Fatih sultan'in davetine icabet ettiği ali kuşçu

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
FATİH SULTAN'IN DAVETİNE İCABET ETTİĞİ ALİ KUŞÇU
ALPEREN GÜRBÜZER

Bir bekleyiş söz konusudur. Zira Peygamber dilinden övülmüş Fatih Sultan Mehmed davet ettiği konuğunu beklemekte, gözü yoldadır hep. Nihayet birçok ilim heyetinin bulunduğu kafile yaklaştıkça Fatih’i biranda heyecan sarar, derken büyük buluşma gerçekleşir. Tahmin etmişsinizdir yolu beklenilip kucaklanılan o bilge insan on beşinci yüzyılın en büyük astronomu ve matematik bilgini Ali Kuşçu'dan başkası değildir.
Ali Kuşçu'nun yetişmesinde şüphesiz en büyük etken Uluğ Beydir. Onlar hoca talebe ilişkisinin ötesinde birbirine dost ve yoldaştılar. Kaldı ki, gönül yoldaşlığı bir yana göklerin keşfine yönelik yolculuk için ilk ders Uluğ Bey tarafından verilir. Ne var ki o, kelam ve nakli ilimlere vakıf olmak gerektiğini aklına koymuştu bir kere. Ancak bu eksikliği giderecek ilim Semerkand’ın dışındaydı. Belli ki; Semerkand daha çok astronomi ve matematik ağırlıkta bir merkezmiş. Tabii bu isteğini Hocası Uluğ Bey’e ilk etapta açıklayamaz ve çıkış yolunu Kirman’a gitmekte bulur. Böylece Semerkand’dan Kirman’a yeni bir yıldız akar. O şimdi bir başka bilge insanların dizinin dibindedir. İlginçtir Kirman’da geçirdiği yıllarda Maraga Rasathane kurucusu Nasiruddin-i Tusi'nin kelamla alakalı Tecridü’l Kelam eserine şerh yazıp dikkatleri üzerine çekmesini bilir de. Böylece matematiğin dışında kelam ilminde de otorite olduğunu ispatlar. O nerede olursa olsun, ya da dağın vadisinde bile olsa ilimden vazgeçmemekte kararlıydı. Tabir caizse ilim uğruna yağmurla yarış edecek kadar gönlü dopdoluydu. Derken buralara astronominin tüm incelikleri aşılanır ve buralarda dini ilimlerle beraber astronomi araştırmalarına da hız verir. O'nun içindeki tufanı kimse bilemezdi. Nasıl bilsin ki, ancak halini yaşayan anlar. Zaten onda öğrenme aşkı Mecnunun Leyla’ya aşkı gibidir. Ne oluyorsa o anda içinde kopan figan dile gelir: “Ne olur hocama söyleyin bana karşı eseflenmesin, sanmasın ki usandığımdan dolayı buralara gelmiş değilim. Şu iyi bilinsin ki yüreğim her an onunla. Hatta şu gök kubbeye bir sorun o anlatsın halimi. Dileğim odur ki beni mazur görür ve adım yanında kalsın, zira seher çağında güllerim solmasın.”
Gerçekten de Kirman’da aradığı bilgiye kavuşmanın akabinde, daha fazla sıla hasreti doruk noktaya varmadan o yıldız tekrar ana kaynağına, yani Semerkanda kayacaktır. Evet, o şimdi asıl Leyla'sı karşısındadır, ama hocasını çok üzdüğünün hüznü içerisindeydi. Çünkü buralardan hocasının iznini almadan uzaklaşmıştı. Boynu bükük vaziyet içerisinde; “Ah esirge sultanım, üzerimden adavetini kaldır” dercesine kendine olan cesaretini topladıktan sonra eşiğinden içeri girip huzura alınır. Huzurda bedeni akkor kesilse de Uluğ Bey’in dilinden sadır olan:
— Ey Oğul! Kirman'dan bana ne getirdin suali biranda yüreğindeki hüznü atmaya yetecektir.
Tabii Ali Kuşçu rahatlamış halde cevaben:
Size Eşkâl-i kameri (ay’a ait ve ayın geçirdiği değişik evreleri ile ilgili risaleyi) getirdim deyip kendisini affettirecek bir vefa örneği sergiler.
