ismail
Yeni
- Katılım
- 3 Mar 2007
- Mesajlar
- 20,475
- Tepkime puanı
- 2,063
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
Toplumsal Hafıza
Takdim...
Toplumsal Hafıza…
Beşerî gerçeklik insanın yaşadığı, toplumsal dönüşümü sağladığı ve hatırla*dığı bir bütündür. Beşerî gerçekliğin sonucu ortak bir tarih oluşumudur. Bu gerçeklik toplumsal hafızanın güçlü ve güvenilir olmasıyla bağlantılıdır.
Muhafazakâr düşünceye göre toplum, onu oluşturan bireylerden fazla ve onların üstünde yaşayan bir varlıktır. Aynı zamanda toplum sadece bugünü ve görüneni değil; geçmişi, geleceği, görüneni ve görünmeyeni de içeren sü*rekli bir ortaklıktır.
Hafıza birey için ne kadar önemli ve ne kadar varoluşsal ise toplumlar için de o kadar önemlidir. Çünkü toplum, bireylerin toplamından daha büyük ve daha geniş bir gerçekliktir. Bu nedenle toplumsal hafıza titizlikle korunması, sürekli ayakta ve diri kalması gereken toplum için varoluşsal önemde bir de*ğer ifade eder. Hafızasını kaybeden kimliğini, kimliğini kaybeden de varlığını kaybetmiş sayılır.
Muhafazakâr düşünce devrimlere karşıdır; karşı-devrime bile karşıdır. Çünkü muhafazakâr düşünce için her tür ani kopuş ve ayrılış acıtıcıdır. Deği*şim doğal ve tedricî olmalıdır. Radikal kopuşlar ve altüst oluşlar toplum için zararlıdır. İşte bu yüzden devrimler zararlıdır ve sadece bugünü ve geleceği değil, geçmişi de kırıp dökmüş, toplumsal hafıza üzerinde sarsıcı ve silici et*kiler doğurmuştur.
Esasında bütün devrimler her şeyi sıfırlama üzerine kurulmuştur. Devrim kendisinden öncesini “devr-i sabık” (ancient regime) olarak yaftalar ve lanet*ler. O döneme ait ne varsa silmeye çalışır. Toplumsal hafızayı bir “tabula rasa” (boş levha) olarak yeni baştan yaratmak ister. Acımasızca ve insafsızca müda*hale eder hafızalara. Her devrim, bir büyük silme operasyonunu da kendi içinde barındırır.
Modernleşme ve onun ürünleri olarak devrimler ve ulus-devlet inşası sü*reçleri, toplumsal hafıza üzerinde –en hafif tabirle- yıpratıcı olmuştur. Doğal yollardan oluşması ve gelenekle beslenmesi gereken toplumsal hafıza, ulus-devletler tarafından siyaseten müdahaleye uğramıştır. Özellikle devrimle ku*rulmuş ulus-devletlerde, tamamen doğal olması gereken hatırlayış ve unutuş süreçleri, yer yer vandalizme varan dramatik ve trajik müdahalelere maruz kalmıştır. Bu tür ülkelerde, yeni bir “şimdi” kurma adına bütün bir geçmişe savaş açılmış ve toplum hafızasız bırakılmıştır.
Türkiye de bu süreci yaşamış talihsiz ülkeler kategorisine dâhil edilebilir. Tek parti döneminde yapılan "devrimler" aslında son tahlilde kültürel dev*rimlerdir ve doğrudan doğruya toplumsal hafızayı hedef almışlardır. Seküler ve ulusal bir hafıza yaratmak uğruna topyekûn bir tarih, siyaseten yeniden kurgulanmış ve toplumun hafızası bu "yeni tarih" ile şekillendirilmek isten*miştir. Eskiye ve geleneğe dair ne varsa ya silinmiş ya kazınmış ya da bastı*rılmıştır.
Tek parti döneminde "modernleşme" adına yapılanlar felsefi zemin olarak Jakoben bir temelden kaynaklanıyordu. Osmanlının sonundan itibaren iki modernleşme tarzı mücadele halindeydi. Prens Sabahattin’in ve sonralarda da Karabekir’in önerdiği, devrim yerine evrimi esas alan Anglo-Sakson modern*leşme modeli maalesef iktidar imkânı bulamamıştı. Sonuçta, önce İttihatçılar daha sonra da Kemalistler tepeden inmeci ve devrimci Jakoben modernleşme tarzını uyguladılar.
