"Amentüde ittifakımız" kimlerle var ?

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Diyalog karşıtlarının Kur'an ile çelişkileri Yazar Dr. Emin Şimşek

Soru : Diyaloğa karşı çıkan Müslümanlar hakkındaki düşünceniz nedir ? Onların bu konudaki temel yanılgısı size göre nedir ?

İslami camiada Diyaloğu destekleyen ve bu vesile ile doğru İslamın tanıtılacağına inananlar olduğu kadar , Diyaloğu bir Hıristiyanlaştırma , İslam’dan taviz verme , İslam dışındaki bazı dinleri Hak Din olarak kabul etme şeklinde algılayanlarda vardır.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir makalesinde Diyaloğa karşı çıkan 3 zümreden bahsederken günümüz Hariciler, Karmatileri ve Anarşistleri demişti. Bunlara ilave olarak birde Diyaloğu hakkıyla bilmeden , dezenformasyondan kaynaklanan , konuya tam vakıf olmadığı halde “acaba İslam’a zarar verebilirmi ?” mülahazası ile endişe duyan samimi kardeşlerimizinde olduğunu görmekteyiz. Bu insanlar , Diyalog Hizmetlerinin içinde olmadıklarından , Diyaloğa biraz mesafeli durmakta ve kendilerince haklı endişelere kapılabilmektedirler.
Halbuki , “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz “ hükmünce , hayatını İslam ve Kur’ana adamış , 30 yıllık Cami Kürsülerinde Hak aşkından gözü yaşlı bir vaizin önderliğinde ve gözetiminde sürdürülen Diyalog Hizmetlerinin İslam’a zarar vermesi mümkün olsaydı , acaba hayatını Küfre karşı mücadeleye adamış , Erzurumda ilk defa “Kominizme karşı mücadele derneğini “ kurmuş bu gözü yaşlı Vaiz bu denli Diyaloğu teşvik edermiydi ?
Diyaloğa karşı çıkan Müslüman kardeşlerimizin en başlıca yanılgısı Kur’an ile çelişmeleridir. Yani Kur’anı Kerimi siyak ve sibak bütünlüğü içinde ele almayışlarıdır ! Mesela , Kur’anı Kerim
Ali İmran suresi,64 'te (mealen) :

"De ki: Ey Ehl-i Kitap, Sizinle Bizim Aramızda ortak Olan Bir Kelimeye Gelin: Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyelim ve O'na Hiçbir Şeyi Ortak Koşmayalım” (1)

Ankebut suresi,46'ta (mealen) :

”İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.” (2)

Mümtehine suresi,8 'de (mealen) :

”Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (3)


diyerek , yani Ehl-i Kitab ile Diyalog ve iyi ilişikiler tesis edin, derken , yine diğer Ayet-i Kerimelerde

Bakara suresi , 191 (mealen)
Onları(Kafirleri) nerede yakalarsanız öldürün
Tevbe suresi , 73 (mealen)
Ey peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir varış yeridir orası!

Tevbe suresi , 31 (mealen ) :

Yahudiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hırıstiyanlar ise, “İsa Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkar etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!


Tevbe suresi , 5 (mealen ) :

Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin

diyerek , Kafirlere karşı nasıl bir tutum izlenmesini öğütlemektedir. Şayet Kur’anı Ehl-i Sünnet Uleması gibi siyak ve sibak bütünlüğü içinde , yani önce nazil olan Ayetler ile sonra nazil olan Ayetleri birbiriyle bağımlı bir bütün olarak kabul etmezsek , o zaman (yüzbin defa Haşa) Kur’an-ı kerimi bir çelişki içinde göstermiş oluruz ki , Diyalog karşıtı kardeşlerimizin yanılgıları burada başlamaktadır. Çünkü , Diyalog karşıtı kardeşlerimiz , bizim ilk paragrafta bahsettiğimiz Kafirlere karşı Diyaloğu ve iyi muameleyi emreden Ayetleri görmemezlikten gelip , sadece daha sonra bahsettiğim Ayetler üzerine konuştuklarından , yanlışa düşmektedirler.

Buna isnaden soruyoruz : “Kur'anı Kerimde işimize gelen Ayetleri alıp işimize gelmeyen Ayetleri görmemezlikten gelmek , Hakiki bir müminin izleyeceği yomludur ? Diyaloğu emreden Ayetleri ne yapacaksınız ? Bu Ayetler bugünü kapsamıyor mu diyeceksiniz ? Veya nesh edilmiştir diyerek Ehl-i Sünnet Müfessirleri ile çelişeceksiniz ?

İzninizle bir örnekle konuyu biraz daha açalım :

Maide Suresi , 51 (mealen)
Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
yani Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin , derken ;

Maide Suresi , 5 (mealen) :

Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir.

diyerek , Yahudi ve Hıristiyan hanımlarından iffetli olanları ile evlenmeye cevaz vermektedir.
Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin yaklaşımını Elmalı Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin anladığı şekliyle (4) anlamazsak , o zaman bir Ayeti “Yahudi ve Hıristiyanları düşman edinin “ , diğer Ayetide “ Düşman edinmenizi emrettiğim Yahudi ve Hıristiyanların hanımları ile evlenebilirsiniz” şeklinde anlamış oluruz ki , -haşa- bariz bir çelişki ortaya çıkmış olur. Çünkü hem düşman edinin hemde düşmanınız ile evlenebilirsiniz anlamı çıkmaktadırki , işte bu çelişki –yüzbindefa haşa- Kur’anın değil , Kuranı siyak ve sibak bütünlüğü içinde değerlendirmeyen Diyalog karşıtı kardeşlerimizin çelişkisidir !
Kur'an ve Sünneti tahlil ederken , siyak ve sibak bütünlüğünü göz önünde bulundurmazsanız , Ayetlerin nuzül sırasını hangi olaylara göre indiğini saptamazsanız Kuranı katletmiş olursunuz.
Hz.Musa (AS) 'yı, Firavun gibi kendisini –haşa- İlahlaştıran büyük bir Kafire gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Taha, 44) , Efendimiz (SAV) ‘e: 'Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ” (Nahl, 16/125) , Allah’ın Ayetlerini inkar eden ve Efendimiz (SAV) ‘i yalanlayanlara karşı : “Şimdi sen onlara yumuşak davran ve güzel muamele et.” (Hicr, 85) demektedir.

Yani, Kur’anı Kerim bazı yerlerde Kafirler hakkında sertdavranmaktan bahsederken, yine bazı Ayet-i Kerimelerine “yumuşak” ve “bağışlayıcı” davranmaktan, “güzel muamele” etmekten bahsetmesi, bahse konu “sert” davranma fiilinin bütün kafirleri kapsamadığını göstermektedir. O zaman hangi Kafir’e karşı “sert” hangisine karşı “yumuşak ve bağışlayıcı” davranacağız sorusu akla gelmektedir. Bunada yine Kur’an cevab veriyor:


'Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin.' (Maide:58)

' İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim İlâhımız da, sizin İlâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' (Ankebut,46)

'Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever.' (Mümtehina, 8 )

Ayetleri “Siyak ve Sibak bütünlüğü” içinde değerlendirirsek :

Müslümanlarla Zulmeden, Alaya alan, savaşan ve İslam’a açıktan düşmanlığını ilan eden Kafir ve Münafıklara “SERT“ ol, diğerleri ile en güzel yoldan, “yumuşak ve musamaha yolu ile” yani İslamı sevdirerek Tebliğ etme yolunu açık tut! Umulurki, bu şekilde İslam’ın güzelliklerine şahit olurlar ve İman ile müşerreflenirler!

(1) http://www.gencadam.net/content/view/171/57/
(2) http://www.gencadam.net/content/view/320/57/
(3) http://www.gencadam.net/content/view/329/57/
(4) http://www.gencadam.net/content/view/119/57/



 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Ilımlı İslam mı, yoksa sert İslam mı? Yazar Dr. Emin Şimşek
290_1.jpg

