dedekorkut1
Doçent
HÜCREDEN ALLAH’A
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler canlı oluşumunun tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkan bir hücre oluşumuyla start aldığını söyleye dursunlar, oysa ki hücrenin bizatihi kendi varlığı evrimciler için ciddi bir problem teşkil etmektedir. Onlara göre cansız maddeler ya kimyasal reaksiyonlara girerek ya da şimşek çakması gibi olağan üstü tabiat olayların etkisiyle ortaya çıkan bir takım karışımların sonucunda hücre meydana gelmiş güya. Oysa bu güne kadar cansız maddelerin canlıyı meydana getirecek herhangi bir bilimsel deney gerçekleştirilememiştir. Her ne kadar Alman bilgini Ernst Haeckell; “Bana su, kimyasal madde ve kâfi derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de bugünkü bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekler bu tür maksadı aşan çıkışların kuru bir gürültüden öteye geçemeyecek çıkışlar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bikere canlı cansız varlıkların yaratılışından bugüne tabiata ve insana yön verme bakımdan tabiat insanı değil, bilakis insan tabiatı yönlendirip peşine takıp sürükleye gelmiştir hep. Öyle ki insanoğlu tabiatı işleyerek kendine ekonomik alan oluşturduğu gibi ekonominin temelinde yatan pek çok maddi elemanları avucunda tutarak adeta onunla istediği şekilde oyun oynamasını bilmiştir. Yani öyle anlaşılıyor ki; oyun kurucu maddi elemanlar ve eşyanın tabiatı değil, bizatihi insandır. Nitekim maddi elemanların oyun kuramadığı şundan besbellidir ki canlılığın yapı taşları sayılan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri bir araya getirdiğimizde ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmayacağı gibi beklenin tam aksine atıl durumda çöp yığınlarını andıran üst üste birikmiş atom bileşenleri kümesi bir durum ortaya çıkacaktır.
Malumunuz maddenin en küçük temel birimi atomdur. Atomun yapısı incelendikçe bırakın atomun dış yüzünü atomun kendi içinde bile elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapıların varlığı tespit edilmiştir. Nitekim bu temel yapının merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalardır. Öyle ki, bu sıkı sıkıya bağlılık Mevlevi dervişlerini aratmayacak bir şekilde elektronların nükleon etrafında say yaptığı pervane oluş bağlılığıdır. Bir başka ifadeyle atomun tüm elemanlarıyla birlikte kendi hal lisanıyla manevi zikir halkasını oluşturduğu bir pervane oluştur bu. Şayet atomu zahiri yönüyle ele alırsak hakkında maddenin temelini oluşturan bir yapıdır deriz, yok eğer manevi yönüyle ele alırsak hakkında ister istemez zerreden küreye halka oluşturup kendi hal lisanıyla ‘Allah’ diyen bir yapıdır deriz.
