Îlay-ı Kelimetullah davası

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
Îlay-ı Kelimetullah davasıSELİM GÜRBÜZER

Îlây-ı Kelîmetullah’ın anlamı ‘Allah adını yüceltmek’ demektir. Hele bir insan iç ve dış dünyasını Lafza-i Celâl (Allah lafzını) zikriyle cilalamaya dursun bir anda eşrefi mahlûkat olarak yücelir de. Hele birde Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhundan uzak kala dursun, Allah korusun esfeli safilin mertebesine düşmesi an meselesidir. Öyle ya, kalp Allah’ı zikretmezse iç ve dış âlem Allah’ın nurundan yoksun kalacaktır. Hele ki yaşadığımız şu fani dünyada maneviyattan uzaklaşıp maddeleştikçe Allah’ın zikrinden gafil kalınabiliyor. Ama her şeye rağmen yinede ümitsizliğe kapılmamak lazım gelir, olur ya Allah adını hayatta birkez olsun canı gönülden andığımızda işte o anımız kurtuluşumuz olurda. Şayet hayatta bir kez değil de bir ömür boyu Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kaldığımızda, biliniz ki Allah’ın huzuruna sıratı müstakim üzere varacağız demektir. Böylece “Velinin kerameti müminin istikametidir” sözü ruz-i mahşerde tecelli etmiş olur. Hem nasıl tecelli etmesin ki, melun şeytan kesin kes gayret edip istikamet üzere yaşayan müminden kaçmakta, gaflet içerisinde olan müminden asla kaçmamakta. O halde neydik edip Allah yolunda gayret edip şeytanı kaçırmak gerekir.

Madem beşer planında Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna uygun gayret edildiğinde melun şeytanı iç ve dış dünyamızdan söküp atılabiliyor, o halde devlet bazında da iç ve dış mihraklı şeytani ihanet odaklarını aynı azim ve kararlılıkla gayret ederekten söküp atmak pekâlâ mümkün. Yeter ki davamız ulvi dava olsun gerisi gelir elbet. Malum İslam öncesi ve İslam sonrası birer mefkûrelerimiz söz konusuydu. Birincisinde, yani İslâm öncesi Türklükte ‘Cihan hâkimiyeti mefkûresi’ uğruna savaşmak varken, ikincisinde yani İslam sonrası Türklükte ‘Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem mefkûresi’ uğruna savaşmak vardı. Anlaşılan o ki; İslam öncesi cihan hâkimiyeti mefkûremizle aslında bir kuru cihangir dava gütmüş oluyorduk. Oysa asıl arzu edilen davaya İslam sonrası Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem mefkûremizle kavuşmuş olduk. Çünkü iç ve dış şeytani odakların planlarını böylesi cihat karakteri kazanan mefkûremizle ancak alt edebildik. Zaten Allah adını tüm cihanda yaymak davası gütmeseydik ne mümkün ki cihana bir güneş gibi doğup İslam’ın adalet kılıcı bir payeyle şereflenelim.
Hiç kuşkusuz böylesi bir şeref tablosunda yer almamızda Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin Türk’ün ruhuna üflediği nefes çok mühimdir. Öyle ki bu nefes bizi Orta Asya’dan alıp Anadolu’ya, Anadolu’dan alıp Balkanlara, Balkanlar’dan da alıp Îlây-ı Kelîmetullah uğruna Nizam-ı âlem’e doğru kanatlandırmıştır. Böylece gazadan gazaya, seferden sefere, cepheden cepheye koştukça yeryüzünde ‘Allah adını yüceltmek’ kadar ulvi bir dava olmadığının idrakine varmış olduk. Besbelliydi ki bu koşu sıradan bir koşu değildi, bilakis Allah Resulünün beyan buyurduğu “Yeryüzünde Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır” hadis-i şerifin sırrınca gayret sarf edilen koşudur bu. Ve bu koşuda durmak yok çileyi göğüslemek vardı. Malum, çile çekmeden asla zafer gerçekleşmez. Dün ceddimiz nasıl ki büyük çilelere göğsünü gerip Haçlı ittifakı karşısında tek yürek olup büyük zaferler elde etmişse bugünde aynı duygular eşliğinde Mehmetçiğimiz cümle şer ittifaklara karşı Fırat Kalkan ve Zeytin Dalı