Bilmiyorum Limanı’nda bir okyanus gemisi

mvardar968

Paylaşımcı
Katılım
5 Eyl 2006
Mesajlar
302
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
izmir
Web sitesi
ismarsiv.sitemynet.com

- Biliyor musun?
- Hayır.
- Peki sen biliyor musun?
- Hayır, bilmiyorum.
- Ya sen?
- Bilmiyorum.
Herkesin her şeyi bilmediği zamanlardı.
Soru sahibi Bilen’i arıyordu. Kime sorduysa
“Bilmiyorum!” cevabını alıyor ve bir başkasına
gönderiliyordu: “Şu köşede oturana
sor!”, “Şu beyaz elbiseliye git!”, “Şu uzun
boyluya danış!”, “Şu ihtiyara yönel!”, “Şu
okuyana anlat!”... Herkes bir başkasını işaret
ediyor, onlarca duraktan sonra soru sahibi
yeniden başlangıç noktasına geliyordu. Medine’ydi
şehir. Yer Mescid-i Nebevî’ydi. Abdurrahman
b. Ebî Leyla, “Bu mescidde
Rasûlullah’ın ashabından 120 kişiyle karşılaştım.
Onlardan birine bir hadis veya bir
fetva sorulduğunda, başka bir Müslüman
kardeşinin bu konuda daha yeterli bilgi vereceğini
söyler, sonunda mesele dönüp dolaşır,
ilk sorulana yeniden getirilirdi.” diyordu.
Kum saatleri çöller dolusu kumu akıttılar
boğazlarından. Sahabiler Tâbiîn’e, onlar
da Tebe-i Tâbiîn’e bıraktılar yerlerini. Mescidin
müdavimleri değişse de değişmeyen
bir cevap vardı: “Bilmiyorum.” İşte altı aylık
yoldan gelmişti soru sahibi. “Bilse o bilir!”
diye göndermişti kavmi. Mescid-i Nebevî’ye
girdiğinde gözler onu işaret etmiş,
uzun boylu, beyaz sakallı, güzel yüzlü ve
heybetli bir adam soru sahibini halkasına
dahil ettikten sonra, “Bilmiyorum!” demişti.
Fakat, dedi yolcu; “Altı aylık yoldan geldim.
Ne derim kavmime?” Nurani yüzde
bilmeyişin ezikliği yoktu. “Seni gönderenlere
bu konuda bilgim olmadığını söyle.” dedi
usulca. “O halde kim bilir bunu!” diye
yakındı yolcu. “Allah kime öğretmişse...”
dedi heybetli adam ve meleklerin sözünü
hatırlattı: “Bize öğrettiklerin dışında bizim
bir bilgimiz yoktur.”(Bakara, 32)
İmam Mâlik, hicri 93 yılında Medine’de
doğdu. Kader ona yalnız Hz. Peygamber’in(
sas) şehrini değil, o şehrin ilim anahtarlarını
da sundu: Abdurrahman b. Hürmüz,
İbn Şihab ez-Zührî, Rabîa b. Ferah,
Nâfi, Ebu Zinâd ve Yahya b. Said, aynı hakikatin
farklı kapılarını açan anahtarlardı.
Mâlik, ışık aynı olsa da pencerenin bakışa
boyutlar kattığını ve bilgi arttıkça taşımanın
zorluğunu fark etti onlarla. 13 yıl dizinin dibinden
ayrılmadığı hocası İbn Hürmüz’den
en büyük mirasın “Bilmiyorum” kelimesi
olduğunu öğrendi. “Bak Mâlik!” dedi bir
gün İbn Hürmüz, “Bir insanın sığınacağı en
emin liman ‘Bilmiyorum’ sözüdür.” Eksik
bilginin yalnız soranı değil cevap vereni de
ateşe atacağını biliyordu İbn Hürmüz. Biliyordu,
“Bilmiyorum” demenin zorluğunu.
Bu yüzden Mâlik, İmam Mâlik olup, yetmiş
âlimin onayıyla kürsüye geçtikten sonra bile
bu sözü hiç unutmadı. Bildiği soruları bile
cevaplarken uzun uzun düşündü. Tek bir
soru için gecelerini uykusuz geçirdi. “Sadece
hayır umduğum şeyi konuşurum.” diyor,
bir konuda görüşünü açıkladıktan sonra şu
âyeti okuyordu: “Ancak birtakım tahminlerde
bulunuyoruz. Onun hakkında kesin
bir bilgi elde etmiş değiliz.”(Câsiye, 32)
Bu hassasiyetin meyvesi oldu “el-Muvatta”.
Kırk yıllık bir çalışmayla İslâm’ın ilk
fıkıh ve hadis kitabını ortaya koydu İmam
Mâlik. Sahabe’nin sözlerini ve Tâbiîn’in fetvalarını
da kapsayan bu muhteşem eser,
dönemin Hicaz âlimlerince onaylanmış,
genç Şâfiî’yi dokuz yıl sürecek eğitimi için
hocası İmam Mâlik’in yanına getirirken,
Abbasi Sultanı Mansur’u şu ilginç teklifi
yapmaya yöneltmiştir: “Bu kitabı Kâbe’ye
asalım ve çoğaltıp çeşitli yerleşim merkezlerine
göndererek fıkhî ihtilafları ortadan kaldıralım.”
Ancak bu teklifi reddetmişti İmam
Mâlik. “Ey müminlerin emîri! Sakın yapma
bunu! İnsanları serbest bırak! Her belde
kendisi için uygun gördüğünü seçsin!” diye
karşı çıkmıştı yönlendirmeye. O öyle bir
İmam’dı ki hakikatin kendi ağzından ya da
başkası ağzından çıkmasının bir önemi yoktu.
İhtilafın temelde değil ayrıntıda olduğunun
şuurundaydı. Alnının terlerini silerken
kendisini gören birinin, “Hayrola!” sorusu
üzerine İmam-ı Azam Ebu Hanîfe hakkında
şöyle demişti: “Ey Mısırlı! Ebu Hanîfe ile
birlikteyken terledim. O tam bir fıkıh âlimi!”
Aynı gün Ebu Hanîfe de İmam Mâlik
için şunları söylüyordu: “Ondan daha eksiksiz
tenkidde bulunana rastlamadım!”
İmam Mâlik, dönemindeki siyasi buhranlarda
ne hükümdarların yanında oldu,
ne de isyancıların. Fitneden uzak durarak
Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’in(sas)
hadislerine sımsıkı sarıldı. Zühdü yoksullukta
değil doğrulukta aradı. Güzel elbiseler
giyer, kokular sürünür, geniş ve rahat
bir evde otururdu. “Kendine hayrı dokunmayanın
başkasına hayrı hiç dokunmaz.
İnsan kendini harcarsa başkalarını haydi
haydi ziyan eder.” derdi. Ona göre kendini
takdir edebilen insan, günahlardan da
uzak kalmaya çalışır, şahsiyetini ona zarar
verecek şeylerden korurdu.
Farazî meseleler hakkında konuşmayı
sevmezdi İmam. “Olmayanı bırak, olana
bak!” derdi. İşte binlerce hadis anlaşılmayı
bekliyordu. Bir heyecan kaplardı onu
Hz. Peygamber’in hadislerini nakletmeden
önce. Yıkanır, en güzel elbiselerini giyinir,
kokular sürer, sarığını takardı. Konuşacağı
odada ders boyunca güzel koku
veren öd ağacı yanar, Bilmiyorum Limanı’ndan
ayrılan gemi sükûnet içinde okyanuslara açılırdı.
 
Üst