Küresel cihadın...

Ahter

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2009
Mesajlar
5,252
Tepkime puanı
186
Puanları
0
Konum
antalya
kuresel-cihadin-mimari.jpg



Küresel Cihad düşüncesinin oluşmasında oldukça kritik bir rol oynayan stratejistlerden biri de Ebu Mus'ab El Suri'dir. Asıl adı Mustafa bin Abdulkadir Sit Meryem Nasardır. Halep'te doğan Suri Halep Üniversitesi Mekanik Mühendislik bölümü mezunudur. 1980 yılında İhvanı Müslimin hareketine katılmış, 1982 Hama isyanında rol almıştır. Hama katliamı esnasında kurtulmayı başaran Suri İspanya'ya iltica etmiş burada İspanyol bir bayanla evlenmiştir. 1987 yılında Afgan Rus harbine katılan Suri 2001 yılında da El Kaide saflarında ABD'ye karşı savaşmıştır.Suri'nin 11 Eylül saldırılarında etkin rol aldığı düşünülmektedir. 1997 yılında bir çok Avrupa ülkesini gezen Suri bir dönem İslami Çatışmalar Araştırmaları Birimi isimli bir kurum açıp yönetmiştir.


selamiboztepe_132711009554.jpg



Abu-Musab-al-Suri.jpg


Hakkında Avrupa ve Amerika'da onlarca yüksek lisans ve doktora tezi yazılan, binlerce makale ve onlarca kitaba konu olan bu kişi Küresel Cihad'ın Mimarı olarak tanımlanmaktadır. 20 yıllık siyasi ve askeri tecrübelerini 1700 sayfalık El Mukaveme (Küresel Cihad Cepheleri Direnişi) isimli kitabında yayınlayan Ebu Mus'ab El Suri ABD ve Rusya'ya karşı yıllarca savaşmış ve hareket üzerinde ciddi etki bırakmıştır. Ebu Mus'ab El Suri'nin kitabı El Mukavame Amerikan askeri kolejlerinde okutulan baş yapıtlardan biridir. Yayınlandıktan kısa süre sonra bizzat CIA tarafından kısa sürede İngilizceye çevrilen eser Batı ittifakı tarafından Küresel Cihad Düşüncesini ve Dünya görüşlerini anlamada en önemli kaynak olarak kullanılmaktadır.

suri3_2.jpg




1497734.jpg



MÜSLÜMANLARIN HAYÂTININ HER ALANINA DÜŞMANLARIN TASALLUTU VE TAHAKKÜMÜ
Tamı tamına, harfi harfine ve de Nübüvvet'in en açık delîllerinden biri olarak ümmetin başına, Resûlullâh (s.a.v.)'in haber verdiği şu hâl gelmiştir ki, Ebû Dâvûd, Sevbân (r.a.)'dan Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
«Milletlerin, çağrışıp çanağına üşüşen oburlar gibi sizin üzerinize üşüşecekleri zamanlar yakındır.» Birisi: "O gün bizim [sayıca] azlığımızdan mı [böyle olacak]?" dedi. [Resûlullâh (s.a.v.)]: «Bilakis siz o gün çok olacaksınız, ama selin üzerindeki köpük [/çerçöp] gibi... Allah, düşmanlarınızın göğsünden size karşı duyduklar ı korkuyu çekip çıkaracak ve Allah sizin kalblerinize 'vehen' atacak» buyurdu. Yine birisi: "Ey Allah'ın Resûlü, vehen nedir?" dedi: [Resûlullâh (s.a.v.)]: «Dünya sevgisi ve ölümden nefrettir» buyurdu."Günümüzde İslâm âlemi, onun bütün kuvvet odaklarına ve bütün hayât yollarına düşmanın tahakküm ettiği öylesine korkunç bir tasallut hâli içinde yaşamaktadır ki, Müslümanların târîhinde böylesi görülmüş değildir. Bu durum birçok yönden kendini gösterir ki en önemlileri şunlardır:
1. Müslüman Ülkelerin, Servetlerin Yağmalandığı ve Düşmanın Ürünlerinin Tüketildiği Pazar Alanlarına Dönüştürülmesi
Servetlerin nasıl/veya ne şekilde yağmalandığı konusuyla ilgili baz ı açıklamalar daha önce geçmişti. Özetiyse: Başında Amerika ve Batı Avrupa'nın olduğu emperyalist güçlerin petrol, maden rezervleri ve sâir kaynakların çıkarılışına, nakliyatına, fiyat tesbîtine ve ticârî piyasasına kontrolörlük etmesi; akabinde ise elde edilen gelirleri Haçlı‒Yahûdî bankalarına aktarıp kendi denetiminde tutmasıdır.