harekâtıyla göğsünü siper edip yeni bir tarihi destan yazmakta. Tarih yazmaya mecburuz da. Zira düşman dün olduğu gibi bugünde hiç boş durmuyor. İnsan haklarıymış, özgürlükmüş, adaletmiş bunların hepsi birer işin kılıfı. Şüphesiz şimdiye kadar yakıp yıkıp döktüklerini ört bas için kullandıkları palavra sözlerdir. Baksanıza adamlar yakıp yıkmakta ve zulmetmekte sınır tanımıyorlar hala. Her defasında başka isimler ve kılıflar altında üzerimize gelmekler. Nasıl mı? İşte Çeçenistan, işte Bosna, işte Filistin, işte Mısır, İşte Irak, işte Suriye’de yaptıkları zulüm çeşitlerinden sadece birkaçı, daha nice sayısını bilmediğimiz yüz karası zulüm örneklerinin gırlasını yaşattılar hep. Düşünsenize yeryüzünde tüm milletler güya kendi kaderlerini kendileri belirlesin maksadıyla Birleşmiş Milletler diye bir örgüt kuruluyor, ama gel gör ki ortada sadece adı var şanı yok bir örgüttür. Yani birkaç beyandan öte herhangi bir hamle yaptığı yok. Hadi her defasında balkondan seyretmelerine alıştık diyelim, peki ya dünyada nerede bir it kopuk ihanet sürüsü ve terör örgüt odakları varsa hemen hepsi koro halde soluğu Avrupa’da alıp yuvalanmaları karşısında sessiz kalmasına ne demeli. Besbelli ki ortada bir plan var ve o şer plan gereği Avrupa topraklarında damızlık olarak besiye alınmaları gerçeği söz konusudur.
Her neyse Avrupa kendine yakışanı yapa dursun biz bu arada tarihten bugüne ne yapmışız ona bir bakalım. Bilindiği üzere Söğüt’te alev alan Îlây-ı Kelîmetullah davamız Türk’ün Alp’ini alperen hüviyetine kavuşturmakla kalmamış Viyana kapılarına kadar dayandırmışta. Îlây-ı Kelîmetullah davası o kadar kutsi bir davadır ki, Osmanlı’da Kelime-i şehâdet getiren her kim olursa olsun derhal tüm hukuki ve siyasi haklarına kavuşur da. Daha da yetmedi devletin en üst kademelerinde yükselme imkânı da sağlanıyordu. Nitekim etnik kökeni farklı pek çok vezir-i azamın devlet kademelerinde yer alması bunun göstergesi zaten. Düşünsenize Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından bile adalet ve hürriyeti esirgemişken biz tam aksine hiçbir ırk ayrımı yapmaksızın mevki ve makam verebiliyoruz. Keza tarihler 1848’i gösterdiğinde Ruslar Macar ihtilalinden istifade Hıristiyan Macarları kılıçtan geçirirken o yıllarda binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet yine Osmanlı olmuştur. İşte İslam’ın merhamet ve adalet kılıcı bu, hatta tam sekiz asır önce Müslümanlar İspanya’ya kadar uzanan halkada adaletle hükmederken düşüşe geçtiğimizde onlar da gelinen noktada İspanya’da tek bir Müslüman’a hayatta bırakmayacak şekilde İslam medeniyetini linç etmişlerdir. İşte aramazdaki fark budur.
Peki ya biz geldiğimiz noktada ne yaptık? Malum, yükselişimizin en tepe noktasında rehavete kapılıp heyecanımızı yitirince en son geldiğimiz nokta artık Sakarya’dır. İşte bu nedenle Necip Fazıl “Sakarya ayağa kalk” demekten kendini alamayacaktır. Aslında üstadın dillendirdiği bir şiir olmanın ötesinde ahvalimizi özetleyen diriliş feryadımızdır. Hani dünden bugüne nasıl ki oluklar çift akıp birinden nur diğerinden kir aktıysa bugünde, yarında öyle akacaktır elbet. Madem öyle, bir an evvel aslımıza ve özümüze dönüp “Ayağa kalk Sakarya” diyerekten haykırma zamanıdır. Sakarya ruhu ayağa kalkmalı ki; anaların gözyaşları sel olmasın, yine Sakarya ruhu ayağa kalmalı ki yürekleri dağlanan babaların, bacıların ve kardeşlerin feryatları gök kubbeyi çınlatmasın. Bundan daha da ötesi Sakarya ruhu ayağa kalkmalı ki; mazlumların ve yetimlerin ahı figanı yüce makamları incitmesin.