1950’den itibaren bastırılmış ya da unutturulmaya çalışılmış toplumsal ha*fızaya ait kültürel unsurlar yeniden gün yüzüne çıktı. Bu bağlamda toplumsal hafıza da yeniden kendini tamir etmeye, unuttuklarını hatırlamaya başladı. Her ne kadar on yılda bir yapılan darbeler ile topluma ve doğal olarak hafı*zaya müdahale edilse de özellikle son zamanlarda toplumsal hafıza sivil, öz*gür ve özel yollardan yeniden inşa ediliyor. Devletin unutturmaya çalıştıkları yeniden kamuoyunun gündemine girmeye başlıyor. Özellikle mikro tarih ça*lışmaları, sözel tarih çalışmaları ve sayısı her gün artan anı kitapları, devletin dışında ve devlete rağmen, toplumsal hafızanın yeniden oluşması yönündeki önemli adımlar olarak öne çıkıyor. Örneğin geçen yılın sonlarında Onur Öymen’in sebep olduğu bir tartışmanın sonucunda Dersim olaylarıyla ilgili yüzlerce anı aniden ortaya dökülüverdi. Devletin bütün bastırmasına rağmen toplumun olup bitenleri unutmadığı, bir yerlere sakladığı ve özgür ortam*larda ortaya döktüğü anlaşıldı.
Toplumsal hafıza bağlamında Türkiye’deki gelişmeleri Esra Özyürek’in şu satırları son derece özetleyici niteliktedir: “Türkiye’de toplumun hafızası yok diyenlerin inadına son yıllarda daha önce hiç olmadığı kadar anı kitabı ardı ardına yayımlanıyor. Daha çıkar çıkmaz da en çok satan kitap raflarında ve korsan kitap tezgâhlarında yerlerini alıyorlar. İlk defa hobi olarak Osmanlıca kursları açılıyor. Önceleri ‘ağır’ ve ‘alaturka’ bulunup evlerden atılan mobil*yalar, eskicilerden ve müzayedelerden kucak dolusu para verilerek eve geri getiriliyor. 20’li yaşlardaki insanlar dedeleri ve ninelerine nereden geldiklerini soruyor, onların gençlik resimlerini duvarlarına asıyorlar. Geçmişe ait bilgileri şekillendiren toplumsal hafıza tükenmek bilmeyen bir hevesle yeni hatıralar yazıyor, eskilerini siliyor.”
Özetle, genel olarak modernizmin ve özel olarak da ulus-devletin tahak*kümü zayıfladıkça toplumsal hafızanın da daha sivil ve doğal yollardan, gayr-i resmi olarak yeniden oluştuğuna şahit oluyoruz. Toplum hafızasına yeniden kavuşuyor. Toplum kendisine biçilen konfeksiyon elbiseyi yırtıp atıyor; kendi elbisesini kendisi dikiyor; devletin kurduğu evden çıkıp kendi evine dönüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de son zamanlarda toplumsal hafızayı yeniden kurma ve doğru ve sivil bilgilerle tahkim adına önemli çalışmalar yapılıyor. Kaliteli ve güçlü yazılardan oluşan Muhafazakâr Düşünce’nin bu sayısı da bu çerçe*vede önemli bir katkı olarak görülmelidir.
Bilindiği gibi muhafazakâr düşünce, Fransız Devrimi’ni insanlık tarihi açı*sından son derece yıkıcı sonuçları olan talihsiz bir gelişme olarak kabul eder. Bu devrimin yıkıcılığı sadece Fransa ile sınırlı kalmamış tüm dünyayı etkisi altına almıştır. O yüzden, onu övenlerin tersine, Fransız Devrimi her dönem tenkit edilip zararları tasrih edilmelidir. İşte Fatih Duman toplumsal hafıza ve aydınlanma bağlamında Fransız Devrimi’ni yeni bir okumaya tabi tutup ten*kit etmektedir: “Aydınlanma’nın çocukları olan Devrimcilerin yeni bir ‘insan’ ve ‘toplum’ yaratmak için savundukları argümanlar ve uygulamaya koyduk*ları radikal değişiklikler, gerçekte organik bir gelişimin ürünü olan toplumun hafızasını mekanik bir tavırla yeni baştan inşa etme arzunu yansıtmaktadır. Muhafazakârlara göre, ‘toplumsal hafıza’nın taşıyıcılığını yapan ‘ara kurum*lar’ı tasfiye eden Fransız Devrimi ve sonrasında gerçekleşen Devrimlerin zo*runlu sonucu, özgürlük alanlarını daha çok kısıtlayan ‘kapsayıcı bir devlet’ ya da bir tür ‘totaliter devlet’tir.”