Buna mukâbil emperyalist Batı, yeryüzünün beşte bir nüfusunu oluşturan bizim diyârlarımızı, silâh ile mühimmattan başlayan ve bilgisayarlardan çeşitli teknolojik ürünlere kadar uzanan, yiyecek, içecek ve giyim gibi s ıradan tüketim mâllarını da kapsayan kendi ürünlerini tüketen pazarlara dönüştürmüştür. Evet, Müslümanlar, iç çamaşır, terlik, hattâ un ve ham kâğıt gibi ürünleri bile Batı'dan ithal etmektedir. Emperyalist düşman, İslâm âlemi de dâhil olmak üzere sömürdüğü bütün ülkelerin -temel geçim kaynağı olan- maden, tarım ve hayvâncılık ürünlerinin fiyatını belirlediği gibi onlara bu ürünleri satın alacakları para birimini de dayatmaktadır.

Meselenin bir diğer boyutu ise ithal ettiğimiz ürünler için belirlediği yüksek fiyatlarla vergilerdir. Felâketin zirvesine ulaştığı nokta ise başında Amerika olmak üzere yine bizzât Batı'nın, modern sanayi ile teknolojinin yayılmasına engel olması, hattâ çoğu İslâm ülkesinde orta düzey sanayi gücüne geçit vermemesidir. Bunu da kendi ürünlerini tüketen pazarlar olarak kalalım diye yapması, daha ötesi ekonomik politikaları ve kalkınma programlarını, tarım ve hayvâncılıkla ilgili üretim planlarını yine bizzât kendisinin belirleyip dayatmasıdır. İşin tafsîlâtını ise IMF'nin denetimine bırakmasıdır. Böylelikle buğday, şeker, pirinç vb. temel gıda mâddeleri, bizim ülkelerimize, ancak kendine yetecek mikdârlarda ulaşmaktadır. Buna dâir apaçık birçok örnek vardır.

Meselâ IMF, el-Beşîr hükümeti, [Sudan'da] iktidâra geldikten sonra buğday alan ında kendi kendine yetme projesini başlatmayı gündeme getirince Sudan' ı bundan menetti. Sudan bunu reddedince de yardımlarını kesmekle tehdîd etti. Ondan sonra Amerika, on yıl boyunca faizsiz borçlarlaona buğday yardımında bulunacağını, ayrıca bağış kapsamında ve belli oranlarda başka bazı gıda mâddeleri göndereceğini söyleyerek Sudan' ı kandırdı. Amaç son derece açıktı ve Sudan'ın verimli topraklarını on yıl içinde tarıma elverişli olmayan çorak topraklara dönüştürmek ve Sudan'ın kuru ekmek ihtiyâ ını dahi Amerika'nın karârına bağımlı kılmaktı. Başka bir örnek ise Mısır'dır.

Bir zamanlar Roma imparatorluğunun buğday ihtiyâcını tek başına karşılayan Mısır, şimdilerde, Amerikan buğday rezervine bağımlı bir şekilde yaşar hâle gelmiştir. O da Mısırlıların [stok bakımından, ancak] üç aylık ekmeğini karşılayabilecek mikdârdadır. Konuyla ilgili raporları ve istatistikleri serdetme makâmı ise burası değil. Özetle şunu diyebiliriz ki, Müslüman halkların, ekonomik, gıda ve sağlık gibi durumları, mevzubahis politikalar yüzünden korkunç bir hâldedir

2. Müslümanların İş Gücünün Düşman Sanayinin Hizmetine Verilmesi
Abluka, ambargo, açlık ve despot rejimlerin politikaları yüzünden Müslüman ülkelerden milyonlarca işçi, yüz binlerce bilim adamı, aydın ve farklı alanlarda diploma sâhibi insân, Batı dünyasına, özellikle Avrupa ve Amerika'ya göç etmiştir. Onların sanayi alt yapısındaki koca koca gedikleri kapatmak için! Üstelik en basît ücretlerle çalıştırılarak!

