dedekorkut1
Doçent
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
SELİM GÜRBÜZER
Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği hususu yıllar boyunca insan zihnini meşgul eden konulardan biri olmuştur hep. Hadi insanların kendi kendine zihince meşgul olması bir noktada anlayabiliyoruz da, peki ya şu bir takım aklı evvellerin bugün olmuş halen gelinen noktada güya aşağı düzeyde ki canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğini iddia ederekten içi boş anlamsız tezlerle insanların zihinleri karıştırılıp meşgul edilmesine ne demeli. Neyse ki bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bu tür içi boş mesnetsiz iddialar bir şekilde boşa çıkartılıp her canlının kendi hemcinsi atasından türediği görüşü ağırlıklı olarak belleklerde yer edinir hale gelindi diyebiliriz. Derken bu arada hayatın kökeni hakkında gerek cansız olmayandan canlının meydana gelebileceği anlamında kullanılan “abiyogenez” tezi, gerekse canlı olandan canlı meydana gelebileceği anlamında kullanılan “biyogenez” tezi bilim dünyasının gündemine giren iki başlıklı konu kapağı olur da.
İşte hayatın kökeni hakkında ileri sürülen tezler hangi konu kapağı başlıklar altında incelenirse incelensin şu bir gerçek tek hücreli sistemden çok hücreli bir sisteme doğru gidildikçe canlı varlıkların her birinin kendi içinde yaratılış itibariyle çok büyük çeşitlilik arz eden birbirinden bağımsız türler olduğunu görürüz. Tabii yaratılış itibariyle canlı varlıkların her birinin çok yönlü çeşitliliğini ve yaratılış mükemmeliyetini görüp şahit olduğumuz gibi basit yapılardan daha karmaşık yapılara doğru gidildikçe her bir kademede ki canlı türlerinin bulunduğu konuma göre de enerji ihtiyacının o nispette kademe kademe artış kaydettiğini görüp şahit olabiliyoruz pekâlâ. Derken bu tip görüp şahit olunan bir takım elde edilen verilerden hareketle “abiyogenez” kavramı cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden koaservatlara, koaservatlardan proteinlere, proteinlerden tek hücreli canlılara ve en nihayetinde kompleks yapılara doğru gelişmenin adı olarak bilim dünyasının tanımında yerini almış olur. Mesela bu hususta en basitinden suyu ele aldığımızda, suyun başlangıçta sadece susuzluğu giderecek abiyogenez formunda sıvı içecek kaynak çeşmemiz olurken, yetişkin bir insan vücudunun %50 ila %70’ini su içerdiğini düşündüğümüzde ise biyogenz formunda ab-ı hayat su molekülü olduğunu gözlemlemiş oluruz. Öyle ki cansız bir halde karşımızda duran suyun gerçekte nice canlılara taş çıkartacak derecede hayatımızı diri tutup canlılık kattığı kendi vücut dinamiklerimizin işleyişinden de besbellidir zaten. Yine de bu noktada ister adına hayat suyu diyelim, ister dirlik suyu, ister aynü’l hayat diyelim bu demek değildir ki canlı hayatı büsbütün sadece su ayakta tutmaktadır, hiç kuşkusuz su olmadan da yıllarca hayatını idame ettiren canlı varlıkların varlığı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bunlardan keşfedilen en meşhurları; kanguru fare, çöl kaplumbağası ve akciğer balıklarını örnek gösterebiliriz pekâlâ. Hakeza oksijensiz ortamda üreyen canlılarında varlığı da bilinen bir