Âşıkların Hikayesini Okurken | Leyla İpekçi

MaiEf

Paylaşımcı
Katılım
13 Eyl 2013
Mesajlar
117
Tepkime puanı
7
Puanları
0
5vm9287djfn.gif

Her daim aşık olanların anlatacak hikayesi vardır. Aşık olmayanlar ise iyi birer 'sevgili' olamazlar. Hangisinin hikâyesini 'oku'mak isterdiniz?

Anlattığımız her hikayede, ister zulüm olsun, ister şiddet, sevgisizlik, kuruluk, hiçlik. Hep Aşk'ın halleri içindeyiz. Halden hale geçmelerdeyiz. Sadece bizler değil. Kainattaki her şey. Belki bu dünyayla 'hemcins' olmadığımızı hissetmemiz içindir özlem veya hüzün gibi yetilerin bize verilmiş olması.

Burada 'öte alem' mevcuttur evet. Burada ve şu anda. Mekanın ruhu, lineer bir ilerleyiş sunmaz bize. Kesintisiz bir devam ediş, şu anın sonsuzluğunda açılır, açılır. Yaratılış durmaksızın yenilenir. Ne büyük bir tahayyül, ne muazzam bir tasavvur! Tasvirlere sığmayacak, kategorizasyonlara gelmeyecek, parçalanamayacak ve somut olarak işaret edilemeyecek bir tanım. Ancak bütünü ve 'bir'i ima eden sonsuz çeşitlilikte temsillerini bulabilir. Hikayeyi merak edenler için tabii!

Burası, sadece burası değil dedim. Başta bahsettiğim hikaye de sadece anlattığı şey değildir. Burada, aramızda, bu hikayede... Hep başka bir alem saklı. Biliriz, duyumsarız, bazen görür işitiriz. Ona ruhumuzla da dokunuruz hatta.

Örnek vereyim. Sevdiğimiz bir hikayeyi, şiiri veya müziği dinlerken "ne kadar güzel" deriz. (Mesela Salve Regina'yı dinlerken hep böyle derim.) Aşıklara ait sırlardan bir ipucu yakalamış gibi oluruz. Böyle bir eser, isterse kötülüğü anlatsın, fark etmez. İfade ettiği her şeyin metafor olduğunu hissettirmiştir. Baktığımız her şeyin gölge olduğunu... Vehim olduğunu...

Artık şeyler erimiş, yok olmuştur Varlık'ta. Hikayeler Hikaye'ye dahil olmuştur. Yokluğumuzla buluşmuşuzdur o şiir, o müzik aracılığıyla. Umutsuz, bağlamından kopuk, başıboş, bağımsız (ve nihilist) bir yokluk değildir bu. Bizi ikiliklerin sonuna ulaştıran 'bütün'le buluşturan bir bağlılığın içindeyizdir. Tevhid sanatı işte! Damlaların ne kadar sayısız olursa olsun, okyanustan bağımsız olmaması gibi.

Böyle bir eser, bizde bilgi ve donanımlarımızın ötesinde bir yer eder. Onu neden sevdiğimizi tam anlatamayız, ama kalpte karşılığı vardır. Tıpkı bir insanı neden sevdiğimizi tam anlatamayacağımız gibi. Biliriz ki, seçtiğimiz her kelime, salt kendi tanımlarımızı bağlar, başkasında bir karşılığı olmayabilir.

Büyük harfli Hakikat için de böyle. Tanımlamak imkansız. Ama her kalpte farklı bir tecellisi var. Zaten 'ademiyyet'imiz (insan olmanın anlamlarıyla dolu yokluğumuz) bize yokluğun dahi Hakikat'ten bağımsız olmadığını göstermiyor mu...

Hikayeye dönersek. Hepimizin hikayesinde tam da bu yüzden farklı 'konuşma biçimleri'ne dönüşür Hakikat. Bu dünyaya düşmekle başlayan eksiklik duygumuzu, sılamızı, gurbette çektiğimiz acıları ancak Hakikat'in mecazlarıyla ifadeye dökebiliyoruz. Hepimizin aşk hikayesi başka başka, öyle değil mi?

