dedekorkut1
Doçent
DNA MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp, söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.
Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.
Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir. Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet. Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir. Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.
Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar, oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır. Öyle ya, şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.
Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı, hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır. Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?
Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu? Olmuyor elbet, çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta. Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki; bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, tesadüf bunun neresinde?
DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte. Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez. Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte. Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n) yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.
Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n) olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?
SELİM GÜRBÜZER
Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp, söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.
Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.
Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir. Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet. Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir. Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.
Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar, oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır. Öyle ya, şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.
Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı, hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır. Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?
Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu? Olmuyor elbet, çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta. Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki; bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, tesadüf bunun neresinde?
DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte. Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez. Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte. Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n) yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.
Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n) olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?