durumdur. Nasıl mı? Mesela oksijenden yoksun şartlarda enerji üreten anaerobik bakteri, mantar ve diğer mikroorganizmaların aracılığında fermantasyon yoluyla birtakım organik bileşiklerin oluşumu susuzda gerçekleşebiliyor. Hatta böylesi bir oluşuma örnek olarak Wollin ve Erickson gibi birçok bilim adamları yıllar öncesinden çok yüksek perdeden; amonyak, metanol, formik asit ve formaldehit gibi bileşiklerin nükleik asitlerle gireceği bir takım reaksiyonlarla da aminoasitlerin oluşabileceğini gösterip dillendirmişler bile. Hadi bunun böyle olabileceği doğrulanmış olduğunu varsaysak bile böylesi bir aminoasit oluşumun varlığı yaratılış modelini esas alan ilim erbabının yoktan var oluşa olan inancını sarsacak ya da halel getirecek veya ortadan kaldıracak bir tez asla olmayacaktır. Bilakis müminler olarak Kur’an’da zikredilen hem yoktan var, hem vardan var, hem de vardan yok manasına gelebilecek “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran, 59) ayet-i kerimenin mana ve ruhuna olan inancımızı daha da pekiştirecek bir tez olacaktır. Dolayısıyla bu noktada toprak bizim ‘abiyogenez’imizdir dersek yeridir Zira ilk insan topraktan yaratılmıştır. Havva anamız ise Âdemin eğe kemiğinden yaratılmıştır. Öyle ya, madem inan nesli Âdem ve Havva anamızdan türeyiverdi, o halde muhtemeldir ki, Hz. Adem (a.s) bizim ana rahminde geçirdiğimiz ontogenesis gelişimin bir değişik benzer sürecini toprağın ana rahminde geçirerek tüm insanlığın ilk atası ve ilk peygamberi oluvermiştir. Böylece Yüce Allah’ın Kur’an’da kullarına hitaben “Sizi topraktan yarattık, tekrar toprağa döneceksiniz, ikinci bir defa daha sizi topraktan çıkaracağız” (Taha,55) beyan buyurduğu ayetin sırrı mucibince toprağın bağrına ruh üflenerek ben-i adem oluverdik. Sonrası malum Hz. Âdem (a.s) ve Havva anamızın cennet yurdundan dünyaya teşrif etmesiyle birlikte ben-i ademin kıyamete kadar sürecek olan imtihanı start alır. İşte Mevlana bu yüzden imtihanımızın çamurlaşmaması için tüm insanlığa şu çağrıda bulunur da: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz. Mühim olan çamurlaşmamaktır.”
Peki ya biyogenez? Yukarıda tanımladığımız gibi canlının canlıdan meydana gelebileceğini ifade eden bir kavramdır biyogenez. Bu kavramın içeriğinden de anlaşıldığı üzere canlının temelini hücreler oluşturmaktadır. Malumunuz hücreler ise bizatihi kendileri bölünüp çoğalmak suretiyle yenilenmekteler. Ki, hücre bölünmesinden maksat yeni bir canlı hücrenin meydana gelmesini sağlamaktır. Hatta temel gaye eşey hücrelerini oluşturmaktır. Nitekim hücre büyüyüp belli bir olgunluğa ulaştığında bu uğurda bir takım bölünmeler gerçekleştirerekten maksat hâsıl olur da. Hem nasıl maksat hâsıl olmasın ki, baksanıza ilkel canlıların üreme olayında bile bir bakıyorsun hücre içerisinde kromozomlar daha teşekkül etmeden amitoz bölünmeyle, yani doğrudan hiçbir değişikliğe uğramaksızın çekirdek ve sitoplâzmasının ikiye bölünmesiyle birlikte çoğalmasını gerçekleştirebiliyorlar. Örnek mi? İşte bakteri, amip, öglena ve kanser hücreleri bunun en bariz örneklerini teşkil ederler zaten. Mitoz bölünmeden temel amaç ise kromozomların birer kopyasını oluşturup