Dahası, Batılı kapitalist ülkelerin tamâmı, bilhâssa Avrupa ülkeleri, basît ve orta ölçekte üretim yapan özel fabrikalarını Müslüman ülkelerin merkezinde kurmuştur. Özellikle gıda, giyim ve sâir tüketim alanlarında kendilerine ait ürünleri, meşhûr uluslararası "markalar" adı altında üretime koyulmuştur. Tabîî ki bu, öncelikle onlar tarafından oluşturulan temel yap ıya zarar verilmeksizin bizim ülkelerimizdeki ucuz iş gücünden yararlanmak, ayrıca bu ülkeleri, onların sâhib olduğu yüksek üretim teknolojisi ile gelişmiş sanayiden yararlanmaktan mahrûm bırakmak içindir. Hattâ ve hattâ Batı tarafından oluşturulan ve bedava sayılabilecek olan işçilik düzeni, İslâm âlemi, üçüncü dünya ülkeleri ve -bilhassa- Hırıstıyan olmayan bölgelerde, Birinci ve İkinci Dünya savaşından bu yana askerî alan ı da kapsar olmuştur.

Meselâ Kuzey Afrika'da ve başka bölgelerde yaşanan birtakım büyük savaşlarda Müttefik Devletler ile Mihver Devletlerin kullandığı insânlar, müstemleke ülkelerden alınan askerlerden oluşmuştur ki bunların çoğu da Arab ve Müslüman ülkelerdir. Başka bir örnek verecek olursak: Fransa, Vietnam['da] "Dien Bien Phu Muhârebesi"nde özel kuvvetlerinden 16 binden fazla asker kaybetmiştir. Bunların arasında binlerce Cezayirli, Faslı ve müstemleke Afrika ülkelerinin askeri vardır ve birçoğu da Müslüman'dır.

Günümüze gelecek olursak: Birleşmiş Milletler ve Barış Güçleri'nin, kritik birçok bölgede ve özellikle de İslâm ülkelerinde bulundurduğu askerler arasında pek çok gönüllü ve paralı Müslüman (!) asker bulunmaktadır. Yani [bunlar] ya Müslüman (!) lejyonerler ya da -Batıl ı efendilerinin temsîlcisi sıfatını taşıyan- tâğût yönetimlerin sâhaya sürdüğü askerî bölükler[dir]! İşte Amerika'nın günümüzde yaptığı! Nitekim bazı ülkeleri istîlâ etmek için yine bizim ülkelerimizden aldığı askerleri kullanıyor. O ülkeyi işgal ettiğinde ise yine o diyârın çocuklarından askerî birimler ve polis teşkîlâtı oluşturuyor. Sonra onları kendi askerlerini koruyan zırhlara dönüştürüyor. Şimdilerde Irâk’ta olduğu gibi bizzât müstemleke kıldığı ülke insânlarını, kendi toprağının insânı olan o askerlere katlettiriyor.[1]

Hattâ onların hizmetine koşulan kölelik, uşaklık ve işçilik düzeni, ülkelerimizi işgale gelen emperyalist kuvvetleri eğlendirmek için ithal edilen Müslüman(!) kadınlar üzerinden genelev işletmeciliği ve eğlence tertîblerine kadar varmıştır. Nitekim bazı gazeteler ve medya organları, adına Çöl Fırtınası veya Kuveyt'in kurtarılması denilen İkinci Körfez Savaşında yer alan Amerikalı ve Batılı kuvvetler için civâr ülkelerden yüzlerce fâhişenin getirildiğini ve bunların Amerikalı ve Batılı askerleri eğlendirmek için o ülke hükümetleriyle yaptıkları antlaşmalar kapsamında geldiklerini belirttiler. Kuveyt'i kurtarma savaşında istirâhata çekildiklerinde râhat etsinler diye! İşbu 'yeni kölelik düzeni', 'eski kölelik düzeni'nin çağdaş bir üslûbla ve adına 'Avrupalı‒Amerikalı Beyâz Irk' dedikleri cinsin Medeniyetine yaraşır, onun dâhiyane zihniyetiyle bağdaşır bir şekilde yeniden avdet etmiş hâlidir.
1[Bu noktada Irâk çok çarpıcı bir örnektir. Irâk'ta, Amerika'ya ve onun bütün müttefiklerine karşı verilen direniş, kanaatimizce, dünya târîhindeki en büyük ve en şanlı direniş hareketlerinden biridir. Bu direnişin âdeta belini kıran asıl unsur ise Müellif'in yukarıda açıkladığı husûstur. Yani bazı sözde Müslümanların bu davaya ihânetleridir ki, Irâk'ta milisleri kimin kurduğuna ve mücâhidlere karşı en çirkin savaşı kimin verdiğine dâir detaylı bir araştırma ne demek istediğimizi anlaşılır kılar.