Bir yanda Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında olduğu iddia edilen “Ilımlı İslam” yakıştırmaları bazı güzide Hak dostları ile anılmaya layık görülürken, diğer yandan Kur’an-ı Kerim'de masum bir insanı öldürmenin tüm insanlığı öldürmek kadar dehşet verici (1), hele hele bir mümini kasten öldürmenin şirk günahına eşdeğer sayılmasına rağmen (2), bu terör eylemleri ile birlikte anılan insanların “Hakiki İslam”ı temsil ettiği iddiası gülünç olmaktan öteye geçmemektedir.
İslam’ın ruhu prensib olarak acaba sertliği, affedici olmamayı, acımasız olmayı mı öğütlüyor ki, birileri “Ilımlı İslam” adına rahatsızlık telaffuz ediyor?
Kur’an-ı Kerim, Hz.Musa (as)'ı firavuna gönderirken yumuşak uslub kullanmasını (3), Allah’ın ayetlerini inkar eden ve Efendimiz (sav)'i yalanlayan kafirlere yumuşak davranıp ve güzel muamele etmeyi (4), Efendimiz (sav)'in İslam'a hikmet ve güzel öğütle davet etmesini (5), onları hususi konularda bağışlamayı (6), çok yakın aile bireylerinden iman etmeyenler olsa bile onları affedip kusurlarını başlarına vurmamayı, hoşgörü ile yaklaşmayı (7),Müslümanlarla savaşmayanlarına karşı İyilik yapıp iyi davranmayı (8), zulmedenleri dışındakilerle en güzel yoldan görüşmeyi (9), Uhud savaşında Efendimiz (sav)'in, kendisini yarı yolda bırakanlara karşı yumuşak davrandığından dolayı etrafından dağılmadıklarını (10) vaaz ediyor, ediyor ama birileri hala ısrarla İslam’ı sert, musamahasız ve hoşgörüsüz bir din gibi takdim etme yarışına girmeye devam ediyor!
Biz hakikatleri dile getirir getirmez, hemen o birileri : “Efendim, Kur’an-ı Kerim'de müminlere karşı yumuşak, kafirlere karşı sert olmak da var” dediklerine şahit olmaktayız! İlmî fukeralığa bakın ki, kendilerine delil olarak takdim edilen onca ayete rağmen, o ayetler üzerinde tefekkür edeceklerine , Ayetler arasında siyak ve sibak bütünlüğü yokmuşcasına, başka ayetlerle cevab vermeyi marifet bilmeleri, kendilerinin bir çelişkiler tufanında yaşadıklarını göstermeye yetiyor ve artıyor! Hafizanallah, -sanki- bizim ayetlerimiz sizin ayetlerinizden daha makbul, daha faziletli tarzındaki bu seviyesiz ve tefsir ruhundan fersah fersah uzak yaklaşımlar, nasıl olur da İslam'ı temsil edebilir Allah aşkına?
Evet, Kur’an-ı Kerim'de, tüm bu insanî ve yumuşak yaklaşımlara rağmen kafirlere karşı sert davranmayı (11), hatta onları öldürmeyi (12) vaaz eden ayetler de yok değildir. Bundan doğal da bir şey olamaz! Çünkü, bahse konu sert olmayı vaaz eden ayetler, İslam’ın o engin yumuşaklığından, affediciliğinden, iyilikle mukabelesinden nasibini alamayıp, İslam'a açıktan düşmanlık besleyen ve alay eden, müslümanlara karşı savaşan ve zulmeden kafirlerin muhatab olduğunu anlamak için bir Elmalı Hamdi, bir Fahreddin Razi, bir Mevdudi olmaya gerek olmasa gerek?
Evet, her gayrimüslim İslam düşmanı olmadığı gibi, onları muhtemel bir İslam düşmanı görmeke doğru değildir, nitekim pek çoğununda günümüzde bir arayış içinde olduğu bir vakadır!
Günümüz Diyalog faaliyetlerini, “Ilımlı İslam” çerçevesinde bir taviz verme anlayışı ile özdeşleştirmek isteyenler, acaba "Hakiki İslam"ın kendisini bir İlah addeden firavuna karşı bile yumuşak davranmasını acaba nereye koymayı düşünüyorlar? Yoksa Hz.Musa (as)'ı da ılımlı davrandığından dolayı –hafizanallah- eleştirme arayışına girecekler? İyi de, bunu emreden bizzat kendisini Rahim, Rahman, Tevvab ve Gafur olarak niteleyen, rahmetim gadabımın önündedir diyen Allah-u Teâlâ değil midir ?
Netice olarak diyebiliriz ki; İslâm gayr-i müslimlere karşı hoşgörü çerçevesinde yapıcı "yapıcı" ve "makul" bir çizgi izlenmesini isterken, bu yaklaşımlara rağmen, düşmanlıklarında -zulümlerinde devam eden ve açıktan İslam’ın hükümleri ile alay edenlere karşıda gerekli tedbirleri almayı elbette tesis etmiştir.
Ne mutlu o müminlere ki, yaz mevsiminde (İslam) güneşinin sevgi yüklü atmosferini içlerine kadar soluklayıp soluklatırlar; veyl olsun o kimselere ki, her mevsimi kış zannerek güneşin pırıltılarını sadece kendisine has görüp, ondan başkalarının istifadesini zorlaştırırlar....
-------------------------------------------------------------------------------
(1) Maide , 5/32
(2) Nisa , 4/92-93
(3) Taha ,20/44
(4) Hicr, 15/85
(5) Nahl, 16/125
(6) Casiye,45/14
(7) Teğabun, 64/14
(8) Mümtehina, 60/8
(9) Ankebut, 29/46
(10) Ali İmran , 2/159
(11) Tevbe , 9/ 73
(12) Bakara , 2/ 191
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
İFTİRADA ERKEK KEDİ YÖNTEMİ !
19 Temmuz 2010 Pazartesi 17:34


Eklyn_rabiasultan_id_1407739520.jpg

Bahri Şenkal

[email protected]
Şeytanca bir plan yürürlükte. Bütün güzel kavramların, değerlerin altını oyarak, içini boşaltmak, bozmak ya da önüne arkasına, sağına soluna bir takım sıfatlar ekleyerek insanları kavram kargaşasına itmek! "Ilımlı İslam" da bunlardan birisi. İslam'ı eleştiremeyenler ya da eleştirmekle bir şey elde edilemeyeceğini iyi bilenler, bu kez onun güzeller güzeli adını, anlamını bozmaya çalışıyorlar. Daha önce "radikal-köktenci" İslam'ı üretmiştiler, şimdi de "ılımlı"sını!

İslam kelimesi malum "barış, huzur, sevgi" anlamlarına geliyor. Ilımlılık da güzel bir değer. İyi niyetli anlamında. Sert, radikal, köktenci, aşırı vb kavramların karşıtı bir kelime. Gelelim malum çevrelerin yükledikleri anlamlara. Onlara göre ılımlı; sünepe, basit, bozulmuş, sulandırılmış vb. anlamlara geliyor.

Israrla gündemde tutulmaya çalışılan iddiaya göre, Amerika kendi ürettiği radikal İslam'a karşı bu kez "ılımlı İslam" projesini uygulamaya koyuyor. Diyelim ki ileri sürüldüğü gibi Amerika'nın böyle bir projesi var. Zaten olmamasını düşünmek de herhalde saflık olur. Fakat bunun bize bakan tarafıyla çok farklı bir oyun olduğu, hatta oyun içinde oyun olduğu, böylelikle, İslam'ın ve samimi Müslümanların zan altında bırakılmak istendiği, bu varsayılan projeyi malzeme olarak kullananların kimliğinde gizli. Buyurun bir bakalım "ılımlı İslam"ı kimler nasıl bir malzeme olarak hem ürettiler hem de kullanıyorlar. Bu projenin bizdeki oyuncuları kimler?

Bu tabiri ilk olarak bizim ulusalcıların Amerika'daki muadilleri olan Neocanların en azılısı Daniel Pipes kullanıyor.. Pipes'in 1995 de söylediği "Radikal İslam tehdidine çözüm, ılımlı islamdır."* sözünün üzerine bu proje bina ediliyor ya da deşifre ediliyor. Fakat sıkı durun, bu tezi Amerika'da ortaya atanlara göre "ılımlı İslamcılar", Türkiyedeki laikçi, ulusalcı, Türkçü, Kürtçü çevreler. Daha açık söylemek gerekirse Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenler ve bilinçli olarak katılan darbeciler.* Yani masum müminleri "ılımlı İslam"la zan altında bırakarak kendi planlarını, suçlarını örtmek isteyen laikçi(!) kesimler.

Peki, bu bizim laikçi(!) ulusalcı kesimlere göre "ılımlı İslamcılar" kim? Onlara göre ise ılımlı İslamcılar kendileri değil, rakip olarak gördükleri masum dindar vatandaşlar! "Allah Allah! Çık çıkabilirsen işin içinden!" diyeceksiniz belki ama aslında anlaşılmaz hiçbir durum yok. Birazcık dikkatle bakıldığında, hafızamızı azıcık zorladığımızda bu tertibi yapanların, kendi kendilerini ele verdikleri açıkça görülebilmekte.

Bu çok şeytanca düşünülmüş bir örtme taktiği! Yani "ılımlı İslam, ılımlı İslam'a karşı!" Minareyi çalan kılıfını hazırlıyor tabii ki! Bu oyun, kuzuyu yemek için suyu bulandıran kurt yöntemini çağrıştırmakla birlikte daha çok "erkek kedi" yöntemine benziyor. Çok çok affedersiniz, erkek kedi hem taciz eder hem de bağırırmış. En iyi savunma saldırıdır, suçlamadır taktiği! Kendi niyetlerini karşıdakinin niyeti gibi sunmak bununla ortalığı velveleye vermek, herkesi korkutmaya ve kışkırtmaya çalışmak! Böyle bir alçaklık kedilerin tarihinde vardır ama insanlık tarihinde zannediyorum görülmemiştir.

Şu kahpe oyuna bakın ki bu ithamı, bu suçlamayı yapanlar daha düne kadar mağdurlar tarafındayken, aynı suçlamayla karşı karşıyayken, kendilerine iftira edildiğini söylerlerken; şimdi müfteri oldular, zalimlerin safına geçtiler. İyi hatırlayınız, yukarda sıraladığımız bizdeki laikçi(ulusalcı) çevreler, Türkiyede sera mantarı gibi biten radikal dinci guruplar tarafından "ılımlı, sünepe Müslüman" diye ya da daha da öteye giderek "kâfir, münafık" diye nitelendirmiyorlar mıydı? Ve bu ulusalcı(!) kardeşlerimizle, Allah rızası için, barış ve kardeşlik için iyi geçinmeye çalışan müminleri de, yani şimdi "ılımlı İslamcı" diye suçladıkları kişileri "işbirlikçi" olarak itham etmiyorlar mıydı?
catbirdda2.jpg

"Dinimi korumaya çalışanlar bari Müslüman olsa!" Ah Akif Ah! Senin zamanına göre insanlar o kadar çok değişti ki! Dinle uzaktan yakından hiç alakası olmayanlar şimdilerde dini korumaya kalktılar! Neredeyse gece sabaha kadar dini bozmaya, sulandırmaya çalışanlar; sabahtan akşama kadar da yatıp kalkıp "Eyvah dinimiz elden gidiyor, birileri güzide dinimizi sulandırmaya, bulandırmaya çalışıyor, biz İslam’ı korumak için ne yapabiliriz. " diye çırpınmaya(!) başladılar. "Merd-i kıptî şecaat arz ederken sirkatin söylermiş" ya, aynen öyle..

Malumdur, radikal İslam’ın siyasi kanadı, ta başından beri laik, Kemalist, sosyalist, masonik, milliyetçi, ulusalcı, solcu ve liberal kesimleri "ılımlı Müslüman" olarak değerlendiriyorlar ve " Batı kulüpçü, Amerikan uşağı, Siyonist Yavrusu" gibi isimlerle etiketlendiriyorlardı. Tekrar hatırlayalım; İran, Arabistan, Libya, Afganistan vb. ülkeler, bizi Türkiye’deki laik rejimi, bu rejimin taraftarlarını, masum halkı, yine "ılımlı, bozulmuş, yoldan çıkmış Müslüman" diye suçlamıyor muydu? Ve halen de suçlamıyor mu?