Şu da bir gerçek zulüm ne kadar azarsa azsın asla payidar olamaz, er geç mazlumun ahını dindirecek bir ‘Hızır’ ortaya çıkabiliyor. Pekâlâ, yine biz biliyoruz ki; zalimin zulmü varsa mazlumunda Allah’ı var. Ancak bu demek değildir ki sebeplere yapışmayalım, tam aksine Yüce Allah (c.c) bulutu yağmura vesile kıldığı gibi mazlumun ahını dindirmek içinde pek çok merhamet abidesi vesileler halk edip kılmakta. Bakınız Yüce Allah ‘Mazluma umut zalime korku salmak için’ Osmanlıyı üç kıtada cihangir devlet kıldı. Niye derseniz, sebebi gayet net açık ortada; Osmanlı Rıza-i Bari üzere hareket ettiği içindir elbet. Hiç kuşku yoktur ki temel gaye Rıza-i Bari olunca gayrimüslim azınlıklar bile kendi krallarından görmediği insani muameleyi Osmanlının şemsiyesi altında görmüşlerdir. Zaten Osmanlı’nın mayası sevgiyle yoğrulmuş, nasıl zulmedebilirdi ki. İşte Söğüt’te Osman Gazi ve Şeyh Edebali’nin birlikte toprağa ektiği ulu çınar tohumu ilahi adaletin tecellisi için yeşerip var oldu. Öyle ki bu ulu çınarın gölgesi altında Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Murat Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi nice padişahlarımız gölgelenip üç kıtaya Allah’ın adaletini hâkim kılmak için uzandılar. İyi ki de tutundukları bu ulu çınarın dallarından serpilen bin bir türlü lezzette ki meyvelerle insanlığa soluk oldular. Malum insanlığa soluk aldıran bu leziz meyveler olgunlaştıkça “Ordu-Medrese-Tekke” üçlü teşkilatlanmamız bize medeniyet kazandırıd. Fakat sonrasında bu soylu ağaca her ne haller oluyorsa bir baktık yapraklar yavaş yavaş solmaya yüz tuttuğunu ve artık uluçınar dallarından meyve veremez olduğunu gördük. Öyle ki ne artık medreselerimizden, ne dergâhlarımızdan, ne de ordumuzdan söz eder olduk. Osmanlı alafrangalaşmaya başlamıştı çünkü alafrangalaştıkça da Sakarya’da kala kaldık. Neyse ki eski ihtişamımızdan çok şeyler kaybetmemize rağmen şimdilerde, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir diriliş ruhu hamlesi içerisine girmiş bulunuyoruz. İşte Aliya İzzet Begoviç’in; “Türkiye bir ayağa kalkarsa, dünya ayağa kalkar” sözlerindeki o müthiş tespit, batı âlemini içten içe kuşkulandırmaya yetiyor. Oysa korkunun ecele faydası yok, vahşi batı şunu iyi bilsin ki; Allah ismi yeryüzünde anıldıkça kıyamet kopmayacaktır. Zira Esma-i İlahiye tüm varlıkları kuşattığı gibi tüm insanlık İsmi Azam’ın tecellisi yüzü suyu hürmetine hayatını idame edebiliyor. Madem öyle, ‘Allah’ adını sıkça kalbimizde anıp Esmâ’ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna mazhar olmak gerekir. Buna mecburuz da. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) “Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalptir” diye beyan buyurmuştur. Hakeza Şah-ı Hazne (k.s.)’de buyurulan hadis-i şerifin ışığında; “Kalp’te yetmiş küsur şube vardır. Nefsinde yetmiş küsur başı vardır. Kalp kuvvet bulursa hararetinden nefs başlarını geriye çeker. Kalpte zikir yoksa nefsin başları hücum eder” demek suretiyle kalbin ancak ‘İlây-i Kelimetullah’ zikriyle dirileceğini belirtmiştir. Hakeza Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdûlhakim el Hüseyni (k.s.)’de bu manada hadis-i şerifte geçen et parçasının mecâzi olduğunu vurgulayaraktan, kalbin ruhani yüreğe bağlı bir hakikati camia olduğunu ve et parçasının aynası olduğunu beyan etmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki; ruhun ayinesi kalp, kalbin ayinesi yürek, kalbin vasıtası ise akl-ı selimdir. Hiç kuşku yoktur ki asıl marifet kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta gizli. Şayet kalbi “Lafza-i Celâl” zikriyle donatırsak işte asıl o zaman ‘İlây-i Kelimetullah davası’ iç ve dış dünyamızda etkisini gösterip âlem nizam bulacaktır. Aksi halde gaflet deryası içerisinde karanlığa mahkûm kalıp ışığa hasret kalırız. O halde Evliyaullah’ın öğütlerine kulak vermekte fayda var, bakın ne diyorlar: kalbin iki yüzü olduğunu ve birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Keza yine bedenin arşı “kalp” ruhun arşı da “Âlem-i emr”’ olduğunu belirtmişlerdir.