Râfızîlerin ve Peşmergelerin ne yaptığı malum, ama İslâmcıların, özellikle "Irâk İhvânı"nın târîhe nasıl geçeceğini merak edenler, Müellifin yukarıdaki satırları yazdığı târîhten sonrasını, bilhâssa 2005 ila 2011 arası târîhleri irdeleyebilirler. 2011'e kadar kaydının sebebi ise, kısaca, bundan sonraki süreç içinde bazı kendini bilmezlerin, meşrû bir cihâd davasını, ideolojiye evrilmiş bir harekete kurban etmesidir.]


 

Ahter

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2009
Mesajlar
5,252
Tepkime puanı
186
Puanları
0
Konum
antalya
3. İrâde'nin Düşmanın Yararına Etkisiz KılınmasıMüslüman ülkelerdeki mevcûd Firavunî düzenlerin kıskacında, hiç kuşku yok ki, s ıradan vatandaş ın irâdesi elinden alınmış ve rejim tarafından bastırıl ıştır. Hattâ fikir adamları, aydınlar; siyâsî, ictimâî ve iktisâdî faâliyyetler, etki çemberinin dışına çıkarılmış, rejimin her tarafa uzanan baskı organları marifetiyle irâdeleri, yine rejimin yararına kırılmıştır.

Bu musîbet, bu noktada nihâyete ermez. Daha ötesi şudur ki, Yeni Dünya Düzeni'nin gölgesinde bizzât bizim başımızdaki hükûmetlerin irâdesi de sömürgeci düşman ın irâdesi yararına, özellikle Amerika ile Avrupalı müttefiklerinin çıkarına ellerinden alınmıştır. Hem gizli hem de açık efendi Amerika'nın ve onun müttefiklerinin kontrolünde olmadan, ne bir ticâret anlaşması yapılabilir ne de bir silâhlanma programı! Ne bir hükûmet değişebilir ne de bir rejim dönüşebilir! Ne demokratik seçimler yapılabilir ne de askerî darbeler! Bu konuyla ilgili örnekler de İslâm dünyasının siyâsî târîhiyle ilgili özel ciltler gerektirecek türdendir. Bunlardan sadece bazılarını 'prototip' olarak şöylece sunabiliriz: — Hâfız Esed, 2000 yılında Suriye'de helâk olup gitti.

Amerika'nın --Yahûdî-- Dışişleri Bakanı [Madam] "Albright" derhâl gelip, "sulta"nın transferine denetçilik etti. Ondan sonra Kâhire, Amman, Şâm ve Tel Aviv arasında mekik dokumaya başladı. Bölgeyi ise ancak bir basın toplantısında -ve bütün küstahlığıyla- 'Amerika, Suriye'de sultanın transferi konusunda memnûniyyet içindedir' diyerek terk etti. Zîrâ Hâfız Esed, kendisinden sonra iktidâr tahtını büyük oğlu Basil için hazırlamıştı. Gelecek yıllar için petrol anlaşmaları düzenlenmişti. İsrail'le gizli uyum anlaşmaları imzalanmış ve onun adına benzeri başka baz ı entrikalar çevrilmişti. Ne var ki ecel Basil'i tez zamanda yakalamış ve bir araba kazasıyla âniden alıp gitmişti. Bu aşamadan sonra amcası "Rıfat Esed" iktidârı ele geçirmek için sahneye çıkmış ve Nusayrîlerin bazı ileri gelenleri onu desteklemişti. Bu arada Baas Partisi mensûbu bazı Sünnî subaylar da iktidâra tâlib olmuştu. Fakat Hâfız Esed, Amerika'yla ve onun müttefikleriyle yaptığı bazı tertîblerle İngiltere'de okuyan küçük oğlu Beşşâr'ı çağırtmış, akabinde anayasada düzenleme yoluna gidilip başkanlık yaşı 40'dan, Beşşâr' ın yaşı olan 36'ya [?! 34'e] indirilmişti.