Aslında ortada öylesine trajikomik bir durum var ki böylesi herhalde ancak bizde görülebilir.

" Ilımlı İslam " yakıştırması ile dini gerçek anlamda temsil etmek isteyen samimi Müslümanlar yaftalanmak isteniyor. Lütfen dikkat buyurunuz, kendilerini gizlemek için Amerika’daki yandaşları Neocanlar’la birlikte icat ettikleri "ılımlı İslam"la mücadele ettiklerini söyleyenler kimler?

Eğer bunlar kökten dinci diye nitelendirilen radikal guruplarsa ortada hiçbir problem yok. Niçin? Çünkü bunlar yıllardır kendi saflarına çekemedikleri Müslüman halkı da senaryo gereği hep bu biçimde suçlamışlardı. Ama gelin görün ki dün bu suçlamayı yapanlar ile suçlananlar yani düşman kardeşler, şimdi bugün aynı saftalar, birlikteler. Kim bunlar? Bazı Milli görüşçüler, aşırı milliyetçiler, bazı ülkücüler, Türkçüler, Kürtçüler, statükocular, PKKlılar, ADD'ciler, bölücüler, ırkçılar, Marksistler, Ateistler, darbeciler, tuzu kuru elitler, masonlar vb.

Hatırlayınız ılımlı İslam tabirini bizde ilk ortaya atan Soner Yalçın'dır. Israrla gündemde tutan Doğu Perinçek, bunu havada kapanlar ise yukarda zikrettiğim malum çevrelerdir. Birbirleriyle hiç alakası olmaması gereken hatta düşman olan bu malum çevreler şimdi dost olup ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri savunuyorsalar ortada şeytanı bile kıskandıracak müthiş bir tezgâh var demektir.

Bu kesimlerin tabandaki masumlarını tenzih ediyoruz ama tepede yıllarca birbirlerini boğazlamaya çalışanlar, bir araya gelmeleri asla mümkün olmaması gerekenler, şimdi nasıl ağız birliği yapabiliyorlar, anlamak mümkün değildir. Bir düşünün, PKKlılar ile Hizbulvahşetçiler, aşırı milliyetçiler ile ulusalcılar, Milli Görüşçüler ile masonlar, bazı sahte tarikatlar ile ateistler ortaklaşa ılımlı İslam’dan şikâyet ediyorlar! "Bu kıyamet alameti gibi bir şey" dememiz ve şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmamız gerekiyor değil mi? Yoksa hiç de böyle değil mi? Bu, çok klasik bir numaranın yep yeni bir sürümü de bize mi öyle geliyor? Mutahari'nin ifadesiyle "Sağ ve sol makasın iki ağzı gibidirler, birbirlerine karşı gibi görünürler ama çalışırken aynı şeyi keserler" Evet bu hal hiç değişmiyor. Her zaman olduğu gibi, birbirleriyle uğraşıyorlarmış gibi görünürken asıl masumları, mazlumları, gerçek vatanseverleri ezmeye çalışıyorlar. Bu klasik numarayı ve halimizi enfes bir biçimde dizelerine yansıtan merhum Erdem Beyazıt'a kulak verelim:

Zulmün kızılı ile karası
Anlaşarak, birleşerek, cilveleşerek
De gelse üstümüze
Sürecek savaşımız (insanlık sevdamız)

Konuya bir başka açıdan daha bakalım.

Şu yaman çelişkiye dikkat buyurunuz. İslamsever değil olsa olsa İslamsavar denilebilecek bu grubun içindeki radikal siyasi İslamcılar hariç diğerleri, yani laikçiler, yıllardır radikal İslam tehlikesine vurgu yapanlar değil miydi? Ve bu çevrelerin en çok düşman oldukları zihniyet ise Milli Görüş zihniyeti değil miydi? Ne oldu ki, hangi dağda kurt öldü ki bu amansız düşmanlar şimdi "cephe kardeşi" oldular. Birilerine hidayet(!)nasip oldu da bunlar hep dinci(!) mi oldu yoksa hep birlikte kâfir(!) mi oldular ya da kendi tabirleriyle "ılımlı" mı oldular?

Herkesçe malumdur ki ılımlı İslam ile yaftalanmaya çalışılanlar bu ülkede islamın engin hoşgörüsüyle güler yüzüyle herkesi kucaklamaya çalışanlar, dini dayatmalardan fersah fersah uzakta bulunan, taş atanlara gül atanlardır. Hal böyleyken din dışı çevreler, din denince ödü kopanlar, şimdi aşırı dincilerle birlikte bu masum insanları töhmet altında bırakmaya çalışıyorlar.

Ha! Bir dakika! Bir dakika! İşin bir başka boyutu daha var!

Ilımlı İslam diye bir ucube kurgulayıp sonrada onunla mücadele ettiklerini söyleyenler, aynı zamanda radikal İslamı savunanlar olmasın sakın! Bunun için elimizde yeterince delil var biliyorsunuz. Hizbulvahşeti kurdurup masum insanları katlettirenler, Hizbuttahrir gibi çeteler oluşturarak Müslümanları zan altında bırakmak isteyenler, 11 Eylülü gerçekleştirerek İslam coğrafyasını işgal için gerekçe oluşturanlar aynı çevrelerdir. Yeşil kuşak projesi uydurarak İslam ülkelerindeki yandaşlarına malzeme üretenler, iyi dikkat edilirse ya kızıl kuşak ya da siyah kuşak(kapitalizm) yandaşlarıdır. Bir türlü kışkırtıp kendi yanlarına, oyunlarına çekemedikleri insanlara, bu sefer kendi çirkin niyetlerini, kendi cinayetlerini yüklemeye çalışıyorlar.

Hem ayrıca size ne oluyor! Eğer kastettiğiniz gibi ortada ılımlı İslam varsa bundan sadece dindarların ya da senaryo gereği de olsa radikal dincilerin rahatsız olması gerekmez mi? Ve eğer ılımlı İslam yaygınlaşıyorsa bundan, laikçilerin son derece mutlu olması gerekmez mi? Hatta zil takıp oynamaları gerekmez mi? Zira öyle ya da böyle, gerçek ya da hayali, ılımlı İslam laikliğe en yakın İslam değil midir? Zaten bütün amacınız bu değil midir? Rejimle hiçbir sorunu olmayan insan tipi, ılımlı Müslüman tipi. Hem namaz kılan hem içki içen, hem hacca giden hem zina yapan, hem kumar oynayan hem zekat veren, etliye sütlüye karışmayan, ne dolaplar döndüğünü sorgulamayan, her burnu sürtüldüğünde, her düşüp kalktığında elhamdülillah iyi ki laikim, iyi ki müslümanım, yaşasın mevcut düzen, yaşasın statüko diyecek ılımlı Müslümanlar istenmiyor mu? Bütün darbeler, müdahaleler, sıkıntılar, acılar, hepsi bunun bunun için değil mi? Bırakın böyle, sıradan bir müslümanı, böyle yaşayan ilahiyat profesörleri, aydınlar(!), baş üstünde tutulmuyor mu? Kanal kanal, köşe köşe gezdirilmiyor mu?

Tabii ki asıl niyet bellidir. Müslüman halkın gözünde taht kurmuş bu güzide insanları zan altında bırakarak halkın gözünden düşürmek, "çamur at izi kalsın" ya da Cemal Demir'in ifadesiyle "Kavram at izi kalsın!" Ama şunu iyi bilsinler ki bu halk yıllardır kolayca kandırdıkları o eski halk değil! Köprülerin altından çok sular geçti ve o köprü altı çocukları(!) darbelerin dalgalarını yiye yiye iyice arındılar dirildiler, dik durmayı öğrendiler ve boş sözlere kulak asmıyorlar. Artık herkesin niyetini gözlerinden okuyorlar.

Maalesef bir de bu hain ve zalimlere siyaset uğruna çanak tutan gafiller var. Siyasi rakiplerini yıpratmak adına, oy uğruna; ülkeye, millete, insanlığa hizmetten başka derdi olmayan insanları yaftalamak, töhmet altında bırakmak, suçlamak insafa, vicdana, ahlaka sığar mı? Ülkede istikrar istiyorlar diye ya da bize oy vermiyorlar kuruntularıyla vatan aşığı masum insanları hainlikle itham etmek, insan olana yakışır mı? Şimdiye kadar o suçladıkları kesimlerce hep saygı, nezaket hoşgörü gördükleri halde böylesi bir düşmanlık nedendir? Masum Müslümanları, dişinden, tırnağından artırıp okul açanları, demokratik yoldan halkın oylarıyla iktidara gelenleri, onlara oy verenleri, töhmet altında bırakmak, bu iğrenç kılıfı masumların sırtına geçirmeye çalışmak insanlıkla bağdaşır mı?

Ha! Eğer ılımlı İslam anlayışı adı altında Amerikanın bize dayattığı ya da dayatacağı ileri sürülen proje; radikal, köktenci İslamsa buna herhalde kargalar bile güler! Zira bunu, din deyince ödü kopan ulusalcılarla ve onların arkadaşları olan, özenle bezenle seralarda yetiştirilip halkın arasına saldıkları, hormonlu, uzaktan kumandalı bir avuç köktenciyle mi yapacaklar. Masum dindarlar, vatanseverler bu köktencilerin arkasında kimlerin olduğunu artık çok çok iyi biliyorlar. Uluslararası güçler, önce dine karşı gelip yok etmek istediler.