O halde... Büyük harfli Aşk, asıl hikaye. Hakikat. 'Kahramanlar' ne kadar çeşitli olursa olsun, 'bura'dan 'ora'ya devam edişlerimizi anlatmak; işte bizim bütün yapacağımız bu. Sanat, bu yolculukta bir işaret taşı, bir hatırlama biçimi, bir anma, adanış...

Aşk'ta eriyecek her şey. Asıl Konuşan, hepimize söz veren O. Sanat tartışmaları bağlamında önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi: Kalem, elimizde ancak emanet olarak taşıyor sözlerimizi. Bunu anlarsak, hep altını çizdiğim 'kelimelerin miracı'na varırız. O'ndan aldığımızı O'na iade etme serüveninde, sözlerin yukarı yükselmesi, yani miracı bir bakıma Söz'ün ruha ait olduğunu da hatırlatır bize.

Buradan geliyorum ruha ait olan sözün 'güzel'le olan ilişkisine. Söz ruha ait olduğu ölçüde isterse kötülüğü anlatsın, 'güzel'in içinden anlatacaktır. Çünkü Söz, bize emanet ise, onu taşımanın belirli bir edebi, üslubu vardır. Lütfi Bergen'in de isabetle hatırlattığı bir ayetin mealini vereyim tam burada: "Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir."

Kalemimizin yazma niyeti kelimelerin miracına yönelikse, güzelleşen söz, bize tüm mecazların ötesindeki Kavuşma'yı çağrıştırır. Sanat eserinde bunun karşılığı biz icracılar için o kavuşmaya giden yollardan geçip durmak. Köklerden dala, arzdan arşa... Rızkını aramak hikayeden hikayede. Ve bazen aradığına dönüşmek. Ve bazen ararken, neyi bulmak'tan geldiğini hatırlamak. Bize bunlar düşüyor işte.

Korkuda arzuyu, çirkinde güzeli, kötülükte iyiyi bulabilmek böyle mümkün. Sanatta da hayatta da. Ötekinde kendini, kendinde Rabbini bilmek gibi. Başladığın yere dönmek de diyebiliriz buna. Her dönüşün 'bir başka dönmek' olduğu bir dönmekle ama! Attar'ın kuşları gibi. Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ı gibi.

Vardığım yeri somutlaştırayım: Kavuşma arzusunu ancak kavuşamama hikayelerimiz temsil ediyor sanatta. Benlik iddialarımızda çırpınıp kalmadan Hakikat'in mecazlarına kanat çırpabilmemiz için, evet en azından bunun için bizi içimize döndürür 'güzel' bir eser. (Ki bu anlamda katmanlarımız en çok kendimize sırdır.) Hikaye'yi bölmeden algılar; Simurg oluruz! Sınırlılığımızın bir hikmeti bu zaten. Kavuşma'yı anlatabilsek, sınırlı olamazdık. İnsan da olamazdık. Sanata da ihtiyaç duymazdık. Sanat, kavuşmaktan geldiğimiz ve henüz kavuşmaya dönemediğimiz için var.

Aşık olmadan iyi sevgili olunamaz demiştim başta. Yukarıda bahsettiğim 'yokluğun' (ademiyyet) bir anlamı da her şeyi sevgilisi için yapmanın zevkine varmak, o zevkte erimek. İnsan olmanın bir özelliği bu. Yalnız Adem ve evlatlarına verilen.

Konuşan O, evet Söz de O'nun. Emanet niyetine taşıdığımız sözler birer vehim belki aslında. Ancak bu vehmin içinde hepimizin, her şeyin bir konuşma biçimi saklı. Söz'den payımıza düşeni icra eden kalemimiz saklı mesela. Bu sorumluluğu duymadan onu kullanamayız. Ayette denildiği gibi, her şey O'nu hamd ile tesbih eder, anar. Biz işitmesek de. Konuşan şeylerin 'canlı' olduğuna bir işaretse bu eğer: Aşıkların hikayesi hiç kesintiye uğramaz diye düşünüyorum.