sonrasında bu kopyaları hücre bölünmesi eşliğinde özdeş kromozom halde oluşan iki yavru hücreye pay etmektir. Yani bu demektir ki mitoz bölünmenin amitoz bölünmeden farklı yanı mitoz bölünmenin çekirdekte kromozomların oluşmasının akabinde vuku bulan bir üreme biçimi olmasıdır. Mayoz bölünmenin mitoz bölünmeden farklı yanı ise malum eşey hücrelerinin (germ hücrelerinin) birbirini takip eden diploid iki nükleuslu bir yapı içerisinde bölünmelerini iki aşamada gerçekleştiriyor olmasıdır. Öyle ki mayoz bölünmenin birinci aşamasında kromozom sayıları yarıya indirgendiği gözlemlenirken, mayoz bölünmenin ikinci aşamasında ise kromozomların hem kendi eşleşmelerini gerçekleştirdiği hem de spermiogenezis sürecinde olduğu gibi golgi evre, kap evre, akromozal evre ve olgunlaşma evre şeklinde hücresel bazda bölünmelerini tamamladığı bir süreç olarak gözlemlenir. Dahası mayoz bölünme birinci aşamasını kromozom sayısını yarıya indirgediği bir bölünme şekli olup burada diploid (2n) yapılı bir hücreden haploid yapıda iki adet hücre meydana gelirken diğer aşamasında ise basit bir mitoz bölünme eşliğinde dört adet haploid hücre oluşumunun vuku bulduğu bir bölünme şekliyle sürecini tamamlamış olur. Öyle anlaşılıyor ki; hücre bölünmelerin gelişim evreleri inceledikçe hiçbir oluşumun tesadüfe meydan vermeyecek bir şekilde kendi içinde hücre yenilenmelerini kimi zaman indirgeyerek kimi zaman çoğalaraktan gerçekleştirdiğini gözlemlemekteyiz. Böylece spermatogenezis sürecinde tek bir spermatogonyumdan fonksiyonel halde adına sperm hücresi denen 4 adet spermatozoon meydana gelirken, oogenezis sürecinde ise tek bir oogonyumdan fonksiyonel adına yumurta hücresi denen ovum meydana gelmiş olur. Belli ki gerek makro âlemde gerekse mikro âlemde hiçbir şekilde tesadüf oluşuma yer yoktur, bilakis A'dan Z’ye hemen her şey belli bir sistematik düzen içerisinde cereyan edip işlerlik kazanmakta. Tabii burada en önemlisi tabiatta olan biten her ne varsa işleyişini gözlemlediğimiz sistemin mükemmeliyetinin Yüce Yaratıcı gücün (c.c) iradesi dâhilinde işlerlik kazandığının idrakine varabilmek çok mühimdir.
SELİM GÜRBÜZER
Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği hususu yıllar boyunca insan zihnini meşgul eden konulardan biri olmuştur hep. Hadi insanların kendi kendine zihince meşgul olması bir noktada anlayabiliyoruz da, peki ya şu bir takım aklı evvellerin bugün olmuş halen gelinen noktada güya aşağı düzeyde ki canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğini iddia ederekten içi boş anlamsız tezlerle insanların zihinleri karıştırılıp meşgul edilmesine ne demeli. Neyse ki bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bu tür içi boş mesnetsiz iddialar bir şekilde boşa çıkartılıp her canlının kendi hemcinsi atasından türediği görüşü ağırlıklı olarak belleklerde yer edinir hale gelindi diyebiliriz. Derken bu arada hayatın kökeni hakkında gerek cansız olmayandan canlının meydana gelebileceği anlamında kullanılan “abiyogenez” tezi, gerekse canlı olandan canlı meydana gelebileceği anlamında kullanılan “biyogenez” tezi bilim dünyasının gündemine giren iki başlıklı konu kapağı olur da.
