DÜNYA ASLA BAŞIBOŞ DEĞİL-2
SELİMGÜRBÜZER
Mademki atmosfer için koruyucu zırhımız diye tanımlıyoruz, o halde koruyucu zırhımızı hafife almamak gerekir. Zira meteor denen göktaşlarının büyük ölçüde uzayda iken yanıp tutuşup atmosfer tabakaları arasında sönmesiyle birlikte yeryüzüne toz olarak inmekteler. Böylece koruyucu zırhımız sayesinde gökten başımıza taş yağmamış olunmakta. Hani çoğu insan zaman zaman gökyüzünde havai fişekleri andıran ışık kaymalarını gördüğünde “
felekten bir yıldız daha kaydı” demekten kendini alamaz ya, oysa yıldız kayması sanılan o havai fişekler aslında astronotların meteor dedikleri (
göktaşı) cisimlerin uzaydan atmosfere düştüğü andan itibaren oluşan sürtünme kuvvetinden doğan alev pırıltılarının yansımasından başkası değildir. Şayet bu meteorlar alev pırıltısı veya ışıldama olarak kala kalmayıp direk gök cismi olarak atmosferi delip geçmiş olsalardı yeryüzü meteor taşlarından geçilmeyecekti. Kelimenin tam anlamıyla gökten başımıza taş yağması an meselesi bir durum olacaktı. Nitekim gökten zaman zaman bir iki meteorun düştüğü de vaki olabiliyor. Ama bu demek değildir ki gökten bir iki meteor düştü diye her daim gök kubbeden devamlı olarak başımıza taş yağacak. Oysa bu tür hadiseler istisna kabilinden hadiseler olarak vuku bulup neticesine bir baktığımızda meteorlardan bazılarının atmosfere indiğinde toz buz olmuş bir alev ışıldaması olarak değil de aşınmaksızın doğrudan dünyamıza gök cismi olarak düştüğünde meteor çukuru (göktaşı çukuru) olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. İşte bu noktada bir iki istisnalar dışında atmosferin ne denli önemli koruyucu bir tabaka olduğu ortaya çıkmış olur. Hakeza atmosfer tabakası sayesinde bir yandan üzerimize sağanak sağanak yağan yağmur eşliğinde yeraltında kaynak su rezervi oluşurken bir yandan da canlı cansız varlıklar filtre edilmiş yağan yağmurlar eşliğinde hayat bulmakta, diğer yandan da oksijen olup bu sayede tüm canlı âlem için bir nefes sıhhat olmaktadır. Daha da yetmedi can yeleğimiz atmosferimiz bünyesinde taşıdığı ozon gazı marifetiyle güneşten gelen 0,29 milimikrondan daha kısa dalga boylu ışınların yanı sıra toplam sekiz adet öldürücü nitelikte zararlı ışınları süzüp bu sayede güneş ışınlarından gerçek anlamda istifade etmiş olmaktayız. Nitekim görünmez denilen mor ötesi ışınlar (
X ve gama ışınlar) emilip süzüldükten sonra, tüm canlı cansız varlıklar üzerine yararlı ışık olarak sirayet etmekte. Keza ses dalgaları bakımdan da öyle olup gerektiği ölçüde istifade etmemizde atmosferin katkısı çok büyüktür. Öyle ki atmosferin iyonosfer tabakasının ayırt edici ve filtre özelliği sayesinde ses dalgaları arasında herhangi frekans karışıklıklarına meydan vermeksizin işitmemiz sağlanmakta. Belli ki atmosfer olmasa ne bir ses, ne bir tılsım, ne bir renk, ne de bir ışık huzmesi bizim için hiç bir anlam ifade etmeyecekti. Dahası atmosfersiz bir hayat -3 santigrat derecelik ölü bir hayata mahkûm kalmak olacaktı. İyi ki de atmosferin kendi iç bünyesinde tuttuğu % 78 azot, % 21 oksijen gazları vs. var da bu sayede ölü bir hayata mahkûm kalmayıp tüm dertlerimize deva olunmakta. Tüm bunlardan da öte bu koruyucu şemsiyemiz sayesinde ne başımıza gökten taş yağmuruna tutulmaktayız ne de herhangi tehlike arz eden bir kozmik ışın bombardımanına.