Sanatçıya düşen, buradan 'ora'ya devam edişlerimizi kalemin şahitliğine sunmak olmalı. Her şeyi canlandıran Hikaye'yle bağlantısını koparmaksızın kullanmalı kalemini. O vakit, tıpkı söz gibi güzelliğin de emanet olduğuna varırız.

Başladığım yere -artık onun biraz ötesine- döneyim ben de: Güzel olan, sevilendir. Ve aşık olmadan iyi sevgili olunamayacağı gibi, güzelleşmek de mümkün değildir. Bizi 'güzel'e kavuşturmayan bir sanat eseri, bu anlamda Hikaye'nin bütünlüğünden kopuk demektir. Onu tastamam sevemeyiz.

LEYLA İPEKÇİ/ 19 Mayıs 2012


5vm9287djfn.gif


 

MaiEf

Paylaşımcı
Katılım
13 Eyl 2013
Mesajlar
117
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Güzelliğin Yüzlerinde

64627375_dc31df6b9246.gif

Züleyha'nın Yusuf'a (as) duyduğu aşk, onu önce tenine esir eder, nefsine zulmetmesine yol açtığı gibi Yusuf'u da haksız yere zindana yollar. Fakat Yusuf'un yüzünde tecelli eden güzelliğin ilahi niteliği onun kalbine dek işlemiştir. Ve baktığı, dokunduğu, işittiği her şey, her zerre Yusuf olup çıkmıştır.

Mesnevi'deki ifadeyle "Züleyha öyle bir hale gelmişti ki, çörek otundan öd ağacına dek, her şeyin adı Yusuf idi ona göre. Yusuf'un adını başka adlarda gizlemişti Züleyha. Yusuf Sûresi'nde belirtildiği üzere, Züleyha diğer kadınların kendisi hakkındaki dedikodusunu işitince onlara bir ziyafet düzenler ve ellerine birer bıçak verdikten sonra Yusuf'a "çık karşılarına" der. Kadınlar Yusuf'un (as) yüzünü görünce kendilerinden geçer ve şaşkınlıkla ellerini keserler. Züleyha onlara şöyle cevap verir: "İşte bu, beni hakkında kınadığınız kimsedir."

Züleyha, yıllar süren sınavında bir bakıma Yusuf'taki güzelliğin kendisindeki aşka ait olduğunu gösterecektir. Yusuf'taki güzellik, kaynağına bir davettir. İlahi güzelliğe. Önceki yazımda insan yüzünün bütün harikuladelikler ve olağanüstülükleri barındırdığını söylerken, bir bakıma bunu kastetmiştim. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli eder. Bizim diğer varlıkları sevmemizin altında yatan biraz da bu değil midir!

Her varlık kendi kabiliyetine göre ilahi güzelliğin mazharıdır. Her birimiz O'nun (cc) cemalini görmeye mahir olarak geliyoruz bu dünyaya. Züleyha her şeyde Yusuf'un (as) güzelliğini görmektedir, çünkü bu mecazi aşk ondaki ilahi aşkı açığa çıkaracaktır. Şöyle diyebiliriz artık:

Aşk'ın en açık delili seven yüzdür, sevilen'in hakikatine bürünmüştür. Aynı açık delili tersinden oluşturmak da mümkün. Şebüsteri, Gülşen-i Raz adlı eserinde şöyle der nitekim: "Sevgilinin cana canlar katan yüzü her zerreyi perde etmiş, her perdenin altında gizli olan o yüz!" Anlam bölünmüyor, bütünleniyor değil mi!..