Peki, atomların işi gücü yok, sadece zikretmek midir işi gücü? Elbette ki kurulu halkasında zikir eylemenin yanı sıra “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” düsturunca hareket eden bir döngü âlem iş gücüdür bu. Hele birkaç dervişane atom bir araya gelmeye bir görsün, bir bakmışsın birlikten kuvvet doğar misali bin bir türlü mamul madde (kimyasal madde) üretebiliyorlar da. Sadece kimyasal madde mi üretirler, hiç kuşkusuz canlı üretiminde de başı çeken en temel aktif elemandırlar. Yani bu demektir ki canlının en küçük temel birimi olan hücre yapısının oluşumunda bile birinci derecede etken unsur atom ve atom bileşenlerinin varlığını görüyoruz. Öyle ya, mademki yaratılışta hamurumuz hammadde toprakla yoğrulmuş, o halde hücrenin temellerini de atomların oluşturması son derece gayet tabii bir durumdur. Çünkü toprak tüm element ve mineralleri bağrında taşıyan biricik toprak anamızdır. Dolayısıyla bizim madde ile olan gönül bağımız materyalistler gibi sırf elle tutulur, gözle görebileceğimiz türden ruhsuz varlıklar olarak değil, bilakis yoktan da vardan da öte Yaratıcı bir var tarafından maddeye ruh üflenmesiyle alakalı gönül yanması bağ bir tutkudur bu. İşte ateistlere bu noktada bizim itirazımız maddenin bu görünen yüzüne bu denli niye değer verdiklerine değil, tam aksine bizim itirazımız madde ve hücrenin yaratılışını inkâr edip kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini iddia etmelerinedir. Oysaki vücut sarayımızda gözlemlediğimiz son derece mükemmel donatılmış hücre yapımızın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek doğrusu körü körüne akla ziyan bir tutumdur. Hani eskiden günümüzde ki gibi son derece ileri düzeyde laboratuvar teknik ve cihazlar olmadığından hücrenin tüm ayrıntılarına vakıf olunamamasını bir derece anlayabiliyoruz. Nitekim bu yüzdendir ki o yıllarda hücreye basit bir protoplazma gözüyle bakılmıştır hep. Ama şimdi gelinen noktada elektron mikroskopların keşfiyle birlikte hücrenin içerisinde ne var ne yok ayırt edebilecek bir dünyada yaşıyoruz artık. İşte böylesi bir gelişmişlik içerisinde bile hala hücre oluşumuna tesadüfi eser gözüyle bakılıyorsa pes doğrusu. Baksanıza artık günümüz dünyasında bilimsel çalışmalar hız kazandıkça ve vücut sarayımızı oluşturan hücre içerisinde kodlanmış daha nice bilmediğimiz hücre elamanları birbiri ardınca gün yüzüne çıktıkça yaratılış mucizesi karşısında “Allah” demekten kendimizi alamayacağımız muhakkak. Hele hücrenin içerisinde ki sır perdeleri aralandıkça bizler bu noktada adeta amino asit, protein ve kromozomlarla hemhal olup en son perdede DNA ve RNA molekülleriyle ünsiyet kurmuş oluruz da. Böylece bu ünsiyet bağıyla birlikte canlının temellerini oluşturan hücreler bu kez günümüzün son derece gelişmiş teknolojik cihazlarıyla adeta taramadan geçirilip didik didik etmek suretiyle GEN dünyasıyla gerçek anlamda tanışıvermiş oluruz. Yetmedi, Gen dünyasını da taramadan geçirip didik didik ettiğimizde genlerin belirli bir plan dâhilinde kısa tekrarlı dizilimleriyle birlikte Deoksiriboz Nükleik Asidi (DNA’yı) nasıl oluşturduğu gerçeği ile de yüzleşmiş oluruz. İşte sizde görüyorsunuz ya, hücre elemanlarının her birini didik didik edip her defasında ortaya çıkan en ince esrarlı ayrıntılar karşısında bizler “Allah” demekten kendimizi alamazken, yaratılış gerçeğini inkâr eden evrimciler ise tam aksine ateizme kol kanat gerip evrim ideolojisini insanlara kurtuluş reçetesi olarak göstermekten imtina etmezler hep. Belli ki böylesi bir zihniyetin gerçekler karşısında görmedim, duymadım şeklinde aklından zoru vardır.
