Imparatorluktan küreselleşmeye

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
İMPARATORLUKTAN KÜRESELLEŞMEYE

ALPEREN GÜRBÜZER
Genellikle imparatorluk denilince farklı ırk ve dine mensup toplulukların belirli hanedan mensubu liderince yönetilen devlet akla gelir. Böyle bir devletin dizginlerini elinde tutan liderse imparator olarak karşılık bulur. Karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur. Çünkü gücünü bağlı olduğu dine dayanarak imparatorluğunu sürdürmekte. İşte Bizans hanedanının imparatorluğunu Patrikhaneye dayandırarak sürdürmesi, keza Roma Germen hanedanının da imparatorluğunu Roma kilisesine dayandırarak sürdürmesi bunun en çarpıcı örnekleridir. Malum, İngiliz Kraliçesi de Anglikan kilisesine olan bağlılığıyla imparatoriçeliğini taçlandırmakta. Tüm bunların dışında icabında batıda aynı hanedan mensubu içerisinden kendi soy kütüğüne yakın bir başka topluluğun başına geçip imparator olmakta vardır.
Peki ya Osmanlı hanedanında durum nasıldı? Malum, Osmanlı hanedanlığının batıdan en belirgin farkı, sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Öyle ki Osmanlı farkını bir yandan maiyetine aldığı Müslim tebaayı halifelik esasına göre idare ederek, diğer yandan da maiyetine aldığı gayrimüslim tebaayı millet-i hâkime esasınca yöneterek ortaya koyacaktır. Zaten farkı fark ettirende bağrında beslediği onca milletin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmadan adil yönetmesidir. İster adına halifelik, ister millet-i hâkime denilsin hiç fark etmez, sonuçta Devlet-i Aliyye’nin üç kıtada altı yüzsene adalet kılıcı olarak kalış gerçeğini değiştiremeyecektir. Tâ ki Fransız ihtilaliyle tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar, işte o zaman adalet kılıcımız işlemez hale gelip artık bir arada yaşamanın hiçbir esprisi kalmaz da.
Hele Osmanlı düşmeye görsün bir anda toprağımızdan mantar sürüsü ulus devletler ve uluslararası paktlar türerde. Türedi de ne oldu sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte uluslaşma süreci küreselleşme kıskacı altına girecektir. Derken sınırların pek önemsenmediği bir sürü bölük pörçük devletçikler ağıyla örülü bir dünya ile kala kalırız. Zaten vahşi batıdan başka bir şey beklenmezdi, çünkü onların cemaziyülevvelini çok iyi biliriz. Hani huylu huyundan vazgeçmez ya, aynen öyle de tarihe şöyle bir göz attığımızda batı dünyasının kınında hiç durmadığı görülecektir. Bir bakmışsın sistemini toprağa bağlı feodalite üzerine kurmuş görürsün, bir bakmışsın Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin iştah açıcılığıyla sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın müşterekliğine dayalı bir yönetim modeline geçiş yaptığını görürsün. Yine bir bakmışsın ticari sömürgecilikten akan finansmanla burjuva sınıfı doğup hızla sisteme dâhil olduğunu görürsün. Bilhassa bu süreçte tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı üzerinde sömürgecilikten akan sermayenin getirdiği zenginlikle dünyamız küresel baronların ticari rekabetine sahne olur bile. Hele ileriki yıllarda birde bunun üstüne Ortadoğu’daki petrollerin kokusunu aldıklarında adeta keyiflerine diyecek yok süreçte kan ve gözyaşı üzerine kurulu bir küresel sistemin dizginlerini ellerinde tutacaklardır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz petrol kokusu böyle bir şeydir pastadan pay kapma uğruna icabında I. Dünya savaşı kopartılabiliniyor.
Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan bir savaştı. Aç gözlülük, servet hırsı budur. Ne hazindir ki altı yüzsene adaletiyle kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı arkadan hançerleyecek derecede savaş çıkartılabiliyor. Zaten çıkartmasalar şaşardık, buna el mahkûm, dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan vurmuş, yok şuymuş, yok buymuş bunlar hep işin kılıfı, işin asıl arka planında İngiliz Lawrence oyununun gördükten sonra bizi artık kandırıp yutturamazlar elbet. İşte, İngiliz oyunu bu ya, içimizde ve dışımızda tertipledikleri bin bir türlü entrika ve kışkırtmaların neticesinde bir sabah uyandığımızda bir baktık ki asırlardır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız topluluklar avucumuzdan uçuvermiş, yani bizden kopartılıp kendi devletlerini kurmuş gördük. Tabii bu kopuş kervanına Müslim tebaadan Lübnan civarına konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde katılır.
