Atasoy Müftüoğlu:Gerçek umutlar için

  • Konbuyu başlatan Kaçak
  • Başlangıç tarihi
K

Kaçak

Guest
Atasoy Müftüoğlu Yazıları ...

YENİ BAŞLANGIÇLAR YENİ İNSANLAR İSTER

Her tür bağımlılık, edilginlik, teslimiyetçilik ve kölelik; bir yetersizliğin, yeteneksizliğin, cesaretsizlik ve çaresizliğin sonucudur. Mevcut olanla yetinen, koşullara pa­sif bir biçimde teslim olan, eleştirel yeteneklere sahip olmayan bireyler ve toplumlar, zihinsel bağımsızlığa, zihinsel üretken­liğe sahip olamazlar. Böyle bir ortamda entelektüel yenilenme ve çoğalma da söz konusu olamaz. İnsanlar, toplumlar, sorumluluk­larının bilincinde olmadıkları takdirde yenilenmeye ihtiyaç duy­mazlar, yenilenmek için her hangi bir eylemde bulunmazlar.

Günümüzde toplumlarımız, yenilenmek için eylemde bulunmuyor, yeni insanlar için, yeni düşünceler / yaklaşımlar / inşalar için yeni arayışlara yönelmiyor. Sözler ve eylemler birbir­lerini tamamlayarak, birbirlerini güçlendirerek yol alır ve ilerler. Bugün, pek çok İslami ilke/kavram eylem alanına geçmediği için, yalnızca bir özlemi ve beklentiyi ifade ediyor. İslam’ın temel, evrensel ilkelerinin büyük bir ihanetle karşı karşıya bu­lunduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu ihanetin somut bir tezahürü olarak; neoliberal / kapitalist / emperyalist / ulusçu trene, ılımlı İslam vagonu eklenmiş bulunuyor, İslami bütünlük, evrensellik ve Ümmet bilinci çok ağır bir tahribata uğrayınca, seküler bilginin zihinlerdeki iktidarına son veremiyoruz. Zihinlerimiz seküler bilgi tarafından işgal edildikten sonra, hangi tercihimiz / tarzımız / tavrımız / duruşumuz / eylemimiz gerçek İslam’ı yansıtabilir?

İslam toplumları, kolonyal taklitçilik saplantılarından özgürleşmeyi başaramadı. Bu saplantılardan özgürleşmek için, evrensel çapta İslami bilginin yeniden hayata / tarihe / topluma kazandırılması gerekiyordu. Egemen ırk ve kültürleri taklit eden, bağımlı ırklar ve kültürler, bağımsız düşünsel/entelektü­el çerçeveler üretemediler. Günümüzde, Avrupalı olmayan kültür­lerin kendi anlam ve değer sistemleri, kendi ahlak ve er­dem ölçütleri, kendi siyasal tarzları olduğunu kabul etmeyen ideolojik ve ırkçı bir modernliğin meydan okumalarıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Oryantalist dil/söylem Batı’ya özgü her şeyi yüceltirken, İslam’a ait her şeyi olumsuz olarak kategorize ediyor. Batı dışı dünyanın nesneleştirilmesi demek, Batı dışı dünyanın sömürgeleştirilebilir, tahakküm edilebilir dünyalar olduğunu iddia etmek anlamına geliyor.

