Neden Risale-i Nur...

nur_Sahra

Asistan
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
552
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Çünkü Biz insanı bir takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık; onu evire çevire deneyelim diye de onu işiten ve gören bir varlık yaptık. (İnsan: 2)

TIP kendi içinde bölünmüşlüğü ile, kendi dalında bölümleri ile binlerce terim ifadeleri ile on binlerce sayfalık dökümanlari ile bir mebdenin ikinci adımı olan nutfenin gelişimini adım adım müdakkik bir şekilde incelemekte, insan gibi bir sırr-ı azimi çözmeye, marifetullah ilmindeki perdeleri aralamaya çalışmaktadır.

Kur'an'ı Azimüşşan bundan 1400 küsür yıl önce insan suresi ikinci ayetinde ipucunu verdiği sırrın izharında, on binlerce sayfalık dökümanlar oluşturulmuş. yazılmış... çizilmiş.... ama insan halen sırrını korumakta, bilim bazı noktalarda cevapsız kalmaktadır.

risale-i nurdaki 10.sözden iktibas yapalım şu ifadelere bir bakalım

Alıntı:
Meselâ: İnsan görmüyor mu ki, Biz onu bir nutfeden yarattık da şimdi o çeneli bir çekişgen kesildi. (Yasin suresi 77) tâ, sûrenin âhirine kadar. İşte şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm haşri ispat için, yedi sekiz sûrette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ, neş’e-yi ûlâyı nazara verir, der ki: "Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-yi uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O, onun misli, belki daha ehvenidir."


halen, TIP alanının bir çok meseleyi net aydınlatamamış (mesela AIDS) olması, insan sırrının çözülmesini bekleyen sırlarının olduğunu gösteriyor.

Kur'an'ı Azimüşşanın binlerce yıl önceden ışık tutarak gösterdiği bu misal ayetin yorumu ON BİNLERCE SAYFALIK KİTAPLAR ile tefsir ediliyor. bu işin ehliyet sahibi olanları ise ilhamı Kurandan, detayları kitaplardan takip ediyor.

Görülüyorki, Risale-i Nurlarda, Kur'an'ı Azimüşşanın İman İlminin TEFSİRİ hükmünde, icadın Önünde MUCİDİ gösteriyor.

her kelimesi ile doyurucu olan bu kitabı kur'an'ı azimüşşandan önde tuttuğumuzu söyleyen insafsızların, Ayet-i Kübra olan insanın, tefsiri hükmünde TIP kitaplarına sesi çıkmıyor ne hikmetse.

akıllarının fehmedemediği mevzuları değişik yönlere çekmeye çalışmaları nasipsizliklerinin ifadesi olabilir. tefekkür fakirliğide denilebilir.

yüzden fazla sırrın ifşa edildiği risale-i nurlara bakmadan karalama yapmak, hatta, dahada ileri gidip KAFİR nitelemesi yapmak, bunların literatür ile ifade edebilecek manalı kelimeler yok ki bizde onlara "sizin bize yaptığınız zûlmün karşılığı bu kelimedir" diyelim.

İşte bu nedenle, Kur'an'daki İMAN İLMİNİN TEFSİRİ diye RİSALE-i NUR.
 

meyve

Asistan
Katılım
15 Eki 2006
Mesajlar
762
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Neden Hep Risaleler Okunmakta?

Risâle-i Nur konusunda gündeme getirilen tartışmaların bir kısmında, "Neden hep risâleler okunmakta ve Kur'ân ve hadislere fazla önem verilmemektedir?" gibi hakikatin çok uzağında endişeler dile getirilmektedir. Risâle-i Nur'u Kur'ân ve hadis kitabı olarak okumayan bir fert o*nun hakikatinin çok uzağında demektir.

O yüzden nurları Kur'ân ve hadisler ile kıyaslamak kadar anlamsız bir yaklaşım olamaz. Çünkü Risâle-i Nur'un kaynağı ve hayatı Kur'ân ve hadislerdir.

Her insanın doğru arayışı yanında insanlığın da topyekûn bir arayış içinde olduğu ve ortak aklın tüm insanlık namına tarih boyunca geçirdiği bir süreç olduğu gözlenmektedir. İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık âlemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık âleminin içinde şekillenen doğrular hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm, elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, "her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise; 'mesleğim haktır' yahut 'daha güzeldir' diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden 'hak yalnız benim mesleğimdir' veyahut 'güzel benim meşrebimdir' diyemez olan insaf düsturu" herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlas ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.

Günümüzün en temel problemlerinden biri belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde doğruluk en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı hiç bir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır.

Risâle-i Nur'un, Kur'ân, Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur'ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Barış içinde yeni bir dünya her kimliğin kendini çatışmalara gerek kalmaksızın ifade edebileceği bir zemin olmalı. Böyle bir zemini hazırlayacak olan ise ancak bütün dinleri kuşatan ve barışı en net şekilde temsil eden ve insanlık âlemi içinde etkileri en derin, söylemleri en güçlü olan İslâmiyet olabilir. İslamiyet'in bu tarzda insanlığa sunuluş şekli ise Risâle-i Nur'dur. Bunu içinde bulunduğumuz zaman açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Gelecek zamanlar çok daha netleştirecektir. Bu hal aslında istikbal inkılâpları içinde en yüksek ve gür sada olarak duyulacak İslâmiyet için ağzın açıldığı andır. O mukaddes avazın duyulması da pek yakındır diye bütün ruh u canımızla inanıyor ve rahmet-i Rahman'dan talep ediyoruz. Bu samîmî talepler inşaallah karşılıksız kalmayacak ve bütün insanlık namına yapılan bu dualar yeryüzüne barış ve selameti İslam'ın eliyle getirecektir. Risâle-i Nur hakikatlerinin tüm insanlığı kuşatan bir boyutunun olduğu farklı din mensuplarının o*na rahatlıkla ve kendi dinlerinin perspektifi ile muhatap olabilmelerinden anlaşılmaktadır. Bu külliyat içinde yer alan hakikatlerin nübüvvet yolunun asrın idrakine uygun ifadesi olduğu kabul edilmelidir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile bütün dinleri içine alacak şekilde nübüvvet yolunun ortaya konmasının ardından bu asra risâletin yansıması anlamında Risâleti'n-Nur şeklinde mânevî âlemlerden bir mektup ve enbiyaya veraset konumunda olduğu anlaşılmaktadır.

www.risaleinurenstitusu.org
 

nur_Sahra

Asistan
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
552
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ALLAH razi olsun devamini bekleriz insallah.
 

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
neden risale-i nur?

Mahrem bir suale cevaptır

Şu sırr-ı inâyet, eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır.
 
Üst