayrılsın ve hak ve batıl tefrik edilebilsin. Yine Tarihçe’den bu devreyi anlatan bahis herşeyi apaçık ortaya koyuyor:
«Bediüzzaman İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsa­nıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir te­şekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalış­mak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruz­larını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a is­ti­nad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti mey­dana getirecek bir niyet ve gayeyi bulun­durmak ve aşı­lamak üzere mecliste çalışıyordu.
Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, deh­şetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir za­manı ve fitneyi ateşlendire­ceklerin kimler olduğunu an­lamış bulunuyordu.
Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman­larının arasında nam kazanmak eme­liyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve va­tan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edece­ğini eğer bir in­kılâb yapmak icab ediyorsa, doğ­rudan doğruya İslâmiyet’e mü­teveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esas­îsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtar­larda bu­lunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)
«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nü­fuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’us­luk, hem Darülhikmet’teki eski vazife­sini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah­sisi gibi teklifler ya­par.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirza­mana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söyle­diği Hadîslerin ihbar et­tiği âhirzamanın deh­şetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve in­saniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayet­lerden, on­lara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hak­kında,
O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle on­lara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’­caz-ı Kur’an’ın nur­larıyla mukabele edilebilir.” ([1])
tavsi­yesine müra­atla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendi­sine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fik­rinden vazgeçirmek için çalı­şan ve Ankara’dan ayrıl­mamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım me­busların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN REJİM’E BAKIŞI

Bir talebesinin rejim aleyhinde bulunması ve çalışması dolayısiyle sorulan suale verdiği cevapta şöyle demektedir:
«Kürd Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor. Demek onun muarızları, rejime dayandılar.
Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.
Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara'ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.» (Kastamonu Lahikası sh:267)
Hazret-i Üstad açıkça bu rejimi kabul etmediğini ve amel etmediğini beyan etmiştir. Fakat fiilen ilişme tarzına ise, Risale-i Nur izin vermiyor diyerek, fikren kabul etmemek ile fiilen reddetmeyi ayırmıştır. Bu önemli nokta gözden kaçırılmamalıdır.


BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE LAİKLİK

Bediüzzaman Hazretleri Laikliğin tarifini ele alarak, dini devletten ayırmak prensibini anlatırken: “Hükümet Laik Cumhuriyete döner.” (Şualar sh: 271) dedikten sonra, “Ona (laik cumhuriyete) mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak.” der. Yani laik rejime karşı cihad-ı dini olacağına göre, o rejime rıza gösterilmediği açıktır. Ancak bu mezkür ifade o rejimi haber vermekte ve ona karşı gereken manevi cihad vazifesini ihtardır. Yoksa bu anlayışı normal görmek manasını ifade etmez. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin şu beyanı açık olup yanlış anlamaların yolunu kapatır:
Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler:
Şu Jön-Türkün hatası; bilmedi o bizdeki Din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi (*) bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı Din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi.
İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...
(*): Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim Medeniyete bakıyor. (Sözler sh: 716)

İşte şu açık beyan, din ve devlet ayırımını, yani Kur’an ahkamını devlet sahasından çıkarmanın milletin manevi hayatını söndüreceğini ihtar eder.
Bu hükmü teyid eden şu ifade de var:
“Devletin dini, Din-i İslâm'dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Münazarat sh: 17)
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Avrupa Birliğine girmek hususunda, müslümanlar tarafından muhtelif fikirler ileri sürülmektedir. Bizler şahsi kanatımızı beyan etmek yerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz yerleri nazara vereceğiz. Herkes is­tediği gibi şahsi görüş, kanaat beyan edebilir. Fakat Risale-i Nur adına, Bediüzzaman Hazretleri namına konuşurken dikkat etmek mecburiyeti vardır. Evvelâ samimi olarak inandıktan sonra, bütün Külliyatın nazara alınması gerekmektedir. Bir tek bahsi ele alıp da hüküm çıkarmaya gidenler hem aldanır hem aldatır­lar.
Bu çalışmamızda biz meselenin bütün yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Konumuz olan Avrupa Birliği’ne dahil olmanın mahiyeti nedir? Zararı nedir? Kârı nedir? Bütün bu hususlar, müsbet ve menfî yönleriyle ele alınacaktır.
İkinci kısımda ele alınacak konu ise Müslümanın gönlünde, fik­rinde devamlı olması gereken İslâm Birliği düşüncesidir. Maalesef bu düşünce ve büyük hedef, gerek müslümanların yazdığı kitaplarda, gerekse basın yayın kuruluşlarında, radyo ve tv lerde hiç bahsedilmemekte veya nadiren ele alınmaktadır. Bu mesele yani İslâm dünyası­nın istiklâliyet sebebi olan İslâm Birliği mevzuu adeta unutturulmak isteniyor gibi bir manzara görünüyor. Halbuki Risale-i Nur Külliyatında, memleketimizin haricî meselesi olarak İslâm Birliği, çokça nazara verilmiş ve "farz-ı ayn" diye hüküm­lendirilmiştir.
BİR TAVZİH

Eğer denilse ki, Avrupa ve Avrupa Birliği gibi meseleler, siyasî, içtimaî ve dünyevî meselelerdir. Risale-i Nur’un vazifesi ise uhrevî, imanî ve manevîdir. Avrupa Birliği gibi dünyevî meselelerle meşgul olmak, Nurculuk mesleğine aykırıdır. İlh...
Her meselede olduğu gibi, bu sualin cevabını da yine Risale-i Nur’dan bulmalıyız. Evet, Avrupa’dan gelen ve getirilen bid’alardan, dalâletlerden, dünyaperestlik ve sefahetlerden insanları ikaz ve irşad etmek ve def-i mefasid kaidesiyle medeniyet-i sefihenin çirkinliğini ve sefih medeniyet taraftarı olan cereyanların İslâm dünyasına karşı düşmanlıklarını gösterip o câzibedar sefahetlerden nefret verdirip insanları kurtarmak, Risale-i Nur’un ehmmiyetli bir vazifesidir. Çünkü ahirzaman fitnesinin tahribatını tamir etmek asrın müceddidine aittir. Evet, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde Risale-i Nur’un vazifelerini beyan eden çok ifadeler vardır.
Ezcümle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bugünlerde, manevî bir muhaverede[1] bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları[2] gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı[3] tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen[4] müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen[5] kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi,[6] Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb[7] ilâçlar ve hadsiz edviyeler[8] bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme[9] cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)
Yine bu geniş dairede bid’atların tamiri hakkında bir beyanda şöyledir:
Evet, «Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin[10] tahribatçı rejim-i bid'akâranesini[11] tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.» (Mektubat sh: 441)
Keza meşhur Beşinci Şua ve Onikinci Söz’ün 1, 2, 3, esasları ve ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı olan Ene bahsinde Felsefenin mahiyeti, Yirmidokuzuncu Mektub’un Es’ile-i Sitte Risalesi ve İşarat-ı Seb’a, Onyedici Lem’a’nın 5. ve 7. Notaları, Yirmiikinci Lem’a ve Ondördüncü Şua’daki mahkeme müdafaaları gibi daha pek çok bahis ve kısımlar, âhirzaman fitnesi ve ehl-i dünya ve menfî Avrupaya karşı ümmeti ikaz ve irşad eden bahisler büyük bir yekün teşkil eder.
Risale-i Nur’un haslar dairesi bu geniş dairelerle bilfiil meşgul olmaz, fakat ihtiyaca göre bu ders ve ikazları ehline bildirir ve dersler yaparlar ve tebliğde bulunurlar.
Evet Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeye haslar dairesini tevkil etmiştir. Bir mektubunda diyor ki:
«Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden[12] mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur'un Kur'an medresesinde Yeni Said'e verdiği ders ve Eski Said'in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 109)
Mezkür Hutbe-i Şamiye eseri hakkında da şöyle diyor:
«Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327'ye[13] bedel, 1371'de[14] ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.» (Hutbe-i Şamiye sh: 6)
İşte mezkûr tavsiye mektubu ve Hutbe-i Şamiye. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi ve Münazarat gibi eserleri ihtiyaca göre nazarlara arz etmek vazifesi ve Nur’un hizmet hayatında devam etmiş olan bu mânâdaki tatbikat, geniş daireye bakan tebliğ vazifesinin meşruiyetini gösteriyor.
Keza Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, nâşir, hâmi, sahib, vâris, muhafız, bekçi, nöbetçi, Genç Said gibi tavsifatla nazara verdiği has dairesindeki hizmet heyetinin muarızlara karşı Nur’u koruyacakları gibi, ikaz, irşad ve tebliğ hizmetleri de vazifeleridir.
Mezkûr vasıflarla yapılan tavsifler, yayınlarımız arasında bulunan «İman-Hayat-Şeri’at» broşürün 126. Parağrafından 138. Parağrafına kadar kısmen ve «Risale-i Nur’dan Derlemeler Neşriyatı» kitabında ise tafsilatlı şekilde tesbitlidir.
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER

Bediüzzaman Hazretleri, bugünkü medeniyetin menşei Avrupa felsefe­si olduğunu ve Kur’anla çatıştığını anlatırken diyor ki:
«Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hik­met-i beşeriyeyi,[15] hikmet-i Kur’anla[16] yirmibeş aded Sözlerde mizan­larla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize[17] ve hikmet-i Kur’aniyenin[18] mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edil­miştir.» (Sözler sh: 411)
1919 yılında Osmanlı’nın mağlubiyeti, dolayisiyle İslâm’ın en güçlü koruyucusunun mağ­lup edilmesi üzerine çok çeşitli ızdıraplar yaşanmıştır. Bir manevî mecliste olan konuşmaları ve sorulan sualleri Bediüzzaman Hazretleri nakletmiş ve “Sünuhat” isimli risalede kaleme almıştır. Bu vesile ile Avrupa medeniyeti üzerine görüşlerini beyan etmiş bulunmaktadır.
İslâm Dünyasının batı me­deniyetini kendi isteği ile kabul edemeyişinin sebeplerini anlatan Said Nursi Hazretleri der ki:
Evet, «Şu medeniyet-i habise ki,[19] biz ondan yal­nız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud[20] ve seyyiatı hasenatına galebe[21] ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla men­suh[22] ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz,[23] sefih, mütemerrid, gaddar,[24] manen vahşi[25] bir medeniyetin himayesini Asya'da de­ruhde edecek idik.[26]
Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti* reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs[27] etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.[28] O ise şe'ni, tecavüzdür.[29] Hedef-i kasdı, menfaattır.[30] O ise şe'ni, tezahümdür.[31] Hayatta düsturu ci­daldir.[32] O ise şe'ni, tenazu'dur.[33] Kitleler mabeynindeki rabı­tası,[34] âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyet­tir.[35] O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür.[36] Cazibedar hiz­meti,[37] heva ve hevesi teşci'[38] ve arzularını tatmin ve meta­libini teshildir.[39]
O heva ise şe'ni,[40] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,[41] insanın mesh-i manevîsine[42] sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra,[43] beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete[44] atmış; onunu mümevveh saadete[45] çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne[46] bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola.[47] Bu ise ekall-i kalilindir.[48]» (Sunühat İşarat Tuluat sh: 39)
«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda[49] üs­tüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,[50] rekabet ve tahakküm[51] üzerine bina edildiğinden, şim­diye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe[52] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir a­ğaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine[53] kuvvetli bir medar, bir delil[54] hük­mün­dedir. Ve az vakitte galebe edecektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)
YENİ ALDATMALARA DİKKAT!