Seküler bilginin ideolojik iktidarı sebebiyle, kar­şı karşıya bulunduğumuz acil insanlık sorunlarına İslami karşı­lıklar/yanıtlar veremiyoruz. Bıktırıcı yavanlıklar, tekrarlar, kısırlaştırılmış duyarlıklar sebebiyle ırkçı dilin şizofrenik yansımaları, paranoyak sayıklamaları karşısında sessiz kalabiliyoruz. Irkçı/faşist hezeyanlar, insani sorunların çözümlenmesine geçit vermiyor. İslam’ın resmi yorumu; İslam’ın seküler, modern, ulusçu yorumlarla uzlaşmasını, bütünleşmesini sağ­lıyor. Evrensel İslamî bilinç zemininde üretemediğimiz, konuşa­madığımız, eylemde ve etkide bulunamadığımız için, her durumda her tür olumsuzluğa maruz kalıyoruz. İnanç ve düşüncelerimizin toplumsal/siyasal bilince dönüşmesini sağlayamıyoruz. Bir prag­matizm çağında yaşıyor olduğumuz için, pragmatik ilişki biçim­leri hepimizi kirletiyor. Ekonomik tercihler/politikalar, ahla­ki konuları/sorunları gözardı ediyor. İslamî cemaatler sayıları­nı ve paralarını çoğaltmak için ahlaki olmayan bütün propaganda hilelerini/yalanlarını rahatlıkla kullanabiliyor. Cemaat çıkarı için her türlü yalan meşrulaştırılabiliyor. İdeolojik laiklik, ideolojik faşizm biçiminde İslamî özgürlükleri sonuna kadar kı­sıtlayabiliyor. İdeolojik unsurlar/çevreler, her koşulda, yorum tekelini ellerinde tutuyor, tutabiliyor. Bu nedenle de, toplu­mumuzda, hiç bir yenilenme gerçekleştirilemiyor. İslamî anlamda her tür ahlaki duruş / tepki / eleştiri, ideolojik meydan okumalar­la püskürtülüyor. Sömürgeci bilgi her konuda baskısını hisset­tiriyor, ideolojik dil / söylem / iktidar karşısında ahlaki bir duruş sergileyemiyoruz. İslami bilgi ile dünyevi konularda, siyasal konularda, ekonomik konularda yorum yapma özgürlüğümüz yok. İslami bilgiyi ahirete ilişkin konularda, batıni konular­da kullanmamız isteniyor.

Yaşamakta bulunduğumuz entelektüel altüst oluşlar nedeniyle, hepimizi kuşatan ideolojik duvarları aşamıyoruz. Ne yaparsak yapalım bu duvarlar içerisinde kalarak yapmamız dayatılıyor. Hayati / vazgeçilemez önceliklerimizi yeniden belirleme kararlılığı gösteremiyoruz. Kısır / yararsız polemiklerle meşgul olduğumuz için, bugün yapılması gerekenleri yapmıyor, bugün konuşulması gerekenleri konuşmuyoruz. İç bilgilerin, deruni bilgilerin kişisel bir bilgi olduğu için genelleştirilemeyeceğini unutuyor; cemaat liderlerinin, ayrıcalıklı bil­gi / tecrübe / sezgilere sahip olduklarına, özel statüleri oldu­ğuna inanabiliyoruz. Polemik yapmak üzere tasarlanan konuş­malar, yazılar daha çok ilgi toplayabiliyor. Müctehidlerin, ulemanın, hikmet adamlarının kolektif otoritesinden/rehber­liğinden yoksun olduğumuz için, herkes çok keyfi bir biçimde dilediği tarzı, yorumu savunabiliyor. Böyle bir kolektif otoriteden yoksun bulunduğumuz için, birçok klinik olay, aramızda "mehdilik" iddialarıyla rahatlıkla dolaşıyor, taraf­tar toplayabiliyor. Kolektif bir bilinç ve rehberlikten yoksun bulunduğumuz için, tarihi aşan, etkileyen, dönüştüren, düşünceler, fikirler, bilgelikler ve etkinlikler üretemiyoruz. Günümüzde tarih ilgisi yalnızca siyasal olaylarla sınırlı bir zeminde ifadesini buluyor. Bir tarih bilincine sahip olmadı­ğımız için, karşı karşıya bulunduğumuz süreçlerin içerisinden sorumsuzca, kayıtsızlık içerisinde geçiyoruz. Yapısal bir muhafazakârlık, kokuşmuş bir sağcılıkla malûl bir zihniyet sebebiyle, değişim süreçlerini harekete geçiremiyoruz. Bu ne­denle de yapısal bir yenilenme yaşanamıyor. Her tür zihinsel müptezelliği/kirliliği içeren "sağcılığı" İslam’la bütünleş­tirmeye çalışan hamakat sahipleri hiç eksik olmuyor. Yapısal bir değişim gerçekleştiremediğimiz için, biçimsel dindarlık­larımızı sürdürüyor, aktif dindarlık alanlarına geçemiyoruz.