Baktılar ki bu mümkün olmuyor, bu kez proje gereği üretilen köktencilerle Müslüman halkı kışkırtmaya çalıştılar ama başaramadılar. Bu sefer de son olarak bu karmakarışık şeytani projeyi "ılımlı İslam"ı ortaya koydular. Böylece halkın kafası iyice karışacak, herkesten şüphelenecek, iyi ve güzel olan her şeyden uzak duracaktı.
Ve yine, eğer ılımlı İslam ile kastedilen, Amerikanın güdümündeki Orta Doğudaki rejimlere benzer rejimlerse, seksen altı yıldır iyi kötü, kör topal cumhuriyetin ve demokrasinin kazanımlarını sindirmiş, benimsemiş Türk halkı, o tür rejimlerin gelmesine kesinlikle müsaade etmez. Yarı askeri, yarı demokratik dönemlere bile tahammülü olmayan tamamen kendi sözünün geçeceği demokrasi özlemiyle yanıp tutuşan halkımız, o tür baskıcı rejimlere dönüp bakmaz bile. Dikkat ediniz bu halk "kral" liderlerin başkan olduğu "saray" partilere bile rağbet etmiyor.

* Daniel Pipes, National Interest, Ekim-Kasım sayısı
* New York Sun, 8 Mayıs 2007


Not: Bu şeytanca planının içinde olmayan ya da bilmeden destekleyen milliyetçi, Milli Görüşçü, Atatürkçü,laik,ülkücü,sağcı ya da solcu kardeşlerimizi tenzih ediyor, düşünce ve inançlarına saygı duyuyoruz."Laikçi" kelimesini laik görüşlü kardeşlerimiz için değil, laikliği istismar ederek halkımızı bölmek isteyen ve din düşmanlığı yapanlar için ; "Milli Görüşçü" ifadesini de siyasetle uğraşan ve eskiden beri bu isimle anılan dindar kardeşlerimiz için değil sırf muhalefet etmek için siyaset için din düşmanlarıyla ittifak içinde olanlar için; "Ülkücü" ifadesini de Türk-İslam ülkücüleri için değil ulusalcılarla ve ETÖ'cülerle kanka olan yeni yetme ülkücüler için kullandık.
http://www.haberform.com/yazi/erkek-kedi-yontemi--1919.htm
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Diğer Din Mensuplarıyla İlişkiler ve Birlikte Yaşama Yazar Murat Yılmaz
336_2.jpg






Kur’an-ı Kerim, yaratılışın gayesini Allah’a iman ve O’nun iradesine uygun yaşama şeklinde belirler (el-Bakara 2/2 1; ez-Zariyat 51/56; el-Mülk 67/2) ve “emanet” şeklinde nitelediği (el-Ahzab 33/72) bu beşeri sorumluluğu kabul veya redde bağlı olarak insanları inananlar ve inanmayanlar diye iki gruba ayırır (el-A’raf 7/87; el-Kehf 18/29; et-Tegâbün 64/2). Bu temel ayırım dışında İslamiyet insanlar arasında ırk, renk, dil ve toprak esasına dayalı başka herhangi bir fark gözetmez. İnanç konusundaki tercihin ahiret hayatında büyük bir mükafat veya cezayı gerektireceği, Allah katında inananlarla inanmayanların aynı muameleye tabi tutulmayacağı birçok ayette ifade edilmiştir (mesela bk. Hûd 11 / 15-24; Fussılet 4 1/40; el-Casiye 45/20-35). Bununla birlikte dünya hayatında inananlarla inanmayanların gerek ayrı toplumlar olarak gerekse aynı toplum içinde birlikte yaşamalarına imkan veren toplumsal bir yapı tasavvur edilmiştir. İslamiyet kendini, Allah’ın insanlığa yol göstermek üzere muhtelif zamanlarda ve o zamanın şartlarına uygun bir çerçeve ve muhteva ile gönderdiği mesajın en son ve en mükemmel merhalesi kabul eder (el-Maide 5/3; el-Ahzab 33/40). Bu durum, İslam’ın aynı zamanda hem zaman hem mekan bakımından evrensel bir din olduğunu da göstermektedir (el-Enbiya 21/107; Sebe’ 34/28). İslmiyet bu vasfıyla hiçbir ırk, dil, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilâhi vahyin muhatabı ve aynı insanlık ailesinin üyeleri sayar. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farklılıkların düşmanlık sebebi değil karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesini telkin eder, aralarındaki tek üstünlük ölçüsünün, yeryüzünde üstlenilen beşerî sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirmekten (takva) ibaret olduğunu belirtir (el-Hucurat 49 / 13). İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar oluşturmaları, kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve hedefleri için bir yarışma ve iş birliği vesilesi olarak görülmüştür (el-Maide 5/48). Böylece devletler hukukunun en önemli dayanağı olan uluslararası topluluk fikri ilk defa Kur’an’da ifadesini bulmuş ve Hz. Peygamber devrinden başlayarak toplumlar arası ilişkiler hukuki esaslara dayandırılmıştır. Kur’an ve Sünnette belirlenen temel prensipler çerçevesinde oluşan ve zamanla gelişen bu devletler arası hukuk Müslüman devletlerin gayrimüslim toplumlarla olan ilişkilerinde uygulanırken Batı dünyasında Ortaçağ boyunca milletlerarası alanda keyfilik hakim olagelmiş ve XVIII. yüzyılda Avrupa’da oluşmaya başlayan devletler hukuku, Batılı ve Hıristiyan olmayan devletlere ancak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren uygulanmaya başlanmıştır.
Milletlerarası ilişkilerin barış içinde sürdürülebilmesi ve bunun sağlam temellere oturması için karşılıklı güven ve haklara saygı büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple İslamiyet, gerek özel gerekse milletlerarası ilişkilerde müslümanlara, verdikleri sözleri tutarak karşılıklı güveni sarsacak davranışlardan sakınmalarını (el-Maide 5/1; en-NahI 16/ 91, 92, 94), insanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan adaletle davranmalarını, km ve düşmanlıklar yüzünden zulüm ve haksızlığa yönelmemelerini emreder (en-Nisa 4/58; el-Maide 5/2, 8). İslamiyet’in evrensel bir din olması ve müslümanların İslam’ı tebliğ yükümlülüklerinin bulunması da diğer toplumlarla iyi ilişkiler kurmalarını gerekli kılmaktadır. Çünkü tebliğ ve dine davet ancak iyi ilişkilerin hakim olduğu bir ortamda ve barışçı yollarla mümkündür (en-NahI 16/125; el-Ankebût 29/46).
Müslüman bir toplumun gayrimüslim toplumlarla ilişkilerinin barış esasına dayandığı ve bu ortamın ancak gayrimüslimlerin düşmanca tavırları sebebiyle bozulabileceği şu ayette ifade edilmektedir: “Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adaletle davranmaktan Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardımda bulunanları dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır” (el-Mümtehine 60/8-9). Bu ayet aynı zamanda, Müslüman bir devletin gayrimüslim devlet ve toplumlara karşı takip edeceği dış siyasetin de ana çerçevesini belirlemektedir. Bununla birlikte hayatı bütünüyle kuşatan bir din olarak İslamiyet, insanın gerek Allah’la gerek diğer kimseleri olan ilişkilerini düzenlerken bütün eğilim ve zaaflarıyla insan tabiatını göz önünde bulundurur. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim, benliğinde taşıdığı olumsuz eğilimler ve zaaflar arasında insanın kan dökücü ve bozguncu özelliğine de dikkat çeker (el-Bakara 2/30, 205). Yine Kuran’da, bu eğilimlerine göre hareket edenlerin Allah’ın hoşnutluğundan uzak oldukları ve ahirette cezalandırılacakları haber verilirken (el-Maide 5/64; er-Ra’d 13/25; el-Kasas 28177) Müslümanların temel tercih ve tavırları da belirlenmiştir: “İşte ahiret yurdu. Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz” (el-Kasas 28183). Ancak yeryüzünde bozgunculuk ve kargaşa çıkaracak, kan döküp haksızlık yapacak insanlar ve toplumlar daima mevcut olacağından bunlara da engel olmak gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle önleyip saymasaydı yeryüzü elbette altüst olurdu. Fakat Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir” (el-Bakara 2/251) mealindeki ayetle sulh ve sükûnun asıl olduğuna, savaşın bu durumu bozanlara engel olmak için meşru kılındığına işaret edilmiştir. Bu gerçeği göz önünde bulundurmayan bazı kişi ve grupların savaşa karşı çıkmaları ise ne savaşı yeryüzünden kaldırmış ne de modern teknolojinin imkanlarıyla genelleşen savaşın yıkımından insanlığı koruyabilmiştir. İslamiyet, eşyanın tabiatında mevcut olan çatışma ve savaşı hiç yokmuş gibi saymaktansa onu kabul etmiş, onunla ilgili yasalar koyup tahribatını sınırlı tutmaya çalışmıştır)[1]
İslam hukukçularının büyük bir kısmı, Kur’an ve Sünnet’te belirlenen temel prensipler çerçevesinde müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki uluslararası ilişkilerin barış esasına dayandığı, savaşın ancak onların müslümanlara karşı düşmanca tavırlara başvurmaları halinde meşru sayılacağı görüşündedir. Orta- çağ boyunca devletler arasında hakim olan münasebetlerin mahiyetinden, içinde bulundukları tarihi ve siyasi şartlardan etkilenen bazı hukukçular ise aksi yönde görüş belirtmişler, Batılı araştırmacıların birçoğu da bu yaklaşımı İslam’da mevcut tek ve temel görüş gibi sunmaya çalışmışlardır. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim yeryüzünde insani bağları kuvvetlendirmeye, toplumları insani gayelerle birbirine yaklaştırmaya, karşılıklı ilişkileri faydalı hususlarda iş birliğine dayandırmaya büyük önem vermiştir (el-Maide 5/2; el-Hucurat 49/13).