Her neyse birileri kıt aklıyla hücrenin tesadüfi eseri ortaya çıkmasından dem vura dursun bizim açımızdan hücre deyince şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insan yumurtasının döllenmesinin akabinde tek bir hücreye dönüştüğünü, ardından hücrenin bölünerekten çoğalmış hücreleriyle dokuları ve organları oluşturduğu, doku ve organlarında tüm vücudu oluşturan en temel mükemmel yaratılış eserinin adıdır. Dolayısıyla sadece isim olarak hücre deyip basite almamak gerekir. Zaten istesek de basite alamayız, hele hücrenin yapısını derinlemesine incelediğimiz de hücrenin birinci halkasını çekirdek oluştururken, ikinci halkasını çekirdeğin içerisinde bulunan kromozomların oluşturduğunu gözlemleriz. Üçüncü halkasını da malum kromozomların kutup kısımlarında yer alan heliks şeklinde nükleik asit merdivenleri oluşturur ki, bu halka hepimizin yakından tanıdığı Deoxyribose Nücleic Acid (DNA) molekülünden başkası değildir elbet. Derken, DNA’ların bir araya gelmesiyle kromozomların oluştuğu, kromozomlardan sonra çekirdek ve en nihayetinde çekirdekle birlikte cümbür cemaat hücrenin ana can damarlarını oluşturan bir yapıyla yüzleşmiş oluruz. Yetmedi hücrenin daha da derinliklerine indiğimizde elementlerin birtakım vücut organlarının hücre yapılarında birtakım görevlerde bulundukları, bazılarında hiç bulunmadıkları, bazılarında ise asıl canlıya hayatiyet kazandıran atomlar, element ve kompleks kimyevi bileşikler şeklinde üçlü sacayağı oluşturduklarını gözlemlemiş oluruz. Hatta bu söz konusu bileşikleri iki grup altında mercek altına alıp gözlemleyeceğimiz verilere baktığımızda insan vücudunun Yaratıcı güç tarafından karbon, oksijen, hidrojen ve azot olmak üzere dört ana temel madde üzerine bina edildiğini müşahede etmiş bile oluruz. Hele bu söz konusu elementler arasında nevi şahsına münhasır nitelikte diyebileceğimiz dikkat çeken gözde bir element vardır ki; o da hepimizin yakından tanıdığı hem kendisiyle hem de diğer elementlerle kardeşlik bağı kurma kabiliyette ve atom numarası 6 olan kimyasal elementin ta kendisi karbon atomudur bu. Öyle ki karbon atomu bağ kuracağı bir yapıyla hemen ünsiyet kurmakla mahir bir elementtir. Hatta azot, hidrojen ve oksijen gibi en temel elementlerde buna dâhil olup onlarla da ortak güçlü bir bağ oluşturma kabiliyetine haiz uzman elemanlardır. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya kendinize dost örnek mi arıyorsunuz, işte atom dünyasının kendi aralarında kurdukları dostluk bağlar bunun en çarpıcı örneklerini teşkil edip önümüzde sergilenmiş durumda zaten.
Evet, atom dünyasının dost kalbi olan karbonun sırf atom olmanın ötesinde aynı zamanda Rabbü’l Âleminin canlı âleme ikram ettiği son derece hayati öneme haiz ametal kimyasal bir elementtir. Bilindiği üzere elementler:
-Temel elementler (O2, H2, N, K, Na),
-İz elementler (K, Mn, I, Al, Zn, Si, Bor, Flor vs.) olarak iki ana başlık altında tasnif edilirken, bileşikler ise:
-Organik bileşikler
-Anorganik bileşikler (Mesela H2O en mühim anorganik bileşik olup tampon, eritici, ısıyı muhafaza ve buzun alttaki ısıyı sabit tutan) olarak iki ana başlık altında tasnif edilir. Malumunuz bileşikler yüksek sıcaklıklarda parçalara ayrılması hasebiyle madde ile sıcaklık arasında doğrudan bir ilişkisi söz konusudur. Nitekim aşırı sıcaklıkta bileşikleri bir arada tutan kuvvetler belli bir noktadan sonra herhangi bir fonksiyon icra edemez hale gelebiliyor. Hele sıcaklık değerleri sınırı aşmaya bir görsün, mesela bu söz konusu sınır 500 - 600 arası santigrat derece bir sıcaklık sınırını aşan bir sınırsa vay o canlının haline, artık bu