Yeni bir tarihsel dönemi, yeni bir zamanı başlatabilmek için, bir bilinç devrimi yaşamak gerekiyor, bir bilinç devriminin imkânları/ufukları üzerinde çalışmak gerekiyor.

Yeni bir dönemi başlatmak, yeni bir zamanı başlat­mak için yeni/genç insanlara/kadrolara ihtiyacımız var. İslam’ı sağcılıkla, milliyetçilikle, muhafazakârlıkla eşitleyen cemaat liderlerinin hurda zihniyetleriyle/yaklaşımlarıyla hiç bir değişim/yenilenme gerçekleştirilemez.

Tarihin dikkatini çekebilmek için devrimci bir dil, yorum, söylem gerekiyor. Masal, menkıbe, sansasyon, efsane, hurafe satarak/pazarlayarak tarihin dikkatini çekemeyeceğimizi öğrenebilmeliyiz.

Toplumlarımızın ceza kolonileri haline getirildik­leri bir çağda / zamanda / dönemde, İslamî ilgiyi, çabayı, gönül sohbetleriyle sınırlı bir ilgiye dönüştüremeyiz.

Genç kuşakların genel olarak bir sorgulama faaliye­ti içerisinde bulunmaları zorunludur. Genç kuşaklar her tür sıradanlığa ve her tür tekdüzeliğe meydan okuyabilecek bir ahlaki cesarete sahip olmalıdır. Nostalji cemaatlerinin, roman­tik cemaatlerin genç kuşakları pasif tüketicilere dönüştürme­leri kabul edilemez bir durumdur. Genç kuşaklar kendilerinden önce gelenlerin tecrübelerinden yararlanmalı, ancak, kendile­rini bu tecrübelerle sınırlandırmamalı, kendi dönemleriyle ilgili, kendi kuşaklarının ihtiyaçlarına/beklentilerine yanıt verebilecek düşünceler, yöntemler, yaklaşımlar oluştur­malıdır.

Yeni tarihsel dönemler/zamanlar, yeni insanlar, yeni kuşaklar, yeni sözcükler, tanımlar, heyecanlar ve öfkeler is­ter.

Bir bilinç devriminin ufku, ancak genç kuşakların çabalarıyla açılabilir.