Toplumsal hafıza, kültür ve kimlikle çok yakından ilişkili bir kavramdır. Kültürel olanın gittikçe siyasallaştığı küresel bir dönemde, toplumsal hafıza bağlamında kültür-kimlik tartışmalarının derinlemesine irdelenmesi gereki*yor. Ulus-devletlerin zayıflamasıyla onların dayattığı tekçi ve homojen “top*lumsal hafıza” kavramı yerine “toplumsal hafızalar” ortaya çıkmaya başladı. Özgür Erden’in yazısı bu eksen üzerinde ilerliyor ve farklı bir siyaset biçimi*nin geliştirilmesini öneriyor. Erden’e göre, eğer her grup ve kimliğe ait birbi*rinden farklı toplumsal hafıza(lar), demokratik ve katılımcı bir siyaset zemi*ninde kamusal müzakerenin temel tartışma konusu haline gelirse bir kimliğin sağlıklı oluşmasında önemli bir ilerleme kaydedilebilir. Böyle bir şey, her şey*den önce bugüne kadar uygulana gelen “unutma siyaseti”nin dışında farklı bir siyaset biçimi geliştirmekle mümkündür.
Totaliter rejimler modernleşmenin bir ürünü olarak 20. yüzyılı bir dehşet yüzyılına çevirmişlerdir. Totaliter felsefe en geniş uygulama imkânını 20. asırda bulmuş olmakla birlikte kökeni Platon’a kadar uzatılır. Bu sayımızda Halis Çetin bu zor işi hakkıyla yapıyor ve totaliter liderlerin “soylu” yalanla*rını deşifre ediyor: “Totaliter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üstün devlet inşasını bu devlete uygun insanlar yaratmak ve bu insanları soylu ya*lanlarla düzenlemek için kullanmışlardır… Hepsinin de amacı ortaktır; yeni bir siyasal sistem için “tabula rasa” yapmak ve toplumsal hafızada eskiye dair ne varsa ya yok etmek ya da her türlü yöntemi ve aracı kullanarak onu değiş*tirmek.”
Muhafazakâr düşünce her türlü kurucu-akıl operasyonlarına, toplumsal mühendislik tasarımlarına karşıdır. Modernleşme ve ulus-devlet süreçlerinde ise bu eleştirilenler yoğun olarak siyasal ve sosyal alanda görülmüştür. Baran Dural’ın her açıdan yetkin makalesi, modernitenin Çifte Devrimler Çağı ile beraber tüm dünyaya yaydığı, “Devlet/ ulus-devlet/ millet/ milliyetçilik/ ben-öteki” kavramlarını, yeni bir yapıbozumu girişimiyle derinlemesine irdeliyor.
Burak Gümüş, ortak bir kimlik oluşturma yöntemi olarak kullanılan ve ta*rihsel gerçeklik ile hafızanın farkını ortaya koyan “kollektif bellek” kavramı üzerinden “hatıralar savaşı” ve “karşı hafıza” üzerinde yoğunlaşıyor. Gümüş ayrıca, grupların kendi kimliklerinden emin olma durumlarına ve başka gruplarla ilişkilerinin düzenlenmesine yardımcı olan kültürel hafıza kavra*mını, belirli şahıslar, olaylar, tarih ve mekânlara odaklanan anma törenleri üzerinden irdeliyor.
Pozitivizmin ağır etkisi altında kurulan Cumhuriyet’in birinci ütopyası “yeni bir toplum” yaratmaktı. İlyas Söğütlü’nün vurguladığı gibi, Pozitivizme göre aklın ve bilimin rehberliğinde hazırlanacak projelerle azgelişmiş ülkele*rin Batı düzeyine erişmesi pekâlâ mümkündür. Bunun ön koşulu ise zihinleri gelenek ve dinin etkisinden kurtarmak ve her şeyi boş bir levha (tabula rasa) üzerinde yeniden başlatmaktır. İlham kaynağını bu pozitivist tezden alan Cumhuriyet modernleşmesinde öncelik, geçmişin unutturulması ve yeni bir bireysel ve toplumsal hafızanın oluşturulmasına verilmiştir.
Yahya Kemal, Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra Türkiye muhafazakârlığının en önemli fikri temsilcisidir. Yahya Kemal, geçmişin ve nostaljinin romantik şairi olarak anılır, ancak muhafazakâr fikriyata katkısı üzerinde pek duran olmamıştır. Cemal Fedayi derinlikli yazısıyla ihmal edilen bu konuda önemli bir irdelemede bulunuyor. Yahya Kemal’in fikriyatını, modernleşme ve top*lumsal hafıza kavramları bağlamında ve teorik bir çerçevede analiz ediyor.