Evet, Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “Gerçek müminler Allah anıldığı zaman kalpleri titrer” (Enfal- 2) beyan buyurmakta. İşte bu gerçekler ışığında Peygamberimiz (s.a.v.) “Allah’ım korkmayan kalpten sana sığınırım” niyazında bulunup kalbin önemini ortaya koymuştur. Demek oluyor ki; kalpler ancak Îlây-ı Kelîmetullah ışığıyla, yani Allah adını yüceltmekle aydınlanabiliyor. Îlây-ı Kelîmetullah öyle ulvi bir davadır ki hiçbir dünya metası bu davaya sıdk ile teslim olanları satın alamaz. Nitekim “Onlar ticaretle meşgul olsa dahi Allah’ın zikrinden alıkoyamaz” ilahi kelam bunun teyididir. Öyle ki sıdk ile Allahın ipine sarılmış o gönül erleri Allah Teâlâ’nın beyan buyurduğu; “Onların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde ki o ince mana doğrultusunda hareket edecektir. Misal mi? İşte bir gün Şah-ı Nakşibend (k.s.) Mina pazarındayken bir genç dikkatini çeker o an. O genç nasıl dikkat çekmesin ki, o esnada elli bin altın civarında alış veriş yapıyordu ki, Şah-ı Nakşibendî (k.s.) o gencin kalbine nazar ettiğinde kalbi “Allah, Allah...” diye atıyordu, yani bir an olsun Allah’ın zikrinden gafil kalmıyordu. Tabii bu durumda Şah-ı Nakşibendî (k.s.) “Maşallah el kârda gönül yâr’da” demekten kendini alamaz da. Şah-ı Nakşibend (k.s.) yine bir başka günde Kâbe’nin eşiğinde aksakallı ağlamakta olan bir yaşlı ihtiyar dikkatini çeker. Öyle ya, Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette ki Allah için ağlanır. Ama ne var ki Şah-ı Nakşibend (k.s.) ağlamakta olan ihtiyarın kalbine nazar ettiğinde, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) şeyler istiyor. İşte bu misalden de anlaşıldığı üzere her şey göründüğü gibi olmayabiliyor. Murad edilen o dur ki, zahirimizin (dışımızın) halkla, batınımızın (içimizin) Hakk’la olmasıdır. Ki, arifler her müminde olması arzu edilen bu hale “Halvet der encümen” demişlerdir. Dahası bu kutlu yolda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır.
Malumunuz kalple tasdik dil ile ikrar eylemek ilmi tevhid’dir. İlmi tevhid üzere yaşamak ise ameli tevhid olarak anlam kazanır. Zaten bir insanda tevhid bilinci oluşmaya görsün Îlây-ı Kelîmetullah davası son nefesimizde ‘Kelime-i Şehadet’ ikrarıyla taçlandırılır da. Böylece Kelime-i Şahadet getirerek çenesini kapayan mümine cennetin kapıları üç dişli anahtarla açılır. Hiç kuşkusuz cennet kapılarını açan bu üç dişli anahtar (Üç Tuğlar); ihlâs, teslimiyet ve muhabbet tuğlarından başkası değildir. Ne diyelim işte görüyorsunuz Tevhid sancağı böyle bir meşale, hem bizi bu dünyada üç kıtaya kanatlandırıyor hem de öteki dünyada cennete uçuruyor. Nasıl ötelere uçurmasın ki, her şeyden önce İhlâs, Allah’a kullukta samimiyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz râm olmak demektir. Muhabbet’te tevhid meşalesine can-ı gönülden bağlanmak demek. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) bu hususta ne buyuruyor: “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesiniz ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.” Gerçektende kelime-i tevhidin önemi şuradan belli ki Evliyaullah’ın bir kısmı saliklerine bu zikri başta değil de, belirli aşamalardan geçirdikten sonra vermekteler. Yani başta Lafza-i celal ve letaif zikri verilip akabinde vücut zikirle tam kıvama geldikten sonra ancak “Nefy-i İsbat” zikri talimatı veriliyor. Bir başka ifadeyle kalp Lafza-i Celal zikirle alevlenerekten tüm vücuda letaif zikriyle yayılmanın akabinde âlem-i emirle bağlantılı letaifler asıllarına döndükten sonra Kelime-i Tevhid ( Nefy-i isbat) dersi verilebiliyor. Yani kıvama gelen salike zikrin en yücesi Kelime-i Tevhid zikri uygulanır.