İktibas - Ekim 2009

 
K

Kaçak

Guest
Manevi diktatörlükler

Sömürgeci müdahaleler, etkiler, yaklaşımlar ve modeller sebebiyle Müslüman zihinler, kimlikler, kültürler ve kişilikler çok ağır hasar gördü, çok ağır yaralar aldı. Bu et­kiler bugün de Müslüman zihinler üzerinde tahribatını sürdürü­yor. Oryantalist yaklaşımlar İslamî kavram ve kurumları değersizleştiriyor. Temel İslamî kavram ve kurumlardan, temel İslamî anlam ve amaçlardan bağımsız, neoliberal dünya görüşü ve hayat tarzıyla uzlaşan yeni bir İslam anlayışı oluşturuluyor. Neoli­beral dünya görüşüyle uzlaşmanın, seküler ve materyalist bir dünya görüşüyle uzlaşmak anlamına geldiği unutuluyor.
Tarihsel gelişmelere, güçlere, değişim ve dönüşüm hareketlerine karşı kayıtsız kalan, bu gelişmelere aldırış etmeyen, değişim ve dönüşüm hareketlerini çözümleyemeyen, tarihe müdahale niyeti ve iradesi taşımayan Müslümanlar neoliberal, seküler ve materyalist hayat tarzı ile uzlaşarak tarihe teslim oluyorlar. Şimdiye kadar tarihe maruz kalıyorduk, tarihin dayatma­larından rahatsızdık; simdi ise kendi tercihlerimiz doğrultusun­da tarihe teslim oluyoruz. Tarihin her döneminde idealler ile gerçekler arasında bir bütünlük, bir denge sağlamak gerekirken, Müslümanlar olarak bizler, idealler ile gerçekler arasında bir ilişki kurmayı başaramadık, ideallerle gerçekler arasında bir ilişki kurmayı başaramadığımız için, bugün nerede, ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Büyük ve etkili kültürleri/uygarlıkları, kendi dönemlerinin, kendi zamanlarının / çağlarının sorunlarına, beklentilerine, ihtiyaçlarına bütünlüklü yanıtlar veren üretken kadrolar oluşturur. Hangi nedenle olursa olsun üretkenlik durduğunda, gü­nümüz İslam toplumlarında olduğu gibi, kültürler ve uygarlıklar ­da bir tıkanma durumuna girerler, yerlerini üretkenlik yetenek­lerini sürdüren kültürlere terk ederler.
Yeni zamanlar, yeni sorular, yeni yanıtlar ister. İçerisinde yaşadığımız çağı etkileyebilecek çapta kültürel içerikler üretemediğimiz için, yeni gerçeklikleri yan­sıtan yeni perspektifler oluşturamıyor, entelektüel gündeme İslam adına müdahale edemiyoruz. İslam toplumlarında entelektüel bir savaşa hazır olmayan, böyle bir savaşı göze alama­yan, entelektüel savaş/mücadele/mücahede niyeti taşımayan aydınlar/bilginler/entelektüeller, Avrupa referanslarına tut­sak olan, zihinsel bir iklimde yaşıyorlar. Avrupa referanslarına tutsak olan Müslüman entelektüel çevreler, sayısal nicelik­lerin egemenliğini savunarak, çoğunluğu hakikatin yerine koyu­yor, bu nedenle de "demokrasi"yi nihai bir mutabakat kaynağı olarak değerlendirebiliyorlar. Toplumların, toplumsal gelişmele­rin, oluşumların değer sistemleriyle değil, rakamlarla tem­sil edildiği bir dünyada, nicel değerlendirmeler ve yorumlar maalesef meşruiyet kazanıyor. Sayısal niceliklerin egemenli­ği sebebiyle, İslam toplumlarında da İslamî içerik ne yazık ki önemini yitiriyor, önemini yitiren içeriğin yerine biçimler geçiyor. Biçimleri öne çıkaran İslamî cemaatler toplumsal bir tabana sahip olabilirken, içeriklerin önemine inananlar hızla marjinalleştiriliyor.