Suriye Meclisi, sadece yarım saat süren âcil bir oturumla oylama yapmış ve babası öldüğünde yerine oğlu Beşşâr' ı getirecek karârı toplu hâlde almıştı. Yine bu karâr, Albright'ın gözetiminde ve hem yönetilen konumunda olup çoğunluğu teşkîl eden Sünnî kesimin hem de azınlık konumunda olup iktidârı elinde tutan Nusayrîlerin rağmına böylece alınmıştı. — Bu kitâbın konusu dışında kalan detaylara girmeden başka bir örnek daha verelim ki o da Kral Hüseyin'in veliahdı olarak [Ürdün'de] iktidâra getirilen ve Hâşimî Âilesi'nin rağmına yapılan tayînle ilgilidir.

Şöyle ki, Kral Hüseyin, kırk yılı aşkın bir süre boyunca kardeşi ve veliahdı "Emîr Hasan"ı iktidârdan uzak tutmuş ve onun yerine oğlu [günümüzde Kral] "Abdullah"ı atamıştır. Bu olayda da anayasa, oğlu Abdullah'ın karşısında engel çıkaracak pürüzler giderilerek düzeltilmiş ve bütün bunlar Kral Hüseyin'in hayâtının son dakîkalarında gerçekleştirilmiştir. — Başka bir örnek ise Kral Faysal'ın Suudi Arabistan'da öldürülüşüdür. Buna sebeb, bazı konularda, babasının bir Amerikan savaş gemisi üzerinde Roosevelt'e vaad ettiği bağlılık çizgisinden sapmasıdır. — Pakistan Cumhurbaşkanı Ziyâülhakk' ın öldürülüşü ve [bu ülkede] peş peşe atanan yöneticilerin denetlenmesi, nihâyet bir Amerikan askerî darbesiyle Pervîz Müşerref'in -Taliban' ı yok etmesi için- iktidâra taşınması diğer bir örnektir. Sonra Amerika Orta Asya'yı, Orta Doğu'yu, bunlardan önce ise Pakistan' ı işgal oyununu sürdürmek için Pakistan'a Amerikan tipi demokrasisini geri getirme sürecine jandarmalık etti.

Dediğimiz gibi, örnekler o kadar çok ki, bunları burada teker teker anlatmamıza imkân yok. Ama şunu bir kayıt olarak dikkatlerinize sunmak isterim: 1979 Humeyni Devrimi'nden hemen sonra Amerikan elçiliğine giren İranl ı öğrencilerin ele geçirdiği belgeler arasında, Amerikan istihbârât merkezi CIA'in, Orta Doğu'da kendisine uşaklık eden 250 binden fazla kişiye aylık maâş ödediği, bunlar arasında, ülke başkanlarından bakanlara, hükûmette veya muhâlefette yer alan parti yöneticilerinden ticâret adamlarına, sanatçılara, hattâ sokaktaki çöpçüye varıncaya kadar farklı birçok kesimin olduğu ve maâşların derecelere göre verildiği bilgisi vardı!!! Bütün bu anlattıklarımız siyâset âleminden...

Siyâset âleminden iktisâd âlemine geçecek olursak: — Suud hükûmeti, kendi ülkesindeki birtakım projeleri hayâta geçirmek için Amerikan bankalarından yüklü meblağlarda para çekmek istediğinde Amerikan hükûmeti buna, Amerikan ekonomisi bunu kaldıramaz gerekçesiyle itirâz etmişti. Kral Fahd Amerika'ya yaptığı ziyâret sonucunda bile Reagan'dan onay alamam ış ve elleri boş bir hâlde geri dönmüştü. Beri tarafta Reagan idâresi, Irâk'la yapılan Birinci Körfez Savaşı sırasında İran'ın petrol gelirini düşürmek istemiş ve bunun için Reagan, Fahd'dan bir varil petrolün fiyat ın ı 40 dolardan 15 dolara indirmesini [bir] telefon yoluyla taleb etmişti. Suud ise gelirini korumak için -daha doğrusu Amerikan‒Yahûdî bankaları, kendilerine akan Suud paraların ı korumak için Reagan'ın, günlük 5 milyon varil petrol üretiminin 15 milyon varile çıkarılması emrini de yerine getirmişti. Böylelikle Suud, 10.000.000 x 25 = 250 milyon dolar zarar etmişti. Petrol ithal eden sâir İslâm ülkelerine verdirdiği milyonlarca dolar tutarındaki zarar ise bunun d ış ında!