Her neyse atmosfer hakkında bu kadar bilgi edindikten sonra gelelim konuk olduğumuz dünyamızın ahvali ne, ne değildir birde ona bakalım. Malumunuz daha düne kadar, yani 1831 yılına dek dünya dönmüyor güneş sabit deniliyordu. Acaba öyle miydi? Oysa Kur’an ayetlerine baktığımızda tam aksini görüyoruz. Nitekim Yüce Allah kullarına elçisi vasıtasıyla bu hususu şöyle duyuruyor da:
- “
Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik.” (
Hicr suresi ayet19)
-“
Göğü kendi kudretimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (
Zariyat, 47)
-“
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder.” (
Enbiya, 33)
-“
Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman suresi (55), 5. Ayet )
İşte Yüce Allah yukarıda beyan buyurduğu ayetlerden de anlaşıldığı üzere güneşin, dünyanın ve ayın belli bir hesaba göre hareket ettiği apaçık bir şekilde ortaya konmuş durumda. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın bu haberine kulak verilmiş olsaydı bu vahim hataya düşülmeyecekti. Hadi sözde çağdaşlığın kapısı denilen Batı dünyasının Kur’an’a duyarsız kalınmasını bir noktada anlayabiliyoruz, peki ya şu kilise papazlarınca bilimin giyotine vermelerine ne demeli. Bilindiği üzere insanlık uzun bir süre gerek kilise papazlarınca gerekse skolastik çevrelerce bilimin giyotine verildiği dönemlerin algısıyla dünyanın batıdan doğuya doğru dönmesinden hareketle güneşin yerinde sabit kaldığına kör kütük inanıvermişlerdi. İnanıverdiler de ne oldu yıllarını bu düşünceyle heba etmiş oldular. Neyse ki, artık gelinen nokta itibariyle güneşin Samanyolu galaksisinin merkezine yakın bir konumda yer aldığının bilimsel olarak ispatlanmasıyla birlikte güneş ve beraberinde bizler saniyede 200 kilometre veya saatte 720.000 km hızla evrensel çekim kanunlarına uygun bir şekilde döndüğü netlik kazanmıştır. Öyle ki, yerin güneşe ve ay’a olan mesafesi çok ince hesaba dayandığı, hatta dünyamız güneş etrafında dönerken uzaklaşma eğiliminde olmasına rağmen aralarındaki çekim gücü kanunun buna izin vermeyip böylece yörüngelerinde seyir halde ki bir takım dengelerin bu şekilde sağlandığı anlaşılmaktadır. Düşünsenize aralarında bir an çekim kanunun işlemediğini varsayalım, bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti, her an dünyamızın güneşle yakınlaşması neticesinde alev alacağı an meselesi diyebiliriz. Allah’a şükürler olsun ki çekim kanununun bir gereği olarak matematiksel Güneş Sabite'si değeri G= 6,67x10–8 buna izin vermemektedir. Bu sayısal değer elbette ki güneşin kendi kendine akıl erdirip ortaya koyduğu bir rakam değildir, bilakis Yüce Yaratıcının yarattığı ilahi kanunlara tabii olmanın bir göstergesi bir rakamdır. Zaten yaratılmış olan madde, istese de böyle bir sayısal değer üretmeye ne akl edebilir ne de güç yetirebilir, madde ancak neyle programlanmışsa kurulu saat misali işlevini yerine getirir, asal kurulu saat işlevinin veya programının dışına çıkamaz.