Her hangi bir şekilde bir propagandaya maruz ka­larak yapılan cemaat tercihleri, bu tercihler doğrultusunda gerçekleşen bilinçsiz/duygusal bağlılıklar hem bireylere, hem de cemaatlere zihinsel anlamda ciddi zararlar veriyor. Körü körüne tercihler yapan bireyler ve cemaatler ciddi kişilik ve nitelik sorunları yaşıyor. Cemaat liderleri tarafından her durumda "itaat" adına kendilerine dayatılan çerçeveleri hiç bir muhakemeye dayanmaksızın, hiç bir kanıta ihtiyaç duymaksızın kabul eden bireyler ve topluluklar zihinsel öz­gürlüklerini yitiriyor, bu özgürlüklerini yitirdiklerini önemsemiyor, bu durumdan her hangi bir biçimde rahatsızlık duymuyorlar. Günümüzde daha çok duygusal propagandanın etkisi altında kalarak cemaat tercihleri yapıldığı için, bu tercih­leri yapanlar akla ihtiyaç duymuyor.
Öğrenmek yalnızca bilmek'le ilgili değildir. Öğrenmek aynı zamanda yapmak/eylemek/yaşamaktır. Hayatımızı, düşüncelerimizi, ilgi ve ilişkilerimizi, tarzımızı ve tavrımı­zı, aklımıza/vicdanımıza ve kalbimize danışarak kendimiz be­lirlemediğimiz takdirde, özgür olmaktan söz edemeyiz. Bilinç­siz kalabalıkların sorumsuz bir parçası olmaktan kurtulabil­mek için, özgürlüğün değerini kavramalı, öğrenmeli ve yaşamalıyız. Özgürlük içerisinde düşünerek, aklederek seçtiğimiz bağlılıklarla bir dava'ya katıldığımızda, bir mücadeleye katıldığımızda her tür fedakârlığa da hazır hale geliriz. Serbestlik ve özgürlük birbirinden farklı şeylerdir. Özgürlüğün ahlaki ve entelektüel sınırları vardır, serbestliğin ahlaki kaygıları yoktur.
Cemaat mensuplarının nasıl düşüneceklerine, nasıl algılayacaklarına, nerede nasıl davranacaklarına, nerede ne tür kararlar vereceklerine cemaat lideri karar verdiğinde, manevi bir diktatörlük söz konusu olur. Siyasal diktatörlükler eylemde bulunma güç ve irademizi yok ederlerken, manevi diktatörlükler her durumda “itaat"i savunarak/sağlayarak çıkarlarını ve saltanatlarını sürdürürler. Günümüzde İs­lami toplumlar, siyasal diktatörlüklerden ne kadar muzdaripse, manevi diktatörlüklerden de bir o kadar muzdariptirler. Manevi diktatörler, kitlelerin düşünmeksizin kabul edebilecekleri, öteden beri aşina oldukları görüşleri savunur ve temsil eder­ler. Bu görüşleri temsil etmek her zaman çok kolaydır. Bu görüşler hiç bir risk almayı gerektirmeyen görüşlerdir. Kitlelerin paylaşmayacağı, muhalif, eleştirel, sorgulayıcı ve yeni düşünceleri temsil etmek risk almayı gerektirir, bu tür düşünceler sahiplerini bir şekilde yalnızlaştırır. Manevi diktatörler ve diktatörlükler hiç bir zaman eleştiriye açık değildir. Manevi diktatörlerin yorumları bir şekilde mutlaklaştırılmıştır. Bütün manevi diktatörler kendi yorumlarını nihai doğrular olarak takdim ederler.
Günümüz İslam toplumlarında İslamî radikalizm adına gerçekleştirilen soyut bir dil de, gittikçe büyük bir kültür­süzlüğe dönüşüyor. Tek boyutlu bir söyleme sahip olan taşra radikalizmi, İslam'ı, biçimsel/cezai yaptırımlardan ibaret bir din gibi algılıyor. Devlet mantığına göre hareket eden, milli çıkar mantığına göre hareket eden cemaatler zamanla İslamî özelliklerini yitirerek, ulusal/yerel/tarihsel kültü­rün bir parçası haline geliyor, İslam Ümmeti’ne yabancılaşı­yorlar. Günümüzde Türkiye’de gördüğümüz üzere devlet mantığına göre yapılanan cemaatlerin Ümmet’e yönelik bir perspektifle­ri, hassasiyetleri, bağlılıkları ve projeleri yok. Bu cemaat­lerin gündemlerinde hiç bir zaman Ümmet yer almıyor. İslamî cemaatlerin ulusal/yerel/tarihsel