Bu cevabın üzerine Uluğ Beyin gözü ışıldar, elbette sergilediği bu vefa duygusunu karşılıksız bırakmayacaktır. Nitekim sefaret heyetini ülke dışına göndereceği zamanlarda yanlarına muhakkak onu da katıp ötelere yol aldıracaktır. Zaten o kendi kabına sığmayan biriydi, böylece o dış seyahatlerinin dışında diğer günlerini hocasının dizinin dibinde geçirerek değerlendirirdi. Adeta kendini hizmete adamıştı. Derken o yaptığı hizmetlerin semeresini Kadızade-i Rumi ve Gıyaseddin Cemşid’in vefatlarının ardından rasathane müdürlüğüne getirilerek görecektir. Derler ya; önce hizmet, sonra himmet, o da aynen hizmete tabi olup nimete kavuşur da. O artık yönetilen noktada değil yönetendir, ama yöneticiyim diye yıldızların yücelerden kaymasına, ya da gecenin karanlığında renklerin sıyrılmasına seyirci kalamazdı. Madem öyle, öncelikle ilk iş Yıldızlar kataloğu eserini ortaya koymak, sonrasında Zıc-i Uluğ Beg’i, yani bir başka ifadeyle Zıc-i Güreganı‘yı (Yıldızların hallerini belirleyen cetvel-astronomik tablolar) tamamlamak olacaktır. Rasathane müdürü olsa da ilim çilesi onun için hiç sönmeyen bir alevdi sanki. Zaten oldu olası, onun hayalinde hep gökyüzü denen âlemin sırlarını insanlığın hizmetine sunmak vardı. Dahası gök kubbe heyecanı onda bir bambaşkadır. Nasıl olsa bir gün ömür tükenecek, bu dünyada avare avare gün geçirmek olmazdı. İşte bu duygular eşliğinde her mevsim gecenin karanlığında yıldızın mavilinde seyre dalıp ufuk penceresinde inceden inceye sessizce bir ağıt faslı başlatırdı kendi kendine. Derken Yüce Mevla’dan hedefine ulaşmak amacıyla niyaz eyleyip, her defasında ellerini açtığında O’na sığınıp durmaksızın yolunu yol bilecektir. Nasıl dursun ki, gökyüzü uçsuz bucaksız bir âlemdi, dolayısıyla enginlere koyulmalıydı. Zaten çağın çilesini yüklenmeye hazırdı her an. Bu yüzden W. Barlhod onun için; “15. asrın Batlamyus’u” demiştir.
Sadece o bir yerde duraklamıştı. Zira hocası beklenmedik bir anda, kiralık katil Abbas tarafından hançerlenip katledilmişti. Kaldı ki bir başkası tarafından kiralansa gam yemeyiz, ne hazindir ki onu kiralayan Uluğ Beyin oğluydu. İşte bu kara haber onu derinden etkilemiş olsa gerek ki; için için gönlünden uzaklara gitme isteği bürür. Her tarafı toz duman, pus, sis, kara bulut sarmıştı adeta. Semerkand artık Uluğ Beysizdir. O duygu seli içerisinde o an gözü tabuta ilişir, tutku gözlerle dosta doğru bakar son kez. Ve ardından tüm Asya, “Ağla karanfil ağla” ağıtıyla ebedi ıstirahatgâhına uğurlar. Ayrılık kolay değildi elbet. Öyle ki, onun ölümüyle Semerkand'da hem sevgi deryası tükenmeye yüz tutmuş, hem de birçok âlimin kolu kanadı kırılma noktasına gelinmişti. Bu yüzden her biri bir yerlere savrulup Semerkand’dan ayrılmışlardır. Artık bundan böyle güneş saçanlar tenha gurbetlerdedir. Ali Kuşçu ise diğerlerinden farklı olarak içindeki hüznü dindirecek iksirin Mekke ve Medine olduğunu fark ettiğinde tez elden kutsal topraklara koyulur. İyi ki koyulmuş, Mescidi Nebevideki nübüvvet kokusu kendini kendine getirmiş ve yerinden doğrulduğunda gözlerini göklere dikip tekrardan ötelere seyreyleyecektir.