Milyonlarca mensûbu açlıktan ölen Müslümanların mâlı, güneşin doğup battığı her gün için bu kadar zarara uğratıldı. Hattâ petrol ithal eden bütün dünya ülkeleri de bu zarar çemberinin içindeydiler. Bunun Reagan'a maliyeti ise sadece bir telefondu. — Uluslararası mâlî kuruluşların [Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu/IMF gibi yapıların] Arab‒İslâm âleminin iktisâdî ve mâlî işleyişine müdâhalesi ise örnek vermemizi gerektirmeyecek derecede meşhûrdur. Sonuçta iş, günümüz itibâriyle İslâm ümmetinin kendi irâdesini yitirmesine ve düşmanın bu irâdeyi ondan çekip almasına varmıştır.

Ayrıca bu durum, ümmetin en özel alanlarına kadar ulaşmıştır ki o da günümüzde Amerika ile Batı'nın habire müdâhale edip durduğu, dilediğini ekleyip dilediğini çıkarmaya güç yetirdiği eğitim ‒ öğretim müfredâtımızdır. Hattâ iş, mescidlerdeki hutbelere kadar uzanmıştır. İpin ucunu bir kaçırdınız mı gerisi çorap söküğü gibi gelir! Hâsıl- ı kelâm, İslâm ümmeti, yöneticilerinin karşısında irâdesinden edilmiştir ve yöneticilerinin ise düşman karşısında irâdeleri elden gitmiştir.
4. Bütün İslâm Ülkelerinin Doğrudan veya Dolaylı Olarak Askerî İşgal Altında OlmasıGünümüz itibâriyle İslâm âlemi, kimi Yahûdî, kimi Haçlı, kimi Hindu, kimi ateist ve kimi putperest olmak üzere envaiçeşit kâfirin ya doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla işgali altındadır. Birçok bölge doğrudan doğruya işgal altında inlemektedir.


Filipin, Endonezya'nın bazı kısımları, Burma, Hindistan'da bazı [Müslüman] bölgeler ve Keşmîr, Doğu Türkistan, Rusya'daki baz ı Müslüman topraklar, Kafkasya, Çeçenistan, Balkanlar, Bosna, Kosova, Filistin, baz ı Şâm beldeleri, Fas'ın bazı mıntıkaları ve son olarak, amma velâkin sonuncu olmamak kaydıyla Irâk! Sırası geldiği belli olan Sudan! Listeye eklenme işâretleri verilen Suriye, Mısır ve bazı Arab Yarımadası bölgeleri! Geri kalan sâir İslâm ülkelerinin tamâmı ise, Batılı Haçlı devletlerin temsîlciliğini yapan mürted yöneticiler eliyle ve büyük kapitalist tekelcilerin ekonomik işgalinin kökleştirilmesiyle; düşmanların kara, deniz ve hava güçlerinin, aynı şekilde askerî üslerinin her tarafa yayılmasıyla; başta CIA ve FBI olmak üzere İslâm âleminin her köşesine ya alenî olarak ya da farklı kuruluşlar adı altında yayılan yabancı istihbârât birimlerinin bir ağ gibi dört tarafı sarmasıyla dolaylı yollardan işgal altına alınmıştır.
5. Kültürel ve Düşünsel Anlamda Düşmana BağımlılıkAskerî, iktisâdî, siyâsî ve güvenlik gibi alanlarda düşmanın işgali/hegemonyası altında olmak ümmeti, Yahûdî-Haçlı kâfir düşmanın çarkına kapılma belâsına dûçâr ettiği gibi beraberinde kültürel, sosyal ve düşünsel işgal evresini getirmiştir.

Nitekim bu yolda kânûnlar çıkarılmakta, programlar belirlenmekte, anlaşmalar yapılmakta; basın‒yayın organları, eğitim‒öğretim müfredâtı ve kültürel alanlar ile ilgili projeler, toplumlarımızı batılılaştırmak ve yapısı dönüştürülüp sömürgecinin isterleri doğrultusunda tekrar şekillendirilmek üzere devreye sokulmaktadır. Gâhî insân hakları, gâhî kadının özgürleştirilmesi, gâhî kültürel birliktelik, gâhî sosyal ilerleme ad ı altında; bazen eğitim‒öğretim programların ı modernleştirme, bazen de toplumların yapısını yeniden biçimlendirme programları vb.vs. gerekçelerle yapılan yapılmıştır.
Öyle ki düşmanın eli, çocukların -ilkokul aşamasından başlamak üzere- bütün eğitim‒öğretim programlarına kadar uzanmıştır. Bu yolda ilkin Birleşmiş Milletler ve UNESCO programları devreye sokulmuştur. Derslerde ne okutulup ne okutulmayacağı hakkında karâr mekanizması gibi hareket eden Batılı Devletlerin Elçilikleri de işin tuzu biberi! Daha ötesi tâğûtî hükûmetler, efendilerinden aldıkları emirler doğrultusunda, Cuma hutbelerinde dahi nelerin söylenip nelerin söylenmeyeceğini sınırlama yoluna gitmişlerdir. Öyle ki, Yahûdîleri ve Hırıstıyanları kötü bir şekilde anmayı dahi yasaklamışlardır. Sözüm ona tevhîd ülkesi Suudi Arabistan'da bile!