Dini ve dünyevi konularda görüş ayrılığı insan fıtratı gereği, ötekini kabul etmek ve birlikte yaşamak, çoğulculuk Kur’an’ın getirdiği bir ilke olup Cenab-ı Hak bunu murad etmiştir (Hûd 11/118;Yunus 10 /99; en-Nahl 16/93).[2] Bu sebeple İslam diğer semavi dinlerin varlığını tanımış, İslam toplumu genişleyip diğer dinlerle karşılaşınca onlar da bu çerçeveye dahil edilmişlerdir. Böylece ilk dönemlerinden itibaren İslam dünyasında hem kendi içinde hem diğer dinlerin bünyesinde yüzlerce mezhep, fırka ve cereyan teşekkül etmiş ve birlikte yaşamışlardır.[3]
İslam’a göre gayrimüslim toplumlarla ilişkilerde barış esas olduğu gibi gayrimüslimler bir İslam toplumu içinde Müslümanlarla birlikte yaşama imkanına da sahiptirler. Eski Yunan ve Roma’da kendi ırk ve toplumlarından olmayan insanlar her türlü hukuktan mahrumdular; can ve mal güvenlikleri yoktu. Eski Mısır’da da yabancılar hukuk dışı sayılırdı. Bizans sınırları prensip olarak Arap ve İranlı yabancılara kapalı tutulurdu ve ancak antlaşmalarla tespit edilen bazı şehirlerde ticaret yapma imkanı vardı. Avrupa’da da XIX. yüzyıla gelinceye kadar yabancılar hukukun himayesinden mahrumdular.
[4] Buna karşılık İslamiyet, kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda bu inancı paylaşmayanların inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkan tanımıştır. Hz. Peygamber, hicretin hemen ardından Medine’de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile çağdaş araştırmacılar tarafından “Medine anayasası’ veya “Medine vesikası” olarak adlandırılan bir sözleşme yaparak bunun ilk adımını atmıştır. Böylece site devleti, imparatorluk ve milli devlet çizgisi üzerindeki Batı tarihi tecrübesinde benzeri bulunmayan bu siyasi yapı, birçok dini-kültürel grubun bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplum modeline örnek teşkil etmiştir. Daha sonraki yıllarda müşrik Evs ve Hazrec kabilelerinin tamamen müslüman olması ve sözleşme hükümlerini çiğneyen Yahudi kabilelerinin de sürgüne gönderilmesi üzerine Medine’de yalnız müslümanlar kalmakla birlikte Hz. Peygamberin Eyle, Ezruh, Dümetülcendel ve Necran hristiyanları, Makna ve Teymâ Yahudileri, ayrıca kısmen Mecüsiler’in de bulunduğu Hecer ve Bahreyn halkı ile yaptığı antlaşmalarla gayrimüslimler dini ve hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini muhafaza ederek İslam toplumunun içinde yaşama imkanına kavuşmuşlardır. İslam tarihi boyunca devam edegelen bu uygulama Osmanlı Devleti’ndeki millet sistemiyle en geniş ve gelişmiş biçimini bulmuştur.

Çeşitli dönemlerde ve ülkelerde toplumların siyasi birliği için ırk, renk, dil ve coğrafya gibi unsurlar temel kabul edilmiştir. Bugünkü ulus devletlerde vatandaşlık başlıca kan ve toprak esasına dayanmaktadır. Buna karşılık İslamiyet, insanlar arasında mukadder tesadüflere bağlı olan bu tür farklılıkları bir yana bırakarak vatandaşlık konusunda irade ve tercihi esas almıştır. Kur’an-ı Kerim’deki mümin-kafir ayırımı iki farklı ontolojik dini yaklaşımı ortaya koyar ve bu konudaki tercih aynı zamanda belli bir hayat tarzı ve sosyo-politik kimlik seçimini ifade eder. İslam’ı din olarak benimseyenler aynı zamanda sosyo-politik İslam toplumunun bir üyesi olurken bu inancı paylaşmayanlar da İslam devletinin siyasi hakimiyetini kabul ederek çoğulcu bir hukuki yapı içinde tercih ettikleri hayat tarzını yaşama imkanına sahip olurlar. İslam hukukçuları, devletin vatandaşlarını ifade etmek üzere hem müslümanlar hem gayrimüslimler (zimmi) için “darülislam ehli” tabirini kullanırlar.
Çağdaş bazı müslüman araştırmacılar, modern ulus devletlerdeki vatandaşlık kavramıyla karşılaştırma yaparak özellikle bir kısım siyasi haklardan faydalanamamaları sebebiyle zimmiler İslam devletinde vatandaş sayılmadığını ileri sürerken birçok araştırmacı, devletin dayandığı inanç esasından kaynaklanan bazı kısıtlamalar bir yana bunların müslümanlar gibi tam vatandaş olduklarını kabul etmiştir.
[5] Diğer bazı araştırmacılar da özellikle sömürgeci devletlerin kanunlarında görülen tebaa (national) ve vatandaş (citizen) kavramları arasındaki anlam farkını göz önüne alarak zimmilerin vatandaş değil tebaa sayılabileceğine dikkat çekmişlerdir.[6] Zira sömürge ülkelerinin halkı sömürgeci devletin tebaası olmakla birlikte bu devletin kendi vatandaşlarının sahip olduğu siyasi haklardan mahrumdu. Ancak bugün devletlerin çoğunun kanunlarında bu iki kavram arasında herhangi bir fark gözetilmemektedir. Modern ulus devletin, vatandaşlarını sadece fert olarak kabul edip başka bir kültürel gruba mensubiyetini reddettiğini, buna karşılık İslam devletinin hukuki çoğulculuğa dayalı çok kültürlü bir siyasi yapı içinde gayrimüslimleri sadece fert olarak devletin bir tebaası değil kendi toplumunun da bir üyesi saydığını belirten bazı müslüman araştırmacılar da zimmilerin apayrı bir vatandaşlık statüsüne sahip bulunduğunu ve buna bağlı olarak hak ve görevlerinin müslümanlardan farklı olduğunu ileri sürmektedirler.[7] Hak ve görevlerdeki birtakım farklılıklardan hareketle bazı Batılı araştırmacılar zimmilerin ikinci sınıf vatandaş sayıldığını iddia ederken,[8] zimmilerin geniş bir otonomiden faydalanarak devlet içinde devlet, hatta devlet üstünde devlet olduklarını söyleyen diğerleri ise bu dini-kültürel çoğulcu sistemi “Ortaçağ dini demokrasisi” diye nitelemişlerdir. [9]
Gayrimüslimlerin müslümanlar gibi can ve mal güvenliğine sahip oldukları konusunda hukukçular görüş birliği içindedir. Hz. Peygamber zimmiye zulüm ve haksızlık yapan, ona gücünün üstünde sorumluluk yükleyen ve ondan arzusu dışında bir şey alan kimseye kıyamet günü bizzat kendisinin hasım olacağını söylemiş,[10] bir zimmiyi haksız yere öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusundan mahrum olacağını belirtmiştir.[11] Hukukçular zimmiyi öldürmenin haram olduğunu kabul etmekle birlikte uygulanacak ceza konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre bir müslümanın zimmiyi öldürmesi halinde kısasa değil diyete hükmedilir. Hanefiler ise kısas gerektiği görüşündedirler. Diyetin gerektiği durumlarda bazı hukukçulara göre zimminin diyeti müslümanın diyetinin yarısı, bir kısmına göre ise üçte biridir. Hanefilerle diğer bazı hukukçular diyetlerin eşit olduğunu kabul etmişlerdir. Hanbelilere göre de kasten öldürmede kısas gerekmese bile diyet tam ödenir. Zimminin malının bir müslüman tarafindan çalınması halinde had cezası uygulanacağı hususunda ise görüş birliği vardır.

