Darbe Zebanileri "Ahmet Alp Altay"

ahze21

Yasaklı
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
550
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
46
--------------------------------------------------------------------------------


Yüzyılın davasında ilk duruşmadan sonra haftalar geçmişti. Adliyenin önü mahşer yerine dönmüş sloganlar birbirine karışıyordu. Müdahil olmak isteyenlerin sesi mahkeme salonundakilerin kulaklarına sinek vızıltısı gibi gelse de hâkim karşısında ak saçlarının başındaki ve yüzündeki lekeleri saklayamadığı ve buruşmuş cildi, çökmüş gözleriyle olanları hala çözememiş, sanık kürsüsündeki diktatörün yüreğini ağzına getiriyordu. Etrafını süzerken bir koyun edası seziliyordu o yüzde.
Hâkim, mübaşire sıradaki tanığın içeriye alınması için uyarıda bulundu ve elinde mendili gözlerini silen, yaşlı bir bayan yılların eğdiği belini doğrultmaya çalışarak, bir fatih edasıyla giriş yaptı. Hâkim karşısında yerini aldığında son kez mendiliyle gözlerini silerek sanık sandalyesinde oturana öyle bir bakış attı ki, yıllarca gözlerin çekinerek baktığı zalimin gözleri istemsizce muhatabından kaçtı.
Mahkemeden izin isteyen avukatı yaşlı bayanın oturmasını talep etti. Tahta sandalyesine bir kraliçe gibi kurulduktan sonra konuşup konuşamayacağı sorulduğunda;
“Ben yıllardır bu günü bekliyorum evladım. Bugün konuşmayacağım da ne zaman konuşacağım başka. Ömrüm mü kaldı elimde.” dedi ve anlatmaya başladı…

“Yıllar önceydi. Sonbaharın soluk yüzünü göstermeye başladığı ve yaprakların sarıya çaldığı bir döneme girmiştik. Askerler postallarını ülke gençliğinin kara yazgısıyla parlatmaya başlamışlardı. Kocam ve ben de o günlerin sert boralarından nasibimizi almak üzereydik. Kocam TKİ’de bir memurdu. Bir gün çalıştığı kurumu basan askerler suçlu suçsuz demeden herkesi kelepçeleyerek askeri bir aracın güneş girmeyen kasasına hınca hınç doldurmuşlardı. Akşam olmuştu ve ne gelenden haber alabiliyordum ne de gidenden. Zaten herkes birbirinden çekindiğinden kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Ancak sabaha doğru bir haber aldım. Tam elli yaşındaki kocamı mahkeme bile etmeden bir cezaevine göndermişlerdi. Görüş yasaktı; gittiğimde geldiğimi bile haber vermediler.

Haftalar merak ve bir o kadar da endişe ile geçti. Evimin tek direği eşimden ayrı olmak mı koyuyordu bana yoksa iki çocuğumun baba hasretimi bilemiyorum. Sağ olsun kardeşlerim. Kapılarını açtılar da o günlerde yanlarında teselli olup, çocuklarımın rızkını buldum.

Çok geçmedi, mahkemesi olupbitti. Asayişi bozmak ve devlete karşı gelmekten suçlu bulundu. Mardin Cizre’de bir cezaevine yerleştirmişler. Burada yıllarca kalacaktı. İçeriden haber alamadığımdan ziyarete gidiyordum, iki çift lafa müsaadeyi bırakın yüzünü bile zor gösteriyorlardı. Zaten o bir deri bir kemik, cılız hallerini görünce daha fena olup yerlere sere serpe seriliyorduk. Yani anlayacağınız içeride onların, dışarıda da bizim ruh halimiz bozuluyordu.

Aylar geçiyordu. Cezaevinden kazayla çıkanların anlattıkları fenalıklar geçirmeme sebep oluyordu; günde üç öğün yemek yerine dayak yiyor, anadan üryan soyup tazyikli suyla, toplu banyolar yaptırılıyor ve hacetlerini giderdikleri taslardan yemek yediriyorlarmış. Bunlar benim duyabildiklerim hâkim bey. Aslında bunlar benim duymaya dayanabildiklerim hâkim bey.