noktadan sonra ne mümkündür ki o canlı hayatta sağ salim kalabilsin. Zira yüksek sıcaklıkta proteinler bozularak birçok biyolojik olayların kontrol dışında kalmasına yol açmaktadır. Hiç kuşkusuz had hudut ilkesi soğukluk içinde geçerlilik arz eden bir kuraldır. Ancak bir takım istisnai kabilden kural dışı bazı örneklerde vardır ki, mesela basil bakteri sporlarının -200 santigrat derece civarlarında aylarca yaşayabildiği gözlemlenmiştir. Neyse ki meseleyi genel kurallar çerçevesinde düşündüğümüzde şu bir gerçek çok aşırı sıcaklıklarda hiçbir atom aktivasyon enerjisi gösteremediği gibi kimyasal reaksiyon oluşturamadığı ya da bunun tam tersi aşırı termal soğukluğun -50 veya -100 santigrat derecelerde seyrettiği bumbuz ortamlarda aktivasyon enerjisi oluşturmayacakları bilinen bir gerçeklik kurallar bütünüdür. Aktivasyon olmayınca da ne atomlara birbirleriyle karşılaşması mümkün hale gelir ne de reaksiyon oluşturmaları mümkündür. Öyle ki atomlar arası ilişkilerde bir bakıyorsun hem aşırı sıcaklık hem de aşırı donma durumlarında tüm reaksiyonlar durma noktasına gelebiliyor.
Her neyse konumuz bağlamından koparmadan kaldığımız yerden devam edecek olursak malum organik bileşikler de kendi aralarında:
-Nükleik asitler,
-Nükleik asit haricinde kalan bileşikler,
-Karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri,
-Lipit ve lipit türevleri şeklinde alt gruplar olarak tasnif edilirler.
Bilhassa sıraladığımız alt grupların ikinci sırasında yer alan nükleik asit haricinde kalan bileşikler genel itibariyle hücrelerin onarılması ve gelişmesinde önemli yapı taşı olup bunlar da yapılarına göre “protein ve protein türevleri” şeklinde tasnif edilirler. Proteinler malum hücre yapılarına katılma, fonksiyonel görev üstlenme ve enerji oluşturma yönünde aktif rol oynayan moleküllerdir.
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler canlı oluşumunun tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkan bir hücre oluşumuyla start aldığını söyleye dursunlar, oysa ki hücrenin bizatihi kendi varlığı evrimciler için ciddi bir problem teşkil etmektedir. Onlara göre cansız maddeler ya kimyasal reaksiyonlara girerek ya da şimşek çakması gibi olağan üstü tabiat olayların etkisiyle ortaya çıkan bir takım karışımların sonucunda hücre meydana gelmiş güya. Oysa bu güne kadar cansız maddelerin canlıyı meydana getirecek herhangi bir bilimsel deney gerçekleştirilememiştir. Her ne kadar Alman bilgini Ernst Haeckell; “Bana su, kimyasal madde ve kâfi derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de bugünkü bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekler bu tür maksadı aşan çıkışların kuru bir gürültüden öteye geçemeyecek çıkışlar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bikere canlı cansız varlıkların yaratılışından bugüne tabiata ve insana yön verme bakımdan tabiat insanı değil, bilakis insan tabiatı yönlendirip peşine takıp sürükleye gelmiştir hep. Öyle ki insanoğlu tabiatı işleyerek kendine ekonomik alan oluşturduğu gibi ekonominin temelinde yatan pek çok maddi elemanları avucunda tutarak adeta onunla istediği şekilde oyun oynamasını bilmiştir. Yani öyle anlaşılıyor ki; oyun kurucu maddi elemanlar ve eşyanın tabiatı değil, bizatihi insandır. Nitekim maddi elemanların oyun kuramadığı şundan besbellidir ki canlılığın yapı taşları sayılan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri bir araya getirdiğimizde ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmayacağı gibi beklenin tam aksine atıl durumda çöp yığınlarını andıran üst üste birikmiş atom bileşenleri kümesi bir durum ortaya çıkacaktır.