kültürün bir parçası haline gelmiş olması nedeniyle bugün merkezsiz ya da çok merkezli bir İslam dünyası tablosu ile karşı karşıyayız. Merkezsiz bir Ümmet, bölünmez, bölünemez bir topluluktan, pek çok parçaya bölünmüş bir topluluğa, yerel/bölgesel oluşumlara dönüşmüştür. Bu parçalanmalar nedeniyle Amerika Irak ve Afganistan'da kendi dünya görüşü doğrultusunda bir ulus ve siyasal sistem inşa etme savaşını sürdürebilmektedir. İslam dünyasında gerçekleştirilen yerel ve bölgesel oluşumları, maalesef etnik köken ve mezhep rekabetlerine işaret ediyor, Ulus-aşırı bir varoluş biçimi, düşü­nüş, davranış ve yaşayış biçimi, sömürgeci egemenlikler yoluyla ulusal sınırlara/parçalara, etnik, dilsel, coğrafi mezhepsel bağnazlık biçimlerine hapsedilmiş bulunuyor. Ortak/temel kimliğimizin kaynağı olan Ümmet ne yazık ki, bir fantezi'ye dönüşü­yor. İslam'ın evrenselliğini yansıtan, etnik ve kültürel farklı­lıkları, çeşitlilikleri kapsayan bir çatı olan Ümmet kavram ve kurumu, Müslüman halklar bilinçli bir dayanışmaya ve siyasal bilince sahip olmadıkları için, siyasal bir iradeye dönüşmüyor.
Cihad'ın bir iktidar mücadelesi değil, İslamî bir varoluş mücadelesi olduğu unutuluyor. İslamî bir varoluş mücade­lesi adil ve ahlaki bir dünya, toplum ve hayat için verilecek kültürel ve siyasal bir mücadeledir. Her tür sömürgeciliğe kar­şı direniş, işgal ve istilalara karşı, katliam ve soykırımlara karşı, toplama kampları ve işkenceye karşı sürdürülen çok haklı, çok onurlu ve çok anlamlı direniş mücadeleleri asla "terörizm­le" etiketlenerek karalanamaz. Zulme ve adaletsizliğe tepki ve direniş şiddet değil, ahlaki bir zorunluluktur.
İnsanlığımızı, insani onurumuzu ancak eylemde bu­lunarak somutlaştırabiliriz.
Eylemde bulunmaksızın hiç bir yeniden inşa, yeni­lenme ve değişim gerçekleştirilemez. Emperyalist devletlerin İslam’a ve Müslümanlara yönelik eylemlerinin hiç bir akli ve ah­laki gerekçesi yok. Bütün bu eylemleri maddi/ideolojik/askeri ihtiraslar yönetiyor. Emperyal kibir ve savaş ihtirasları zamanımızı ve insanlık iklimini kirletiyor. Günümüzde küresel gerçeklikler, kendilerini yeniden üretme yeteneğine sahip ol­madıkları için Müslüman mücadele adamlarını, dava adamlarını, entelektüelleri de olumsuz yönde değiştiriyor, dönüştürüyor. Hiç bir ırkçı ve mezhepçi dilin masum olmadığını bilmek ve öğrenmek gerekiyor. Her ırkçılık ve mezhepçilik İslamî varoluş bilincini, insanlık bilincini yaralıyor. Her ırkçılık, her mezhepçilik çok ağır bir ahlaki hastalığa dönüşüyor. Hiç bir ırk özgürlüğü yalnızca kendisi için talep edemez, çünkü özgürlükler bütün insanlık içindir. Bu temel anlayışa karşın günümüz dünyasında Müslü­manlara karşı kurumsal ve profesyonel ayrımcılıklar devam ediyor. Her etnik topluluk başkalarıyla eşit koşullara, im­kan ve fırsatlara sahip olma hakkı talep edebilir. Hiç bir ırkçılık ahlaki ya da insani referanslara sahip değildir. Her bağnazlık biçiminin, her önyargı biçiminin sahibini körleştirdiğini unutmamak gerekir. Farklı etnik topluluklar, farklı mezhepler, farklı cemaatler birbirleriyle konuşarak, birbirlerini dinleyerek, birbirlerini anlamaya çalışarak ahlaki bir sorumluluk ve dayanışma dünyası oluştururlar.
İktibas – sayı 383
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gerçek umutlar için