Gazete ve dergilerde, kültür ve edebiyat alanlarının tamâmında nelerin yayınlanıp nelerin yayınlanmayacağı husûsunu da bunlara ekleyin. Batı'nın bizim ülkelerimizdeki hükûmetleri, dinimizin temelleriyle, gelenek ve göreneklerimizle çelişen sosyal programlarla ilgili anlaşmalara imza koymaya zorladığı malûmdur. Amerika Savunma Bakanı "Rumsfeld"in ilân ettiği fikirlerin [/medeniyetler] çatışmasıyla ilgili haberler hiç kimsenin meçhûlü değil! Ayrıca düşünme ve yaşam biçiminden yemek yeme tarzına, giyinme biçiminden ta banyo-tuvalet konseptine varıncaya kadar Batıyı taklîde teşne toplumsal kesimlerimizi ise hiç anmayalım!

Hülâsa Kısacası bunlar yirminci yüzyılın son yetmiş yılında Müslümanların baş ına gelen hâllerle ilgili bazı görünümlerdir. Felâketin başladığı ve peyderpey aşama katettiği nokta ise Hilâfetin düştüğü, bunun akabinde Müslüman diyârların Haçlı işgali altında müstemlekeler hâlinde bölündüğü zamanlardır. Sonraki musîbet evresi "Bağımsızlık Hükûmetleri" denilen dönemle gelir.

Sovyetler Birliğinin çöküşü, Amerika'n ın ve NATO bünyesindeki Avrupalı müttefiklerinin, adına "Yeni Dünya Düzeni" denilen ve doksanların evvelinde başlayıp günümüze kadar devâm eden süreçte sâhaya tek başına hâkim olmasıyla da bu musîbet zirvesine ulaşmıştır. Bütün bu yıkım sürecinde, İslâm'ın taşıyıcısı ve koruyucusu konumunda olan âlimlerle davetcilerin, adına İslâmî uyan ış cemâatleri ve cihâdî hareketler denilen kesimlerin bir karş ı duruş göstermesi gerekirdi. Ne var ki geçen son kırk yıl içinde -gelecek bölümlerde tafsîlâtıyla açıklayacağımız gibi- zor doğum sancıları yaşandı.

Hülâsası ise şudur: İslâm âleminin bütün ülkelerinde, Ehl-i Sünnet olarak bilinen dînî yapıya mensûb çoğunluk âlimlerin, ya yöneticilerin karş ıs ında nifâk labirentlerinde dağıldıkları ya da dine karşı ihânetlerini ve yeni sömürgecilere uşakl ık vazîfelerini gerekçelendirmek için ipe sapa gelmez bahanelere sarıldıkları veya emr-i bi'l-marûf nehy-i ani'l münker, kezâ, fâsık, zâlim ve kâfir olan zorba sultânlar karşısında hak sözü söyleme vazîfesinin getireceği bedelden kaçmak için meskenet deliklerinde ve zorlama yorumlar içinde yitip gittikleri görüldü. Hilâfet'in düşüşünden kısa bir süre sonra yola koyulan ve adına İslâmî uyanış denilen harekete gelince; kendi ülkelerinin hükûmetleriyle yaşadığı çatışmalardan, tırnakları sökülmüş ve evcilleştirilmiş bir hâlde çıktı. Adına 'İslâmî!' denilen partilerin ve siyâsî teşkîlatların bölüştüğü bir parsa hâline geldi.