Malumunuz maddenin en küçük temel birimi atomdur. Atomun yapısı incelendikçe bırakın atomun dış yüzünü atomun kendi içinde bile elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapıların varlığı tespit edilmiştir. Nitekim bu temel yapının merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalardır. Öyle ki, bu sıkı sıkıya bağlılık Mevlevi dervişlerini aratmayacak bir şekilde elektronların nükleon etrafında say yaptığı pervane oluş bağlılığıdır. Bir başka ifadeyle atomun tüm elemanlarıyla birlikte kendi hal lisanıyla manevi zikir halkasını oluşturduğu bir pervane oluştur bu. Şayet atomu zahiri yönüyle ele alırsak hakkında maddenin temelini oluşturan bir yapıdır deriz, yok eğer manevi yönüyle ele alırsak hakkında ister istemez zerreden küreye halka oluşturup kendi hal lisanıyla ‘Allah’ diyen bir yapıdır deriz.
Peki, atomların işi gücü yok, sadece zikretmek midir işi gücü? Elbette ki kurulu halkasında zikir eylemenin yanı sıra “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” düsturunca hareket eden bir döngü âlem iş gücüdür bu. Hele birkaç dervişane atom bir araya gelmeye bir görsün, bir bakmışsın birlikten kuvvet doğar misali bin bir türlü mamul madde (kimyasal madde) üretebiliyorlar da. Sadece kimyasal madde mi üretirler, hiç kuşkusuz canlı üretiminde de başı çeken en temel aktif elemandırlar. Yani bu demektir ki canlının en küçük temel birimi olan hücre yapısının oluşumunda bile birinci derecede etken unsur atom ve atom bileşenlerinin varlığını görüyoruz. Öyle ya, mademki yaratılışta hamurumuz hammadde toprakla yoğrulmuş, o halde hücrenin temellerini de atomların oluşturması son derece gayet tabii bir durumdur. Çünkü toprak tüm element ve mineralleri bağrında taşıyan biricik toprak anamızdır. Dolayısıyla bizim madde ile olan gönül bağımız materyalistler gibi sırf elle tutulur, gözle görebileceğimiz türden ruhsuz varlıklar olarak değil, bilakis yoktan da vardan da öte Yaratıcı bir var tarafından maddeye ruh üflenmesiyle alakalı gönül yanması bağ bir tutkudur bu. İşte ateistlere bu noktada bizim itirazımız maddenin bu görünen yüzüne bu denli niye değer verdiklerine değil, tam aksine bizim itirazımız madde ve hücrenin yaratılışını inkâr edip kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini iddia etmelerinedir. Oysaki vücut sarayımızda gözlemlediğimiz son derece mükemmel donatılmış hücre yapımızın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek doğrusu körü körüne akla ziyan bir tutumdur. Hani eskiden günümüzde ki gibi son derece ileri düzeyde laboratuvar teknik ve cihazlar olmadığından hücrenin tüm ayrıntılarına vakıf olunamamasını bir derece anlayabiliyoruz. Nitekim bu yüzdendir ki o yıllarda hücreye basit bir protoplazma gözüyle bakılmıştır hep. Ama şimdi gelinen noktada elektron mikroskopların keşfiyle birlikte hücrenin içerisinde ne var ne yok ayırt edebilecek bir dünyada yaşıyoruz artık. İşte böylesi bir gelişmişlik içerisinde bile hala hücre oluşumuna tesadüfi eser gözüyle bakılıyorsa pes doğrusu. Baksanıza artık günümüz dünyasında bilimsel çalışmalar hız kazandıkça ve vücut sarayımızı oluşturan hücre içerisinde kodlanmış daha nice bilmediğimiz hücre elamanları birbiri ardınca gün yüzüne çıktıkça yaratılış mucizesi karşısında “Allah” demekten kendimizi alamayacağımız muhakkak. Hele hücrenin içerisinde ki sır perdeleri aralandıkça bizler bu noktada adeta amino asit, protein ve kromozomlarla hemhal olup en son perdede DNA ve RNA molekülleriyle ünsiyet kurmuş oluruz da. Böylece