Fedayi’nin yazısının sonundaki Huntington’dan yapmış olduğu alıntı Tür*kiye ve Rusya gibi kültürel açıdan “bölünmüş ülkeler”in hal-i pürmelalini pek ustaca özetliyor: “Toplumların kültürlerini kökten yeniden şekillendirecekle*rini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasî liderler başarısız olmaya mah*kumdur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğele*rini ortadan kaldırmaya ya da müte*madiyen bastırmaya güçleri yetmez. (…) Siyasî liderler tarih yapabilirler ama tarihten de ka*çamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üre*tirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onla*rın tanımlayıcı olan ve devamlı*lık arz eden özelliği hâline gelir.”
Tek parti döneminin kültürel devrimleri sadece Müslüman unsurlar üze*rinde değil gayr-i müslim unsurlar üzerinde de tahripkâr etkiler bırakmıştır. Kültürümüzün gayr-i müslim üyeleri de düzleştirici ve silici operasyonlardan nasiplerini almışlardır. Örneğin, günümüzde, kültürel hafızamızda Rum ve Ermeni mirasından pek bir şey kaldığı söylenemez. Çokkültürlülüğe açık Os*manlı döneminden Cumhuriyet’e geçilirken yapılan devrimlerle çokkültür-lülüğe dair ne varsa silinip süpürülmüştür. Kerem Karaosmanoğlu, hafıza ile kimlik arasındaki ilişkiyi, sayıları artık bugün birkaç bin ile ifade edilebilecek İstanbul Rumları bağlamında inceliyor: “Her şeye rağmen İstan*bul’da yaşayan yeni kuşak Rum gençleri, Rum olmak, Türk olmak ve genel olarak kimlik meselesi hakkında bize alternatif bir perspektif sunabilir.”
Bu sayımızın derkenar bölümünde iki önemli makale bulunuyor. Özellikle Cennet Uslu’nun derin ve titiz bir çalışmanın ürünü olan makalesi için şimdi*den “kült makaleler arasına girecek bir çalışmadır” diyebiliriz. Hume’un ada*let ve ahlak anlayışının yeterince ve doğru bir şekilde bilinmediğinden yola çıkan Uslu, sağlam bilgiler ve derinlikli yorumlar eşliğinde Hume’un adalet anlayışını irdeliyor. Uslu’nun şu tespitleri dikkat çekicidir: “Adalet insan do*ğasının özellikleri ile insanın yeryüzünde içinde bulunduğu durumun bir so*nucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden adalet yer ve zaman fark etmeksizin tüm insan toplumlarında aynı ilkelerin bulunması anlamında ‘evrensel’ ve keyfi ve rastgele olmaması bakımından ‘objektif’tir.”
Türkiye’de “dindar sağ” anlaşılmak ve analiz edilmek yerine çoğunlukla “gerici” olarak yaftalanmış ve paketlenmiştir. Onu gerici ilan etmekle bertaraf ettiklerini sanan “merkezî elitler” dindar sağın yeni temsilcilerini karşılarında daha gelişmiş, daha eğitimli ve kentli olarak görünce şaşırıyorlar… Muhafa*zakârlık üzerine yapmış olduğu yetkin çalışmalarla tanınan Ahmet Helvacı, “dindar sağ”ın temel paradigmalarını tespit ve anlama adına önemli bir ça*lışma sunuyor. Bu yazının derinlikli tartışmalara kaynak teşkil edeceğini ve yeni tartışmaları tetikleyeceğini umuyoruz.
Toplumsal hafıza edebiyat ve bilim dünyası alanında da ne yazık ki güçlü bir kalıcılık sağlayamamıştır. Çıkarılan süreli yayınlar bir gelenek oluşturma sürecini yakalayamamış, sadece sınırlı sayıda dergi hayatını günümüze kadar sürdürebilmiştir. Kısa süreli çıkan yayınların edebi ve bilimsel öneminin bü*yüklüğünü konu dışı tutarak şunu söylenebiliriz ki, geleneği olan ve uzun yıllar hayatını devam ettirmeyi başarabilen yayınlar toplumsal hafızayı güç*lendirmenin ana unsuru olabilmektedirler. Bu doğrultuda Adem Efe, son sa*yımızda Türkiye’nin ilk sosyoloji dergisi olan Ulûm-ı İctimâiyye ve İktisâdiyye Mecmuası’nı tanıtıyor. İki küsur yıllık ya*yım hayatıyla Türk sosyoloji ve iktisat tarihine damgasını vuran bu derginin tanıtımı yapıldıktan sonra derginin ‘Mu*kaddime ve Programı’ günümüz sosyologlarının istifadesine sunuluyor.
Toplumsal hafızayı kaliteli ve dopdolu bir şekilde inceleyen bu sayımızda sizlere iyi okumalar diler, gelecek sayımızın “nostalji” konusunu işleyeceğini tüm okurlarımıza hatırlatırız.