Kur’an-ı Kerim din konusunda insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış (el-Bakara 2/256; Yunus 10/99; el-Kehf 18/29), Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidin dönemlerinde gayrimüslim toplumlarla yapılan zimmet antlaşmalarında bu husus açıkça belirtilmiştir. İnanç hürriyetinin bir gereği olarak dini eğitim ve öğretim, ayin ve ibadetlerle mabedler de hukukun himayesi altına alınmıştır. Gayrimüslimler mabedlerinde veya açtıkları okullarda dini eğitim ve öğretimi tam bir serbestlik içinde verme imkanına kavuşmuşlardır. Klasik dönem müslüman hukukçuları, kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde mabedler konusunda bazı kurallar belirlemişlerdir. Genel olarak kabul edildiğine göre müslümanların kurduğu şehirlerde gayrimüslimlerin mabed yapmasına izin verilmez. Savaş yoluyla ele geçirilen şehirlerdeki mabedlere dokunulmamakla birlikte yenilerinin de yapılamayacağı görüşü hakimdir. Barış yoluyla ele geçirilen yerlerdeki mabedlerin muhafazası, tamiri veya yenilerinin inşası ise antlaşma hükümlerine tabidir. Mabedlerinde dini ayin ve ibadetlerini icra etmelerine, çan çalmalarına, dini bayram günlerinde haç vb. dolaştırmalarına da izin verilmiştir. Ancak müslümanların meskûn olduğu yerlerde bazen kamu düzeni gereği ezan ve namaz vakitlerinde çan çalmaktan, bayramlarda taşkınlık yapmak ve haç dolaştırmaktan menedildikleri görülmektedir. Fukahanın mâbedlerle ilgili olarak literatürde yer alan bu görüşlerine rağmen gayrimüslim tebaa ile karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin tesis edilmesine bağlı olarak erken dönemlerden itibaren eski mabedlerin tamirine ve yenilerinin de yapılmasına izin verildiği, içte sosyal karışıklıkların ortaya çıktığı veya gayrimüslim devletlerle siyasi ilişkilerin bozulduğu dönemlerde bu müsamahanın gösterilmediği görülmektedir.[12] Gerek inanç gerekse âyin ve ibadet konusunda tam hürriyet esas olmakla birlikte müslüman halkın inanç ve ahlak ilkelerine saygı gösterilmesi amacıyla muhtelif zamanlarda bazı ülkelerde bilhassa mabedlerin dışındaki ayin ve törenlere birtakım sınırlamalar getirilmiş olması tabii karşılanmalıdır. Nitekim din ve vicdan hürriyetinin insanın temel hak ve hürriyetlerinin en önemlilerinden sayıldığı günümüzde bu hürriyetin kullanılmasıyla ilgili düzenlemeler Batılı ülkelerin çoğunda farklılık göstermekte, kamu düzeni ve genel ahlak çerçevesinde çeşitli kısıtlamalara gidilmektedir.
Çalışma hürriyeti bakımından gayrimüslimler için herhangi bir sınırlama söz konusu olmayıp iş ve ticaret hayatının her alanında faaliyet gösterebilirlerdi. Öte yandan gayrimüslimler, amme hizmetleri ve sosyal güvenlik imkanlarından müslümanlar gibi faydalanma hakkına sahiptiler. Hz. Ömer, yoksulluk ve ihtiyarlık sebebiyle dilenen bir zimmiyi gördüğünde ona hazineden maaş bağlanmasını emretmiş,
[13] vefatı sırasında da kendisinden sonra gelecek halifeden zimmilerin haklarını korumasını ve onları himaye etmesini istemiştir.[14] Halid b. Velid, Hîre halkıyla yaptığı antlaşmada güçsüz düşenlerden cizye alınmayacağını ve bunların geçiminin hazineden karşılanacağını belirtmiştir.[15] Ömer b. Abdülaziz de bu durumdakilere devlet hazinesinden maaş bağlanması için yetkililere talimat vermiştir.[16]
İslam hukukçuları, gayrimüslimlerin devlet başkanını seçme ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu kumandanlığı, valilik ve hakimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda görüş birliği içindedir. Hukukçuların çoğunluğu, gayrimüslimlere genel olarak kamu görevi verilmeyeceğini belirtirken bazı hukukçular önemli mevkiler dışındaki görevlere getirilebileceklerini, bazıları da zaruret ve ihtiyaç halinde buna başvurulabileceğini söylemişlerdir. Çoğunluğu oluşturan âlimler gayrimüslimlerin sırdaş, dost ve veli edinilmesini yasaklayan ayetlerle (A1-i İmran 3/28, 118; en-Nisa 4/144; el-Maide 5/5 1; el-Mümtehine 60/1) Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidin dönemindeki bazı uygulamaları esas alırlar. Diğerleri ise bu ayetlerde müslümanlara düşmanlık besleyen ve güven telkin etmeyen gayrimüslimlerle ilişkilerin yasaklandığını, genel anlamda müslümanlara olan düşmanlıklarına (el-Bakara 2/109, 120, 217) rağmen diğer bazı ayetlerden bu özelliği taşımayanların da bulunduğunu ve bunlarla iyi ilişkiler kurulabileceğinin anlaşıldığını (Âl-i İmrân 3/75; el-Mâide 5/82; el-Mümtehine 60/8-9) belirtir ve çoğunluk gibi sünnet ve Hulefa-yi Râşidin’in uygulamalarından bazı örnekleri delil gösterirler.
[17] Hukukçuların genel eğilimine rağmen daha Muaviye döneminden itibaren gayrimüslimlerin devlet kademelerinde çalıştırıldıkları, çeşitli divanların yönetimi yanında valilik ve vezirlik makamına kadar yükseldikleri, hatta bazı İslam devletlerinde bürokrasinin büyük ölçüde onların eline geçtiği görülmektedir. Bazı dönemlerde gayrimüslim yönetici ve görevlilerin İslami ölçülere aykırı hareket etmeleri, çeşitli yolsuzluklara karışmaları, otoritelerinden faydalanarak müslüman halka zulüm ve haksızlık yapmalarının ulema ve halk arasında büyük infiallere yol açması üzerine yöneticiler tarafından birçoklarının görevine son verilmesine dair örnekler az değildir.[18] Bu örnekler İslam hukukçularının endişelerini haklı çıkaracak mahiyette olmakla birlikte karşılıklı güven, ihtiyaç ve şahsi nüfuz gibi çeşitli sebeplerle gayrimüslimlerin İslam tarihi boyunca değişik kamu görevlerini üstlendikleri görülmektedir. Çağdaş Müslüman araştırmacıların genel eğilimi de İslam devletinin çeşitli alanlardaki temel siyasetlerinin tespiti ve uygulamasıyla ilgili önemli görevler dışındaki kamu görevlerine gayrimüslimlerin getirilebileceği yönündedir. Bunlardan bazıları, bugünkü Müslüman ülkelerde hakim ulus devlet modelinden hareketle böyle bir siyasi yapı içinde gayrimüslimlerin devlet başkanı seçimine katılabileceklerini ve parlamentoya üye seçilebileceklerini de belirtmektedir.[19] Çağdaş hukuk düzenlerinde, genel ilke olarak vatandaşların herhangi bir ayırıma gidilmeden bu haklardan eşit şekilde faydalanacakları kabul edilmekle birlikte ideolojik temele dayalı devletlerde bu ideolojiyi paylaşmayanların, etnik esasa dayalı devletlerde ise çoğunluğa mensup olmayanların uygulamada bu haklardan tam faydalanamadıkları da bir gerçektir.
İslamiyet gayrimüslimleri, inançlarını paylaşmadıkları Müslümanlarla birlikte kendi dindaşlarına karşı savaşmak zorunda bırakmamak amacıyla askerlikten muaf tutmuştur. Bu aynı zamanda onlara tanınan inanç özgürlüğünün de bir gereğidir. Ancak bizzat kendileri istekli oldukları zaman ihtiyaç duyulması ve güven ortamının bulunması halinde bu hizmetlerinden faydalanmada bir sakınca görülmemiştir.
[20] İslam tarihinde ilk dönemlerden itibaren askerlik hizmetinde gayrimüslimlerden istifade edildiğine ve bu durumda kendilerinden cizye alınmadığına dair çeşitli örnekler vardır.[21] Osmanlı ordusunda da gayrimüslimler sipahi, topçu, voynuk, martolos, eflak, levent ve kürekçi olarak hizmet görmüşler ve kendilerinden cizye alınmamıştır. Ayrıca bir yerin fethi sırasında hizmeti görülenler, geçit yerleri, ada, kale ve sınır boylarında bulunanlar da cizye veya diğer vergilerden kısmen veya tamamen muaf tutulmuşlardır.[22]
İslam ülkesinde bulunan müslim veya gayrimüslim, vatandaş veya yabancı bütün insanlar devletin yargı sistemine ve kanunlarına tabi olmakla birlikte İslam’ın gayrimüslimlere tanıdığı inanç özgürlüğünün bir gereği olarak aile, şahıs, miras ve borçlar hukuku gibi dini inançla yakından ilgili konularda kendilerine adli ve hukuki muhtariyet tanınmış, Hanefi fakihlerinin tabiriyle bu konuda “onları kendi inançlarının gereğiyle baş başa bırakma”[23] ilkesi benimsenmiştir. İslam’ın getirdiği bu hukuki çoğulculuk, dini-kültürel çoğulculuğu koruyarak gayrimüslimlerin asırlar boyunca İslam toplumu içinde varlıklarını sürdürmelerine imkan sağlamıştır.

Gayrimüslimler, aralarındaki hukuki ihtilafları kendi mahkemelerine götürme hakkına sahip oldukları gibi İslam mahkemelerinde de dava açabilirler. Taraflardan birinin Müslüman olması halinde davaya bakmaya yetkili tek merci İslam mahkemesidir; her iki tarafın da gayrimüslim olması ve İslam mahkemesine başvurulması durumunda mahkemenin bu davaya bakmakta serbest olup olmadığı fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefilere göre, tarafların zimmi veya müste’men olduklarına bakılmaksızın açılan davanın görülmesi ve sonuçlandırılması gerekir; mahkemenin seçim hakkı yoktur. Maliki ve Hanbelilere göre ise mahkeme davaya bakmakta muhayyerdir; tarafların zimmi veya müste’men, aynı veya ayrı dinlerden olmalarının önemi yoktur. Şafi mezhebine göre tarafların her ikisi de müste’mense hakim muhayyerdir; tarafların birinin veya her ikisinin zimmi olması durumunda ise kuvvetli görüş davaya bakılması gerektiği yönündedir. İslam mahkemesinin gayrimüslimlerin davasına bakması halinde onların kendi hukukları değil İslam hukuku uygulanır. Bu konuda çeşitli ayetleri delil gösteren hukukçular (meselâ bk. el-Mâide 5/42, 44, 48) görüş birliği içindedir. Genel kural olarak gayrimüslimlere uygulanacak kanun hükmü müslümanlara uygulanacak hükmün aynıdır. Ancak inançları gereği meşru saydıkları domuz ve şarap gibi mallarla ilgili tasarrufları ve yine kendilerince meşru kabul edilen diğer bazı hususlarda farklı hükümlere tabidirler. Bu konularla ilgili olarak hukukçular arasında da farklı görüşler mevcuttur.[24] Gayri müslimlere hukuk davaları için tanınan adli ve hukuki muhtariyet ceza davaları için söz konusu değildir. Bu bakımdan İslam ülkesinde suç sayılan bir fiili işlediklerinde kural olarak onlara da İslam ceza hukuku hükümleri uygulanır. Ancak kendilerine tanınan inanç hürriyeti gereği bu genel kuralın bazı istisnaları vardır. Mesela içki içtiklerinde had cezası uygulanmazsa da kamu düzenini ihlal etmeleri halinde ta’zir cezası verilir. Ayrıca mezheplere göre farklılık göstermekle birlikte bazı suçların teşekkülüyle ilgili olarak aranan şartların gayrimüslimlerde bulunmaması sebebiyle de bu suçlar için tespit edilen cezaya çarptırılmazlar. Mesela Ebû Yûsuf dışındaki Hanefi alimlerine göre recm cezasında aranan ihsan şartı için müslüman olmak gerektiğinden zina yapmaları halinde zimmilere recm değil celde cezası uygulanır.