Emperyal sistem karşısında bağımlı konumlarını sürdüren İslam toplumlarının, bu konumları sebebiyle kılı kırk yaran eleştirilere ihtiyacı var. Duygusal, romantik toplumlar/ kültürler; ciddi analizlere, sorgulamalara ihtiyaç duymadıkları için, kendilerine dayatılan sömürgeci yönetim modellerini, hayat tarzlarını sessizlik içerisinde kabul ediyor, İslam toplumlarının içerisinde bulunduğu zihinsel kireçlenme durumu, tarihsel hesaplaşmalar, yüzleşmeler, değerlendirmeler yapmamızı engelliyor.



Yüzyıllardır mistik ilgilerin, mistik beklentilerin tahakkümü altında bulunan zihinsel dünyamız teslimiyetçiliklerle, statükoculuklarla bütünleşmiş bulunuyor. Teslimiyetçilikle statükoculuk, eylem bilincini ve özgürlüğünü kaybettiğimizi gösteriyor. İslami bünye, bir yanda Aydınlanmacı İlerleme ve Bilimsel Devrimler ideolojileriyle, Fransız Devrimi ve Endüstri devriminin tarihe kazandırdığı yeni yapılar, kavram ve kurumlarla baskılanırken; diğer yanda İslami bünye kendi içerisinde yaşanan sapmalar, rekabetler, bencillikler, aşırılıklar, çatışmalar sebebiyle zayıf düşürülüyor.
Toplumlarımızın son yüzyıllarda biriktirdiği ağır yenilgiler, toplumsal, siyasal, kültürel krizler, yeni çözümlemelere imkan vermedi. Gözlem, analiz, çözümleme yapmak yerine; mistik yorumlarla, tesellilerle yetinen toplumlarımız zaman zaman astrolojiye dayalı tarihsel yorumlara bile ihtiyaç duyar hale geldi.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde, İslami anlamda yeniden yapılanma iradesi ortaya koyamayınca, 1839 Tanzimat Fermanı ile Avrupa siyasal dili, düşüncesi ve mantığına başvurularak bir reform programı ortaya konuldu. 1870’lerde yürürlüğe giren Mecelle ile Şeriat yalnızca aile ile sınırlı düzenlemeler getirdi. Mısır’da 1660’larda Tahtavi, Montesquieu ve Rousseau dan ilham alarak, bu isimleri izleyerek Mısır için yeni bir program önerdi. Mısır’da da, ulemanın genel kanaati Avrupa tarzı reformlar yapmak noktasında birleşiyordu.
1850’li yıllarda İran’da yapılan hukuki reformlar ulemanın otoritesini kısıtlama amacını taşıdığı gibi, Batılı siyasal görüşlerin, uygulamaların halkın gündemine girmesini sağlamaya çalışıyordu. İran’da 1858 yılında, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi/Mirza Malkom Han tarafından Defter-i Tanzimat adıyla bir reform hareketi başlatılmıştı. Bu hareket Batı uygarlığının ve siyasal sisteminin üstünlüğüne vurgu yapan bir hareketti.
“Kimi hayati zorunluluklar, kimi yasakları meşrû kılabilir” mealindeki fıkhi yaklaşım Batılılaşma yönündeki tercihlerin temelini teşkil etti. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa sistemine dahil oldu, Fransız ideolojisi temelinde laikleşme girişimlerinde bulundu, Avrupa İmparatorluklarıyla asimilasyona başvurma ihtiyacı duydu. Ahmet Cevdet Paça Türklüğün devletin temelini teşkil etmesi gerektiğini savunarak siyasal ulusçuluğu gündeme getirdi. Bu arada, etnik ve ırksal toplumun modern Batı’nın icadı olduğunu, çok etnikli toplumun İslami bir toplum olduğunu kaydetmek gerekir.
Hindistan’da 1870’li yıllarda görülebileceği üzere, Seyyid Ahmet Han ve Çerağ Ali gibi isimler emperyalist egemenlikler ile uzlaşılabileceği kanaatini seslendirdiler. Toplumlarımızda son bir kaç yüzyılı içerisine alan dönemde gerek ulema, gerekse aydınlar meşruiyetlerini nerede arayacaklarını, nerede bulabileceklerini bir türlü kestiremeyen arayışlar içerisinde oldular. Kimi zaman laiklik, kimi zaman demokrasi, kimi zaman milliyetçilik, kimi zaman geleneksel padişahlık gibi sistemler hep tartışıldı. Sünni ve Şii ayrımını /rekabetini /çatışmasını reddederek evrensel bir projeyi, bir ümmet projesini, bir ümmet dayanışmasını yeni bir bilinç hamlesiyle, siyasal bir cesaret ve hareketlilikle Seyyid Cemaleddin Afgani toplumlarımızın dikkatine kazandırdı. Seyyid Cemaleddin bu mücadelesi sırasında bağımsız bir siyasal duruş sergiledi.