Takdim...
Toplumsal Hafıza…
Beşerî gerçeklik insanın yaşadığı, toplumsal dönüşümü sağladığı ve hatırla*dığı bir bütündür. Beşerî gerçekliğin sonucu ortak bir tarih oluşumudur. Bu gerçeklik toplumsal hafızanın güçlü ve güvenilir olmasıyla bağlantılıdır.
Muhafazakâr düşünceye göre toplum, onu oluşturan bireylerden fazla ve onların üstünde yaşayan bir varlıktır. Aynı zamanda toplum sadece bugünü ve görüneni değil; geçmişi, geleceği, görüneni ve görünmeyeni de içeren sü*rekli bir ortaklıktır.
Hafıza birey için ne kadar önemli ve ne kadar varoluşsal ise toplumlar için de o kadar önemlidir. Çünkü toplum, bireylerin toplamından daha büyük ve daha geniş bir gerçekliktir. Bu nedenle toplumsal hafıza titizlikle korunması, sürekli ayakta ve diri kalması gereken toplum için varoluşsal önemde bir de*ğer ifade eder. Hafızasını kaybeden kimliğini, kimliğini kaybeden de varlığını kaybetmiş sayılır.
Muhafazakâr düşünce devrimlere karşıdır; karşı-devrime bile karşıdır. Çünkü muhafazakâr düşünce için her tür ani kopuş ve ayrılış acıtıcıdır. Deği*şim doğal ve tedricî olmalıdır. Radikal kopuşlar ve altüst oluşlar toplum için zararlıdır. İşte bu yüzden devrimler zararlıdır ve sadece bugünü ve geleceği değil, geçmişi de kırıp dökmüş, toplumsal hafıza üzerinde sarsıcı ve silici et*kiler doğurmuştur.
Esasında bütün devrimler her şeyi sıfırlama üzerine kurulmuştur. Devrim kendisinden öncesini “devr-i sabık” (ancient regime) olarak yaftalar ve lanet*ler. O döneme ait ne varsa silmeye çalışır. Toplumsal hafızayı bir “tabula rasa” (boş levha) olarak yeni baştan yaratmak ister. Acımasızca ve insafsızca müda*hale eder hafızalara. Her devrim, bir büyük silme operasyonunu da kendi içinde barındırır.
Modernleşme ve onun ürünleri olarak devrimler ve ulus-devlet inşası sü*reçleri, toplumsal hafıza üzerinde –en hafif tabirle- yıpratıcı olmuştur. Doğal yollardan oluşması ve gelenekle beslenmesi gereken toplumsal hafıza, ulus-devletler tarafından siyaseten müdahaleye uğramıştır. Özellikle devrimle ku*rulmuş ulus-devletlerde, tamamen doğal olması gereken hatırlayış ve unutuş süreçleri, yer yer vandalizme varan dramatik ve trajik müdahalelere maruz kalmıştır. Bu tür ülkelerde, yeni bir “şimdi” kurma adına bütün bir geçmişe savaş açılmış ve toplum hafızasız bırakılmıştır.
Türkiye de bu süreci yaşamış talihsiz ülkeler kategorisine dâhil edilebilir. Tek parti döneminde yapılan "devrimler" aslında son tahlilde kültürel dev*rimlerdir ve doğrudan doğruya toplumsal hafızayı hedef almışlardır. Seküler ve ulusal bir hafıza yaratmak uğruna topyekûn bir tarih, siyaseten yeniden kurgulanmış ve toplumun hafızası bu "yeni tarih" ile şekillendirilmek isten*miştir. Eskiye ve geleneğe dair ne varsa ya silinmiş ya kazınmış ya da bastı*rılmıştır.
Tek parti döneminde "modernleşme" adına yapılanlar felsefi zemin olarak Jakoben bir temelden kaynaklanıyordu. Osmanlının sonundan itibaren iki modernleşme tarzı mücadele halindeydi. Prens Sabahattin’in ve sonralarda da Karabekir’in önerdiği, devrim yerine evrimi esas alan Anglo-Sakson modern*leşme modeli maalesef iktidar imkânı bulamamıştı. Sonuçta, önce İttihatçılar daha sonra da Kemalistler tepeden inmeci ve devrimci Jakoben modernleşme tarzını uyguladılar.