Sosyal ilişkilere gelince, Batılı bazı araştırmacılar, İslam’a ve müslümanlara düşmanlık besleyen, onların inançlarıyla alay eden, kendilerine karşı savaş açan gayrimüslimleri sırdaş tutmaktan ve onlarla İslam toplumu aleyhine sonuç doğuracak yakın ilişkiler kurmaktan müslümanları meneden bazı ayetlerden (A1-i Imran 3/28; en-Nisa 4/89,139; el-Maide 5/57; et-Tevbe 9123; el-Mümtehine 60/9) hareketle İslam’ın gayrimüslimlerle dostluk münasebetlerini yasakladığını ileri sürmektedirler. Ancak bu genelleme doğru olmayıp bazı ayetlerde (el-Mümtehine 60/8) ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında İslam’a düşman olmayanlarla iyi ilişkiler kurmanın yasaklanmadığı görülmektedir. Bundan dolayı İslam alimleri küfre, küfrün tezahür, işaret ve sembollerine saygı ve buna bağlı bir sevgiye delâlet etmeyen her türlü insani ilişkiyi prensip olarak mubah saymışlardır.[25]
Akrabalık münasebetlerini kesmeyi insanlar arasında herhangi bir ayırım yapmadan yasaklayan Kur’an-ı Kerim (en-Nisa 1/1: Muhammed 47/22), Allah’a ortak koşmaya zorlamaları halinde gayrimüslim anne ve babaya itaat etmemeyi isterken yine de onlarla iyi geçinmeyi emretmiştir (Lokman 31/15). Esma bint Ebû Bekir, müşrik olan annesi yanına geldiğinde onunla görüşüp görüşemeyeceğini sorduğunda Resülullah annesiyle görüşebileceğini belirtmiş,
[26] Hz. Ömer de Resül-i Ekrem’in kendisine hediye ettiği ipekli bir elbiseyi Mekke’de bulunan müşrik kardeşine göndermiştir.[27] Hediyeleşmenin karşılıklı sevgiyi arttırdığını ve düşmanlıkları giderdiğini belirten Hz. Peygamber’in[28] gayrimüslim devlet yöneticilerinden hediye kabul ettiği bilinmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde sıla-i rahimde olduğu gibi komşuya iyilikte bulunmakla ilgili emir ve tavsiyelerin de (en-Nisâ 4/36)[29] genel hüküm ifade ettiğini, müslüman ve gayrimüslim bütün insanları kapsadığını ifade eden âIimler,[30] Hz. Peygamber ve ashabının bazı uygulamalarını örnek göstererek günlük hayattaki münasebetler çerçevesinde gayrimüslim hastaları ziyaret, cenazelerine katılma ve taziyede bulunma, ayrıca evlenme, doğum vb. münasebetlerle onları tebrik etme gibi sosyal ilişkilerin caiz olduğunu, ancak müslümanın bu ilişkiler sırasında inancını etkileyecek tutum ve davranışlardan sakınması gerektiğini belirtmişlerdir.[31]
Karşılıklı iyi münasebetlerin teşvik edilerek geniş bir hürriyet ve müsamaha ortamının oluşması sayesinde gayrimüslimler, aralarında mezhep farklılığı olan kendi dindaşları içinde bulamadıkları bir güvenle İslam toplumunda yaşamış, ilim, kültür ve sanatın yanında ekonomik alanda da büyük etkinlikler göstermişlerdir. Müslümanların farklı ilim ve kültür muhitleriyle karşı karşıya geldiği ilk fetihlerin hemen ardından Emeviler ve özellikle Abbasiler devrinde başlatılan tercüme faaliyetlerinde en önemli katkıyı gayrimüslim alimler sağlamıştır. Başta tıp, matematik, astronomi, kimya ve metafiziğe dair kitaplar olmak üzere eski Yunan, İran ve Hint kültürüne ait birçok eser onlar sayesinde Arapçaya kazandırılmış, bu ilim adamları bilhassa yöneticiler katında büyük itibar ve himaye görmüştür. Muaviye’den itibaren hemen bütün halife ve önde gelen yöneticilerin özel hekimleri gayrimüslimdi. Saraydan başka önemli hastahanelerde de birçok gayrimüslim hekimin görev yaptığı, ayrıca birçok şair, edip ve sanatkârın halifeler tarafından himaye edildiği, bunların büyük şöhrete ve maddi imkanlara kavuştukları bilinmektedir. Bunun yanında ekonomik hayatın din toplumlara göre bölünmemesi, çarşı ve pazarların müşterek olması sebebiyle ekonomik alanda da büyük etkinlikler gösterdiler. Esasen ilk fetihlerin ardından çok defa topraklar ganimet olarak dağıtılmayıp yerli halka bırakıldığı için ziraat hayatı büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde kaldı. Müslümanlarla gayrimüslimler arasında ticari faaliyetlerin mubah sayılması, onların gerek iç gerekse dış ticarette etkili bir konuma gelmelerine imkan sağladı. Gayri müslimlere tanınan inanç hürriyetinin bir gereği olarak kendi aralarında içki ve domuz ticareti yapmaları da serbestti. Ancak semavi dinlerin hepsinde faizin haram olması sebebiyle faizli muamelelerde bulunmaları yasaktı. Bununla beraber para piyasalarına büyük ölçüde gayrimüslimler hâkimdi ve bazı dönemlerde devlete borç verecek kadar büyük servetler elde etmişlerdi. Askerlik hizmetinden muaf tutuldukları için Ortaçağ boyunca sürüp giden savaşların yıkımından büyük ölçüde uzak kalmaları da ekonomik alanda müslümanlar aleyhine büyük bir avantaj sağlamalannda önemli rol oynamıştır.
[32]
Sonuç olarak, müslümanlara karşı düşmanca tavırlar içine girmedikleri sürece gayrimüslimlerle ilişkilerin Kur’an-ı Kerim’in temel prensipleri ve Hz. Peygamber ile Hulefa-yi Raşidin’in uygulaması çerçevesinde barış ve hoşgörüye dayandığını, gayrimüslimlerin İslam toplumu içinde kendi dini-kültürel kimliklerini koruyarak güven içinde yaşadıklarını, bu güven ve müsamahayı gölgeleyecek bazı uygulamaları içtimat ve siyasi sebeplerle açıklamak yerine tek taraflı olarak müslümanların eseri gibi göstermenin doğru olmayacağını belirtmek gerekir.
[33]
Derleyen: Murat YILMAZ
..: GençAdam Bursa :..



[1]
Nasr, s.33-34

[2]
Hüveydî, Hattâ lâ tekûne, s. 140; Hevârî, s. 31.

[3]
Hüveydî, İhkâk, s.26

[4]
Özel, s. 306-310.

[5]
Abdülkerim Zeydân , s. 61-67; Abdülazîz Kâmil, I, 83-85,92; M. Mustafa ez-Zühaylî, I, 125,126, 140; Abdülmün’im Ahmed Bereke, s. 273-311; Sheikh Showkat Hussain, XVI/ 1. s.67,70,73-74.

[6]
Sheikh Showkat Hussain, XVI/ 1. s. 74.

[7]
A.g.e. , XVI/1, s.77; Davutoğlu, Alternative Paradigms, s.158, 181, 186, 199.

[8]
Khadduri, s.52-53 ; Fattal, s. 369-370.

[9]
Sheikh Showkat Hussain, XVI/ 1. s. 77; Davutoğlu, A.g.e., s. 161-162.

[10]
Beyhakî, IX, 205.

[11]
A.g.e., a.y..

[12]
Kasım Abduh, Ehlü’z-zimme, s. 32-33, 81-83; Tevfik Sultân el-Yûzbekî, s.151-157; Öztürk, s. 91-113.

[13]
Ebu Yusuf, s. 136; Ebû Ubeyd, s. 57.

[14]
Ebû Yûsuf, s. 135.

[15]
Muhammed Hamîdullah, s. 280-281 (nr.291).

[16]
İbn Kayim el-Cezviyye, Ahkâmü ehli’z-zimme, I, 38

[17]
Bu görüşler ve delilleri için bk. Abdülkerim Zeydân, s. 76-83; M. Mustafa ez-Zühaylî, I, 141-153; Abdülmün’im Ahmed Bereke, s. 191-197; Abdullah b. İbrahim et-Tarîkî, s. 365-384.

[18]
Geniş bilgi için bk. Kasım Abduh, Ehlü’z-zimme, s. 84-88; Sellam Mahmûd Selâm, s. 29-97; Tevfik Sultân el-Yûzbekî, s. 105-108, 138-139, 148-151; Öztürk, s. 322-350.

[19]
Abdülkerim Zeydân, s. 84; M. Mustafa ez-Zühaylî, I, 154-163; M. Fethî Osman , Arabia, VI/65, s. 42.

[20]
Bu konudaki görüşler ve delilleri için bk. M. Osman Şübeyr, s. 264-298; Abdullah b. İbrahim et-Tarîkî, s. 261-271.

[21]
Abdülkerim Zeydân, s. 154-157; Abdülaziz Kâmil, I, 94-95; ; Abdülmün’im Ahmed Bereke, s. 270-274; Abdullah b. İbrahim et-Tarîkî, s. 350-352; Öztürk, s. 350-354.

[22]
Bozkurt, s. 23, 27; Ercan, TTK Belleten, XLVII/188, s.1144,1148; a.mlf., a.e., LV/213, s. 377-378.

[23]
Serahsi, el-Mebsût, XI, 102; Kâsânî; 11, 311

[24]
Özel, s.355-364.

[25]
Karâfî, 111,20-21.

[26]
Buhârî, “Edeb”, 7-8.

[27]
Buhârî, “Edeb”, 9.

[28]
El-Muvatta, “Cami”, 4.

[29]
Müslim, “İmân,” 76-77.

[30]
Kurtubî, V, 184, 188; İbn Kayyim el-Cecziyye, II, 417-418.

[31]
İbn Kayyim el-Cevziyye, 1, 200-205; Yusuf el-Kardâvî, s.45-46; bu konuda ayrıca bk. Eş-Şerîf Hâtim b. Ârif el-Avnî, el-Velâ ve’l-berâ beynel-gulüv ve’l-cefâ , Mekke, ts.

[32]
Daha fazla bilgi için bk. Kasım Abduh, Ehl’üz-zimme, s. 147-150, 166-170; a.mlf., Dirâsât, s. 88-92; Sellâm Mahmud Sellâm, s. 98-194; Tevfîk Sultan el-Yûzbekî, s. 391-447; Öztürk, s. 287-293, 356-416.

[33]
Hârib, s. 6.
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
SORU : Dünya’da Müslümanlara Zulmeden ve Müslüman kanı dökenlerle Diyalog yapıyor ve bunu Şer’i Delillerle izah etmeye çalışıyorsunuz. Dünya’da Müslüman kanı dökenler Hıristiyan (ABD) ve Yahudiler (İsrail) değil mi ?