bu ünsiyet bağıyla birlikte canlının temellerini oluşturan hücreler bu kez günümüzün son derece gelişmiş teknolojik cihazlarıyla adeta taramadan geçirilip didik didik etmek suretiyle GEN dünyasıyla gerçek anlamda tanışıvermiş oluruz. Yetmedi, Gen dünyasını da taramadan geçirip didik didik ettiğimizde genlerin belirli bir plan dâhilinde kısa tekrarlı dizilimleriyle birlikte Deoksiriboz Nükleik Asidi (DNA’yı) nasıl oluşturduğu gerçeği ile de yüzleşmiş oluruz. İşte sizde görüyorsunuz ya, hücre elemanlarının her birini didik didik edip her defasında ortaya çıkan en ince esrarlı ayrıntılar karşısında bizler “Allah” demekten kendimizi alamazken, yaratılış gerçeğini inkâr eden evrimciler ise tam aksine ateizme kol kanat gerip evrim ideolojisini insanlara kurtuluş reçetesi olarak göstermekten imtina etmezler hep. Belli ki böylesi bir zihniyetin gerçekler karşısında görmedim, duymadım şeklinde aklından zoru vardır.
Her neyse birileri kıt aklıyla hücrenin tesadüfi eseri ortaya çıkmasından dem vura dursun bizim açımızdan hücre deyince şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insan yumurtasının döllenmesinin akabinde tek bir hücreye dönüştüğünü, ardından hücrenin bölünerekten çoğalmış hücreleriyle dokuları ve organları oluşturduğu, doku ve organlarında tüm vücudu oluşturan en temel mükemmel yaratılış eserinin adıdır. Dolayısıyla sadece isim olarak hücre deyip basite almamak gerekir. Zaten istesek de basite alamayız, hele hücrenin yapısını derinlemesine incelediğimiz de hücrenin birinci halkasını çekirdek oluştururken, ikinci halkasını çekirdeğin içerisinde bulunan kromozomların oluşturduğunu gözlemleriz. Üçüncü halkasını da malum kromozomların kutup kısımlarında yer alan heliks şeklinde nükleik asit merdivenleri oluşturur ki, bu halka hepimizin yakından tanıdığı Deoxyribose Nücleic Acid (DNA) molekülünden başkası değildir elbet. Derken, DNA’ların bir araya gelmesiyle kromozomların oluştuğu, kromozomlardan sonra çekirdek ve en nihayetinde çekirdekle birlikte cümbür cemaat hücrenin ana can damarlarını oluşturan bir yapıyla yüzleşmiş oluruz. Yetmedi hücrenin daha da derinliklerine indiğimizde elementlerin birtakım vücut organlarının hücre yapılarında birtakım görevlerde bulundukları, bazılarında hiç bulunmadıkları, bazılarında ise asıl canlıya hayatiyet kazandıran atomlar, element ve kompleks kimyevi bileşikler şeklinde üçlü sacayağı oluşturduklarını gözlemlemiş oluruz. Hatta bu söz konusu bileşikleri iki grup altında mercek altına alıp gözlemleyeceğimiz verilere baktığımızda insan vücudunun Yaratıcı güç tarafından karbon, oksijen, hidrojen ve azot olmak üzere dört ana temel madde üzerine bina edildiğini müşahede etmiş bile oluruz. Hele bu söz konusu elementler arasında nevi şahsına münhasır nitelikte diyebileceğimiz dikkat çeken gözde bir element vardır ki; o da hepimizin yakından tanıdığı hem kendisiyle hem de diğer elementlerle kardeşlik bağı kurma kabiliyette ve atom numarası 6 olan kimyasal elementin ta kendisi karbon atomudur bu. Öyle ki karbon atomu bağ kuracağı bir yapıyla hemen ünsiyet kurmakla mahir bir elementtir. Hatta azot, hidrojen ve oksijen gibi en temel elementlerde buna dâhil olup onlarla da ortak güçlü bir bağ oluşturma kabiliyetine haiz uzman elemanlardır. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya kendinize dost örnek mi arıyorsunuz, işte atom dünyasının kendi aralarında kurdukları dostluk bağlar bunun en çarpıcı örneklerini teşkil edip önümüzde sergilenmiş durumda zaten.
