ismail
Yeni
- Katılım
- 3 Mar 2007
- Mesajlar
- 20,475
- Tepkime puanı
- 2,063
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
“Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna(ağzındaki kusmuğu) kay verir.”Mustafa İslamoğlu da tam bunu yapıyor bana göre. Kendi tecrübe imbiğinden geçirerek yeniden ürettiği; yeni, taze ve sıcak, süt tadında bir ilişki sunuyor insanlık alemine. Hani “Ya âlim ol, ya talebe ol, ya dinleyen ol, ya bunları seven ol, beşincisi olma, helak olursun(ölürsün)” diyor ya Resulü Ekrem. Benim birinciye ve ikinciye gücüm yetmedi. O yüzden sevdim İslamoğlu’nu. Adına baksam Muhammed’i, soyadına baksam İslam’ı, nur yüzüne baksam günahlarımı, sözlerine baksam Kuran’ı, nereden bakarsam bakayım, Allah’a ‘dost olma’ şerefine nail olabilecek bir fıtratı görüyorum. O sebepledir ki, bu nitelikli Müslüman’a kulak verelim. Zira, unutmayalım, "Akıbet muttakilerindir" Mustafa İslamoğlu, sonunda kazanacak olanlardan biriyken, bizler de başında kaybetmeyelim…”
Ebu Hamid el-Gazzali gibi;” Her soruya cevap vermek cinnettir" demezsiniz umarım hocam
Dersine iyi çalışıp gelmişsin…
“BEN DÜNYAYA GELMEDEN ADIMI BABAANNEME SÖYLEMİŞLER”
28 Ekim 1960 tarihinde Kayseri'nin Develi ilçesinde dünyaya geldiniz. Dünyaya gelişiniz hangi hikmetle anlatılır? Annenizin ölürken sizi dünyaya hangi görev için bıraktığını düşündünüz?
Ben bunu hiçbir yerde anlatmadım çünkü yanlış anlaşılabilir diye. Ama böyle bir soruyla hiç karşılaşmadığım belki de hiç anlatmadım. Burada hiç kimseye söylemediğim bir şeyi söyleyeyim o zaman. Benim ve çevremin bildiği. “Ben dünyaya gelmeden adımı babaanneme söylemişler” Babaannem, beni ‘Adı doğmadan konmuş yavrum’ diye severdi. Annem 3 yaşımda vefat ettiği için, Babaannem bana annelik etti. Benim annelerim çok oldu ama babaannem birinci annem oldu. Çok değerliydi. Altı oğlan büyütmüş, bir fiske vurmamış. Böyle bir anneydi, ben onun torunuydum. Ona, ben doğmadan altı ay evvel ismim söylenmiş, erkek olacak, ‘Mustafa’ olacak diye. Buradan bir misyon çıkartılır mı bilmiyorum. Bence bu rüyadan bir şey çıkartılmamalı. Çıkartılacaksa bile, bu hiçbir şeyden haberi olmayan bir sabiye değil, o babaannenin ve çocuklarının samimiyet ve kulluğuna verilmiş bir ödüldür diye düşünmeli. Allah’ın sıradan bir kulu olarak doğmuşuz yani.
“CİHANA SULTAN OLMAKLA, KURAN’A KURBAN OLMAK ARASINDA TERCİHİM OLSAYDI KURAN’A KURBAN OLURDUM”
Olur mu, Peygamberimizin mukadderatıyla benzerlik kurulması bakımından da bir önemi var tabi. Tefsir çalışmalarınızın sonlandığı bir programda sinevizyon gösterisinde, eşiniz ve kızınızın söyledikleri, Kur'an üzerine çalışanların evlerinin nail olduğu bereketi yansıtmış izleyiciler üzerinde. Ailece Kuran’la iştigal ediyor olmanız, dünya değil de ahret hayatını dünyada kurduğunuza mı delalet?