İşte hayatın kökeni hakkında ileri sürülen tezler hangi konu kapağı başlıklar altında incelenirse incelensin şu bir gerçek tek hücreli sistemden çok hücreli bir sisteme doğru gidildikçe canlı varlıkların her birinin kendi içinde yaratılış itibariyle çok büyük çeşitlilik arz eden birbirinden bağımsız türler olduğunu görürüz. Tabii yaratılış itibariyle canlı varlıkların her birinin çok yönlü çeşitliliğini ve yaratılış mükemmeliyetini görüp şahit olduğumuz gibi basit yapılardan daha karmaşık yapılara doğru gidildikçe her bir kademede ki canlı türlerinin bulunduğu konuma göre de enerji ihtiyacının o nispette kademe kademe artış kaydettiğini görüp şahit olabiliyoruz pekâlâ. Derken bu tip görüp şahit olunan bir takım elde edilen verilerden hareketle “abiyogenez” kavramı cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden koaservatlara, koaservatlardan proteinlere, proteinlerden tek hücreli canlılara ve en nihayetinde kompleks yapılara doğru gelişmenin adı olarak bilim dünyasının tanımında yerini almış olur. Mesela bu hususta en basitinden suyu ele aldığımızda, suyun başlangıçta sadece susuzluğu giderecek abiyogenez formunda sıvı içecek kaynak çeşmemiz olurken, yetişkin bir insan vücudunun %50 ila %70’ini su içerdiğini düşündüğümüzde ise biyogenz formunda ab-ı hayat su molekülü olduğunu gözlemlemiş oluruz. Öyle ki cansız bir halde karşımızda duran suyun gerçekte nice canlılara taş çıkartacak derecede hayatımızı diri tutup canlılık kattığı kendi vücut dinamiklerimizin işleyişinden de besbellidir zaten. Yine de bu noktada ister adına hayat suyu diyelim, ister dirlik suyu, ister aynü’l hayat diyelim bu demek değildir ki canlı hayatı büsbütün sadece su ayakta tutmaktadır, hiç kuşkusuz su olmadan da yıllarca hayatını idame ettiren canlı varlıkların varlığı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bunlardan keşfedilen en meşhurları; kanguru fare, çöl kaplumbağası ve akciğer balıklarını örnek gösterebiliriz pekâlâ. Hakeza oksijensiz ortamda üreyen canlılarında varlığı da bilinen bir durumdur. Nasıl mı? Mesela oksijenden yoksun şartlarda enerji üreten anaerobik bakteri, mantar ve diğer mikroorganizmaların aracılığında fermantasyon yoluyla birtakım organik bileşiklerin oluşumu susuzda gerçekleşebiliyor. Hatta böylesi bir oluşuma örnek olarak Wollin ve Erickson gibi birçok bilim adamları yıllar öncesinden çok yüksek perdeden; amonyak, metanol, formik asit ve formaldehit gibi bileşiklerin nükleik asitlerle gireceği bir takım reaksiyonlarla da aminoasitlerin oluşabileceğini gösterip dillendirmişler bile. Hadi bunun böyle olabileceği doğrulanmış olduğunu varsaysak bile böylesi bir aminoasit oluşumun varlığı yaratılış modelini esas alan ilim erbabının yoktan var oluşa olan inancını sarsacak ya da halel getirecek veya ortadan kaldıracak bir tez asla olmayacaktır. Bilakis müminler olarak Kur’an’da zikredilen hem yoktan var, hem vardan var, hem de vardan yok manasına gelebilecek “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran, 59) ayet-i kerimenin mana ve ruhuna olan inancımızı daha da pekiştirecek bir tez olacaktır. Dolayısıyla bu noktada toprak bizim ‘abiyogenez’imizdir dersek yeridir Zira ilk insan topraktan yaratılmıştır. Havva anamız ise Âdemin eğe kemiğinden yaratılmıştır. Öyle ya, madem inan nesli Âdem ve Havva anamızdan türeyiverdi, o halde muhtemeldir ki, Hz. Adem (a.s) bizim ana rahminde geçirdiğimiz ontogenesis gelişimin bir değişik benzer sürecini toprağın ana rahminde geçirerek tüm insanlığın ilk atası ve ilk peygamberi oluvermiştir. Böylece Yüce Allah’ın Kur’an’da kullarına hitaben “Sizi topraktan yarattık, tekrar toprağa döneceksiniz, ikinci bir defa daha sizi topraktan çıkaracağız” (Taha,55) beyan buyurduğu ayetin sırrı mucibince toprağın bağrına ruh üflenerek ben-i adem oluverdik. Sonrası malum Hz. Âdem (a.s) ve Havva anamızın cennet yurdundan dünyaya teşrif etmesiyle birlikte ben-i ademin kıyamete kadar sürecek olan imtihanı start alır. İşte Mevlana bu yüzden imtihanımızın çamurlaşmaması için tüm insanlığa şu çağrıda bulunur da: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz. Mühim olan çamurlaşmamaktır.”