Şimdiye kadar anlatılanlardan sanki sadece dünya ile güneş arasında mesafe dengesi varmış gibi bir izlenim vermiş olabiliriz. Elbette bu olay yaratılan tüm kâinat âlemini de kapsayan bir durum. Malumunuz ay dünyamızın uydusu olması hasebiyle mesafe olayı onun içinde geçerli bir kural elbet. Nitekim ay dünyadan biraz daha büyük veya biraz daha yakınında olsaydı med-cezir olaylarından her an başımızı alamayıp kim bilir belki de her gün tsunami felaketleri yaşıyor olacaktık. Yine Allah’a şükürler olsun ki med-cezir hadisesi yılda bir iki defa meydana gelmekte. Ki; bunun iki kez cereyan etmesi hem ayın varlığını hatırlatmakta, hem de ay çekim gücünün etkisiyle ara sıra yer kabuğunu esnetmesiyle birlikte yer kabuğu içerisinde birikmiş enerjinin boşaltılması sağlanmaktadır. Böylece dünyamıza bir tür denge ayarı yapılmaktadır. Bu yüzden Yaratıcı ve yaratılan ilişkisini göz ardı edemeyiz. Keza dünyamız ve diğer gezegenler yaratılıştan bu güne dek hala sabit bir yörüngede seyrediyorsa bu önceden belirlenmiş ve programlanmış planın bir gereğidir. Dolayısıyla dünyanın güneşe en fazla yaklaştığı noktaya “
Perihlion”, en uzak olduğu kısma ise “
Apelon” denip, bu iki nokta sayesinde güneşe yaklaştıkça hızlanırız, uzaklaştıkça yavaşlarız. Derken yanmaktan kurtuluveririz.
Albert Einstein başlangıçta durgun bir dünyadan söz etmiş, ama geçte olsa hatasını anlayabilmiştir. Dahası sonradan anlaşıldı ki tabiatta cereyan eden hadiseler geriye döndürülemeyecek şekilde bir akış içerisinde seyretmekte. Bu gerçekler ışığında Alexander Freidman genişleyen evrenden bahseden ilk bilim adamı olarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Hubble ise genişleyen modeli formüle edip kanunlaştırmayı başaran bir isim. İşte bu tip çalışmalar sonucu sürekli büyüyen ve genişleyen kâinat karşısında olduğumuzu fark ettik. Üstelik birbirlerinden yaklaşık 60 bin kilometre hızla uzaklaşan galaksiler bu genişlemeye rağmen zerre miskal hacimlerinde değişikliğe uğramamaktalar. Dahası parçalanan yıldızlar, meteoritler, kuyruklu yıldızlar başlangıçtaki mükemmel nizamın bozulacağına dair adeta birer işaret fişekleri olurcasına baki olanın sadece ve sadece Yüce Allah (c.c) olduğunu haykırmaktalar. Hatta dünyamızın koruyucu şemsiyesi diye ilan ettiğimiz atmosfer bile bir miktar gazın merkezkaç ve diğer gök cisimlerinin çekim etkisine girerek uzaya kaçış temayülü gösterdiği artık bir sır değil. En son gelinen nokta itibarı ile teleskopların hüneri ile kâinatın sonsuz olamayacağı hakkında tüm şüpheler ortadan kalkmıştır.