1950’den itibaren bastırılmış ya da unutturulmaya çalışılmış toplumsal ha*fızaya ait kültürel unsurlar yeniden gün yüzüne çıktı. Bu bağlamda toplumsal hafıza da yeniden kendini tamir etmeye, unuttuklarını hatırlamaya başladı. Her ne kadar on yılda bir yapılan darbeler ile topluma ve doğal olarak hafı*zaya müdahale edilse de özellikle son zamanlarda toplumsal hafıza sivil, öz*gür ve özel yollardan yeniden inşa ediliyor. Devletin unutturmaya çalıştıkları yeniden kamuoyunun gündemine girmeye başlıyor. Özellikle mikro tarih ça*lışmaları, sözel tarih çalışmaları ve sayısı her gün artan anı kitapları, devletin dışında ve devlete rağmen, toplumsal hafızanın yeniden oluşması yönündeki önemli adımlar olarak öne çıkıyor. Örneğin geçen yılın sonlarında Onur Öymen’in sebep olduğu bir tartışmanın sonucunda Dersim olaylarıyla ilgili yüzlerce anı aniden ortaya dökülüverdi. Devletin bütün bastırmasına rağmen toplumun olup bitenleri unutmadığı, bir yerlere sakladığı ve özgür ortam*larda ortaya döktüğü anlaşıldı.
Toplumsal hafıza bağlamında Türkiye’deki gelişmeleri Esra Özyürek’in şu satırları son derece özetleyici niteliktedir: “Türkiye’de toplumun hafızası yok diyenlerin inadına son yıllarda daha önce hiç olmadığı kadar anı kitabı ardı ardına yayımlanıyor. Daha çıkar çıkmaz da en çok satan kitap raflarında ve korsan kitap tezgâhlarında yerlerini alıyorlar. İlk defa hobi olarak Osmanlıca kursları açılıyor. Önceleri ‘ağır’ ve ‘alaturka’ bulunup evlerden atılan mobil*yalar, eskicilerden ve müzayedelerden kucak dolusu para verilerek eve geri getiriliyor. 20’li yaşlardaki insanlar dedeleri ve ninelerine nereden geldiklerini soruyor, onların gençlik resimlerini duvarlarına asıyorlar. Geçmişe ait bilgileri şekillendiren toplumsal hafıza tükenmek bilmeyen bir hevesle yeni hatıralar yazıyor, eskilerini siliyor.”
Özetle, genel olarak modernizmin ve özel olarak da ulus-devletin tahak*kümü zayıfladıkça toplumsal hafızanın da daha sivil ve doğal yollardan, gayr-i resmi olarak yeniden oluştuğuna şahit oluyoruz. Toplum hafızasına yeniden kavuşuyor. Toplum kendisine biçilen konfeksiyon elbiseyi yırtıp atıyor; kendi elbisesini kendisi dikiyor; devletin kurduğu evden çıkıp kendi evine dönüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de son zamanlarda toplumsal hafızayı yeniden kurma ve doğru ve sivil bilgilerle tahkim adına önemli çalışmalar yapılıyor. Kaliteli ve güçlü yazılardan oluşan Muhafazakâr Düşünce’nin bu sayısı da bu çerçe*vede önemli bir katkı olarak görülmelidir.
Bilindiği gibi muhafazakâr düşünce, Fransız Devrimi’ni insanlık tarihi açı*sından son derece yıkıcı sonuçları olan talihsiz bir gelişme olarak kabul eder. Bu devrimin yıkıcılığı sadece Fransa ile sınırlı kalmamış tüm dünyayı etkisi altına almıştır. O yüzden, onu övenlerin tersine, Fransız Devrimi her dönem tenkit edilip zararları tasrih edilmelidir. İşte Fatih Duman toplumsal hafıza ve aydınlanma bağlamında Fransız Devrimi’ni yeni bir okumaya tabi tutup ten*kit etmektedir: “Aydınlanma’nın çocukları olan Devrimcilerin yeni bir ‘insan’ ve ‘toplum’ yaratmak için savundukları argümanlar ve uygulamaya koyduk*ları radikal değişiklikler, gerçekte organik bir gelişimin ürünü olan toplumun hafızasını mekanik bir tavırla yeni baştan inşa etme arzunu yansıtmaktadır. Muhafazakârlara göre, ‘toplumsal hafıza’nın taşıyıcılığını yapan ‘ara kurum*lar’ı tasfiye eden Fransız Devrimi ve sonrasında gerçekleşen Devrimlerin zo*runlu sonucu, özgürlük alanlarını daha çok kısıtlayan ‘kapsayıcı bir devlet’ ya da bir tür ‘totaliter devlet’tir.”
