Klavyemle beste yaptım yazdıklarıma

saf deha

Profesör
Katılım
26 Kas 2007
Mesajlar
1,307
Tepkime puanı
120
Puanları
63
Konum
ankara-kayseri

1966

Yazmak… Her saniye ne yaptıysam, ne söylediysem, ne yediysem, ne içtiysem, ne giydiysem, kime baktıysam, kimi yıktıysam… Hatta rüyalarımı! Tamam yazayım ama binlerce sayfa tutar yazsam … Her güne bir sayfa desem, yılda 365 sayfa. 80 yılda 29200 sayfa… Neredeyse küçük bir kütüphaneyi dolduracak kadar çok sayfa. Acaba bir insan ölene kadar bu kadar sayfa okuyabilir mi? işin gerçeği kimse günlük tutacak kadar tutkulu ve günde bir sayfa da yazmaz. Yazarı bile…Ama ölüp dirildikten sonra bu sayfalar okunmak yerine sorgulanacak olmasını düşünmek daha zor olanı…

Yazmak… Kim gerçekleri günlüğünde itiraf eder gibi yazar ki? Her yaşadığını vicdana bağlar… Çektikçe yularını yazdığı yalan olur. Yaptıkları değil, hayalleri ve düşleri sayfaları doldurur. Okuyanı bu yalana kanar… Su içer gibi kana kana okur. Okurken cennette yaşar hisseder. Yalnızca içinde kalan yazarın gerçek izlerinin ve yaşadıklarının altını çizer okuyucu farkında olmadan. O kadar gerçek doludur ki, okuyanında yaşamadığı, yaşayamadığı kitabın kapağı kapandığında karanlığında o altı çizilen gerçekler hapis olur. Sonra da tozlanarak çürür. Ancak ölünün dirildiği gün o da dirilir, kimine sağından kimine solundan bu kitap verilir… Oku denir… Hatırlanır görselleri ile. Ben ne yaptıma karşılık gelen bir deva yoktur artık, ebediyen.

Yazmak… Matematik ve fen kalıplarını dökmek içine… Tesfiye betonu nasıl atılır, çimento ile nasıl peydah yapılıp şap adını alır. Yahut üstüne yapıştırıcı ile kare kare ince plastik plakalar yapıştırıp döşendiğinde marley adını alıp, üstünde yürüyen çocukları görürsün. Okumaya ve öğrenmeye için marleyin üzerine bastırılırlar… Sıraları doldururken, bu bilgiyi kabul etmemeye inatla direndiklerini, eğlendiklerini… O marleyin üzerine bastıklarını, hatta kırıp dağıttıklarını görürsün… Tıpkı mezarlıkları kaybolmuş kişilerin kabirlerinin üstüne basar gibi… Kemikleri çürümüş, toprağa karışmış, orada yaşadıkları unutulmuş, bağırdıkları, mutluyum dedikleri uzayda yayılıp yok olmuş, diferansiyel teorisi gibi… Metafizik kavramları içinde manasızca bakan gözlere, o sıralarda öğrenmek gerektiğinin anlatılamaması gibi… O kadar formülü, o kadar yazılan sayfayı hayatın hangi yerinde kullanacağım, bu boşuna hamallık diyenin gülümseyişi… Aklın delirmesi, frekeştayn akılda korku filmleri üretir gibi. Adına da bilim kurgu deriz ya!

Yazmak… Öyküler, fıkralar, tiyatroda oyun senaryoları… Yazıp, bestelenen müzik eserleri… Armonisinde dans etmek! Ölümü anlatırken o müzikle eğlenmek…Hırsız birinin dosdoğru ol diyen şarkının sözlerini dinlerken, dinlemekten zevk alması gibi! Savaş ve öl diyen sözlerin yeşillere eğlence olması gibi… Yazılıyor ve gülüyoruz. Bizim başaramadığımızı, ayıpları, sıkıntıları deşifre ediyorlar aslında. Bizim kabul etmediklerimiz aslında o gülüp alkışladıklarımız. Müzikle kendimizden geçiyoruz.İçindeki sözler yaşam felsefemize ters olsa bile…

Yazmak … İlahi kitap içindeki ayetler… 30000 küsür saftanın altını çizip de 600 sayfanın derinliğinde bizi yormadan anlatan… 300000 sayfa bile okuruz da onu okumayız ya! Hani İslam tebliğ edilirken namaz ve zekat olmazsa olmaz denilirdi tebliğde… Yirmi dört saat namaz kılalım ama zekat vermeyelim diyorlardı, adeta pazarlık yapıyorlardı… işte zekat altını çizdiğimiz, Kur’anın bütünü. Almak istiyorsan vermelisin…. Duygudaş olmalısın. Bu gün bana yarın sana, etme bulma dünyası dediğimiz… Ne kusur ararsan o kusuru yaşamadan ölmezsin gibi… Okumak namazsa, zekat o okuduğunun altını çizmektir. Kimse vermeyi istemez, benim malım ben kazandım der. Veren gibi cömert değildir, aslında nankördür.

Yazmak… Kur’an varken gerekli mi, gerekli… Çünkü Kur’anın yazdıklarını yazıyoruz aslında. Hani Kur’an okumayana, onu yazdıklarımızla çaktırmadan okutuyoruz. Çaktırmadan altını çizdiriyoruz. Bunu yaşamak gerekir, başkalarına dikte etmeliyiz diyoruz. Okumayana okutmaktır yazmak. İçimizde her ne kadar hayalleri de yansıtsak da, okuyan bizim gerçeğimizi, Kur’anın gerçeğini görebiliyor. Tıpkı İbrahim’in Rabbini araması gibi… Tıpkı Veysel Karani’nin otların ve koyunların arasında, safi doğada gerçeği görmesi gibi… Akıl var ve gören görüyor işte! Kabul etmese de altını çizecek kadar Allah’ı görme becerisine ve bilgeliğe sahip her insan. Kabul etmese zalim, etse alim oluyor.

Yazmak… Düşünme okuyan olur mu diye… Sen görevini yap…..

Saffet Kuramaz
 
Üst