Ahver
Âsî İşgâl Kuvvetleri
- Katılım
- 24 Tem 2007
- Mesajlar
- 2,871
- Tepkime puanı
- 701
- Puanları
- 0
İNCEYİM…
Bugün inceyim…
Yara almış bir kadırgaya ağzını hevesle açan okyanusa benziyor ruhum. Onun ölümcül dalgaları, allak bullak ediyor sözcüklerimi. Sahibini, terk edenin izlerinden korumak için, odalarına ışık çağıran bir eve benzemiyor inceliğim. Benzemiyor çünkü bir giden yok, bir çağrıya karşılık da değilim…
Bugün inceyim…
Fakat bu, sadece bir anne tarafından doldurulabilecek kocaman bir boşluğun ortasında, takatsiz, titrek bir muma dönüşmüş olmamdan da kaynaklanmıyor. O boşluk gittiğim her yerde etrafımdaydı ve o mum; yolunu kaybetmiş bir mekkarenin sönmesinden korktuğu meşale gibi, is tutarak yanıp durdu gözlerimde. Biliyorum ki, bu da sebebi inceliğimin…
Taşra kırlarını özlemiş olmam da beni bunca inceltmez. İğdelerin göğsüme bıraktığı sersemletici kokuyu anımsamak bana çokça iç geçirtir o kadar. Yeşil bayırlara uzanmış bir yeniyetmeyi sıkça hatırladığım olur elbet. Ancak, gülümseyerek yemlikler, kuzukulakları, yaban kirazları yiyen yazdan kalma o çocuğu her hatırlayışımda ilk yaptığım tebessüm etmektir. İncelmem böyle zamanlarda…
İtiraf edeyim ki, dersten çok haylazlığa meyilli ergenliğimi hatırlamak da büyük bir etki bırakmaz üzerimde. Sıvası atmış sınıflarda, çoğu karamsar, çoğunun sesleri buyrukçu, her hevese bir cezayla karşılık veren, sürekli kurallar öğütleyen bazı adamların içimde neleri öldürdüklerini zamanla öğrendim. Arkadaşlarımla ilgili anılarım cansız, pek çoğunun nerede olduğunu bilmiyorum bile. Bende izini sürecek, beni bunca inceltecek ışıklı bir nokta kalmadı o günlerden…
Bugün inceyim…
Ama uzun ve loş fakülte koridorunu; sürekli dumanlı, sürekli tartışılan kantini özlediğim için değil. Tamam, insanla giysisi arasında kurulan o garip tasarıma yenik düşüp, ben de yıpranmış bir gocuk taşırdım sırtımda. Tartışmaların ve kitapların bölüm sonlarının ardından, biraz önceki görkemini acayip bir ejderhaya yem etmiş gibi suskunlaşıveren, adını bilmediği bir adaya çekilip, kendi içi için azcık teselli arayan gençlik mangasının bir yerlerinde ben de dururdum. Dururdum ve bakardım ki, bizimkisi hiç ödüllendirilmemiş çocukların, krallar için tertiplenmiş bir merasimde renklilik olsun diye araya sokuşturulduğu bir isyankarlık oyunu; kendimize tutkumuzdan dolayı içine düştüğümüz bir tuzaktı. Bir tuzak ancak kindar yapar insanı, inceltmez…
Birkaç genç arkadaşımı kaybettim, Ertuğrul’u mesela. Her tanesi apayrı değerli taşlardan yontulmuş bir tespihe benzerdi. Büyük bir tevekkülle dokunarak geldiği yirmi yedinci tanede ip koptu ve Ertuğrul’un başı, duasını henüz tamamlamamış bir imame gibi toprağa uzandı. Ben kışladaydım o vakit, ağustos güneşinin altında eriyip gittim. Annesi kocaman bir tencerede yahni pişirirdi bize, bazen çamaşırlarımı yıkardı. Dünyanın tortusu bende biriktikçe onu düşünürüm, beni hayatın geçiciliğine inandırır, hafiflerim. Ama yine de onu hatırlamaktan duyduğum incelik bambaşka; keşke telifi kabul olsa… Yalnızca Ertuğrul gibi bir arkadaşı olanlar ve onu kaybedenlerin hissedebileceği türden bir incelik bu…
Bugün inceyim…
Ne savaşlar, ne düşen kentler, ne karmaşa, ne kaos; hiçbiri, hiçbiri değil inceliğimin sebebi. Sanki yeryüzünde hiç kimse yok, bir tek ben varmışım gibi; sanki ilk insanın yeryüzüne atıldığında duyduğu o gariplik, o yalnızlık, o şaşkınlık, milyarlarca insanın bilinçaltından geçerek gelip bende konaklamış gibi; sanki bütün gövdem iyilikle yıkanmış ve her şeyi affetmeye hazır hale getirilmiş gibi…
Bugün inceyim…
Ama ne yaşadığım dünyayla, ne öteki insanlarla, ne geçmişimle ilgili değil inceliğim. Sanki her şeyden koparılmış ve kendi insanlığımla baş başa bırakılmışım gibi: Yalnızca benimle, benim ruhum arasında…
Ali Ayçil
Efsun Hayal'den hatıra...