Toplumsal hafıza, kültür ve kimlikle çok yakından ilişkili bir kavramdır. Kültürel olanın gittikçe siyasallaştığı küresel bir dönemde, toplumsal hafıza bağlamında kültür-kimlik tartışmalarının derinlemesine irdelenmesi gereki*yor. Ulus-devletlerin zayıflamasıyla onların dayattığı tekçi ve homojen “top*lumsal hafıza” kavramı yerine “toplumsal hafızalar” ortaya çıkmaya başladı. Özgür Erden’in yazısı bu eksen üzerinde ilerliyor ve farklı bir siyaset biçimi*nin geliştirilmesini öneriyor. Erden’e göre, eğer her grup ve kimliğe ait birbi*rinden farklı toplumsal hafıza(lar), demokratik ve katılımcı bir siyaset zemi*ninde kamusal müzakerenin temel tartışma konusu haline gelirse bir kimliğin sağlıklı oluşmasında önemli bir ilerleme kaydedilebilir. Böyle bir şey, her şey*den önce bugüne kadar uygulana gelen “unutma siyaseti”nin dışında farklı bir siyaset biçimi geliştirmekle mümkündür.
Totaliter rejimler modernleşmenin bir ürünü olarak 20. yüzyılı bir dehşet yüzyılına çevirmişlerdir. Totaliter felsefe en geniş uygulama imkânını 20. asırda bulmuş olmakla birlikte kökeni Platon’a kadar uzatılır. Bu sayımızda Halis Çetin bu zor işi hakkıyla yapıyor ve totaliter liderlerin “soylu” yalanla*rını deşifre ediyor: “Totaliter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üstün devlet inşasını bu devlete uygun insanlar yaratmak ve bu insanları soylu ya*lanlarla düzenlemek için kullanmışlardır… Hepsinin de amacı ortaktır; yeni bir siyasal sistem için “tabula rasa” yapmak ve toplumsal hafızada eskiye dair ne varsa ya yok etmek ya da her türlü yöntemi ve aracı kullanarak onu değiş*tirmek.”
Muhafazakâr düşünce her türlü kurucu-akıl operasyonlarına, toplumsal mühendislik tasarımlarına karşıdır. Modernleşme ve ulus-devlet süreçlerinde ise bu eleştirilenler yoğun olarak siyasal ve sosyal alanda görülmüştür. Baran Dural’ın her açıdan yetkin makalesi, modernitenin Çifte Devrimler Çağı ile beraber tüm dünyaya yaydığı, “Devlet/ ulus-devlet/ millet/ milliyetçilik/ ben-öteki” kavramlarını, yeni bir yapıbozumu girişimiyle derinlemesine irdeliyor.
Burak Gümüş, ortak bir kimlik oluşturma yöntemi olarak kullanılan ve ta*rihsel gerçeklik ile hafızanın farkını ortaya koyan “kollektif bellek” kavramı üzerinden “hatıralar savaşı” ve “karşı hafıza” üzerinde yoğunlaşıyor. Gümüş ayrıca, grupların kendi kimliklerinden emin olma durumlarına ve başka gruplarla ilişkilerinin düzenlenmesine yardımcı olan kültürel hafıza kavra*mını, belirli şahıslar, olaylar, tarih ve mekânlara odaklanan anma törenleri üzerinden irdeliyor.
Pozitivizmin ağır etkisi altında kurulan Cumhuriyet’in birinci ütopyası “yeni bir toplum” yaratmaktı. İlyas Söğütlü’nün vurguladığı gibi, Pozitivizme göre aklın ve bilimin rehberliğinde hazırlanacak projelerle azgelişmiş ülkele*rin Batı düzeyine erişmesi pekâlâ mümkündür. Bunun ön koşulu ise zihinleri gelenek ve dinin etkisinden kurtarmak ve her şeyi boş bir levha (tabula rasa) üzerinde yeniden başlatmaktır. İlham kaynağını bu pozitivist tezden alan Cumhuriyet modernleşmesinde öncelik, geçmişin unutturulması ve yeni bir bireysel ve toplumsal hafızanın oluşturulmasına verilmiştir.
Yahya Kemal, Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra Türkiye muhafazakârlığının en önemli fikri temsilcisidir. Yahya Kemal, geçmişin ve nostaljinin romantik şairi olarak anılır, ancak muhafazakâr fikriyata katkısı üzerinde pek duran olmamıştır. Cemal Fedayi derinlikli yazısıyla ihmal edilen bu konuda önemli bir irdelemede bulunuyor. Yahya Kemal’in fikriyatını, modernleşme ve top*lumsal hafıza kavramları bağlamında ve teorik bir çerçevede analiz ediyor.