Elhamdülillah. Bundan dolayı Rabbime çok teşekkür ederim. Bana cihana sultan olmakla, Kuran’a kurban olmak arasında bir tercih sunsaydı, Kuran’a kurban olmayı tercih ederdim. Tam istediğimi verdi. Başka hiç bir şey istemiyorum. Efendimiz diyor ki; “Müminin dünyadaki cenneti ailesidir. “ Bu hadisi duymuş muydunuz? Bu müthiş bir şey. Benim dünyadaki cennetim o kadar büyük ki! Bir kişinin bir ailesi olur; çekirdek aile gibi, ya üç kişidir ya on kişidir. Benim yüzlerce, binlerce kişilik ailem var. Şimdi onlardan biri de siz oldunuz. Dolayısıyla eşimin söylediği doğru, ben de hatırlıyorum, çok duygulanmıştım, hatta gözlerim dolmuştu. “Eşim çocuklarına bir Elif öğretmedi ama Kuran’la nasıl yaşanacağını öğretti” demişti.
Daha doğrusu “Müslümanca dik durmayı ve onurlu olmayı öğretti” demiş.
Eyvallah. Sağ olsun. Teveccüh etti hanımefendi ama bunun çeyreğini yapabilmiş olsaydım keşke. Ama ben memnunum bu manada çünkü çocuklarım ve ailem beni bir hoca olarak değil, Kuran’ın önünde diz çökmüş bir talebe olarak gördükleri için benim işim kolaylaştı. Ben onlara dedim ki:” Ben öğretmeyeceğim, benim öğrendiğim yerden öğrenin, benim aldığım yerden alın, benim öptüğüm eli öpün, eğer bana imreniyorsanız, size de hocalık yapsın bana hocalık yapan, buyurun hocam burada, hocam sizin de hocanız olsun”
MÜSLÜMAN ALEMİNE VERMEYE ÇALIŞTIĞIM: “İNSANLIĞIN VİCDANI OLALIM”
Peki ailenizin gözlemleriyle edindikleri bu ilim, bize yani Müslüman alemine öğretmeye çalıştığınız da tam bu mu? Yani Müslüman’ca dik durmayı ve onurlu olmayı…
Müslüman alemine benim vermeye çalıştığım hattı zatında şudur: “İnsanlığın vicdanı olalım” Bugün hutbemde de onu işledim. Bugün hutbemde, bir Yahudi annenin Avrupa Parlamentosunda yaptığı konuşmayı okudum. Hutbeme bir Yahudi anneyi konuk ettim. Yahudi anne, yalnız Müslümanların, insanlığın vicdanı olduğunu keşfetmiş, fark etmiş, hala Yahudi ama bunu itiraf ediyor. Dolayısıyla da benim arzum da bu:”İnsanlığın vicdanı biz olalım” Mazlum ağladığı zaman “gözümün yaşını ilk kim siler” diye düşündüğünde, ilk bize gelsin. Haksızlığa uğradığı zaman biri, benim haksızlığımı kim giderir diye ilk düşündüğünde bize gelsin. Biri hatta düşmanımız eşini birine emanet etmek istediğinde, kime emanet edebilirim ki güvenebilirim ki diye düşündüğünde, ilk aklına gelen biz olalım. Ben bunu istiyorum. Bu ümmet böyle olsun, benim gözümde yıldızdır. Yani kişi başı Milli Hasılada şuraya gelelim, ulusal bilgi üretiminde şuraya gelelim, silah üretiminde, teknolojide şuraya gelelim değildir mesele…Benim için değerli olan ölçü budur. Vicdanları ne kadar teskin ettiniz, kaç mazlumun ahını dindirdiniz, adalet çıtanız ve kat sayınız neredeydi nereye çıktı? İşte budur bütün mesele.
“GÜNEŞİN IŞIĞINI İNSANLIĞA YANSITMA KONUSUNDA BİZİM KUSURUMUZ VAR”
Peki bu bilgileri insanların edinmesi için nasıl bir yol açıyoruz? İsrailliler, Gazze Gemisi yolcularının eşyalarını alı koyduğunda, Hakan Albayrak’ın valizinde sizin meal tefsirinizin birinci cildi bulunuyormuş. Albayrak,” Buna çok sevindim. İnşallah İsrail'le ilgili ayetleri dikkatlice okurlar”demişti. Diğer dinlerin bizden öğreneceği şeylerin yolu nedir?