Daha asrın başlarında Avrupa’nın mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hazretlerini, Avrupa’nın sebep olduğu iki dünya harbi ve her tarafta mazlum milletlere yapılan zulümler tasdik etmiştir. şimdi yine insan-sever (hümanist) gibi görünüp yeni bir asırda bir daha oyalamak iste­mektedir.
Bugün hayatın bütün sahalarında yaşanan Batı Medeniyetinin kurallarıdır.(!) Bu cemi­yette kim ne kadar mutlu ki, daha da bu Batı hayatına gi­receğiz? Onların kendi dünyevî ra­hatları ise ken­dilerinedir. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetinin menfî tesirlerini şöyle ifade eder:
«Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın ta­hak­kümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla,[55] şerait-i ha­yat-ı dünyeviyenin[56] ağırlaşmasıyla, efkâr[57] ve kulûb[58] dağıl­mış, himmet ve inayet inkısam etmiştir." (Sözler sh: 481)
Avrupa kendi topluluğundaki küçük bir azınlığa dahi dünyevî bir mutluluk getirirken bü­tün insanlığa çeşitli zararlar vermiştir. Asrımızın başla­rında Bediüzzaman Hazretleri Avrupaya şöyle hitab eder:
«Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin ba­şına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyo­rum, dinle!» (Nur’un İlk Kapısı sh: 85) diyerek insanlığa verdiği za­rarları etraflıca anlatır.
Evet, Avrupalı filozoflar müslümanların inancını hedef almış ve hücum etmişlerdir. İman hakikat­ları nok­tasında Avrupa filozoflarının verdikleri zararlardan ikaz eden bahsin bir kısmında deniliyor ki:
«İmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâ­hiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakî­nine[59] ve imanına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy[60] ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına[61] tereddüd verip yakîn­lerini izale[62] ve saadet-i ebediyelerini[63] mahvetmiş.» (Şualar sh: 101) herkes birfleyler söylemektedir.
Nakledilen açıklamalarda görüldüğü üzere Avrupa’dan uzak durmayı telkin eden ikazlara rağmen onlarla hayat birliğine ve onların sosyal ve hukuki prensip ve kanunlarını taklid etmeye cevaz göstermek, Risale-i Nur Külliyatındaki anlatılanlara ters düşmek demektir.
Avrupalılar sadece bu asırda değil, bilhassa İslâmiyetle ve Kur’an hakikatlarıyla asırlardır uğ­raşmış­lardır. 5-6 Asır süresince devam eden Birleşik Haçlı Seferleri, Avrupa’nın İslâma ve müslümanlara düşmanlığı neticesiydi. Fakat geçmiş asırlarda dini itirazları fazla revaç bulmamıştı. Asrımızda ise Kur’anı ko­ruyan kalelerin yı­kılmasıyla Avrupa bütün kinini kusarak İslâm dünyasına materyalist felsefe ile hücum ediyor. Fakat Cenab-ı Hak dinini korumak için Risale-i Nur Hizmetini ihsan ederek milletin imdadına göndermiştir.
Bu hakikata Üstad Hazretleri şöyle işarat eder:
«Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüz’ü olan “Âyet-ül Kübra” risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden[64] Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.» (Nur Çeşmesi sh: 176)
İşte Risale-i Nur’da, Avrupa’nın gaddarcasına olan İslâm düşmanlığı bu tarzda nazara verilip, İslâm Dün­yasının Avrupa’ya karşı uyanık olması isteniyor.
Kur’andan aldığı dersle müslümanlara istika­meti gösteren Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın müsbet ve menfi olarak iki sınıf olduğunu nazara vererek müslü­mana hissilikten uzak kalması dersini vermiştir. Şimdi bakalım şu anda Avrupada ha­kim olan zihniyet hangisi­dir? İsevîliğin hakiki dini mi, hükmediyor? Bunun cevabı aşağıda açık şekilde veriliyor. Şöyle ki:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşe­riyeye nâfi[65] san’atları ve adalet ve hakkani­yete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Av­rupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabi­iye­nin zulmetiyle,[66] medeniyetin seyyiâtını me­hâsin zannederek[67] beşeri sefâhete ve dalâlete[68] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i me­deniyet[69] ve fünun-u nâfiadan[70] başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânev­îsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi[71] ve sol elinle sefih ve muzır bir medeni­yeti[72] tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yi­yecek!..
...Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dinin­den uzaklaşmış Avrupa! Deccal[73] gibi birtek gözü taşıyan kör dehân[74] ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâç­sız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden[75] esfel-i sâfilîne[76] atar, hayvânâtın en bedbaht dere­cesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his[77] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyu­tucu hevesat ve fantaziyele­rindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!»(L.sh: 115)
Böyle dehşetli ifsat hayatına karışmak için kapı açmak, İslâm milletini nereye doğru iter?
Bediüzzaman Hazretleri iman ve küfür mukayese­sini yaptığı eserinin son kısmında Avrupa hakkında şöyle der:
«İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefî­nin[78] ve hüdâ-yı Kur’ânînin[79] verdikleri derslerin de­recelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sa­bıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri müte­favittir,[80] gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm ele­min acı­sını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle[81] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla[82] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutla­rıyla[83] ve fünun-u tabiiyeleriyle[84] dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere[85] bin­ler nef­rin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri[86] taklide çalışma­yınız. Âyâ,[87] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâ­vetten[88] sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkâr­larına ittibâ edip[89] emniyet ediyorsunuz?
Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların sa­fına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.
Âgâh olunuz ki,[90] siz ahlâksızcasına ittibâ et­tikçe, hamiyet[91] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaf­tır[92] ve millete bir istihzâdır.[93]» (Lem’alar sh: 120)



AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?

Avrupa’nın dünyanın diğer bütün kıt’alarında, esaret altına aldığı o milletlerin mallarını ve servetlerini çalarak ve gasp ederek servet sahibi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Âyâ,[94] zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali din­den gelen bir zühd[95] ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et edi­yor? Bu zanda hata ediyor­sun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu[96] altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmü­yor musun ki, zarurî kuttan[97] ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları,[98] desiseleriyle[99] ya çalar veya gasp ediyor.» (Lem’alar sh: 122)
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın bizim toplumumuzda aşıladığı bazı fikirler sebebiyle bir kısım kimselerin İslâmiyetten soğumasına sebeb ol­duklarını beyan eder. Hatta kendilerinin ilerle­melerini ve müslümanların geri kalmalarını, kendi üstünlüklerini baskı olarak kullanmak istediğini açıklar.
Said Nursi Hazretleri ise bu telkinlere karşı müs­lümanları ikaz eder ve der ki:
«Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanı­nın iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muhar­ribanesine[100] karşı, mevcudi­yetimizin hâmisi[101] olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolur­sun!» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
Avrupanın maddî açıdan ilerlemesinin iki sebebi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun biri, Avrupa'nın maddi yani coğrafî vaziyeti, diğeri ve en mühimi ise yardımlaşma sırrına dayanan istinad noktasıdır der:
«İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaş­larının uruk-u hayatına[102] kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas, medenî engizis­yon taassubu[103] ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur ol­muş[104] bir müsel­lah[105] kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan,[106] (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veri­yor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.» (Sünuhat Tul. İşarat sh: 60)
AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ

Edebiyat sahasında Avrupanın durumu ve yayın sahasında, romancılığın, tiyatronun ve si­nemanın, Avrupanın tesiriyle cemiyet hayatını nasıl bozduğunu Risale-i Nur Külliyatında açık şekilde anlatılır.
Avrupa’nın manevî tahribatının vesilelerinden biri de “güzellik ve aşk, kahramanlık, hakikatı tasvir edip canlandırmak” olarak ifade edilen ve bu üç sahada işleyen edebiyatı, menfi cihette ve neşir organlariyle yaptığı ve yaptırdığı ifsadattan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Avrupa’dan tereşşuh etmiş[107] şu hazır edebiyat ro­man­vâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet,[108] mezâyâ-yı haş­meti[109] göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi[110] ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân;[111] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,[112] ya hamâset ve şehâmet,[113] ya tasvir‑i hakikat.[114] İşte yabanî edepse,[115] hamâset[116] noktasında hakperest­liği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışla­makla kuvvet­perestlik hissini[117] telkin eder. Hüsün ve aşk nokta­sında, aşk-ı ha­kikî bilmez.
Şehvet-engiz[118] bir zevki nefislere de zerk eder.[119] Tas­vir‑i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî[120] suretinde göremez. Belki ta­biat nok­tasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur.[121] Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâ­tına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin,[122] hem münevvim,[123] ha­kikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit,[124] sinema gibi bir mütehar­rik emvat.[125] Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasuhvâri,[126] mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insa­nın yü­züne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını[127] giy­dirmiş, hüsn-ü mücerred[128] ta­nımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder.[129] Zahiren der: “Sefahet fenadır, insan­lara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı[130] gösterir. Halbuki sefahete öyle mü­şevvikane bir tasviri[131] yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder,[132] his daha söz dinle­mez.
.........
Avrupazâde edepse,[133] fakdü’l-ahbaptan,[134] sahipsizlik­ten ne­ş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mül­hemâne[135] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar[136] tanır; başka çeşit göstermez.» (Sözler sh: 737)
İşte böyle nefsinin isteklerinin taparcasına esiri olmuş Avrupa’nın -şimdiye kadar ki taklidinden doğan münasebetlerden- böyle zararları gözler önünde iken, resmî beraberlik halinde olunca neticenin ne olacağı aşikâr değil mi? Yüz yıldır, milyonlar müslüman evladının imansız ve şüpheler içinde ölmesine sebeb olan Avrupa Felsefesi ve Medeniyeti, 1000 yıllık İslâm Ordusu olan Türk Milletine nasıl önder ve ışık olabilir?


AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR

a) Avrupanın ırkçılık anlayışı ve bunu İslâm dün­yasına aşılamaya çalışması hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Ben[137]«^Å[¬V¬;@«D²7!ö«^Å[¬A«M«Q²7!ö¬aÅA«%ö­^Å[¬8«Ÿ²,¬ž²!«öferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet[138] ve unsuriyetperver­liğe,[139] Avrupa’nın bir nevi firenk illeti[140]olduğun­dan, bir zehr-i katil[141] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o fi­renk il­letini İslâm içine atmış,tefrika[142] versin, parça­lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştı­ğımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyor­lar.» (Mek. sh: 64)
«Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.» (Mektubat sh: 322)
b) Birinci Cihan Harbinin sebebi Avrupa’nın ırk­çı­lık anlayışıdır:
«Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini[143] çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden[144] başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müt­hişe dahi, menfi milli­yetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gös­terdi.» (Mektubat sh: 323)
c) Irkçılık fikriyle bu millete ve vatana hizmet edeceğine inananlara Risale-i Nur der ki:
«Bü­yük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doy­mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir za­manda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyet­lerindeki vatandaş­lara[145] veya ce­nup tarafın­daki din­daşlara[146] adâvet besleyip onlara karşı cep­he almak, çok zararları ve mehâli­kiyle[147] beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’­ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adâvet[148] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a doku­nur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve ha­yat-ı uh­reviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına[149] ha­yat-ı içti­maiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap et­mek, hamiyet değil, ha­mâkattir![150]» (Mektubat sh: 323)
Evet, ırkçılık anlayışı, İslâm dünyasının selamet ve istiklâliyetinin dayanak noktası olan İslâm Birliğinin teşekkülüne mani olur, Müslümanları biribirine düşman eder ve çoğu kere de etmiştir.
d) Kur’an’ın İslâm bayraktarlığını yapan Türk Milletine işareti ve mesajı:
«İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş te­hâcümâtı def ettiniz.[151]

ö«w[¬X¬8ÌY­W²7!ö]«V«2ö¯^Å7¬)«!ö­y«9xÇA¬E­<«:ö²v­ZÇA¬E­<ö¯•²x«T¬"ö­yÁV7!ö]¬#²@«<
[152] ¬yÁV7!ö¬u[¬A«,ö]¬4ö«–:­G¬;@«D­<ö«w<¬h¬4@«U²7!ö]«V«2ö¯?Åi¬2«!​
âyetine güzel bir mâsadak[153] oldunuz. Şimdi Avru­pa’nın ve frenk-meşrep[154] münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak[155] ol­maktan çe­kinmelisiniz ve korkmalısınız.» (Mektubat sh: 323)
Burada bahsolunan ayetin evveli, irtidadı ifade eder. Yani İslâmiyete girdikten sonra dinden ayrılıp başka bir anlayış ve yaşayış tarzına dönüş yapmaktır ki, en dehşetli bir felâket ve helâkettir.
Evet, «Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl; yoksa mahvolursun.» (Mektubat sh: 471)
KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK

Batılılaşmanın en rahat tatbikata konulduğu devre olan 1930’lu yıllarda, Bediüzzaman Hazretleri, gerekli ikaz ve tesbitleri yapmıştır. Bu tesbitlerini nazara al­mayanlar sonunda maskara olmayı göze almalılar. O yıllarda yazmış olduğu bir risalesinde şöyle der:
«Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mu­kaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti[156] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar ho­caya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü kö­rüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,
Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mez­raa,[157] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir ol­maz.
Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru,[158] ağleb-i huke­manın[159] Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin[160] bir remzi,[161] bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha[162] getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.» (Mektubat sh: 324)
Bu kısımda da Avrupa ile İslâm dünyası, aynı anlayış ve yaşayışta olmadıkları ve olmayacaklarına dikkat çekiliyor.
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ

Avrupa’nın gerçek yüzü ve bizdeki taraftarlarının mahiyeti:
«İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden[163] sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamla­rına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelme­mek için ve­yahut silmek için yazıl­mıştır. Avrupa’nın in­saniyetperver maskesi[164] altında vahşî reislerinin[165] sa­ğır kulakları çınlasın! Ve bu vic­dansız gaddarları bize musallat eden o insafsız za­limlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz me­deniyetperestlerin[166] başlarına vurulmak için yazıl­mış bir arzuhaldir.» (Mektubat sh: 429)

HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR?

Bu memleketin gerçek sahiplerini devre dışı bı­ra­karak âdetâ “el çabukluğu marifet” iyle birde suçlu du­ruma düşürmeye çalışan zındık dinsizleri tesbit eden ve Müslümanları ikaz eden Said Nursi Hazretleri şöyle der:
«Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa[167] çalışan ve hamiyet maskesini[168] başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;[169] ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle[170] değil dini siya­sete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yap­makla;[171] tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz mil­yon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım, zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kur­tulmak için çalışanlara, pek haksız olarak irtica[172] damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri,[173] yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlık­tır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !

Evrensel hukuk adı altında! Avrupa ve Dünya ile beraber olacağız diye sahte tuzaklara düşen Müslüman­ları, Bediüzzaman Hazretleri şiddetle ikaz eder ve kendi şeriat kanunlarımıza dikkati çekip der ki:
«Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden,[174] ah­kâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen[175] namaz kılmak gi­bidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)
«Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasım­lardır.»[176] (B. Mesnevi-i Nuriye: 179)
«Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü'minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:
Kâfirlerin medeniyeti; dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır.[177] Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti me'nus, sîreti muvahhiştir.[178]
Amma mü'minlerin medeniyeti ise bâtını zâhirinden[179] daha a'lâ ve ahsendir.[180] Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.
Bunun sırrı budur ki: Mü'min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet[181] ve eczaları mabeyninde -hususan Benî-Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde' ve mazi itibariyle yine her şeyde bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını biliyor ve görüyor.
Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki, âdeta hiç bir şeyde hattâ kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de samimî ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever. Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur'anın sayha ve irşadatının in'ikaslarındandır.[182] Veya semavî dinlerin bâkiye kalan parıltılarındandır.
Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O Zât-ı Kerim'in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris'e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, on­lar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem[183] suretine girmiş birer ifrittirler.[184]» (B. Mesnevi-i Nuriye sh: 195)
İleri devletler seviyesine gelmek hatta onlara yol göstermek için müslümanlığı ve kaidelerini tam yaşama­lıyız.
1934 yılında meydana gelen Akdeniz Meselesi münasebetiyle, Avrupa devletlerinin buradaki hükümeti sıkıştırmasına ve dolayısiyle dindarlara şiddetli baskı uygulayan bura hükümetinin, bu baskısını hafifleteceğine dair sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şöyledir:
«Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı[185] ve kuvve-i mâ­neviyesinin menbaı[186] olan hamiyet-i İslâmiyeyi teh­yiç etmekle[187] şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına[188] ve bid’aların[189] bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin[190] hükûmetleri le­hinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.
Elcevap: Biz ferec ve ferah[191] ve sürur ve fütuhat[192] isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki,[193] münafıkları ehl-i imana musallat[194] ettiler ve zın­dıkları[195] yetiştirdiler.
Her neyse... Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bu­lutlarla dolmuş cevv-i havayı[196] süpürüp temizleye­rek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gös­terdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz[197] bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız[198] verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.» (Lem’alar sh: 104)


[
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Avrupa Birliğine girmek hususunda, müslümanlar tarafından muhtelif fikirler ileri sürülmektedir. Bizler şahsi kanatımızı beyan etmek yerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz yerleri nazara vereceğiz. Herkes is­tediği gibi şahsi görüş, kanaat beyan edebilir. Fakat Risale-i Nur adına, Bediüzzaman Hazretleri namına konuşurken dikkat etmek mecburiyeti vardır. Evvelâ samimi olarak inandıktan sonra, bütün Külliyatın nazara alınması gerekmektedir. Bir tek bahsi ele alıp da hüküm çıkarmaya gidenler hem aldanır hem aldatır­lar.
Bu çalışmamızda biz meselenin bütün yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Konumuz olan Avrupa Birliği’ne dahil olmanın mahiyeti nedir? Zararı nedir? Kârı nedir? Bütün bu hususlar, müsbet ve menfî yönleriyle ele alınacaktır.
İkinci kısımda ele alınacak konu ise Müslümanın gönlünde, fik­rinde devamlı olması gereken İslâm Birliği düşüncesidir. Maalesef bu düşünce ve büyük hedef, gerek müslümanların yazdığı kitaplarda, gerekse basın yayın kuruluşlarında, radyo ve tv lerde hiç bahsedilmemekte veya nadiren ele alınmaktadır. Bu mesele yani İslâm dünyası­nın istiklâliyet sebebi olan İslâm Birliği mevzuu adeta unutturulmak isteniyor gibi bir manzara görünüyor. Halbuki Risale-i Nur Külliyatında, memleketimizin haricî meselesi olarak İslâm Birliği, çokça nazara verilmiş ve "farz-ı ayn" diye hüküm­lendirilmiştir.
BİR TAVZİH

Eğer denilse ki, Avrupa ve Avrupa Birliği gibi meseleler, siyasî, içtimaî ve dünyevî meselelerdir. Risale-i Nur’un vazifesi ise uhrevî, imanî ve manevîdir. Avrupa Birliği gibi dünyevî meselelerle meşgul olmak, Nurculuk mesleğine aykırıdır. İlh...
Her meselede olduğu gibi, bu sualin cevabını da yine Risale-i Nur’dan bulmalıyız. Evet, Avrupa’dan gelen ve getirilen bid’alardan, dalâletlerden, dünyaperestlik ve sefahetlerden insanları ikaz ve irşad etmek ve def-i mefasid kaidesiyle medeniyet-i sefihenin çirkinliğini ve sefih medeniyet taraftarı olan cereyanların İslâm dünyasına karşı düşmanlıklarını gösterip o câzibedar sefahetlerden nefret verdirip insanları kurtarmak, Risale-i Nur’un ehmmiyetli bir vazifesidir. Çünkü ahirzaman fitnesinin tahribatını tamir etmek asrın müceddidine aittir. Evet, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde Risale-i Nur’un vazifelerini beyan eden çok ifadeler vardır.
Ezcümle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bugünlerde, manevî bir muhaverede[1] bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları[2] gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı[3] tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen[4] müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen[5] kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi,[6] Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb[7] ilâçlar ve hadsiz edviyeler[8] bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme[9] cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)
Yine bu geniş dairede bid’atların tamiri hakkında bir beyanda şöyledir:
Evet, «Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin[10] tahribatçı rejim-i bid'akâranesini[11] tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.» (Mektubat sh: 441)
Keza meşhur Beşinci Şua ve Onikinci Söz’ün 1, 2, 3, esasları ve ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı olan Ene bahsinde Felsefenin mahiyeti, Yirmidokuzuncu Mektub’un Es’ile-i Sitte Risalesi ve İşarat-ı Seb’a, Onyedici Lem’a’nın 5. ve 7. Notaları, Yirmiikinci Lem’a ve Ondördüncü Şua’daki mahkeme müdafaaları gibi daha pek çok bahis ve kısımlar, âhirzaman fitnesi ve ehl-i dünya ve menfî Avrupaya karşı ümmeti ikaz ve irşad eden bahisler büyük bir yekün teşkil eder.
Risale-i Nur’un haslar dairesi bu geniş dairelerle bilfiil meşgul olmaz, fakat ihtiyaca göre bu ders ve ikazları ehline bildirir ve dersler yaparlar ve tebliğde bulunurlar.
Evet Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeye haslar dairesini tevkil etmiştir. Bir mektubunda diyor ki:
«Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden[12] mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur'un Kur'an medresesinde Yeni Said'e verdiği ders ve Eski Said'in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 109)
Mezkür Hutbe-i Şamiye eseri hakkında da şöyle diyor:
«Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327'ye[13] bedel, 1371'de[14] ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.» (Hutbe-i Şamiye sh: 6)
İşte mezkûr tavsiye mektubu ve Hutbe-i Şamiye. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi ve Münazarat gibi eserleri ihtiyaca göre nazarlara arz etmek vazifesi ve Nur’un hizmet hayatında devam etmiş olan bu mânâdaki tatbikat, geniş daireye bakan tebliğ vazifesinin meşruiyetini gösteriyor.
Keza Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, nâşir, hâmi, sahib, vâris, muhafız, bekçi, nöbetçi, Genç Said gibi tavsifatla nazara verdiği has dairesindeki hizmet heyetinin muarızlara karşı Nur’u koruyacakları gibi, ikaz, irşad ve tebliğ hizmetleri de vazifeleridir.
Mezkûr vasıflarla yapılan tavsifler, yayınlarımız arasında bulunan «İman-Hayat-Şeri’at» broşürün 126. Parağrafından 138. Parağrafına kadar kısmen ve «Risale-i Nur’dan Derlemeler Neşriyatı» kitabında ise tafsilatlı şekilde tesbitlidir.
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER

Bediüzzaman Hazretleri, bugünkü medeniyetin menşei Avrupa felsefe­si olduğunu ve Kur’anla çatıştığını anlatırken diyor ki:
«Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hik­met-i beşeriyeyi,[15] hikmet-i Kur’anla[16] yirmibeş aded Sözlerde mizan­larla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize[17] ve hikmet-i Kur’aniyenin[18] mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edil­miştir.» (Sözler sh: 411)
1919 yılında Osmanlı’nın mağlubiyeti, dolayisiyle İslâm’ın en güçlü koruyucusunun mağ­lup edilmesi üzerine çok çeşitli ızdıraplar yaşanmıştır. Bir manevî mecliste olan konuşmaları ve sorulan sualleri Bediüzzaman Hazretleri nakletmiş ve “Sünuhat” isimli risalede kaleme almıştır. Bu vesile ile Avrupa medeniyeti üzerine görüşlerini beyan etmiş bulunmaktadır.
İslâm Dünyasının batı me­deniyetini kendi isteği ile kabul edemeyişinin sebeplerini anlatan Said Nursi Hazretleri der ki:
Evet, «Şu medeniyet-i habise ki,[19] biz ondan yal­nız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud[20] ve seyyiatı hasenatına galebe[21] ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla men­suh[22] ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz,[23] sefih, mütemerrid, gaddar,[24] manen vahşi[25] bir medeniyetin himayesini Asya'da de­ruhde edecek idik.[26]
Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti* reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs[27] etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.[28] O ise şe'ni, tecavüzdür.[29] Hedef-i kasdı, menfaattır.[30] O ise şe'ni, tezahümdür.[31] Hayatta düsturu ci­daldir.[32] O ise şe'ni, tenazu'dur.[33] Kitleler mabeynindeki rabı­tası,[34] âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyet­tir.[35] O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür.[36] Cazibedar hiz­meti,[37] heva ve hevesi teşci'[38] ve arzularını tatmin ve meta­libini teshildir.[39]
O heva ise şe'ni,[40] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,[41] insanın mesh-i manevîsine[42] sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra,[43] beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete[44] atmış; onunu mümevveh saadete[45] çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne[46] bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola.[47] Bu ise ekall-i kalilindir.[48]» (Sunühat İşarat Tuluat sh: 39)
«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda[49] üs­tüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,[50] rekabet ve tahakküm[51] üzerine bina edildiğinden, şim­diye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe[52] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir a­ğaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine[53] kuvvetli bir medar, bir delil[54] hük­mün­dedir. Ve az vakitte galebe edecektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)
YENİ ALDATMALARA DİKKAT!

Daha asrın başlarında Avrupa’nın mahiyetini açıklayan Bediüzzaman Hazretlerini, Avrupa’nın sebep olduğu iki dünya harbi ve her tarafta mazlum milletlere yapılan zulümler tasdik etmiştir. şimdi yine insan-sever (hümanist) gibi görünüp yeni bir asırda bir daha oyalamak iste­mektedir.
Bugün hayatın bütün sahalarında yaşanan Batı Medeniyetinin kurallarıdır.(!) Bu cemi­yette kim ne kadar mutlu ki, daha da bu Batı hayatına gi­receğiz? Onların kendi dünyevî ra­hatları ise ken­dilerinedir. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetinin menfî tesirlerini şöyle ifade eder:
«Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın ta­hak­kümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla,[55] şerait-i ha­yat-ı dünyeviyenin[56] ağırlaşmasıyla, efkâr[57] ve kulûb[58] dağıl­mış, himmet ve inayet inkısam etmiştir." (Sözler sh: 481)
Avrupa kendi topluluğundaki küçük bir azınlığa dahi dünyevî bir mutluluk getirirken bü­tün insanlığa çeşitli zararlar vermiştir. Asrımızın başla­rında Bediüzzaman Hazretleri Avrupaya şöyle hitab eder:
«Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin ba­şına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyo­rum, dinle!» (Nur’un İlk Kapısı sh: 85) diyerek insanlığa verdiği za­rarları etraflıca anlatır.
Evet, Avrupalı filozoflar müslümanların inancını hedef almış ve hücum etmişlerdir. İman hakikat­ları nok­tasında Avrupa filozoflarının verdikleri zararlardan ikaz eden bahsin bir kısmında deniliyor ki:
«İmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâ­hiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakî­nine[59] ve imanına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy[60] ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına[61] tereddüd verip yakîn­lerini izale[62] ve saadet-i ebediyelerini[63] mahvetmiş.» (Şualar sh: 101) herkes birfleyler söylemektedir.
Nakledilen açıklamalarda görüldüğü üzere Avrupa’dan uzak durmayı telkin eden ikazlara rağmen onlarla hayat birliğine ve onların sosyal ve hukuki prensip ve kanunlarını taklid etmeye cevaz göstermek, Risale-i Nur Külliyatındaki anlatılanlara ters düşmek demektir.
Avrupalılar sadece bu asırda değil, bilhassa İslâmiyetle ve Kur’an hakikatlarıyla asırlardır uğ­raşmış­lardır. 5-6 Asır süresince devam eden Birleşik Haçlı Seferleri, Avrupa’nın İslâma ve müslümanlara düşmanlığı neticesiydi. Fakat geçmiş asırlarda dini itirazları fazla revaç bulmamıştı. Asrımızda ise Kur’anı ko­ruyan kalelerin yı­kılmasıyla Avrupa bütün kinini kusarak İslâm dünyasına materyalist felsefe ile hücum ediyor. Fakat Cenab-ı Hak dinini korumak için Risale-i Nur Hizmetini ihsan ederek milletin imdadına göndermiştir.
Bu hakikata Üstad Hazretleri şöyle işarat eder:
«Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüz’ü olan “Âyet-ül Kübra” risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden[64] Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.» (Nur Çeşmesi sh: 176)
İşte Risale-i Nur’da, Avrupa’nın gaddarcasına olan İslâm düşmanlığı bu tarzda nazara verilip, İslâm Dün­yasının Avrupa’ya karşı uyanık olması isteniyor.
Kur’andan aldığı dersle müslümanlara istika­meti gösteren Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın müsbet ve menfi olarak iki sınıf olduğunu nazara vererek müslü­mana hissilikten uzak kalması dersini vermiştir. Şimdi bakalım şu anda Avrupada ha­kim olan zihniyet hangisi­dir? İsevîliğin hakiki dini mi, hükmediyor? Bunun cevabı aşağıda açık şekilde veriliyor. Şöyle ki:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşe­riyeye nâfi[65] san’atları ve adalet ve hakkani­yete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Av­rupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabi­iye­nin zulmetiyle,[66] medeniyetin seyyiâtını me­hâsin zannederek[67] beşeri sefâhete ve dalâlete[68] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i me­deniyet[69] ve fünun-u nâfiadan[70] başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânev­îsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi[71] ve sol elinle sefih ve muzır bir medeni­yeti[72] tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yi­yecek!..
...Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dinin­den uzaklaşmış Avrupa! Deccal[73] gibi birtek gözü taşıyan kör dehân[74] ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâç­sız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden[75] esfel-i sâfilîne[76] atar, hayvânâtın en bedbaht dere­cesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his[77] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyu­tucu hevesat ve fantaziyele­rindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!»(L.sh: 115)
Böyle dehşetli ifsat hayatına karışmak için kapı açmak, İslâm milletini nereye doğru iter?
Bediüzzaman Hazretleri iman ve küfür mukayese­sini yaptığı eserinin son kısmında Avrupa hakkında şöyle der:
«İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefî­nin[78] ve hüdâ-yı Kur’ânînin[79] verdikleri derslerin de­recelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sa­bıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri müte­favittir,[80] gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm ele­min acı­sını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle[81] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla[82] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutla­rıyla[83] ve fünun-u tabiiyeleriyle[84] dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere[85] bin­ler nef­rin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri[86] taklide çalışma­yınız. Âyâ,[87] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâ­vetten[88] sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkâr­larına ittibâ edip[89] emniyet ediyorsunuz?
Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların sa­fına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.
Âgâh olunuz ki,[90] siz ahlâksızcasına ittibâ et­tikçe, hamiyet[91] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaf­tır[92] ve millete bir istihzâdır.[93]» (Lem’alar sh: 120)



AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?

Avrupa’nın dünyanın diğer bütün kıt’alarında, esaret altına aldığı o milletlerin mallarını ve servetlerini çalarak ve gasp ederek servet sahibi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Âyâ,[94] zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali din­den gelen bir zühd[95] ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et edi­yor? Bu zanda hata ediyor­sun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu[96] altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmü­yor musun ki, zarurî kuttan[97] ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları,[98] desiseleriyle[99] ya çalar veya gasp ediyor.» (Lem’alar sh: 122)
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın bizim toplumumuzda aşıladığı bazı fikirler sebebiyle bir kısım kimselerin İslâmiyetten soğumasına sebeb ol­duklarını beyan eder. Hatta kendilerinin ilerle­melerini ve müslümanların geri kalmalarını, kendi üstünlüklerini baskı olarak kullanmak istediğini açıklar.
Said Nursi Hazretleri ise bu telkinlere karşı müs­lümanları ikaz eder ve der ki:
«Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanı­nın iki sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muhar­ribanesine[100] karşı, mevcudi­yetimizin hâmisi[101] olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolur­sun!» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
Avrupanın maddî açıdan ilerlemesinin iki sebebi olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun biri, Avrupa'nın maddi yani coğrafî vaziyeti, diğeri ve en mühimi ise yardımlaşma sırrına dayanan istinad noktasıdır der:
«İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaş­larının uruk-u hayatına[102] kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas, medenî engizis­yon taassubu[103] ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur ol­muş[104] bir müsel­lah[105] kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan,[106] (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veri­yor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.» (Sünuhat Tul. İşarat sh: 60)
AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ

Edebiyat sahasında Avrupanın durumu ve yayın sahasında, romancılığın, tiyatronun ve si­nemanın, Avrupanın tesiriyle cemiyet hayatını nasıl bozduğunu Risale-i Nur Külliyatında açık şekilde anlatılır.
Avrupa’nın manevî tahribatının vesilelerinden biri de “güzellik ve aşk, kahramanlık, hakikatı tasvir edip canlandırmak” olarak ifade edilen ve bu üç sahada işleyen edebiyatı, menfi cihette ve neşir organlariyle yaptığı ve yaptırdığı ifsadattan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Avrupa’dan tereşşuh etmiş[107] şu hazır edebiyat ro­man­vâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet,[108] mezâyâ-yı haş­meti[109] göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi[110] ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân;[111] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,[112] ya hamâset ve şehâmet,[113] ya tasvir‑i hakikat.[114] İşte yabanî edepse,[115] hamâset[116] noktasında hakperest­liği etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışla­makla kuvvet­perestlik hissini[117] telkin eder. Hüsün ve aşk nokta­sında, aşk-ı ha­kikî bilmez.
Şehvet-engiz[118] bir zevki nefislere de zerk eder.[119] Tas­vir‑i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî[120] suretinde göremez. Belki ta­biat nok­tasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur.[121] Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâ­tına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin,[122] hem münevvim,[123] ha­kikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit,[124] sinema gibi bir mütehar­rik emvat.[125] Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasuhvâri,[126] mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insa­nın yü­züne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını[127] giy­dirmiş, hüsn-ü mücerred[128] ta­nımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder.[129] Zahiren der: “Sefahet fenadır, insan­lara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı[130] gösterir. Halbuki sefahete öyle mü­şevvikane bir tasviri[131] yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder,[132] his daha söz dinle­mez.
.........
Avrupazâde edepse,[133] fakdü’l-ahbaptan,[134] sahipsizlik­ten ne­ş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mül­hemâne[135] aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar[136] tanır; başka çeşit göstermez.» (Sözler sh: 737)
İşte böyle nefsinin isteklerinin taparcasına esiri olmuş Avrupa’nın -şimdiye kadar ki taklidinden doğan münasebetlerden- böyle zararları gözler önünde iken, resmî beraberlik halinde olunca neticenin ne olacağı aşikâr değil mi? Yüz yıldır, milyonlar müslüman evladının imansız ve şüpheler içinde ölmesine sebeb olan Avrupa Felsefesi ve Medeniyeti, 1000 yıllık İslâm Ordusu olan Türk Milletine nasıl önder ve ışık olabilir?


AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR

a) Avrupanın ırkçılık anlayışı ve bunu İslâm dün­yasına aşılamaya çalışması hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Ben[137]«^Å[¬V¬;@«D²7!ö«^Å[¬A«M«Q²7!ö¬aÅA«%ö­^Å[¬8«Ÿ²,¬ž²!«öferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet[138] ve unsuriyetperver­liğe,[139] Avrupa’nın bir nevi firenk illeti[140]olduğun­dan, bir zehr-i katil[141] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o fi­renk il­letini İslâm içine atmış,tefrika[142] versin, parça­lasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştı­ğımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyor­lar.» (Mek. sh: 64)
«Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.» (Mektubat sh: 322)
b) Birinci Cihan Harbinin sebebi Avrupa’nın ırk­çı­lık anlayışıdır:
«Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini[143] çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden[144] başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müt­hişe dahi, menfi milli­yetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gös­terdi.» (Mektubat sh: 323)
c) Irkçılık fikriyle bu millete ve vatana hizmet edeceğine inananlara Risale-i Nur der ki:
«Bü­yük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doy­mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir za­manda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyet­lerindeki vatandaş­lara[145] veya ce­nup tarafın­daki din­daşlara[146] adâvet besleyip onlara karşı cep­he almak, çok zararları ve mehâli­kiyle[147] beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’­ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adâvet[148] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a doku­nur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve ha­yat-ı uh­reviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına[149] ha­yat-ı içti­maiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap et­mek, hamiyet değil, ha­mâkattir![150]» (Mektubat sh: 323)
Evet, ırkçılık anlayışı, İslâm dünyasının selamet ve istiklâliyetinin dayanak noktası olan İslâm Birliğinin teşekkülüne mani olur, Müslümanları biribirine düşman eder ve çoğu kere de etmiştir.
d) Kur’an’ın İslâm bayraktarlığını yapan Türk Milletine işareti ve mesajı:
«İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş te­hâcümâtı def ettiniz.[151]

ö«w[¬X¬8ÌY­W²7!ö]«V«2ö¯^Å7¬)«!ö­y«9xÇA¬E­<«:ö²v­ZÇA¬E­<ö¯•²x«T¬"ö­yÁV7!ö]¬#²@«<
[152] ¬yÁV7!ö¬u[¬A«,ö]¬4ö«–:­G¬;@«D­<ö«w<¬h¬4@«U²7!ö]«V«2ö¯?Åi¬2«!​
âyetine güzel bir mâsadak[153] oldunuz. Şimdi Avru­pa’nın ve frenk-meşrep[154] münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak[155] ol­maktan çe­kinmelisiniz ve korkmalısınız.» (Mektubat sh: 323)
Burada bahsolunan ayetin evveli, irtidadı ifade eder. Yani İslâmiyete girdikten sonra dinden ayrılıp başka bir anlayış ve yaşayış tarzına dönüş yapmaktır ki, en dehşetli bir felâket ve helâkettir.
Evet, «Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl; yoksa mahvolursun.» (Mektubat sh: 471)
KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK

Batılılaşmanın en rahat tatbikata konulduğu devre olan 1930’lu yıllarda, Bediüzzaman Hazretleri, gerekli ikaz ve tesbitleri yapmıştır. Bu tesbitlerini nazara al­mayanlar sonunda maskara olmayı göze almalılar. O yıllarda yazmış olduğu bir risalesinde şöyle der:
«Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mu­kaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti[156] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar ho­caya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü kö­rüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,
Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mez­raa,[157] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir ol­maz.
Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru,[158] ağleb-i huke­manın[159] Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin[160] bir remzi,[161] bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha[162] getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.» (Mektubat sh: 324)
Bu kısımda da Avrupa ile İslâm dünyası, aynı anlayış ve yaşayışta olmadıkları ve olmayacaklarına dikkat çekiliyor.
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ

Avrupa’nın gerçek yüzü ve bizdeki taraftarlarının mahiyeti:
«İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden[163] sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamla­rına!” denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelme­mek için ve­yahut silmek için yazıl­mıştır. Avrupa’nın in­saniyetperver maskesi[164] altında vahşî reislerinin[165] sa­ğır kulakları çınlasın! Ve bu vic­dansız gaddarları bize musallat eden o insafsız za­limlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz me­deniyetperestlerin[166] başlarına vurulmak için yazıl­mış bir arzuhaldir.» (Mektubat sh: 429)

HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR?

Bu memleketin gerçek sahiplerini devre dışı bı­ra­karak âdetâ “el çabukluğu marifet” iyle birde suçlu du­ruma düşürmeye çalışan zındık dinsizleri tesbit eden ve Müslümanları ikaz eden Said Nursi Hazretleri şöyle der:
«Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa[167] çalışan ve hamiyet maskesini[168] başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;[169] ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle[170] değil dini siya­sete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yap­makla;[171] tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz mil­yon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım, zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kur­tulmak için çalışanlara, pek haksız olarak irtica[172] damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri,[173] yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlık­tır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !

Evrensel hukuk adı altında! Avrupa ve Dünya ile beraber olacağız diye sahte tuzaklara düşen Müslüman­ları, Bediüzzaman Hazretleri şiddetle ikaz eder ve kendi şeriat kanunlarımıza dikkati çekip der ki:
«Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden,[174] ah­kâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen[175] namaz kılmak gi­bidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)
«Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî muannid hasım­lardır.»[176] (B. Mesnevi-i Nuriye: 179)
«Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü'minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:
Kâfirlerin medeniyeti; dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır.[177] Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti me'nus, sîreti muvahhiştir.[178]
Amma mü'minlerin medeniyeti ise bâtını zâhirinden[179] daha a'lâ ve ahsendir.[180] Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.
Bunun sırrı budur ki: Mü'min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet[181] ve eczaları mabeyninde -hususan Benî-Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde' ve mazi itibariyle yine her şeyde bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını biliyor ve görüyor.
Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki, âdeta hiç bir şeyde hattâ kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de samimî ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever. Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur'anın sayha ve irşadatının in'ikaslarındandır.[182] Veya semavî dinlerin bâkiye kalan parıltılarındandır.
Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin meclisine git! Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O Zât-ı Kerim'in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris'e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, on­lar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem[183] suretine girmiş birer ifrittirler.[184]» (B. Mesnevi-i Nuriye sh: 195)
İleri devletler seviyesine gelmek hatta onlara yol göstermek için müslümanlığı ve kaidelerini tam yaşama­lıyız.
1934 yılında meydana gelen Akdeniz Meselesi münasebetiyle, Avrupa devletlerinin buradaki hükümeti sıkıştırmasına ve dolayısiyle dindarlara şiddetli baskı uygulayan bura hükümetinin, bu baskısını hafifleteceğine dair sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şöyledir:
«Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı[185] ve kuvve-i mâ­neviyesinin menbaı[186] olan hamiyet-i İslâmiyeyi teh­yiç etmekle[187] şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına[188] ve bid’aların[189] bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin[190] hükûmetleri le­hinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.
Elcevap: Biz ferec ve ferah[191] ve sürur ve fütuhat[192] isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki,[193] münafıkları ehl-i imana musallat[194] ettiler ve zın­dıkları[195] yetiştirdiler.
Her neyse... Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bu­lutlarla dolmuş cevv-i havayı[196] süpürüp temizleye­rek semânın berrak yüzünde ziyadar güneşi gös­terdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz[197] bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız[198] verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.» (Lem’alar sh: 104)
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Zamanımızda ehemmiyetle üzerinde durulan önemli meselelerden biri de, beşerî düşüncelerin ortaya koyduğu rejimlerin İslâmiyetle bağdaşıp bağdaşmadığı meselesidir.
Evvela, beşerî rejim olarak ortaya konulan demokrasiyi ele alacağız. Şöyle ki; demokrasi, kendi anayapısını teşkil eden esaslarına ters düşmeyen her şekle ve anlayışlara açık bir sistemdir. Yani halk çoğunluğunun tercih ettiği sistem ve anlayışa göre şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe o da değişir.
Nazariyatta bilinen bu mütehavvil demokrasi, tatbikatta görülen demokrasiden maalesef farklıdır. Nazariyattaki demokrasi, halk egemenliğini gerçekleştiren,
· hür seçim
· hukukun hakimiyeti
· kanun karşısında müsavat
· din ve vicdan hürriyetleri
· fikir, kelam ve neşir hürriyetleri
gibi temel yapıya dayanır ki bu esaslar demokrasinin anayapısıdır ve değişemez ve değiştirilemez cihetidir.
Bu broşürde daha çok nazarî demokrasiden bahsedilecektir.
Tatbikatta ise, çok kere kitablarda kalan demokrasi esaslarının zıdları hükmeder. Dolambaçlı yollarla demokrasi adına ideolojik ve şahsi garazların mücadelesi, cemiyet ve siyaseti çıkmazlara sokar.
Mezkür nazarî demokrasinin en çok dikkat çeken bir hususiyeti vahye yani dine dayanmak veya dayanmamak mecburiyetinin olmamasıdır. Evet, demokrasi mücerred asliyetiyle renksizdir. Yani, tatbikat öncesinde (esaslarının dışında) hususiyetler taşımaz.
Halbuki İslâmiyet siyasi iktidar sahibi değilken, yani müslümanlar azınlıkta iken de prensip ve itikadî cihetiyle vahye dayanan inancını esas alır. İslâm, vahyin tebliğini ister ve hakimiyetini yani bütün kainata hakim olan Allah’ın gönderdiği ahkâmın, beşerin şahsî ve İçtimaî hayatına hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu hakimiyete zemin hazırlanmasını emreder.
Demokratik iktidar ise vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini iktidara getiren bu topluluğu temsil ederek dine dayanmaz. Zira demokrasinin temel prensiplerinden biri halk hakimiyetidir. Eğer cemiyette çoğunluk olarak vahyi esas alan yani dine bağlı bir topluluk mevcutsa, iktidar da bu topluluğun temsilcisi olarak dine dayanan bir iktidar olmak mecburiyetindedir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu hatırlatır mânâda diyor ki;
«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)
İşte Bediüzzaman Hazretleri bu ifadesiyle bir cemiyetin ekseriyeti müslümansa, İslâm iktidarının yani, İslâm Cumhuriyeti’nin hâkimiyeti, kaçınılmaz bir netice olacağını hatırlatır.
Tatbikatta görülen demokrasilerde ise, siyasî iktidarlar, imkân buldukça antidemokratik ve dolambaçlı yollara başvurarak ve hür rejimin esaslarını ihlal ederek, muhalefet partilerine ve bilhassa İslâmiyete ve müslümanlara tasallut edilmesi asrın siyaset dünyasında bir nev’i maharet addedilir olmuştur.
Oysa İslâm iktidarı, tecavüz etmeyen gayr-ı müslim bir topluluğa dahi tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü tebliğ, hür rejimlerin reddedemeyeceği en meşru bir yoldur. Hür rejimlerde fikir ve söz hürriyetine ve tebliğe engel olunamaz. Aksi halde hür rejimin en mühim esaslarından olan din, vicdan, fikir ,söz ve neşir hürriyetleri çiğnenmiş olur.
Şu halde hür rejimin temel prensiplerinden birisi olan halk hakimiyeti prensibi, bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek tenakuz olur. Çünkü İslâmiyete bağlı bir milletin, bilerek, Allah’ın insan hayatındaki hakimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunların ilgasını isteyeceği düşünülemez.
Şu halde İslâm cemiyetinde Demokrasi, bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar.
Yoksa millet çoğunluğunu teşkil eden müslüman halkın bilgi yetersizliğini istismar ederek girişilen aldatıcı propagandalarla, dolambaçlı ve maksatlı yapılan seçim sistemleriyle ve aşırı müstebit bir dogmatizm mânâsını taşıyan bir kısım prensiplere peşinen uyma mecburiyeti getiren kayıtlar yoluyla iktidar olmak, emsalsiz bir antidemokratik hareket olur. Bu yollarla ele geçirilen iktidar da gayr-ı meşru olup vahşet mânâsını taşır.
Yalnız şu var ki; harp neticesinde kazanılan iktidar, yukarıda bahsolunan halk ekseriyetine dayanmak prensibini nazar-ı itibara almaz. Bu husus umumî bir kaidedir. Fütuhat yoluyla iktidar olan İslâm, idaresi altına aldığı memleketin ekseriyet teşkil eden halkına can, mal ve namus masuniyetiyle beraber meşru hürriyetlerini verir. Mürtedlere ise, hayat hakkı tanımaz. Çünkü mürted İslâmiyeti kabul ettikten sonra ihanetle dini reddetmiş olduğundan onlara hürriyet hakkı tanınmaz.
Nitekim hür rejimin temel prensiplerine muhalefet etmeyi meşru görmek, insaniyet ve medeniyeti ve hukukun hakimiyeti gibi prensipleri reddedip anarşizmi yani kuvvetlinin zayıfı ezme vahşetini kabul etmek demektir.
Öyle de İslâmiyet, hakiki hürriyet rejiminin bütün esaslarını ve iyiliklerini ihtiva ettikten başka insanlık dünyasının en büyük ihtiyaç ve meselesi olan ruhî, manevî ve ebedî hayatın müjdesini vermek cihetinden de en üstün ve emsalsiz bir hidayet yoludur. Binaenaleyh İslâm dinine girdikten sonra bu dini terkeden mürtedin de hayat hakkı olamayacağı öncelikle anlaşılır.
Hem vicdan hürriyetine zahiren aykırı görünen irtidad cezası, vicdan hürriyetine aykırı değil, belki vicdan hürriyetiyle beraber her türlü meşru hürriyetlerin varlığı için bu ceza zaruridir. Çünkü mürtedlerin (anarşistlerin) istila ettiği yerde, hiçbir hürriyetin varlığı düşünülemez. O halde hayatta ya hürriyet ve hür insanlık hâkim olacak veya irtidad ve anarşi vahşeti istila edecek.
Demek bu iki kutup birbirine zıttır, birleşemez. İşte irtidad ve anarşi, hürriyetleri ilga ettiğinden, hiçbir hürriyet rejiminde bunlara hayat hakkı tanınamaz.
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Zamanımızda ehemmiyetle üzerinde durulan önemli meselelerden biri de, beşerî düşüncelerin ortaya koyduğu rejimlerin İslâmiyetle bağdaşıp bağdaşmadığı meselesidir.
Evvela, beşerî rejim olarak ortaya konulan demokrasiyi ele alacağız. Şöyle ki; demokrasi, kendi anayapısını teşkil eden esaslarına ters düşmeyen her şekle ve anlayışlara açık bir sistemdir. Yani halk çoğunluğunun tercih ettiği sistem ve anlayışa göre şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe o da değişir.
Nazariyatta bilinen bu mütehavvil demokrasi, tatbikatta görülen demokrasiden maalesef farklıdır. Nazariyattaki demokrasi, halk egemenliğini gerçekleştiren,
· hür seçim
· hukukun hakimiyeti
· kanun karşısında müsavat
· din ve vicdan hürriyetleri
· fikir, kelam ve neşir hürriyetleri
gibi temel yapıya dayanır ki bu esaslar demokrasinin anayapısıdır ve değişemez ve değiştirilemez cihetidir.
Bu broşürde daha çok nazarî demokrasiden bahsedilecektir.
Tatbikatta ise, çok kere kitablarda kalan demokrasi esaslarının zıdları hükmeder. Dolambaçlı yollarla demokrasi adına ideolojik ve şahsi garazların mücadelesi, cemiyet ve siyaseti çıkmazlara sokar.
Mezkür nazarî demokrasinin en çok dikkat çeken bir hususiyeti vahye yani dine dayanmak veya dayanmamak mecburiyetinin olmamasıdır. Evet, demokrasi mücerred asliyetiyle renksizdir. Yani, tatbikat öncesinde (esaslarının dışında) hususiyetler taşımaz.
Halbuki İslâmiyet siyasi iktidar sahibi değilken, yani müslümanlar azınlıkta iken de prensip ve itikadî cihetiyle vahye dayanan inancını esas alır. İslâm, vahyin tebliğini ister ve hakimiyetini yani bütün kainata hakim olan Allah’ın gönderdiği ahkâmın, beşerin şahsî ve İçtimaî hayatına hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu hakimiyete zemin hazırlanmasını emreder.
Demokratik iktidar ise vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini iktidara getiren bu topluluğu temsil ederek dine dayanmaz. Zira demokrasinin temel prensiplerinden biri halk hakimiyetidir. Eğer cemiyette çoğunluk olarak vahyi esas alan yani dine bağlı bir topluluk mevcutsa, iktidar da bu topluluğun temsilcisi olarak dine dayanan bir iktidar olmak mecburiyetindedir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu hatırlatır mânâda diyor ki;
«Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 93)
İşte Bediüzzaman Hazretleri bu ifadesiyle bir cemiyetin ekseriyeti müslümansa, İslâm iktidarının yani, İslâm Cumhuriyeti’nin hâkimiyeti, kaçınılmaz bir netice olacağını hatırlatır.
Tatbikatta görülen demokrasilerde ise, siyasî iktidarlar, imkân buldukça antidemokratik ve dolambaçlı yollara başvurarak ve hür rejimin esaslarını ihlal ederek, muhalefet partilerine ve bilhassa İslâmiyete ve müslümanlara tasallut edilmesi asrın siyaset dünyasında bir nev’i maharet addedilir olmuştur.
Oysa İslâm iktidarı, tecavüz etmeyen gayr-ı müslim bir topluluğa dahi tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü tebliğ, hür rejimlerin reddedemeyeceği en meşru bir yoldur. Hür rejimlerde fikir ve söz hürriyetine ve tebliğe engel olunamaz. Aksi halde hür rejimin en mühim esaslarından olan din, vicdan, fikir ,söz ve neşir hürriyetleri çiğnenmiş olur.
Şu halde hür rejimin temel prensiplerinden birisi olan halk hakimiyeti prensibi, bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek tenakuz olur. Çünkü İslâmiyete bağlı bir milletin, bilerek, Allah’ın insan hayatındaki hakimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunların ilgasını isteyeceği düşünülemez.
Şu halde İslâm cemiyetinde Demokrasi, bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar.
Yoksa millet çoğunluğunu teşkil eden müslüman halkın bilgi yetersizliğini istismar ederek girişilen aldatıcı propagandalarla, dolambaçlı ve maksatlı yapılan seçim sistemleriyle ve aşırı müstebit bir dogmatizm mânâsını taşıyan bir kısım prensiplere peşinen uyma mecburiyeti getiren kayıtlar yoluyla iktidar olmak, emsalsiz bir antidemokratik hareket olur. Bu yollarla ele geçirilen iktidar da gayr-ı meşru olup vahşet mânâsını taşır.
Yalnız şu var ki; harp neticesinde kazanılan iktidar, yukarıda bahsolunan halk ekseriyetine dayanmak prensibini nazar-ı itibara almaz. Bu husus umumî bir kaidedir. Fütuhat yoluyla iktidar olan İslâm, idaresi altına aldığı memleketin ekseriyet teşkil eden halkına can, mal ve namus masuniyetiyle beraber meşru hürriyetlerini verir. Mürtedlere ise, hayat hakkı tanımaz. Çünkü mürted İslâmiyeti kabul ettikten sonra ihanetle dini reddetmiş olduğundan onlara hürriyet hakkı tanınmaz.
Nitekim hür rejimin temel prensiplerine muhalefet etmeyi meşru görmek, insaniyet ve medeniyeti ve hukukun hakimiyeti gibi prensipleri reddedip anarşizmi yani kuvvetlinin zayıfı ezme vahşetini kabul etmek demektir.
Öyle de İslâmiyet, hakiki hürriyet rejiminin bütün esaslarını ve iyiliklerini ihtiva ettikten başka insanlık dünyasının en büyük ihtiyaç ve meselesi olan ruhî, manevî ve ebedî hayatın müjdesini vermek cihetinden de en üstün ve emsalsiz bir hidayet yoludur. Binaenaleyh İslâm dinine girdikten sonra bu dini terkeden mürtedin de hayat hakkı olamayacağı öncelikle anlaşılır.
Hem vicdan hürriyetine zahiren aykırı görünen irtidad cezası, vicdan hürriyetine aykırı değil, belki vicdan hürriyetiyle beraber her türlü meşru hürriyetlerin varlığı için bu ceza zaruridir. Çünkü mürtedlerin (anarşistlerin) istila ettiği yerde, hiçbir hürriyetin varlığı düşünülemez. O halde hayatta ya hürriyet ve hür insanlık hâkim olacak veya irtidad ve anarşi vahşeti istila edecek.
Demek bu iki kutup birbirine zıttır, birleşemez. İşte irtidad ve anarşi, hürriyetleri ilga ettiğinden, hiçbir hürriyet rejiminde bunlara hayat hakkı tanınamaz.
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
ŞERİ’AT

«Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.» (Sözler sh: 408)
Evet, «Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî'den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü' ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 76)
Yani beşer, fünün-ü müsbete denilen kâinat ilimlerinde, teknik keşfiyatta ve fikrî inkişaflarda ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur’anın bitmez ince mânâları, istikbale bakan işaretleri, cemiyet hayatının ahvaline bakan ahkâm-ı ictihadiyesi, beşeriyet alemine gereken dersleri daima verecek ve irşadatı yapacak ve gayelerini ve hedeflerini gösterecektir.
Evet, Kur’anın mâna câmiiyeti küllîdir, bütün zaman ve mekânları kaplar. Zira Kur’an, kâinatı yani, alem-i şehadet ve alem-i ebediyi hikmetlerine göre yaratan zâtın, yarattığı kâinatı bütün gaye ve hususiyetleriyle anlatan kelâmıdır.
Onun sözleri, kâinat hakikatlarına, olmuş ve olacak bütün hadisat ve vakiata tamtamına mutabıktır ve mutabık olacak ve ebede doğru gidecektir.
Şeri’atı inkâr etmek, kâinat hakikatlarını ve onda keşfolunan fıtrat kanunlarını, yani müsbet fen ve ilimleri inkâr etmek manasını taşır. Kâinatı, hikmetinin iktizası üzere yaratıp tanzim eden Zâtın gönderdiği şeri’at, insanı fıtrat kanunlarına uygun istikamet ve selâmet yoluna sevk eder. Şeri’atı, dinlemeyip muhalefet edenler ise, fıtrat kanunlarına ters düşerler.
Bu hakikatı en güzel tarif eden Bediüzzaman, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın getirdiği şeri’at hakkında diyor ki:
«Öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir.
İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.» (Mektubat sh: 193)
Evet, Resul-u Ekrem (a.s.m) «İnsanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder.
O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İşarat-ül İ’caz sh: 114)
Evet, Muhammed (a.s.m.) «Küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev'-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü' edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev'-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.» (Muhakemat sh: 137)
Bediüzzaman Hazretleri önce Osmanlı siyaset adamlarına ve dolayısıyla bütün gelmiş ve gelecek iyi niyetli idarecilerin nazarlarına ve insanlığa, şeriatın 33 meziyet ve faidelerini veciz ifadelerle şöylece arz ediyor;
«Ey meb'usan!
Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında îcaz var.
Şöyle ki:
Meşrutiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem(1)
ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın (2)
ve nokta-i istinadımızı temin eden (3)
ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4)
ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran(5)
ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6)
ve menafi'-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7)
ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8)
ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9)
ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10)
ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran(11)
ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden(12)
ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden(13)
ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14)
ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15)
ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16)
ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17)
ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18)
ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19)
ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20)
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21)
ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22)
ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23)
ve umum ülema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24)
ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden (25)
ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26)
ve hâdim-i medeniyet (*) olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27)
ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren (28)
ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29)
ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden(30)
ve sizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren (31)
ve hüsn-ü niyete binaen a'malinizi ibadet gibi ettiren(32)
ve üçyüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû'-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33)
ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!..» (Hutbe-i Şamiye sh: 81-84)
İşte yukarıdan buraya kadar kısmen naklolunan parçalarda tarif edilen İslâm şeri’atı bütün beşeriyete hakikî istikameti göstermekte mümtazdır. Nitekim Kur’an, (3:19, 73, 83, 85) (5:3) (39:3) gibi âyetler, mezkür hakikatı nazara verir.
Bu şeri’ata hakkıyla bağlı olan İslâm ümmetinin Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle bütün insanlığa örnek bir ümmet olduğu bildiriliyor. Böyle bir millet İslâmın dışındaki milletleri örnek alamaz, onlarla anlayış ve yaşayış ortaklığına giremez.
DEMOKRASİ NEREYE VARIR?

İnsanların ekserisi nefsani temayüllere sahip oldukları cihetle, böyle bir ekseriyeti temsil eden demokrasilerde içtimai hayattaki neticelerinin müsbet olması ihtimali zayıftır.
Madem demokrasi, halka uyar. Yani temel yapısının dışında kalan sahada halk çoğunluğunun iradesi geçerlidir. Halkın ekseriyeti eğer sefih hayatı, medenî hayat deyip benimsiyorsa, kuracağı idare sisteminde de sefahete hürriyet hakkı verecek ve ona medenî hayat diyecektir.
Evet demokrasi, manevî değerler ve hayat anlayışı gibi ideolojik sahalarda mütehavvildir. Ancak temel yapısı sabittir ve o esaslara dokundurmaz. Bu esaslar ise; Hür seçim, hukukun hâkimiyeti, kanun karşısında eşitlik, din ve vicdan, fikir, söz ve neşir hürriyetleri gibi değişmez esaslardır.
Demokrasinin mezkür hususiyetleri sebebiyle demokrasi, faziletli halk çoğunluğuna muhtaçtır.
Siyasi tarih araştırmacıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan eski Yunan’dan zamanımıza kadar cereyan eden hâdiseleri değerlendirince (her seferinde muttarid ve kesin olmamakla beraber) umumiyet itibariyle demokratik idarelerin peşini anarşinin takib ettiğini, anarşinin de yerine kan ve diktatör idarelere bıraktığını müşahede etmişlerdir. (Parkinson, L’Evolution de la Pensée Politique 1,22; 2,60,211)
Cemiyette ekseriyetçe yaşanan hayat tarzı, çok defa cemiyetin çoğunluğuna tesir eder ve aşılanır. Bu müessiriyet içtimaî (sosyolojik) bir kanundur. Eğer cemiyetin hayat tarzı kısmen de olsa nefsani ise, daha çabuk yayılır.
Bediüzzaman Hazretleri ahirzaman fitnesine ait bir hadîsi izah ederken der ki: «Müştehiyat ise, nefisler tarafdar olduğundan çabuk sirayet eder.» (Şualar sh: 586)
Bozuk cemiyetlerde fikir yoluyla yapılan müsbet telkin ve tebliğler, azınlıkta kalan bazı iyi niyetliler için fayda sağlar, fakat mezkûr kaide ve nokta-i nazara göre, sefih ve nefisperest bir cemiyette ıslahtan daha çok ifsad ve anarşi artar.
Bu hakikatı resmi makamlara ehemmiyetle bildiren ve cemiyette mimsiz medeniyetin yaydığı bid’aları kaldırıp İslâmî şeairin ihyasına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, beyanatının bir kısmında diyor ki:
«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz....
Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi' olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen men'etti.» (Emirdağ Lahikası-l sh: 21)
«Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.» (Emirdağ Lahikası-l sh: 218)
İşte Bediüzzaman Hz. bu ikazlariyle 1996-1997 ve sonrasında milletin ve siyasetin çıkmaza sürükleneceğini haber veriyor. Çünkü mezkür yazı 1946-1947’lerde yazıldığından, aynı yazıda dört defa tekrar edilen «50 sene sonra« kaydı 1996-1997’ye parmak basar.
Görüldüğü gibi halkın nefsani temayülatına hürriyet hakkı veren demokrasilerde netice böyle vahim oluyor.
Bediüzzaman Hazretleri, müslüman bir cemiyet hayatından dini ayırmanın helâkete sebeb olacağını anlatan ve lâik anlayışa meyili olan Jön Türk’lere hitab eden yarı manzum yazısında da diyor ki:
«Din İle Hayat Kabil-i Tefrik
Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler

Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi HAŞİYE bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi... (Sözler sh: 716)
Bununla beraber Bediüzzaman Hazretleri geleceğe ümitle bakar ve beşeriyetin sulh-u umumi dairesinde bir saadetli hayata kavuşacağını da müjdeler.
Bediüzzaman Hazretleri bu müjdelerinin birinde şöyle der:
«Eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.» (Hutbe-i Şamiye sh: 35)
«İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)
«Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.» (Hutbe-i Şamiye sh: 37)
«Bu kâinatta en müntehab netice ve Hâlık'ın nazarında en ehemmiyetli mahluk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bâkiyede Cennet ve Cehennem'i, bilbedahe beşerdeki şimdiye kadar zalimane vaziyetler Cehennem'in vücudunu ve fıtratındaki küllî istidadat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, Cennet'i bedahetle istilzam ettiği gibi; her halde iki harb-i umumî ile ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbad bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek.
Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.» (Hutbe-i Şamiye sh: 42)
İşte beşerin şiddetle muhtaç olduğu bu sulh-u umumiyi engelleyip vahşete yol açan cereyanlara karşı halkı ve bilhassa siyasîleri ikaz eden Bediüzzaman Hz. şu hususlara dikkat çeker:
«Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor. Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaîflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeğe mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için... O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî ›«Vela teziru vaziretun vizra uhra«: nass-ı kat'îsiyle Kur'anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes'ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes'ul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.» (Emirdağ Lahikası-ll sh:82)
Mezkür nakillerde görüldüğü üzere, Kur’an en yüksek medeniyeti, yani farklı anlayışlara veya dinlere bağlı olup maddî ve manevî tecavüzkârlık yapmayan milletlerin, sulh içinde yaşamalarını temin eden umumî düsturları bünyesinde toplamıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkeme müdafaasında bu hükmü teyid eden şu beyanları dikkat çekicidir:
«Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tâbi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu'teriz bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki Adalet Müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; Komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 651)
Gayr-ı müslimler hakkında Bediüzzaman Hazretlerine sorulan sual ve cevabı:
«Sual: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
Cevap: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men'etse; nasıl benî âdem'in hukukunu ihmal eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali'nin (R.A.) âdi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Selahaddin-i Eyyubî'nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.» (Münazarat sh: 30)
İslâm şeri’atı, mürted ve saldırganlık vahşîliği olmayan bütün insanlık dünyasına hak ve hürriyetlerini verir. Bilhassa ekseriyet, marifet-i tâmm ve medeniyet-i âmm faziletine sahib olsa, yani münevver-ül fikir olsa veya insanı, hak nizamına bağlı tutan hissi dinî galib olsa daha ziyade hürriyet hakkı doğar. Hz. Üstad diyor ki:
«Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur.
“InnAllahe Huve-l Kaviyyul Metin” hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut Din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır.
İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)
Evet, «Âmir-i vicdanî de tenevvür-ü fikre tavakkuf eder. Tenevvür-ü fikir ise, umumda ya marifet âmm veya medeniyet-i tâm veya islâmiyetin hissiyle olacaktır. Halbuki binden on tane medeniyet veya marifetle münevver-ül fikirdir. Bu ise aheng-i terakkiyi ihlal eder. Aheng-i ıttıradi için nur-en-nur olan din-i İslâmı menar ve rehber etmeliyiz . Tâ herkes de münevver-ül fikir gibi olsun. Zira, hiss-i din ile en âmî, en münevver-ül fikir gibi mütehassistir. Fikr-i münevver olmasa da, kalbi münevverdir. Hissiyat güzel olursa, efkâr da müstakim olur.» (Asar-ı Bediiye sh: 848)
Hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanı için, milletin münevver-ül fikir olmasının lüzumunu ifade eden Bediüzzaman Hz., bahsimizle alâkalı bir rü’ya-ı sâdıkasını şöyle anlatır:
«Alem-i mânada Padişahı gördüm. Dedim: «Sen zekat-ül ömrü, Ömer-i Sâni’nin mesleğinde sarfet. Tâ ki meşrutiyet riyasetine lâzım ve biatın mânası olan teveccüh-ü umumiyi kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim; siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk...
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umumî ve tekmil-i mebadî ve vesaitü ve ihata-i medeniyet, o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan terakkiyi intac edebiliyor. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder.
O dedi: Nasıl yapacağım?..
Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul'da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Bir şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi menfur olmuş Yıldız'ı mahbub-u kulûb etmek için eski zebaniler yerine melaike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ülemayı doldurmak ve Yıldız'ı dar-ül fünun gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiyeyi (Bak: Meşihat-ı İslâmiye) ve hilafeti, mevki-i hakikisine is'ad etmek.. ve milletin kalb hastalığı olan za'f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız'ı Süreyya kadar i'lâ et.Tâ hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeyi iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan bicare millet de iktida etsin. Madem ki imamsın...
Birden uyandım görüm ki, asıl bu âlem-i yakaza rüyadır. Asıl uyanmak ve hakikat o rüya imiş.» (Asar-ı Bediiye sh: 375)
Yani, millet tam kemalat ve fazilet kazanamazsa da tedrisatla münevver-ül fikir ve medenî anlayış sahibi olabilir. Cemiyeti de teknik imkânlarla tam mürakabe, kontrol ve inzibat yoluyla ve hürriyet-i şer’iye ile cemiyet hayatı düzelebilir.
Bediüzzaman Hz. hürriyeti şöyle tarif eder:
«Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te'dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. ¬yÁV7!ö¬–:­(ö²w¬8ö@®«@««²*«!ö@®N²Q««ö²v­U­N²Q««ö²u«Q²D«<ö« nehyinin sırrına mazhar olsun.» (Münazarat sh: 21)
«Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...« (Münazarat sh: 23)
«İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder:
¬(@«A¬Q²V¬7ö!®G²A«2ö­–x­U«<ö«￾ö¬yÁV¬7ö!®G²A«2ö«–@«6ö²w«8ö«uÅ7«H«B«<ö«￾ö«:ö«u±¬7«H­<ö«￾ö²–«!
¬yÁV7!ö¬–:­(ö²w¬8ö@®«@««²*«!ö@®N²Q««ö²v­U­N²Q««ö²u«Q²D«<ö«￾
¬w´W²&Åh7!ö­^Å[¬O«2ö­^Å[¬2²hÅL7!ö­^Å<±¬h­E²7«!ö²v«Q«9
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.» (Hutbe-i Şamiye sh: 61)
«S- Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
C- Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men'etse; nasıl benî âdem'in hukukunu ihmal eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet İmam-ı Ali'nin (R.A.) âdi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyubî'nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.» (Münazarat sh: 30)
Bir manevî meclis tarafından Bediüzzaman Hazretlerine sorulan suallerin birine verdiği cevabında, Avrupa ve İslâm medeniyetinin mukayesesini yapan ve İslâm medeniyetinin sulh-u umumiye vesile olacağına dikkat çeken kısmı aynen şöyledir:
«Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti (*) reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.
O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir.
Nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.» (Sunuhat-Tuluat-İşarat sh: 39)
«Dediler:
–Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?
Dedim:
–Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz'eder.
İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.» (Sunuhat-Tuluat-İşarat sh: 42)
İşte bu beyan ve izahlar, İslâm medeniyetinin bir hülasasını gösterir.
BAZI FİKİR ADAMLARININ MEVZUMUZLA İLGİLİ BEYANLARI