Fedayi’nin yazısının sonundaki Huntington’dan yapmış olduğu alıntı Tür*kiye ve Rusya gibi kültürel açıdan “bölünmüş ülkeler”in hal-i pürmelalini pek ustaca özetliyor: “Toplumların kültürlerini kökten yeniden şekillendirecekle*rini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasî liderler başarısız olmaya mah*kumdur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğele*rini ortadan kaldırmaya ya da müte*madiyen bastırmaya güçleri yetmez. (…) Siyasî liderler tarih yapabilirler ama tarihten de ka*çamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üre*tirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onla*rın tanımlayıcı olan ve devamlı*lık arz eden özelliği hâline gelir.”
Tek parti döneminin kültürel devrimleri sadece Müslüman unsurlar üze*rinde değil gayr-i müslim unsurlar üzerinde de tahripkâr etkiler bırakmıştır. Kültürümüzün gayr-i müslim üyeleri de düzleştirici ve silici operasyonlardan nasiplerini almışlardır. Örneğin, günümüzde, kültürel hafızamızda Rum ve Ermeni mirasından pek bir şey kaldığı söylenemez. Çokkültürlülüğe açık Os*manlı döneminden Cumhuriyet’e geçilirken yapılan devrimlerle çokkültür-lülüğe dair ne varsa silinip süpürülmüştür. Kerem Karaosmanoğlu, hafıza ile kimlik arasındaki ilişkiyi, sayıları artık bugün birkaç bin ile ifade edilebilecek İstanbul Rumları bağlamında inceliyor: “Her şeye rağmen İstan*bul’da yaşayan yeni kuşak Rum gençleri, Rum olmak, Türk olmak ve genel olarak kimlik meselesi hakkında bize alternatif bir perspektif sunabilir.”
Bu sayımızın derkenar bölümünde iki önemli makale bulunuyor. Özellikle Cennet Uslu’nun derin ve titiz bir çalışmanın ürünü olan makalesi için şimdi*den “kült makaleler arasına girecek bir çalışmadır” diyebiliriz. Hume’un ada*let ve ahlak anlayışının yeterince ve doğru bir şekilde bilinmediğinden yola çıkan Uslu, sağlam bilgiler ve derinlikli yorumlar eşliğinde Hume’un adalet anlayışını irdeliyor. Uslu’nun şu tespitleri dikkat çekicidir: “Adalet insan do*ğasının özellikleri ile insanın yeryüzünde içinde bulunduğu durumun bir so*nucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden adalet yer ve zaman fark etmeksizin tüm insan toplumlarında aynı ilkelerin bulunması anlamında ‘evrensel’ ve keyfi ve rastgele olmaması bakımından ‘objektif’tir.”
Türkiye’de “dindar sağ” anlaşılmak ve analiz edilmek yerine çoğunlukla “gerici” olarak yaftalanmış ve paketlenmiştir. Onu gerici ilan etmekle bertaraf ettiklerini sanan “merkezî elitler” dindar sağın yeni temsilcilerini karşılarında daha gelişmiş, daha eğitimli ve kentli olarak görünce şaşırıyorlar… Muhafa*zakârlık üzerine yapmış olduğu yetkin çalışmalarla tanınan Ahmet Helvacı, “dindar sağ”ın temel paradigmalarını tespit ve anlama adına önemli bir ça*lışma sunuyor. Bu yazının derinlikli tartışmalara kaynak teşkil edeceğini ve yeni tartışmaları tetikleyeceğini umuyoruz.
Toplumsal hafıza edebiyat ve bilim dünyası alanında da ne yazık ki güçlü bir kalıcılık sağlayamamıştır. Çıkarılan süreli yayınlar bir gelenek oluşturma sürecini yakalayamamış, sadece sınırlı sayıda dergi hayatını günümüze kadar sürdürebilmiştir. Kısa süreli çıkan yayınların edebi ve bilimsel öneminin bü*yüklüğünü konu dışı tutarak şunu söylenebiliriz ki, geleneği olan ve uzun yıllar hayatını devam ettirmeyi başarabilen yayınlar toplumsal hafızayı güç*lendirmenin ana unsuru olabilmektedirler. Bu doğrultuda Adem Efe, son sa*yımızda Türkiye’nin ilk sosyoloji dergisi olan Ulûm-ı İctimâiyye ve İktisâdiyye Mecmuası’nı tanıtıyor. İki küsur yıllık ya*yım hayatıyla Türk sosyoloji ve iktisat tarihine damgasını vuran bu derginin tanıtımı yapıldıktan sonra derginin ‘Mu*kaddime ve Programı’ günümüz sosyologlarının istifadesine sunuluyor.
Toplumsal hafızayı kaliteli ve dopdolu bir şekilde inceleyen bu sayımızda sizlere iyi okumalar diler, gelecek sayımızın “nostalji” konusunu işleyeceğini tüm okurlarımıza hatırlatırız.