Cezaevinde aynı işkenceleri tecrübe ettiğini düşündüğüm eşim bir gün gerçeklik duygusunu kaybetmiş olacak ki kendisinde gariplikler tezahür etmeye başlamış. Şuurunu yitiren kocam, koğuşun aslında bir mezar olduğunu iddia etmeye başlamış. Bunu öyle mantıklı savunuyormuş ki, yanında ki gençlerin çoğunu da ikna etmeye başlamış. Mesela şöyle bir izahat getirmiş; Cuma günleri görüşme günleriydi. Yanındakilere ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar.’ diye sorduktan sonra şöyle izahat getirmiş,’ Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Biliyorsunuz Cizre’de kabir ziyareti Cumalarıdır. İşte bu başımızdaki gardiyanlar da bize azap etmekle memur zebaniler.’ Gerçekten de koğuşlarının camları boyalıydı. Bizim içeriyi göremediğimiz gibi onlar da dışarıyı göremiyor ve duyamıyorlardı. Bu durum uzun sürmüş ve ona yaşadığını bir türlü ispat edememişler.

Bir gün koğuş mazgalı açılmış ve eşimin adı okunup terhis olacağı müjdesi verilmiş. Yanındakiler, ‘Yaşıyoruz!” diyerek başlamışlar şehadet getirmeye. O ise eğmiş başını, dizlerinin arasına koymuş ve ‘Evladım, beni göndermeyin. Sizler bana sahip çıkıyordunuz. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum.’ diye ağlamaya başlamış.

Eşimi, cezaevi müdürünün karşısına perişan bir vaziyette çıkarmışlar. Onun bu haline bir anlam veremeyen müdür ‘Sevineceğin halde ne diye ağlıyorsun, be adam?’ diye sormuş. Konuşmaya mecali olmayan eşim yerine gardiyanlar olayı anlatmışlar. Müdür duydukları karşısında güldükten sonra “Seni nasıl ikna edebiliriz beybaba?” diye sorunca gücünü kuvvetini toplayarak cevap vermiş; ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’. Müdür gerekli işlemleri yaptırdıktan sonra bana ulaşabilecekleri bir telefon numarasını çevirmiş ve eşime vermişler. Telefonu açtığımda onun ‘Alo’ diyen sesini duyunca fenalıklar geçiriyordum. Kalbim, nedendir bilmem, küt küt atmaya başlamıştı. Gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu ne diyeceğimi bilemememin şaşkınlığını yaşıyordum. Onun şu sözleriyle kendime geldim; ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi?’ Benim ‘Tabi ki yaşıyorsun.’ cevabım karşısında ince, hırıltılı bir ses duydum. Haykırarak seslendim, sonra yine seslendim. Daha sonra telefonun kapandığını anladım. Yere yığılıp kalmışım. Çocuklarım ve kardeşim kaldırıp ayıltmışlar, saatler sonra.

Beni arayan numarayı bilmediğim için tekrar çevirip arayamadım. O gün kalbim yırtıldı sanki. Ertesi gün yaşadığı gerçeklik karşısında kalbinin dayanamayarak durduğunu bildirdiler bana. Vefat etmişti.

Şimdi hâkim bey, ben konuşmayayım, ben anlatmayayım da bu yalnız başına geçen senelerin, yüzümdeki acılarla oluşan çizgilerin, uykusuzluktan şişen gözaltı torbalarımın ve ‘Babanız bir gün mutlaka gelecek’ diye yıllarca avutup, büyüttüğüm yetimlerimin hesabını kim, şurada sanık sandalyesinde oturandan zebaniden alacak?”

Bu sözler onun ağzından mahkeme salonunda yankılanan son sesler oldu. Sonra gözyaşlarıyla ıslattığı mendiline, hıçkırıklara boğularak, tekrar gömüldü.


AHMET ALP ALTAY
 
Üst