Her neyse, vahşi batı feodalite, derebeylik, krallık derken bu kez kozu postuna soyunup J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı bir fikri anlayışı egemen kılmak için uluslaşma sürecine girecektir. Her ne kadar bu süreçte Fransızlar beş cumhuriyet deneyimi yaşasa da en nihayetinde Krallık idaresine son vermesini bileceklerdir. Hiç kuşkusuz bunda Rönesans ve sanayileşmenin etki payı çok büyüktür. Hatta 1877 Fransız ihtilalı sonrası bu değişim ve dönüşümden bütün dünyada payına düşeni alıp uluşlaşma süreci hız kazanacaktır. Yukarıda da belirttik ya batı hiçbir zaman kınında durmaz, malum öncesinde üzerimize tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, daha sonrasında kültürlerini yerleştirerek üzerimize geldiler ve en nihayetinde İsrail’i içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip onun kontrolünde Ortadoğu’da bir sürü bölük pörçük devletler kurarak geldiler.
Kültürüyle ve sistemiyle üzerimize geldiklerinde maalesef Fransız modeline kendimizi kaptırmışız. Bari kaptırmışken hiç olmazsa mevcut sistemler içerisinde Osmanlı sistemine en çok benzerlik gösteren İngiliz Anglo-Sakson modeline kaptırsak fenamı olurdu. Öyle ya, Anglo-Sakson modeli madem ucundan kıyısından da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde ne diye Fransa’nın Napolyon kodlarına daldık ki. Napolyon kodlarına daldıkta sanki başımız göğemi erdi, tam aksine kendimizi bir türlü sonu gelmez suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson kodlarına dalsaydık kısır tartışmalardan uzak bir halde usuletle suhuletle birey devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik. Ve bu ilke doğrultusunda “sadece devlet laiktir, asla birey laik olamaz” deyip yarınlarımızı boşa heder etmeyecektik. Tabi Fransız modelini körkütük örnek alınca ister istemez sesimizde kısılıverdi. Yetmedi insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürülüp can evinden vurdular. Tabii Osmanlı modeline daha yakın gözüken Anglosakson kodlara dalmayıp Fransız kodlara dalınca olacağı buydu. Düşünsenize yıllardır Devlet baba bildiğimiz devletimize bile Fransız kalıp buyurgan devlet yapısıyla yüzleşiverdik. Tahmin etmişsinizdir bu tabloda yüzleştiğimiz o devletlû zevatı, malum buyurganlıkta onların eline hiç kimsenin su dökemeyeceği cinsten diyebileceğimiz Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyetten başkası değil elbet. İşte sıraladığımız bu yüzler devletimizle milletimiz arasında derin uçurumlar açarak yarınlarımızı çaldılar.
Hadi yarınlarımızı alınlarının akıyla çalsalar belki gam yemeyiz, içimize yılan gibi sokulup bin bir türlü hile ve dolaplarla bizi kandırıp yarınlarımızı çaldıkları içindir hala gamlıyız ve öfkemiz dinmişte değil. İşte bu yüzden deriz ki; İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, bizim bin bir türlü nice hile ve oyunlara aldanışımızdan kaynaklanan batının uyanışı söz konusudur. Ancak Batı’nın uyanışı İslam medeniyeti sonrası bir uyanıştır. Her ne kadar tarih Hilal ve Salibin birbiriyle kıyasıya kapışmasına şahitlik yapsa da, bu sadece görünen yüzü bir şahitliktir. Birde bunun görünmeyen bir yüzü vardı ki, o yüzde Haçlının İslam medeniyetiyle yüzleşme gerçeği vardır.