Kutsal toprakları ziyaret dönüşü konakladığı ilk mekân Tebriz’dir. Böylece Tebriz bir ışığa şahit olup bereketlenir de. Bu durumu fark eden Akkoyunlu Hükümdarı âlime hürmet gereği onu en iyi şekilde ağırlar da. Hatta ona elçilik görevi de verilir. İyi ki de verilmiş. Zira Akkoyunluların o yıllarda özellikle Osmanlıyla ilişkiler hiçte iyi sayılmazdı. Bu yüzden Fatih’le görüşmesi için elçi tayin edilir. Fatihin huzuruna çıktığında o an ne oluyorsa birbirlerinden etkilenip, hemhal olurlar da. Adeta birbirlerinde eriyip fena fiş olurlar. Bu da yetmez; Fatih İstanbul da kalmasını talep eder, ama o üstlendiği görevi yerine getirme heyecanıyla kendisini buralara gönderene karşı vefa borcunu ödedikten sonra davetine icabet edebileceğini bildirir. Gerçekten de bu görüşmenin ardından Uzun Hasan'a üstlendiği vazifeyle ilgili detaylı bilgi sunduktan sonra öyle yapacaktır. Derken bir süre daha Tebriz’de dinlenmenin akabinde 200 kişilik bir heyet eşliğinde İstanbul’a uğurlanır.
Onun İstanbul’a gelişi de bir acayiptir. Öyle ki, karşılanışı muhteşem olacaktır. Düşünsenize daha ayağının tozuyla bu topraklara adım atar atmaz hemen Ayasofya Medresesinin başına getirilen bir bilge zattır. Malum derslerine Mirim Çelebi, Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi gibi bilge insanlar bile iştirak etmişlerdir. Fakat kıskançlık ne yazık ki burada da devreye girecektir. Yine de o hiçbir şey olmamışçasına kınayanın kınamasına aldırış etmeksizin üstün hizmetleriyle Osmanlının astronomi ve matematikte en parlak dönemlerin yaşanmasına vesile olacaktır. Şöyle ki o, astronomi ve matematik derslerinin yanı sıra daha öncesinde yanlış hesaplanan İstanbul boylamının gerçekte 59 derece, enleminin ise 41 derece 14 dakika olduğunu tespit etmiş bir bilge şahsiyettir. Tabii her şey bununla sınırlı değil, dahası var; tüm bu hizmetlere ilaveten keşfettiği güneş saatiyle İstanbul’u taçlandırır da. Kuşkusuz onun en dikkat çeken eserleri Risale-i Fi’l Hey’e (Astronomi risalesi), Risale-i Fi’l Fethiye, Risale-i Fi’l Muhammedi’ye, Risale-i Fi’l Hisab (üç bölümden oluşmuş matematik kitabı) vs.dir. Hakeza o dur durak bilmeksizin 1473 yılında Akkoyunlularla olan savaş esnasında bile çalışmalarına ara vermez. Hatta yazdığı Fetih Risalesini Fatihe takdim etmeyi de ihmal etmez. Tabii ki sadece bu eseri değil, birtakım matematiksel hesaplarla ilgili Fi’l Muhammedi’ye eserini de sunar. Fatih bu durumda kendisine Orta Asya’nın emaneti gözüyle baktığı böylesine bilgi yüklü bir şahsiyetin İstanbul’a kattığı hizmetler karşısında adeta kendinden geçer. Sanki o, Fethi Mübin’in gerçekleştirmesine karşılık verilen Allah'ın bir armağanıydı. Buna Allah’ın bir lütfü de diyebiliriz.
O, bir yandan telif eser ve kendi araştırma ürünü eserleri yazarken diğer taraftan bilim tarihine üç isim kazandırır;
—Torunu Mirim Çelebi,
—Hoca Sinan Paşa,
— Molla Lütfi.
Velhasıl; insanlık onun eserlerini okuyarak gökyüzüne uzandı, öteleri araladılar. Daha da mühim olan ay’ın bir kraterine Uluğ Bey, diğerine Ali Kuşçu adı verilmiş olmasıdır. İşte tüm insanlık onları böyle andı, ama biz hala onları kütüphanemizin tozlu raflarına terk etmiş durumdayız. Yine de bir gün elbet, o tozlu raflarda uzanacak evlatlar yetiştiğinde yeniden diriliş gerçekleşeceğine ümit varız.
Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/ali...kale,4506.html
 
Üst