Peki ya biyogenez? Yukarıda tanımladığımız gibi canlının canlıdan meydana gelebileceğini ifade eden bir kavramdır biyogenez. Bu kavramın içeriğinden de anlaşıldığı üzere canlının temelini hücreler oluşturmaktadır. Malumunuz hücreler ise bizatihi kendileri bölünüp çoğalmak suretiyle yenilenmekteler. Ki, hücre bölünmesinden maksat yeni bir canlı hücrenin meydana gelmesini sağlamaktır. Hatta temel gaye eşey hücrelerini oluşturmaktır. Nitekim hücre büyüyüp belli bir olgunluğa ulaştığında bu uğurda bir takım bölünmeler gerçekleştirerekten maksat hâsıl olur da. Hem nasıl maksat hâsıl olmasın ki, baksanıza ilkel canlıların üreme olayında bile bir bakıyorsun hücre içerisinde kromozomlar daha teşekkül etmeden amitoz bölünmeyle, yani doğrudan hiçbir değişikliğe uğramaksızın çekirdek ve sitoplâzmasının ikiye bölünmesiyle birlikte çoğalmasını gerçekleştirebiliyorlar. Örnek mi? İşte bakteri, amip, öglena ve kanser hücreleri bunun en bariz örneklerini teşkil ederler zaten. Mitoz bölünmeden temel amaç ise kromozomların birer kopyasını oluşturup sonrasında bu kopyaları hücre bölünmesi eşliğinde özdeş kromozom halde oluşan iki yavru hücreye pay etmektir. Yani bu demektir ki mitoz bölünmenin amitoz bölünmeden farklı yanı mitoz bölünmenin çekirdekte kromozomların oluşmasının akabinde vuku bulan bir üreme biçimi olmasıdır. Mayoz bölünmenin mitoz bölünmeden farklı yanı ise malum eşey hücrelerinin (germ hücrelerinin) birbirini takip eden diploid iki nükleuslu bir yapı içerisinde bölünmelerini iki aşamada gerçekleştiriyor olmasıdır. Öyle ki mayoz bölünmenin birinci aşamasında kromozom sayıları yarıya indirgendiği gözlemlenirken, mayoz bölünmenin ikinci aşamasında ise kromozomların hem kendi eşleşmelerini gerçekleştirdiği hem de spermiogenezis sürecinde olduğu gibi golgi evre, kap evre, akromozal evre ve olgunlaşma evre şeklinde hücresel bazda bölünmelerini tamamladığı bir süreç olarak gözlemlenir. Dahası mayoz bölünme birinci aşamasını kromozom sayısını yarıya indirgediği bir bölünme şekli olup burada diploid (2n) yapılı bir hücreden haploid yapıda iki adet hücre meydana gelirken diğer aşamasında ise basit bir mitoz bölünme eşliğinde dört adet haploid hücre oluşumunun vuku bulduğu bir bölünme şekliyle sürecini tamamlamış olur. Öyle anlaşılıyor ki; hücre bölünmelerin gelişim evreleri inceledikçe hiçbir oluşumun tesadüfe meydan vermeyecek bir şekilde kendi içinde hücre yenilenmelerini kimi zaman indirgeyerek kimi zaman çoğalaraktan gerçekleştirdiğini gözlemlemekteyiz. Böylece spermatogenezis sürecinde tek bir spermatogonyumdan fonksiyonel halde adına sperm hücresi denen 4 adet spermatozoon meydana gelirken, oogenezis sürecinde ise tek bir oogonyumdan fonksiyonel adına yumurta hücresi denen ovum meydana gelmiş olur. Belli ki gerek makro âlemde gerekse mikro âlemde hiçbir şekilde tesadüf oluşuma yer yoktur, bilakis A'dan Z’ye hemen her şey belli bir sistematik düzen içerisinde cereyan edip işlerlik kazanmakta. Tabii burada en önemlisi tabiatta olan biten her ne varsa işleyişini gözlemlediğimiz sistemin mükemmeliyetinin Yüce Yaratıcı gücün (c.c) iradesi dâhilinde işlerlik kazandığının idrakine varabilmek çok mühimdir.