Evet, her Haçlı seferi aynı zamanda medeniyet kodlarımızla yüzleşmek demektir. Ve bu yüzleşme uyanışlarını beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bildiğimiz uyanış olmayacak, tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir uyanış olacaktır. Yani insanlığın susuzluğunu gideremeyecek maneviyattan yoksun maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu, dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir. Nitekim Kur’an’da bu hususta mealen zikredilmiş ayette var: “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer” diye. Gerçekten de Osmanlı hazır hasta yatağına düştüğünde I. Cihan savaşıyla birbirlerine girip imparatorlukların sonu gelir de.
Tabii ortada elde avuçta kayda değer imparatorluk kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda görücüye çıkacaktır. Ama bu görücü fikir pek uzun sürmez küresel söylemlerin gölgesinde kalacaktır. Ne de olsa Ortadoğu’ya İsrail çıbanbaşı devlet olarak yerleştirilmiş durumda lüzum hissedilmezde. Artık bundan böyle dünyayı beş büyük devletin kontrolünde bir küreselleşme fikri için start verilecektir. Tabii bu yeni karşılaştığımız küreselleşme dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türü bir küreselleşme dalgası olmayacak elbet, tam aksine yaşadığımız dünyayı küresel baronların insafına terk edecek, yani devasa şirketlerin avuçlarında dünyayı cehenneme çevirecek bir küreselleşme dalgası olacaktır. Bilhassa 1980 yıllarına gelindiğinde küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yapıp ulus devlet anlayışının pek önemi kalmaz da. Tabi küresel baronların aç gözlülüğünde biricik değer para olunca milli söylemlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Nitekim bunu 1999 yılında katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev ödevini yap öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda görmek mümkün. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’ye verilmek istenen mesaj milli gömleğinizi çıkarınızda öyle gelin şeklinde bir mesajdı bu, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı. Doğrusu o günkü konjonktürel şartlarda demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar cilalanmış olarak sunulmuş olsa bile epey zamandır bu kavramlara hasret kaldığımız içindir kulağa hoşta geliyordu. Ama ne var ki patenti bize ait hasret çektiğimiz kavramlar üzerinden bam telimize basıp ayar çekeceklerdir. Öyle ya bir zamanlar dünyaya insanlık nedir, medeniyet nedir, özgürlük nedir dersi veren milletken, bu kez bize Batı ders vermeye kalkışır pozisyon alır. Yinede her şeye rağmen biz hiçbir komplekse kapılmadan bu kavramlara dört elle sarıldıkta. Her ne kadar küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değilde kendi çıkarları uğruna kullansalar da biz bize yakışanı yaparaktan içi boşaltılmış bu kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde köşe başlarını tutmuş özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların daraltmış olduk. Samimiyetimizi ortaya koyarak çıkardığımız yasalar bizim faydamıza oldu diyebiliriz. Öyle ki bundan böyle köşe başlarını tutmuş vesayet odakları insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak diretip her on yılda bir darbe yapamayacaklardır.
Aman Allah’ım neydi o kara kâbuslu yıllar. Seçilmişlerin hiçbir hükmü olmadığı, atanmışların ali kıran baş kesilip borusunun öttüğü yıllardı. Ta ki 2002 yılında Tayyip Erdoğan tek başına iktidara gelir, işte ilk icraat olarak Avrupa Birliği kartını kullanaraktan çıkarılan özgürlükçü yasalar heveslerini kursaklarında bırakmaya yetecektir. Derken yeniden ‘kökü mazide ati olmak’ doğrultusunda ümitler yeşerip vesayetçi zihniyetten kurtulmanın yolu açılır da. Hele ilerleyen yıllarda hükümet Avrupa Birliği uyum yasalarını tek tek yürürlüğe koydukça o nispette vesayet odaklarının beli kırılır bile. İyi ki de hükümet başlangıçta Maastricht ve Kopenhag kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya beşten büyüktür diyecek noktaya gelir. Derken Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalmaz da. Artık inisiyatif ortaya koyacak noktadayız.
Evet, şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Artık Avrupa’da işler tamamen sarpa sarmış durumda gözüküyor. Üstelik düştükleri kuyudan Türkiyesiz çıkmaları da pek mümkün gözükmüyor. Sanki bu kez küresel ibre Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, şimdi Nizam-ı âlem ibresine omuz verip çağlar üzerinden sıçrama zamanıdır. Nizam-ı âlem ibresine ivme kazandıralım ki bir an evvel tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1734/imparatorluktan-kuresellesmeye.html
 
Üst