İhtilȃt mesele değil mi?

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0

Temas edilesi konular–1İhtilȃt mesele değil mi?

Anlatılır ki, misyonerler, özellikle Afrika’nın yokluğun her çeşidine ȃşinȃ yörelerine, ilaç-gıda vs. türünden yardımlar götürüyorlar; buna mukabil, muhataplarından Hıristiyan olmalarını istiyorlardı.

Özetle, “İlacı, parayı, gıdayı al; dinini değiştir!” türünden bir alışveriş…

Kendisini herkesten akıllı sanma, bu çağın onulmaz hastalığı olduğundan, bu illete yakasını kaptırmış bazı kurnaz Afrikalılar da şöyle bir cinliğe gönül eğdirmişlerdi: “Yardımı alır, zȃhiren de Hıristiyan görünürüz!”

Ara formül bulunmuş, modern eyyamcılık bu kez de kara kıtanın varoşlarında arz-ı endȃm edivermişti.
İlk etapta işler istenildiği gibi de yürüyordu.

Yalandan Hıristiyan olanlar, vȃdedilen yardımlara ulaşma konusunda hiçbir güçlükle karşılaşmıyorlardı.

Ama hesaba katılmayan önemli bir husus vardı: Görüntüde Hıristiyanlığı benimsemiş bu insanların torunları, işbu din değişikliğinin hangi gerekçeye binȃen hayata geçirildiğinden habersiz olduklarından, aslȋ değerleri tümüyle yozlaşmış bir ortama gözlerini açmışlardı.

Zȃhiren mensup olunmuş görünülen inanç manzumesi, geçen zamanın da etkisiyle tedrȋci bir değer aşınmasına dȃyelik yapmış; arkadan gelen nesiller, bu yeni tebȃiyetin bir kurnazlığın eseri olduğu gerçeğine vȃkıf olamayacakları bir vasatta neş’et etmişlerdi.

Velhȃsıl çözülüş ve savrulma bir anda vuku bulmuyor; bu sinsi vetire, toplumun dem ve damarına işleye işleye, sessiz ve derinden yol alıyordu.

Merkezdeki sapma, muhitte çok daha geniş bir açıyla buluşuyor; ufak tȃvizler, yerini kalıcı zihnȋ deformasyonlara terk ediyordu.

“Afrika’da anlatıldığı türden bir çözülüş yaşandı mı gerçekten?” sorusu fevkalȃde tȃlȋ bir sorudur. Meselenin aslına değil, faslına bakılmalıdır.

Ehl-i din mȃbeyninde cȃrȋ olan çözülüşün seyrine vȃkıf olmak isteyenler, işbu öyküden, tahrifin bünyede nasıl hızlı yol alabildiği gerçeğini istihrȃc etsinler.

Temas ettiğimiz fikrȋ ve amelȋ yozlaşma hayatın hemen her ünitesinde varlığını hissettiriyor ama ben, son on gününü, mȃruz kaldığımız bakış bulanıklığının tesettür telakkimizde meydana getirdiği kırılmaya tanıklık etmiş biri olarak bu satırları kaleme alıyorum.

Başı açıp ilim öğrenme ile her şeye rağmen emr-i İlȃhȋ’ye boyun eğme arasında ortaya çıkan bir ikilemle başlayan işbu süreç, tetikleyicilerinin dahi öngöremediği çözülüşlere vücut verdi.

Zamanla tesettürsüzlüğe olan direnç zayıfladı; bir yanlışı ve/ya tavizi, ardından bir yenisi izler oldu.

Sadece başını örterek tesettürü icrȃ ettiğini düşünenler; sokağa makyajlı çıkmakta beis görmeyenler; Din’in hanımlara tavsiye ettiği ‘ev merkezli’ hayatı çağdışı bulup feminist söylemlere rȃm olanlar; anlamından soyutladıkları örtünmenin, esesen dikkat çekmenin her türünden men ettiğinden bȋhaber yaşayanlar; hep bu çözülüşün tezȃhürü değiller mi?

Dikkat ediniz, her geçen gün beklenti ve değer çıtamız daha aşağı çekiliyor.

Artık hanımların erkeklerle ihtilȃt hȃlinde olması, ehl-i dinin kahir ekseriyeti nezdinde sorun teşkil etmiyor.

Mesele sadece başörtüsüne indirgendiği ve bu hususta bile direnmekten çok uzlaşmaya meyilli bir tutum sahiplenildiği için, kimse işbu ihtilȃt meselesini gündeme getirmiyor.

Mütedeyyine hanımlar, erkeklerle aynı ortamda olmalarına rağmen, başları örtülü çalışabildikleri için, bunu bir zafer olarak telakki etmeliler mi gerçekten?