Aşk'ın kendi başına bir değer olmamasıyla, temelinde güzelliğin bulunmasıyla biraz daha devam edelim. Sanatta güzelliğin kriterleri ve ölçüsü üzerine düşünmeye çalıştığım bu on dokuzuncu yazımda şunu diyebilirim zira: İnsan yüzünü güzelliğin 'somut' bir ölçüsü olarak 'aşk üzere' yaratılışımızın ekseninde izleyebiliyorsak, tevhid sanatçısının eserinde de izleyebilmeliyiz.

Allah'ı (cc) sevebilmemiz, O'nun güzelliğinin tecellilerini her Yusuf'ta, her zerrede görebilmemiz, 'ilk zikir' olan sevgi Allah'tan geldiği içindir. "Allah güzeldir, güzelliği sever" hadisindeki anlam katmanlarına bir ilk adım olarak, bu hadisi bazı ilahi ifadeler eşliğinde bir daha okuyalım:

Allah Teala "yarattığı her şeyi güzel yaratmış" ise (32:7); "En güzel şekilde yarattığı" (95:4) insanın asli doğasına güzellik duygusunu nakşetmişse; "Katından indirilenlerin en güzeli"ni (39:55) ihsan etmişse; "Kendisinde pek güzel örnek bulunan" (33:21) 'en sevgili'yi âlemlere rahmet olarak seçmişse; O'na en güzel isimlerle dua etmemizi istemişse (7:180)... "Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah'ın sanatı" (27:88) bu alametlerle belirginleşmez midir işte!

Buna ilave olarak 'ihsan' mertebesinden de bahsetmek gerek. İhsan, Cibril hadisi olarak bilinen hadiste "Allah Tealâ'ya, O'nu görüyormuş gibi ibadet etmek" olarak tanımlanmıştır. Ama bu sadece ritüel olarak ibadet anlamında değil, tüm hal ve davranışlara sirayet ederek, her eylemimizi bir ibadet şuuruna dönüştürme gayretidir. İhsan kelimesi hüsn'den türemiştir. Her işi güzel yapmak, bütün mahlukatla bağımızı güzelleştirmeyi teklif eden kuşatıcı bir bilinç akışı diyelim buna. Bu makamdaki kişi her yerde ve her zaman O'nun huzurunda bulunduğu şuurunu taşır.

Öyleyse 'güzel'leşme yolculuğumuz güzelliğe mazhar olarak biz insanların en temel sorumluluklarından biridir sanırım. Hayatta da sanatta da. Yusuf (as) Züleyha'nın kışkırtıcı teklifini reddederek bu sorumlulukla davrandıysa eğer, güzelliğinin kemaline erdiğindendir. O halde yazımın başındaki cümleye yeniden varmış bulunuyorum: Züleyha'nın Yusuf'un yüzünde âşık olduğu aynı zamanda onda perdeli olan batın güzelliktir.

İnsanın güzelliğinin zirvesi Yusuf'taki (as) gibi 'kâmil iman ve takva' olduğunda, güzelliğin şaşmaz ve itibari olmayan ölçüsü kalbimizde kendiliğinden açığa çıkıyor diyebiliriz. Her birimiz Yusuf'un yüzüne bakarken hayret ve hayranlıkla elimizi kesebiliriz artık!

İbn Arabi, sevginin sebebinin güzellik olduğunu ve güzelliğin ise Allah'a ait (güzelliğin O'nun Zat'ından dolayı sevilmekte) olduğunu anlatır: "Bir varlığı güzelliğinden dolayı seversen, sadece Allah'ı sevmiş olursun. Çünkü güzellik O'na aittir." Bu büyük bir umut değil midir insanlığın nurlanması için? En güzel surette yaratılan insan, güzel'den geldiği için kalbinde onu bilip tanıyabiliyor, ayırt edebiliyor. Ve sevebiliyor. Peki sevmeseydik? Var olmamızın anlamı kalır mıydı? Ya sanat icra etmemizin?