Evet, Hak yolunda bir salik, önce Lafza-i Celâl (Allah Lafzı) zikrini kalpte talim eyler, akabinde vücudun altı noktasında letaiflere (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, nefs-i natıka) geçiş yaparak zikr eyler. Böylece zikir letaiflerde etkisini gösterdikten sonra tüm vücuda dağılır. Derken o vücut adeta kimya ve altın olup artık zikirleşir de. İşte tüm bu aşamalardan sonra en nihayet zikirlerin en efdalı tevhid zikri, yani nefy-i isbat dersi verilir. Böylece salikin seyr-i süluk idmanı tamamlanmış olur. Besbelli ki seyr-i süluk idmanı bir ömür boyu Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalmakla tamamlanabiliyor. Yeter ki bu süreçte niyet hayır, akıbet hayrolur elbet. Madem öyle, samimiyetle Lafza-i Celal zikrine devam etmeli ki kalp kirlenmişlikten arınabilsin. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v): “Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur” beyan buyurmakla kirlenmeye karşı en etken ilacın kalbi zikirle paklandırmak olduğunu vurgulamakta. İşte Îlây-ı Kelîmetullah (Allah adını yüceltmek) tamda kalbi pak kılmak için vardır. Ancak bunu yaparken sözde değil özde yapmalı ki kalp huzura erebilsin. Kalp huzura erdiğinde biliniz ki Lafza-i Celal zikri âlem-i emirle bağlantılı letaiflere sirayet edip Nefy-i isbat (kelime-i tevhid) zikri bir hayal değil hakikatın kendisi olacaktır. Böylece zikirden murad edilen maksat hâsıl olup Kur ‘an-ı Kerim’de belirtilen Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna uygun: “(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz” (Nur 24 -27) ayet-i celilenin müjdesine erişilir. İşte Allah Resulü (s.a.v.)’de bu ayeti celile’den hareketle bu yüce makama erişmiş insanı şöyle müjdeler; “Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır.” Ne diyelim ne mutlu o insana ki, ömrü boyunca sürdürdüğü seyr-i süluk idmanı sayesinde Îlây-ı Kelîmetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalarak huzura ermekte. Sadece Nefy-i isbat zikriyle huzura eren insan mı, hiç kuşkusuz minarelerde okunan Ezan-ı Muhammedi’yelerle tüm kâinat her saniye tevhid zikrinden nasibini almakta. Bakın Şair ne de güzel dile getiriyor : “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli” diye. Gerçekten de dünyanın her yerinde okunan Ezân-ı Muhammedî’yeler sayesinde ‘Îlây-ı Kelîmetullah’ meşalesi ebediyen sönmez de. Nitekim Yüce Allah (c.c.) Habib’i için İnşirah Suresinin dördüncü ayetinde; “Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim” beyan buyurmakla bu gerçeği işaret etmiştir. Nasıl mı? İşte bilimsel çalışmalar ortada, garba (batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakitleri dört dakika gecikmekte. Bu demektir ki her 28 kilometre gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika aralıklarla tekrar okunmakta. Böylece yeryüzünün tamamı bir saniye olsun Ezân-ı Muhammedîyeden yoksun kalmaz.
Şurası muhakkak; Îlây-ı Kelîmetullah mana ve ruhundan uzak kalmak perişanlık ve zeval doğurmakta. Böylesi bir ulvi davayı mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Zira Resûlullah (s.a.v.) şöyle beyan buyurmakta: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hakeza yine Allah Resulü (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde ise; “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir” beyan buyurarak niyetimizi halis kılmamıza dikkat çekmiştir.
Velhasıl; kalbimizi ‘Îlây-ı Kelîmetullah’ nuruyla aydınlatmadıkça felah bulamayız.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/1964/lay-i-kelimetullah-davasi.html
 
Üst