Bakın Allah Teâlâ; “
Yemin olsun döndürücü semaya” (Tarık,11) diye beyan buyurmakla gökyüzüne sadece bir sema olarak değil içeriğine de vakıf olmamızı murad ediyor. Öyle ki içeriğine vakıf olmaya çalıştığımızda bilhassa bu noktada atmosferin gökyüzünü (semayı) kaplayan koruyucu örtümüz olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Ve bu örtünün yere bakan ilk katmanının ise troposfer olduğunu müşahede ettikten sonra kar, yağmur, kasırga gibi tüm meteorolojik olaylar bu katmanın yere yakın kısmında cereyan ettiğini gözlemlemiş oluruz. Malumunuz troposferden yeryüzüne indirilen yağmurlar buharlaşıp tekrar geriye döndüğünde bu katmanda tekrar çeşitli işlemlerden geçip yağış döngüsü sürdürülür de. Belli ki atmosferle yeryüzü arasında bir döngü ve çekim ilişkisi söz konusudur. Döngü ve çekim ilişkisinin olması da gerekiyor, aksi halde azot, oksijen ve karbondioksit gibi yoğunlukça büyük temel gazlar kaçış eğilimi gösterip uzaya firar edeceklerdi. Bu demek oluyor ki yerkürenin kütlesine bağlı devasa nitelikte bir mıknatıs çekim gücü ilişkisinin varlığı atmosferdeki gazların kaçışına mani olup kendine cezb etmektedir. Bu arada aydınlık lambamız güneşte boş durmayıp bağrından çıkan elektrik yüklü enerjik parçacıklarla üst atmosferi adeta bombardımana tutaraktan bir taşta iki kuş vururcasına hem üst atmosferi hem de ekvatoru ısıtmış olur. Böylece ısınan hava troposfere yükseldikten sonra alize rüzgârları vasıtasıyla kutuplara doğru yol aldığında soğuyup havanın dengesi sağlanmış olur. Hakeza bundan başka atmosferdeki gazlar tabiatı gereği kaçış istidadı gösterdiklerinden yer çekim kuvvetinin etki gücüyle uzaya kaçmalarının önüne geçilerekten atmosfer dengesi sağlanmış olur. Anlaşılan hava uçmak için var olan iyi bir ortam, arzda (yeryüzü sathı) bağrına basmak için iyi bir ortam. İşte her şey uçma ile bağrına basma arasındaki ilişkide gizlidir. Derken bu ilişki sayesinde denge âlem, uçma ve bağrına basma dediğimiz çekme kuvvetlerinin birbirlerini karşılıklı kontrol etmesiyle gerçekleşmiş olur. Baksanıza Isaac Newton belirlilik (
determinizm) prensibinden hareketle bir ağaçtan yere düşen elmanın zihninde oluşturduğu şokla bütün kâinatın bir çekim gücü kanunuyla deveran olduğunu gözlemlendiğinde kendisinin bir anda Hıristiyanlığın ortaya koyduğu teslis inancından uzaklaşmasına yeterli sebep olmasına yetmiştir. Öyle ya, mademki çekim kanunu gerçeği ile yüzleşilmiş o halde baba-oğul-ruhban üzerine kurulu bir teslis inancına körü körüne kendini kaptırmak ahmaklık olurdu. Zira Yaratıcı güç asla ortaklık kabul etmez, bikere bu eşyanın tabiatına aykırı bir durum olurdu. Bu yüzden Yüce Allah (c.c) kanun koyucu olarak tektir, eşi ve benzeri de asla söz konusu olamaz da. Kaldı ki bugün bilim dünyası geldiği nokta itibariyle Newton’u da aşarak kâinatta cereyan hadiselerin tek elden Allah’ın belirlediği hudutlar dâhilinde nizam bulduğu noktasında hem fikir olmuşlardır dersek yeridir. Nasıl ki bir derin dondurucu (
buzdolabı) mühendisin belirlediği plan dâhilinde soğudukça ısınan, ısındıkça soğuyan bir termostatik ayarla otomatiklik işlev kazanıyorsa aynen öyle de kâinatın yaratılış kanunları da otomatik olarak yaratıcı gücün külli iradenin murad ettiği doğrultuda işlevlik kazanıp hayat dengemiz sağlanmakta. Nitekim Yüce Yaratan: “
Sonra duman (gaz
) halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye ister istemez gelin dedi. İkisi de isteyerek geldik dediler” (
Fussilet, 11) beyan buyurarak bu gerçeğe işaret ettiği gibi “
Gece gündüzü, gündüzde geceyi takip eder” (
A’raf 54) ayetiyle de dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne de vurgu yapmıştır.