Güzellik ile aşk arasındaki bu bağı sıkıca tuttuğumuzda, vahyin belirlediği değeri sanatta da idrak edebiliriz demektir. Henüz eksik bir sıralamayla gideyim ve bu şekilde toparlayayım:

Tevhid sanatçısı için güzellik itibari, göreceli bir kavram değildir. Hudutları, tutumu, ahlakı, kuralları, mahremi ve ima perdeleri vardır. Hayret ve hayranlığı, haşyet ve umudu birlikte barındırır. Gayba bakan nitelikleriyle muhatabının yüzündeki saklı bir ifadeyi işaret etmeye niyetlidir. İnsanlığını ona iade etmeye aşkın ve içkin bir davet taşır.

"Dünyanın değerli ya da boş olduğuna karar verecek olan eninde sonunda eşyanın gerçek kaynağıyla ince bir şekilde bağlantısı bulunan güzelliktir" der Titus Burckhardt. İslam Sanatı / Dil ve Anlam adlı eserinin en sonunda. Ve o meşhur hadisi zikreder. Biz de zikredelim bir kez daha: "Allah güzeldir, güzelliği sever."


LEYLA İPEKÇİ


64627375_dc31df6b9246.gif
 

MaiEf

Paylaşımcı
Katılım
13 Eyl 2013
Mesajlar
117
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Kendini Değil, Sevdiğini Anlatır Aşık

liniegoldrose111wv0wm.gif


Ölüm ve yok olma korkusuna dayanarak bu dünyada kalıcı bir eser vücuda getirme arzusu duyan birinin anlam dünyası tevhid sanatçısı için pek katmanlı değildir. Kalıcı olma arzusunun insanı bu dünyayla hemcins kılan fazlaca 'dünyevi' bir korku olduğunu düşünür çünkü tevhid sanatçısı.

Ruh bedenden ayrılır, geri döner, hicret eder, yükselir, yücelir. Dünyanın ruhu, tabiri caizse 'ahiret kokusu' taşır. Ruh bizim değildir! Şair Pessoa gibi söylersem, bir soru formatını da alabilir: "Peki ruh, bizim midir?"

Vahiy, ruh'tan bize çok az şey bildirildiğini söyler. 'İlahi sanat'ın bu perdeli gerçeklerden daha 'incelikli' bir ipucuna ihtiyacı yoktur diye düşünüyorum. O'nun (cc) sanatı karşısında insana düşen seyretmek, temaşa etmek, izlemek, anlamlandırmak, amel etmek ise... Evet, eğer böyleyse: Her şeye 'ilk bakış'ın içinde sonsuz sistemin birbiriyle olan ahenginin, bağı ve birliğinin apaçık görülebilmesi -duyumsanması- müthiş esinleyici bir ruh katar tüm 'sanatsever'lere.

Kâinatı kalbe sığdırmayı bir sorumluluk ve hak olarak tanımlayan tevhid sanatçısı için dünyayı bu zevk üzerinden biçimlendirme uğraşı bir kibir ve büyüklük taslama vesilesi değil, insan olmaya dair bir şuur barındırır. O halde 'yaklaşma çabası'yla soralım: Kalıcı olma kaygısı bu dünyayla sınırlanmışsa, kâinat içre neye bakar insan? Neyi izler, seyre dalar?

Varlığı ve kâinatı anlamlandırmak, aynı zamanda kendini -insanlığını- tanıma egzersizi yapmaya da götürüyor. Bence tevhid sanatı bu dünyada böyle bir 'seyr ü süluk'un; yani insanın kendinden kendine yaptığı yolculuğun evidir. Şunu söylemek çok yanlış olmayabilir öyleyse artık: Bu dünyada kalıcı olma telaşıyla eser vücuda getiren pek çoğumuz için asıl dert, diğer insanlar tarafından fark edilmek oldu. Peki, soralım kendimize: "Herkesin yöneldiği bir kıblesi, bir yönü vardır, ona döner" (2:148) ise... Biz döndük mü, dönmekte miyiz o yöneldiğimiz şeye?