Toplumsal prestije, saygın bir statüye, İslami bir perspektife ve iktidarlar üzerinde tayin edici bir etkiye sahip, usuli geleneğin temsilcisi olan Ulema’nın öncülüğünde Şii siyasal doktrini kendi dönüşümünü ve modelini İran İslam Devrimiyle tarihe kazandırmayı başardı. Sömürgeci düşünce ve kültür Müslüman toplumların kendi kendilerini yönetme yeteneğine sahip olmadıklarını iddia ediyordu. İslam Devriminin başarısıyla bu iddialar geçersiz hale geldi.
Emperyalist egemenliklerle, yaklaşımlarla, oluşumlarla, dünya görüşleriyle “hoşgörü” temelinde uzlaşılabileceği görüşü bugün Neonurculuk akımında izlenebileceği gibi güncelliğini koruyabiliyor.
İnsanlık sorunlarından soyutlanmış, değişen dünyanın yeni ihtiyaçlarını, beklentilerini farketmeyen; zaman ve mekana göre değişen koşulları dikkate almayan; mistik umutlara dayalı hukuki ilkelere, ölçütlere, sınırlara ihtiyaç duymayan bir İslami yorum kabul edilemez. İslami uyanışı, oluşumu, inşa’yı yeniden biçimlendirmek, tamamlamak; ya da İslam’ı Batılı kavram kurum ve dünya görüşleriyle uzlaştırmak üzere yapılan tartışmalar, İslami temellerin/yaklaşımların istikrarsızlaştırılmasına ve aşındırılmasına neden oluyor. İslami gelişmeler söz konusu olduğunda her yerde, laik kesimler laikliği İslam’a karşı bir silah olarak kullanmaya başlıyor. Özellikle Avrupa’da İslam karşıtlığı laiklik temelinde sürdürülüyor. Modernlik-ilerleme ideolojisi Batı dışı dünyayı geri olarak tanımlamaya devam ediyor. Özgürlük, eşitlik, barış, rasyonalite gibi kavramları yücelten modern-ilerlemeci ideoloji bugün yaşanmakta bulunan toplumsal, siyasal, ekonomik, insani/ahlaki kriz/çöküş/düşüş/bozulma karşısında büyük bir çaresizlik sergiliyor. Bütün zamanların en büyük değişimi olarak tebcil edilen “ilerleme” düşüncesi bugün yoğun bir biçimde sorgulanıyor, tartışılıyor. Mitsel bir mahiyet taşıyan baskıcı bütün modern kavramların/ideolojilerin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan boşluklar doldurulamıyor.
İslam dünyası toplumlarında Türkiye’de de görülebileceği üzere laik elitlerin kontrolü devam ediyor. İslami kimliğimiz her yerde kuşatma altında. Bu kuşatmaya rağmen toplumlarımızın siyasal ilgisizliği, kayıtsızlığı da sürüyor. Toplumlarımız siyasal bilince ihtiyaç duymuyor. Siyasal bilince ihtiyaç duymayan toplamlarımızın siyasal umutları da yok.
Müslümanlar olarak umutlarımızı gerçek kılabilmek için put kırıcı sorgulamalar yapabilmeliyiz, gerçek ve yapısal sorunlarımızı, önceliklerimizi, teşhis ederek yola koyulmalıyız. Tercihimiz üzerine, cemaatimiz üzerine, ya da yorumlarımız üzerine eleştirel düşünebilmeyi başarabilmeliyiz.
Kamuoyunu popülist bir söylemle etkilemekle, kamuoyunu bilinçli bir dönüşüm stratejisi/programı temelinde etkilemek aynı şeyler değildir. Popülist söylemin, dilin neden olduğu yozlaşma ve yabancılaşmaları göz ardı edemeyiz. Her türlü sapmaya yozlaşmaya karşı bilincimizin teyakkuz durumunda olmasını sağlayabilmeliyiz.
Parçalanmış bir İslami dil, duyarlılık, algı ve yorumla, güçlü ve kuşatıcı bir bilinç çağrısı yapamayız. Her tür bencilliğin insanı adalet’ten uzaklaştırdığını hatırlamalı, bizleri ümmet dayanışmasına yabancılaştıran bencillikleri terk etmeliyiz.
 
Üst