Yolun ortasında bir yerde, bu arada çoğu ilkelerinden, söylemlerinden, programlarından ve -Allah cümlesine rahmet etsin- ilk kurucuların ın düşüncelerinden sıyrıldıktan sonra [bunlar,] câhiliyye ile birlikte belli yerleri işgal eder oldular. Böylece, "Gâyemiz Allah't ır! Önderimiz Resûlullâh't ır! Düstûrumuz Kur'ân'dır! Yolumuz Cihâd'dır! En yüce arzumuz Allah yolunda şehîd olmaktır!" şeklinde olan söylemleri, "Gâyeleri Parlamento, önderleri Batı usûlü demokrasi, anayasaları laik anayasa ve yemînleri bunun üzerine, yolu seçimler, en yüce arzuları ise küfür hükûmetlerinde koltuk kazanmak!" gibisinden bir şeye dönüştü. Müslümanları, Selef-i Sâlih'in üzerinde olduğu sahîh itikâda döndürmek için yola koyulduğu farzedilen Akîdevi uyanış hareketine gelince; bunların çabaları, akademik cedellerle; bidat çeşitlerine, kabir ve türbelere karşı savaş meşgûliyyetiyle dağılıp gitti.

Nihâyetinde ise "İrcâ" düşüncesine; melikleri, sultânları, yetki sâhiblerini takdîs ve onlara muhâlif olanlara karşı mücâdele limanına demir attı. Onlar da parlamentolara doğru koşturmak nasîbinden paylarına düşeni aldılar. Islâh odaklı hareketler, tasavvuf ve teblîğ gibi cemâatler ise abesle iştigalde ve Müslümanların yaşadığı gerçeklikten uzaklaşma yolunda ilerledikçe ilerlediler. Silâhlı cihâdî kanada ve birçok İslâm ülkesindeki örgütlerine gelince; pek güzel bir fedakârlık örneği sundular ve altmışlı yılların başından bu yana ellerinden geleni ortaya koydular.


İslâmî hareketlerin yerine çakılmışlığı ve onları yardımsız bırakışı, aynı şekilde ümmetin genelinin nemelâzımcılığı, gevşekliği ve yitmişliğinin hâkim olduğu bir ortamda ferdlerini ardı ardına kurbân verdiler. Düşman karşısında yalnız bırakıldılar. Mücâhidler ve onların öncüleri, adlarını Allah yolunda şehîdler, esîrler ve sürgünlere mahkûm edilmişler defterine kaydettiler. Sindirilip-bastırılmış, yerli yerine çakılmış ve paramparça kılınmış bir ümmet içinde 'Ashâb- ı Uhdûd' misâlinde olduğu gibi ateşten hendeklere doğru yürüyen yeni şehîdler oldular. Öyle bir ümmet içinde ki, halklarının çoğunluğu Allah'ı unutmuş, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onları pek meşakkatli bir hayâta dûçâr etmiştir; Allah'a karş ı kâfir olan ve düşman kânûnlarıyla hükmeden hükûmetlere; kimisi âciz kimisi münâfık ve bu ümmetin uyuşturulmasında en büyük paya sâhib âlimlere, İslâmî uyanış davetcileri denilen ve birçoğu 'cehennem kapılarındaki davetciler' hâline gelen davetçilere mahkûm kılmıştır. İşte böylelikledir ki Firavunî hükûmetler, mücâhidlerden geriye kalan birlikleri katliâmlara, hapislere, işkencelere ve sürgünlere tâbi tutmayı başardı.

Cihâd merkezlerinin biri diğeri ardınca yıkıldı ve daha yirminci yüzyıl çıkmadan cihâdî çabaların çoğu parçalanıp dağıtıldı. Geride kalan ve yürüdüğü yolda azminden tavîz vermeyen öncülerinin çoğu ise hicretin, sürgünün ve gurbetin bin türlüsüne mecbûr ve mahkûm edildi. Öyle ki beşeriyyet târîhinin, ehl-i hakkın kovuşturulması nâmına şâhid olduğu en büyük kovuşturma hâlini yaşar oldular.
Evet, yirminci yüzyıl ve Mîlâd' ın iki bininci yılı geçip gitti. Yirmi birinci yüzyıl ın ve üçüncü bin yılın kapılarına dayandık. Bu kapıları, Amerika ve NATO [üyesi] Avrupa ülkelerinden olan müttefikleri, İslâm'dan ve Müslümanlardan kendilerine -şimdi ve gelecekte- stratejik ve târîhî düşman edinen plan-programlarla açtılar. Politikalarını, Hıristiyan Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasında/"Medeniyetler Çatışması" dedikleri tezin temelleri üzerine oturttular; Üçüncü Haçlı Seferlerine açık ve alenî bir şekilde 'start' verdiler.
 
Üst