Beynelminel meşhur hukukçular da İslâm dininin getirdiği umumi düsturların, sulh-u umumîyi ve asayişi temin ettiğini ve edebilir hususiyetlere sahib olduğunu tasdik ederler. Ezcümle,
«Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: «Muhammed'in (A.S.M.) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes'ud, en saadetli oluruz.«
İkincisi veyahut Nur Çeşmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kırkbeşincisi olan Bernard Shaw demiş: «Din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani, ıslah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vâcibdir ki desin: «Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârıdır. Ve halaskârlık namı, ona verilmek lâzımdır.»
Hem diyor: «Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar!» (Mektubat sh: 215)
«Bugünkü medenî cem'iyetler, Kur'anın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti: «Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.» (Nur Çeşmesi sh: 184)
«Müslümanların dini, Kur'an dinidir. Bu din, müsalemet, emniyet ve huzur dinidir. (Piskopos WalterMeron'un «Müsalemete En Doğru Yol» adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan)» (Nur Çeşmesi sh: 190)
«Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir.
Fransa'nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar), 1913 senesinde Figaro Gazetesi'nde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:
“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur'an, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebiliriz.
Filhakika bu âli din; Avrupa'ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu faikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şekk ve şübhe yoktur”.»
Fransız muharriri, daha sonra Kur'anın umumî müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:
İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır.. buna imkân yoktur! (Gaston Care)» (İşarat-ül İ’caz sh: 221)
Said Nursi
 

milligorus

Üye
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
0
Puanları
0
olayın bediüzzamanla ne alakası var şimdi UZUN UZUN yazılar ekleniyor anlamış değilim ?
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Yavvv arkadaşım hakikaten.. Kitaba çevirmişsin başlığı.. Kim okuyacak bu kadar uzun yazıları bir çırpıda..

Bari o yazıları özetleseydin.. Anladığını yazsaydın..

Hiç olmazsa önemli gördüğün satırları alıntılasaydın...

Veya okumamızı istediğin tüm satırların altını çizseydin..
 

qwets

Üye
Katılım
16 Eki 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
0
Puanları
0
lütfen bu tür konular kapatılsın.Site sahibi de sorumlu duruma geçiyor.Çünkü burda adam gibi Süleyman DEMİREL yazmıyor belli bir zümreyi karalama hedefi olduğu açık "nurlu süleyman" deyip tüm cemaati içine atıyor. Ve bende şaşıyorum müslüman olan bunu nasıl yapar.Çoğul olarak lanse etmek ister. Müslüman olan nasıl diğer kardeşlerine kırıcı olur açığını arar veya kötü duruma sokmak ister hayretler içindeyim.O zamanın olayının başlığını vermiş davud kardeşim ama içeriğini bilmeyenler ne olduğunu tam manası ile anlamadan hüküm vermişler.Nasıl bir takım insanlar fitneyi atmışlar bunlarda rezil edecekya fırsat bu fırsat . Ayıp ayıp. Kimse gerçekleri de örtmüyor .Kimse kimseyi boğazlamıyor zorla nurcuda yapmıyor. Bu güne kadar 1000 yakın mahkemeler beraat vermiş bu davada ehli sünnet vel camaat e ters bir şey çookkk aranmış bulamamışlar.Ama o eski zihniyetler bitermi bu nesildekiler inkilap etmiş sanki, nasıl açığını bulsamda karalasam peşindeler.Bu hedefin ispatıda Said Nursi ye ihanet ediyolar yok bilmem ne gibi kafasına yerleştirmişler bir düşünce dışına çıkamıyolar.Şu andan itibaren "müslüman müslümanın kardeşidir,kimse kardeşinin açığını aramsın" a muhal olan ve bu güne kadar ehli-küfür ve münafıklar tarafından yapılan tüm iftiralar ve karalamaların eriyip gittiği yokolduğu hatta kendilerinin rezil olduğu bu uhuvvetliğe ve hizmete kim laf ederse bilsinki tüm kardeşlerinin hakkı vardır.
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas
s.a

Said Nur un davasını bilmeyenlerin yada bildiğini ve uyduğunu zannedenlerin yıllarca süleyman demirel ve sonrasını desteklediğini alem biliyor...

Siyasete alet ve araç olup kullanılarak Said Nursiye ihanet edilmiyorda ne yapılıyor ? Şimdi de süleyman demireli mi savunacaksınız ?

Ehli sünnet çercevesinden çıkmamış ve ömrünü bu davaya harcamış Said Nursiye duacıyız, eserlerinden istifade etmeye çalışıyoruz...
Bizim bütün gayretlerimiz sözüm ona "nurculara" onlar kendini bilirler...

Adı nurcu olanların tadı "Said Nur" gibi değiller...
Bütün iftiralar karalamalar da "ecnebi komitenin" çalışması bir kısım cemaatin de onlara ön ayak ve ayak olmasıdır... Her doğru ve her şey söylenmez onun için kısadan geçiyorum... Bilen bilir... Vel hasıl "adı" olanların "tadı" yok...

Önce Said Nursiye ihanet ediliyor
Sonra Risale i Nur a "nurculuk namına" muhalefet ediliyor...

Mehdi a.s topuzunu başınıza vurana kadar bekleyecekseniz eğer Allah u alem pek bişey kalmadı 6-7 sene daha sabredin...

Selam ve dua ile..
 

sadık78

Asistan
Katılım
28 Ara 2006
Mesajlar
400
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
www.muratciftka
Web sitesi
www.gulturkiye.com
Hangi mesele büyük bediüzzaman'a göre

s.a

..

İkinci ciddi bir husus "milli görüşçülerin" kendilerine çıkaracak dersleri yok gibi böyle konularda yoğunlaşmaları dikkatlerden kaçmıyor.


"Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve tehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var."


"Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir."

 

_OSMANLI_

Üye
Katılım
5 Ara 2006
Mesajlar
95
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
48
BU MİLLETE EN AZ ZARARLI OLAN PARTİLER HEP AMERİKAN DESTEKLİ OLDULAR HER NEDENSE
 

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
Demirel'e lafım yok.
herkes kendi işine.
gıybette üstünüze yok maşallah
 

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
Demirel'e lafım yok.
herkes kendi işine.
gıybette üstünüze yok maşallah
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
islamveinsan : Siyasete alet ve araç olup kullanılarak Said Nursiye ihanet edilmiyorda ne yapılıyor ? Şimdi de süleyman demireli mi savunacaksınız ?

Siyasi bir partiyi desteklemek ayrı bir iştir siyaset yapmak ayrı bir iş..
Üstad Bediüzzaman da bir vakitler Adnan Menderese mektuplar göndermiş onun hizmetlerini övmüş idi. Bu hareketi onu siyasetçi yapmadı, yapamazda zaten..

Nur hareketine mensub bazı insanlar vakti zamanında bazı siyasileri desteklemiş iseler bu o vakitler siyasi dengeler ve bazı militan sol gurupların gücünü kırmak içindir..

Kimse kimseyi Üstada ihanet ettiniz gibi avam bir lisan ile eleştiremez..

İslama ve Kur'ana çokÇA hizmetleri geçmiş insanları da Nursuz falansız filansız diye de itham edemez..
Siyaseten desteklediği kişide yanlışlık yapmış olabilir yada yanlışlık subjektif olacağından öznel kalabilir..

Maşallah bazı arkadaşlar pire kadar yol almamışken Nur Talebesi olan kişileri pekde eleştirir olmuşlar...

Türban meselesi imanı bir mesele değil ve bütün türbanlı arkadaşlarıda son derece iman sahibi kimseler olarak zaten göremeyiz..
İşin moda adet ve kişiselliğini görmezden gelemeyiz..

Başı açık olanlarda bizim bacılarımız ablalarımız.. Başlarının açık olması onların ne imanına nede dinine zarar verir..

Gıybet etmek baş açık gezmekden DAHA BÜYÜK GÜNAHDIR..
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
TesettrÜ KÜÇÜk GÖrme!

[


Türban meselesi imanı bir mesele değil ve bütün türbanlı arkadaşlarıda son derece iman sahibi kimseler olarak zaten göremeyiz..
İşin moda adet ve kişiselliğini görmezden gelemeyiz..

Başı açık olanlarda bizim bacılarımız ablalarımız.. Başlarının açık olması onların ne imanına nede dinine zarar verir..

Gıybet etmek baş açık gezmekden DAHA BÜYÜK GÜNAHDIR..

Türban meselesi imani bir mesele değildir,diyorsun.Risale-i nurda tesettür risalesi var.Tesettürü önemsiz görmek imanı tehlikeye sokar.Türbanlıların imani zaafı da tesettürü önemsiz hale getirmez.Farzın önemsizi olmaz.Başlarının açık olması onları günaha sokar.Ne demek dinlerine zarar vermez.Peygamberimizin zamanında
gıybet yapan müslüman vardı ama tesettürsüz müslüman yoktu.Tekrar söylüyorum,tesettürü küçük görme
 

qwets

Üye
Katılım
16 Eki 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
0
Puanları
0
islamveinsan diyoki ben kul hakkından korkmam.Sen dini kendine göre yorumlamaktan vazgeç. Aklınca kendini üstadı överek sevimli gösterecek.Bir tek bu islamveinsan anlamış üstadı beyler bütün peşinden gidenlerin içleri boşmuş.Hatta zararlıymış. Seni Allaha havale ediyorum.Sende art niyet var.
 
Üst