Evet, atom dünyasının dost kalbi olan karbonun sırf atom olmanın ötesinde aynı zamanda Rabbü’l Âleminin canlı âleme ikram ettiği son derece hayati öneme haiz ametal kimyasal bir elementtir. Bilindiği üzere elementler:
-Temel elementler (O2, H2, N, K, Na),
-İz elementler (K, Mn, I, Al, Zn, Si, Bor, Flor vs.) olarak iki ana başlık altında tasnif edilirken, bileşikler ise:
-Organik bileşikler
-Anorganik bileşikler (Mesela H2O en mühim anorganik bileşik olup tampon, eritici, ısıyı muhafaza ve buzun alttaki ısıyı sabit tutan) olarak iki ana başlık altında tasnif edilir. Malumunuz bileşikler yüksek sıcaklıklarda parçalara ayrılması hasebiyle madde ile sıcaklık arasında doğrudan bir ilişkisi söz konusudur. Nitekim aşırı sıcaklıkta bileşikleri bir arada tutan kuvvetler belli bir noktadan sonra herhangi bir fonksiyon icra edemez hale gelebiliyor. Hele sıcaklık değerleri sınırı aşmaya bir görsün, mesela bu söz konusu sınır 500 - 600 arası santigrat derece bir sıcaklık sınırını aşan bir sınırsa vay o canlının haline, artık bu noktadan sonra ne mümkündür ki o canlı hayatta sağ salim kalabilsin. Zira yüksek sıcaklıkta proteinler bozularak birçok biyolojik olayların kontrol dışında kalmasına yol açmaktadır. Hiç kuşkusuz had hudut ilkesi soğukluk içinde geçerlilik arz eden bir kuraldır. Ancak bir takım istisnai kabilden kural dışı bazı örneklerde vardır ki, mesela basil bakteri sporlarının -200 santigrat derece civarlarında aylarca yaşayabildiği gözlemlenmiştir. Neyse ki meseleyi genel kurallar çerçevesinde düşündüğümüzde şu bir gerçek çok aşırı sıcaklıklarda hiçbir atom aktivasyon enerjisi gösteremediği gibi kimyasal reaksiyon oluşturamadığı ya da bunun tam tersi aşırı termal soğukluğun -50 veya -100 santigrat derecelerde seyrettiği bumbuz ortamlarda aktivasyon enerjisi oluşturmayacakları bilinen bir gerçeklik kurallar bütünüdür. Aktivasyon olmayınca da ne atomlara birbirleriyle karşılaşması mümkün hale gelir ne de reaksiyon oluşturmaları mümkündür. Öyle ki atomlar arası ilişkilerde bir bakıyorsun hem aşırı sıcaklık hem de aşırı donma durumlarında tüm reaksiyonlar durma noktasına gelebiliyor.
Her neyse konumuz bağlamından koparmadan kaldığımız yerden devam edecek olursak malum organik bileşikler de kendi aralarında:
-Nükleik asitler,
-Nükleik asit haricinde kalan bileşikler,
-Karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri,
-Lipit ve lipit türevleri şeklinde alt gruplar olarak tasnif edilirler.
Bilhassa sıraladığımız alt grupların ikinci sırasında yer alan nükleik asit haricinde kalan bileşikler genel itibariyle hücrelerin onarılması ve gelişmesinde önemli yapı taşı olup bunlar da yapılarına göre “protein ve protein türevleri” şeklinde tasnif edilirler. Proteinler malum hücre yapılarına katılma, fonksiyonel görev üstlenme ve enerji oluşturma yönünde aktif rol oynayan moleküllerdir.