Aslında öğretmenin en güzel yolu yaşamaktır. Bizim en büyük kusurumuz da yaşamak konusundadır. Biz güneşi kendimize saklıyoruz çoğu kez, bu güneşe haksızlıktır, bu kendimize de haksızlıktır. Onun için biz güneşe ay/na olmalıyız, yani biz güneşe ay olmalıyız. Dolayısıyla güneşin ışığını insanlığa yansıtma konusunda bizim kusurumuz var. Çünkü sırçamız dökülmüş, yani aynamız göstermez olmuş, kararmış. O zaman ustamıza geri müracaat edeceğiz, “Aynamızı parlat ey hoca!” diyeceğiz, o hoca da ‘Kuran’ olacak.
“KURAN’I MUHAFAZA ETME BİLİNCİMİZ, ANCAK BİLGİMİZLE ORANTILI”
Kuran ama onun vesilesi de biz size başvuracağız tabi. 1992 senesinde Fatih semtinde bir evde başlangıcınızı yaptığınız tefsir dersleri, Hilal TV'ye taşındı. Kendinizi Kuran’ı muhafazaya adadığınızı söyleyebilir miyiz? Kuran’ı indiren, her dönemde onu koruyacak şartları da kendisi hazırlıyor. Bir alim eliyle onu korumanızın riskleri neler?
Amin. Ne güzel hüsn-i zan ediyorsunuz. Ah beni de onlar arasına katmış olsa, bunu bilsem eğer, ayağa kalkar çifte telli oynardım. Allah kitabını korur. Koruyacağını kendi söylüyor ama Allah her şeyi bir vesile ile yapıyor. Birilerini vasıta ediyor, doğrudur. Allah’ın kitabını koruma yöntemlerinden biri de alimlerdir. Ben onlardan değilim, ben sadece talebeyim. Mütevazı bir talebeyim. Kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Sadece Kuran’a talebeyim. Fakat şunu söyleyeyim, Kuran’ı muhafaza etme konusunda hepimize çok şey düşüyor. Kuran’ı muhafaza etme bilincimiz, ancak bilgimizle orantılı. Bu bilgimiz eğer, sahih değilse, zayıfsa kof bilgiyse, tahrif edilmiş bir bilgiyse, biz Kuran’ı muhafaza etme adı altında; geleneği, tahrif edilmiş şeyleri, efsaneyi, mitolojiyi, miti muhafaza ederiz. Ve adını da ‘Kuran’ı muhafaza’ koyabiliriz. Yani yemeği dolaba, kokuttuktan sonra koymuş oluruz. Kokmuş yemeği, dolaba koyup da yemeği dolapta muhafaza edersiniz ama kokmuş olarak muhafaza ediyorsunuz, artık kokmuştur o. İsterse dolabınız dolu olsun, yiyecek bir yemeğiniz yok sizin. “Kokutmadan koymak”… Bize düşen de bu. Allah’ın muradını doğru anlamak ve o anladığımız şeyleri de insanlığa, hiçbir beklenti taşımaksızın, hiçbir ücret almaksızın doğrudan yansıtmak ve ücreti de Allah’tan beklemek. Gözlerdeki ışıltıyı, ücret bilmek, yüreklerdeki sevgiyi ücret bilmek, dillerdeki teşekkürü en büyük ücret bilmek, zihinlerdeki aydınlanmayı en büyük ücret bilmek, Allah’ın bize indireceği nuru, en büyük ücret bilmek, bu kadar. Hep bir şeye inandım: İyiliğe ödül beklenmez. Zira iyilik yapmanın kendisi yapana verilmiş bir ödüldür.
Bu mükemelliyet içinde bir kusur arıyorum, siz onu muhakkak bize söyleyeceksiniz. 1987’de çıkan ilk şiir kitabınızda: “Ben bir yasak işledim / sorgum yapıldı…Suçsuzum dedim ama değildim…İmrenerek bakmıştım uçan bir kuşa” diyorsunuz. Kendinizi hangi bakımdan potansiyel bir suçlu olarak sayarsınız?