Belki de sanatçı, Allah'ın onu görmek istediği gibi olmaya çalıştığı sürece, bu uğraş onu 'kendi' kılacaktır eserlerinde. Başkalarına değil, Rabbi'ne yönelen sanatçının 'uzun ince' yolu bu değil midir biraz da: Donuk ve sabit sandığımız ama kesintisiz yaratılışın sürdüğü bir evrende döngüselliğin harmonisine dâhil olmak ve noktanın sonsuzluğuna kendi anlamını katmak... Başka bir deyişle; O'nun (cc) sanatını seyretmek için yapar eserlerini. İcra yoluyla temaşa eder.

Dünya kalıcılığı asıl derdi olan bir kimse ise yukarıda belirttiğim gibi başkaları tarafından fark edilmeye kilitlenmişse, eserlerinde 'ruh evrenselliği'ni kuşatarak, başkalarına ulaşması kolay olmayacaktır. Çünkü fark edilme kaygısı, insanı dünyevi niteliklerine indirgiyor. Ziynetini muhafaza etme biçimlerini de elinden alıyor.

Ne demektir peki fark edilmek? Eserlerinde kâinatı izlemekten ziyade, kendini izletmenin yöntemlerine odaklanması demektir sanatçının. Bu şekilde ele aldığı temanın ruhuna odaklanması, o nesneye dönüşmesi, giderek özne-nesne örtüşmesine varması zorlaşır. Kendini veremez. Ne hayata, ne sanata, ne başkalarına.

"Sen yalnızca kendin değilsin" der bize bir tevhid eseri. Sanat yoluyla başkası olmaya yollar bizi. "Başkası olma, kendin ol" şiarındaki o kör noktayı da kuvvetle ima eder. İnsan kendi başına nasıl 'kendi' olabilir ki, başkaları yoksa! Kendinden bahsetmeye çalışmaz bir minber, kendini anlatmak için yapılmamıştır mihrab. Tevhid mimarisinde tek bir çiçek motifi dahi fark edilmek için çırpınmaz. Gören görür. Görebildiği kadar. Onların ima ettiği her gerçek ayrıntı, aşk ile öğütür bizi. Âşık kendini anlatmaz, sevdiğini anlatır. Ve sevdiğini anlatırken anlattığı kendisidir!

Vardığımız noktada şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: Tevhid sanatında 'kendi-öteki' ilişkisi üzerinden bir bölünme kurmaz sanatçı algısı. Öteki ile kendi iç içedir, kesişip ayrışsa dahi nihai olarak 'çokluktaki bir'dir. Dışarıda kalan, geriye kalan, geride kalan hiçbir şey yoktur. Tabii bu durumda, başkaları tarafından fark edilmek gibi bir kaygıyla sanat yapmanın anlamsızlığına varmıştır çoktan.

Toparlayayım o halde. Sanatta güzel'in ölçüleri üzerine düşünmeye devam ettiğim bu yirmi altıncı yazımda tevhid sanatçısının kalıcı olma kaygısının dünyayla sınırlanmadığına varmış olduk. 'Gizli hazine'nin bilinme arzusu bu anlamda artık kendi mecazlarını türetmeye başlıyor. Zira bu arzu, tüm zaman ve mekânları kuşatarak, O'nun (cc) sanatına dair bize 'kalıcılığın asli mahali'ni işaret ediyor. Kâinata sığmayanın, kâmil insanın kalbine sığması, 'güzel sanat'ın ölçülerini oluştururken kıymetli bir harç hazırlıyor 'âşıklar' için.

Evet, her birimiz farklı yönlere yönelsek de, nihai yönümüz kaçınılmaz olarak bir. Ve "her nerede olursak olalım, Allah bizleri bir araya getirecek" ise... Ruh, hakikatin en 'güzel sanat'ını barındırmaya devam ediyor demektir.


LEYLA İPEKÇİ

liniegoldrose111wv0wm.gif




 
Üst