Aynı soru erkekler için de sorulabilir.
İşin özeti şudur: Bu ümmetin direnç mekanizmalarını dumura uğratanlar ve itiraz melekelerini aşındıranlar, belki gerçekten müslümanların önünü açtılar ama şu yakıcı gerçek de öylece yerinde duruyor: Önümüzde açılan bu yol, üzerinde seleflerimizin yürüdüğü yol değil…

Onların izini kaybedince Selȃm Yurdu’na ulaşabilecek miyiz?

Haydar Baş, ilk üç halifeye gaspçı mı diyor?

Muhterem M. Şevket Eygi, son yazılarından birinde, ilk üç halifeye –hȃşȃ- kȃfir diyen Azerbaycan menşeli bir internet sitesinden alıntı yapmış ve bu yaklaşımdan dolayı duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş.

Sayın Eygi’nin ilk üç halifeye sebbedenleri uzaklarda ve Şia nezdinde aramasına gerek yok; Ehl-i Sünnet etiketiyle aramızda dolaşan niceleri de aynı işi mahȃretle (!) yapıyorlar.

Haydar Baş’ın Gadir Humm olayının yıldönümü münasebetiyle yaptığı bir konuşmada, güya Efendimiz’in (aleyhissalȃtuvesselȃm) adı anılan mevkide hilȃfetin Hz. Ali’den (k.v) başkasına haram olduğunu söylediğini iddia etmesini nereye koyacağız?

(Konuyla ilgili bu sitede ilgili yazımızı hatırlayalım,'' Haydar Baş, Şia'mı'' ittiba)

Ehl-i Sünnet ȃlimlerce asırlar önce cevabı verilmiş ve Şiȋ mahfiller dışında hiç itibar görmeyen bu yaklaşımı, Ehl-i Sünnet diye ortalarda dolanan birinin sahiplenmesinin, ucuz popülizm dışında bir izahı var mıdır?

Videoya ulaşmak isteyenler için link falan vermeyeceğim, merak eden varsa ilgili videoya internetten ulaşır ama Baş’a bir sorum olacak:

İddia ettiğiniz gibi Efendimiz (aleyhissalȃtuvesselȃm), Gadir Humm nam mevkide, kendisinden sonra Hz. Ali’nin (k.v) halife olduğunu bu kadar sarahatle ifade etmişse, bu durumda ilk üç halifenin, bu vazifeyi –yüzbin defa hȃşȃ- ‘gasp yoluyla ele geçirdiği’ zorunlu sonucuna ulaşılıyor.

Bunu mu demek istiyorsunuz?
Değilse bu ne aymazlık!?

Kulağımıza küpe olsun

Selefe tȃn’u teşnȋ moda şimdilerde…
Bize din öğretme iddiasıyla arz-ı endȃm edenlerin kayda değer bir kısmı, çok sinsi bir tahrif ve tahribin mümessilliğine soyunmuş durumdalar…

Şimdiye kadar gelenlerin bu dini yanlış anladıkları, doğruyu bir tek kendilerinin bildiği türünden neye istinȃd ettirdiklerini bilmediğimiz temelsiz bir tezleri var.

Mezheplere saldıranlar, tekfiri meslek edinenler, ‘saray ulemȃsı’ terkibiyle öncekilere sataşanlar, sahabeye sebbedenler, zihninini moderniteye rehin verenler ve daha niceleri…

Çokları hak yolda gidiyorum diyerek bunların peşine takılmış durumda…

Hemen hepsi de önünde yürüyen zȃtȃ kutbü’l aktab, asrın imamı, çağın bilmemneyi muȃmelesi yapıyor.
Pişdarları, önderleri olmasa bu din sahipsiz kalacakmış türünden bir anlayışları var.

İşte bu yüzden en çok şimdi şahıslara bağlanıp, onlara kilitlenmek tehlikeli…

Ne mi yapacağız:

Bizi dört mezhep imamının çağırdığı yolun dışına davet edenlere kulak asmayacağız.

Yeni yollar icȃd edenlere sırtımızı döneceğiz.
Ehl-i Sünnet ȃlimlerinin bir şehrah hȃline getirdikleri o geniş caddeden bir an olsun ayrılmayacağız.

Ve Bediüzzaman’ın şu sözlerini kulağımıza küpe yapacağız:
Sonra, o halde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ إهدنا الصراط المستقيم dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kàfile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, salihîn kàfilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakîmde gidiyorlar. Bu kelime beni o kàfileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, ‘Fesübhânallah’ dedim. “Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nuranî kàfile-i uzmâya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu, zerre miktar şuuru olan, bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kàfile-i uzmâdan inhiraf eden, nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?” (29. Mektub, Birinci Risale olan Birinci Kısım, Yedinci Nükte)
Burak Ertürk
 
Üst