Mükemmellik yok. O Allah’a mahsus. Nasıl ki mükemmellik Allah’a yakışırsa, kusur da kula yakışır. Her gün suç işliyoruz, her gün kusur işliyoruz. Allah’tan gafil aldığımız her nefes bir kusurdur. İkincisi yapmamız gerekip de yapmadığımız her şey bir suçtur. Üçüncüsü bizler kuluz, kul kusursuz olmaz, kul hatasız olmaz. Hatasız kul olursa kul olmaz. Kulun kulluğu için hata lazım. Onun için asıl olan hata yapmamak değildir. İyi insan, hatasız insan değildir, hatası sayılabilir insandır.
“NE KADAR KÜRT SORUNU VARSA O KADAR TÜRK SORUNU VAR BANA GÖRE”
'Silahların daktilonun yanına konduğu bir dönem' diye tarif ettiğiniz bir tutukluk dönemi yaşadınız 95 yılında. Kürt meselesi ile ilgili yaptığınız bir konuşmadan dolayı, düşünce suçundan mahkûm edildiniz. Bugünün şartları sizi anlamaya daha elverişli sanırım, Kürt Sorunu'na nasıl bir İslâmi çözüm öneriyordunuz?
O gün Kürt sorunu için şunu söylüyordum: Bu topraklarda Kürt sorunu başta yoktu. Böyle bir sorunumuz yoktu bizim. Aslında bu topraklarda sorunu, Kürt sorunu diye koymak da yanlıdır, taraflıdır. Ne kadar Kürt sorunu varsa o kadar Türk sorunu var bana göre. Yani Türk sorununu göz ardı ederek Kürt sorununu çözemezsiniz. Peki bu topraklara Kürtler yeni mi geldi? Yani Kürtler bir yerdeydi, bu topraklarda değildi, geldiler, sorun oldu. Böyle bir şey yok. Biz bu topraklarda başından beri beraberiz. Eğer gelen biri varsa, biz Türklerdir. Dolayısıyla niye geldiğinizden bu tarafa 900-1000 yıldan beri bu sorun çıkmamış da, son yüzyılda çıkmış? İşte sırrı burada. Aslında bu topraklarda bizim bir sorunumuz yok. Bazı Kürtlerle bazı Türkler sorun çıkarıyor. Onlar niye sorun çıkarıyor, onların sorun çıkarma nedeni de, bazı Kürtler ve Türklerin kendilerini birleştiren noktalara yabancılaşmış olması. Çimentonun dökülmesi, çimentonun çürümesi. Peki o noktaların başında ne gelir? ‘İslam!’ İnanç gelir. İnanç bir vakadır.
“BU TOPRAKLARDA İSLAM’A RAĞMEN, BİR BİRLEŞME GERÇEKLEŞTİREMEZSİNİZ “
Bu toprakların çimentosu hatta çimentosunu örten bir şeydir. Dolayısıyla siz dini göz ardı ederek, kafir bile olamazsınız. Değil Müslüman, ateist bile olamazsınız. Ateist olması için, inkar ettiği şeyi bilmesi lazım. Bir şeyi inkar etmek durup dururken olmaz. Bir şey olması lazım ki onu inkar etmesi lazım. Görüyorsunuz, mantık kendi içinde tutarsız. Benim teklif ettiğim buydu. Bu topraklarda İslam’a rağmen, bir birleşme gerçekleştiremezsiniz, bir kardeşlik yaşatamazsınız. O zaman İslam’a uyguladığınız bu azaltma projesinden vazgeçin. ‘İslam’ı rahat bırakın!’…Bu, şu anlama gelmiyor, teokrasi olun demedim. Ben dedim ki:”Bırakın Kürtlerin dağlarına, ’Ne Mutlu Türküm diyene’ yazmayın, bu karşıtını doğurur, siz zulmederek aslında bir tür terörize ediyorsunuz. Terörize ediyor ve zorla çığırından çıkarıyorsunuz, bunu yapmayın” Söylediğim bu oldu, beni mahkum ettiler.