El-CEVAB : Günümüz dünyasında müslümanlara zulmeden ve kardeşlerimizi mağdur eden Evangelist Hıristiyanlar (ABD) ile Siyonist Yahudiler (İsrail) dir.



Halbuki , Diyalog toplantılarında , ne Evangelsitler nede Siyonistler yoktur , olamazlar. Onlar bu toplantılara girmek istediklerinde karşılarına ilk önce bu zulümlerden vazgeçmeleri isteneceği için katılamamaktadırlar. Diyalog Dünya Barışına katkı sağlama sloganı ile ortaya çıktığı için , onlar barış istememektedirler.


Dolaysıyla , nasıl ki , Şii veya Vehhabi müslümanlığına bakıp İslamın tümü hakkında yorum yapmak yanlış ise , evangelist hıristiyanlara bakıp tüm hıristiyanları aynı kefeye koymak veya siyonist Yahudilere bakıp tüm yahudileri siyonist addetmek aynı yanlışın bir tezahürü olacaktır.

İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir (aynı ilahtır). Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut Suresi , 29/46)

Bu açıdan , bugün olduğu gibi Doğru kişilerle yapılan Diyalog çalışmaları Dünya Barışını tesisi adına en etkili bir yöntem olarak karşımızda durmaktadır ve inanıyoruzki inşallah önümüzdeki birkaç sene içinde, başta Filistin olma üzere Ümmet-i Muhammedin mazlumiyeti ve mağduriyeti sonuçlanacaktır. Diğer alternatif yaklaşımların , bu mazlumiyeti gideremediği ortadadır. Bu zaviyeden , tek çözüm Ehl-i Kitabın ehl-i vicdan ve insaf Sahiblerini insanlık adına Dünya Barışı adına Diyalog yapıp , bunu müsbet bir baskı unsuru olarak değerlendirmektir.

Bir hususa daha değinemden geçemiyeceğim : Diyalog yapanlara karşı yukarıdaki soruya ilave olarak :" Filistinde , Irakta müslüman hanımların ırzlarını iğfal edenlerle nasıl Diyalog yapılır ?" şeklinde eksik bilgilenme sonucu yapılan ithamlara üzülüyor ve şunu demek geliyor içimizden : " Siz bu yaklaşımınızda samimi iseniz , neden hala oradaki mazlum kardeşlerimizin yanına gidip savaşmıyorsunuz ? Neden -bağışlayın - bu işin lafazanlığı yerine gereğini yerine getirmiyorsunuz o zaman ?

Evet , Diyaloğu doğru muhatablarla yapılmasını emreden Kur'an-ı Kerim olduğu göz önünde bulundurlmalı ve Ülkemizin Dünya muvazenesinde hak ettiği yeri alıncaya kadar , Kavl-i Leyyineyi elden bırakmamalaıyız...

 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
kafama bir soru takıldı...diğer müslüman kardeşlerimize siyonist ve Evangelsitler zulm ediyor dediniz...peki bizim bu zulm edenlere karşı bir cihat yapmamamız gerekmiyor mu?...yani tamam diyalog da yapalım iyi kesim ile ama zulmede kesime de sert bir tepki göstermemiz gerekmiyor mu????
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Şu anda devletimiz bir savaş ilan etmiştir zaten. PKK lı teröristlerle savaş halindeyiz.

Canınız savaşmak istiyorsa neden köy korucusu olup savaşmıyorsunuz.

SAVAŞ ŞEKLİNDEKİ CİHAD FARZ-I KİFAYEDİR! Silahla Harp Etmek ve bu şekilde cihat devamlı olmadığı gibi herkese de farz değildir. Devletin yeterli gücü bulunması halinde cihat farz-ı kifayedir; yani bir gurup insanın cihat etmesiyle diğer insanlardan bu vazife düşer. Şu anda bu görevi Türk Silahlı Kuvvetleri üstlenmiştir.

Devletimiz savaşta yeterli gücü kalmadığını seferberlik ilan ederek ortaya koyar. Bu takdirde cihad farzı kifaye olmaktan çıkar farz olur. Herkes ilan edilen seferberlik gereği üzerine düşeni yapması gerekir.

Bu zamanda bazı kişiler yada halk yada hatta iktidar bile savaş ilan etmek istediği zaman kafasına göre savaş ilan etmesi zor görünüyor. Çünkü bir savaş ilan etmeden önce uluslararası görüşmeler yapmak gerekiyor. ABD bile Irak a savaş ilan etmeden önce pek çok devletle görüşüp desteklerini almak ihtiyacı hissetmiştir. İslam devletleride böyle yapabilir. Ancak bu zamanda tam olarak islamla yönetilen hangi devleti örnek gösterebilirsiniz. Yok böyle birşey. Arabistan kıralı vehhabi, İran Şii v.s.

İslam Birliği kurularak müslüman devletler tek kuvvet olmalıdır. Pek çok hadsite buna işaret vardır. Mehdi a.s İslam birliğini kuracak ve Hristiyan dünyası dininde özüne yani islama dönecektir. Yahudilere karşı Hristiyan ve Müslümanlar birleşip savaş edecektir. O gün geldiğinde cihad mevsimi başlayacak ve sizden canınızı ortaya koymanızı isteyekler. Ancak şimdi diyalog mevsimidir.
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Savaş mevsiminde savaşmak, diyalog mevsiminde ise temsili esas tutmak farzdır! Efendimiz'in (sav) zaman zaman bazı müşriklerle ittifak kurması (Hudeybiye'de), Hristiyan Meliki Necaşiye sahabesini e. Bugün itibari ile dünyada müminlerin uğradıkları zulmü kınayan, İslam’a saygılı olan Katolik Dünyası (Vatikan), Ortodoks Dünyası Ruhanileri ile ve diğer bazı İseviler ve Yahudi örgütleri ile yapılmaktadır! Bugün itibari ile dünyada müminlerin uğradıkları zulmü kınayan, İslam’a saygılı olan Katolik Dünyası (Vatikan), Ortodoks Dünyası Ruhanileri ile ve diğer bazı İseviler ve Yahudi örgütleri ile yapılmaktadır! Bugün İslam’a saygılı olan ve dünyada barışı isteyen Ehl-i Kitabın Ruhanileri ile bir diyalog, dünyadaki müminlerin mazlumiyetini gidermek adına bir zarurettir. Zaten başka türlü de Ümmet-i Muhammed'in mazlumiyet ve mağduriyetin giderileceğide imkansız gibi gözükmektedir.

Barış tesis edecek ehli kitabın müntesipleri ile diyalog yaparken öte yandan açıkça islam düşmanları ile cihad yapmakta gerekir.

FETHULLAH GÜLEN CİHADI ANLATIYOR
http://www.facebook.com/group.php?gid=28328453386

Ancak Savaşı fertler ilan edemezler. Savaşı bir hizip, bir organizasyon ilan edemez. Savaş, devletin ilan edeceği bir şeydir. Devlet başkanı savaş demeden, bir ordu savaş demeden savaşa kalkamazsın. O zaman herkesin kafasına göre bir savaş olur. Alır etrafına üç-beş tane -bağışlayın- çapulcu, onlarla bir savaş cephesi oluşturur. Bir başkası da başkalarını alır. Ortalık kan gölüne döner.

Rasulullah s.a.v buyurdu ki “ cihadın en efdali zalim hükümdarın huzurunda hakkı söylemektir.” (ebu Davut, Tirmizi, Nesei, İbni Mace, İmam Ahmed)
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
O videoda Papanın elini öpen kişi Alladdin Kaya ağbimiz değildir. Papanın elini öpen istanbul baş rahibi dir. Bu video montajdır.Ne hikmetse tam yüzünü kameraya dönecekken orada kesiliyor :)))

Papanın eli öpülmemiştir ancak öpülseydi de birşey değşmezdi. Çünkü Gayr-i müslimler de insan olması hasebiyle bizden büyük olanlara hürmet etmek ve ellerini öpmek caizdir.
http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=show_qna&id=23800
(Gayr-i müslimler de insan olması hasebiyle bizden büyük olanlara hürmet etmek ve ellerini öpmek caizdir. Nitekim Peygamberimiz, annesi ve babası iman etmemiş sahabelere onlara hürmet etmelerini emretmiştir.

Ancak gayri müslimlere küfründen dolayı hürmet etmek ve ellerini öpmek caiz değildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet Editör)

Mevlana yı ziyarete ziyarete bir papaz gelmiş ve ayrılırken elini öpmek istemiştir. Bunun üzerine Hazreti Mevlâna, ondan önce davranıp papazın elini öpmüştür. Şimdi bazıları çıkıp bunu ciddi bir tenezzül görebilir; görebilir ve “Nasıl olur da bir mü’min, mü’min olmayan birisinin elini öper?” diyerek tenkide kalkışabilir. Hatta bazı müfritler bu ve benzeri tavırlarından ötürü o büyük zât hakkında daha ağır ithamlarda da bulunabilir. Elbette ki böyle bir bakış açısı o zât hakkında suizandır ve büyük bir vebali netice verir.
Bir Üslûp Kahramanı: Hazreti Mevlâna
http://islam63.blogcu.com/

Bir fasık size haber getirdiği zaman inanmamak gerektiği ile ilgili hadisler mevcuttur. Fitnematik olmaktansa fitnesavar olmaya çalışın. tabi cenneti ve Allah rızasını arzu ediyorsanız.

Ben yıllardır Fethullah Gülen e atılan iftiraları takip ederim. Şimdiye kadar bir tane iddianın doğru olduğunu görmedim.
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Fethullah Gülen Niçin Papayla Görüşmek İstedi - VİDEO
http://www.facebook.com/video/video.php?v=101737439866433&oid=29243736675

İSLAMIN KİRLİ İMAJI SİLİP MÜSLÜMANLIK BU DEDİRTMELİ
http://www.facebook.com/video/video.php?v=119983201375190&oid=29243736675


İFTİRA 5 : hak sayilmayan bir dinin liderine piyad etmek kurani kerim tarafindan yasaklanmistir
CEVAP 5 : Hocaefendinin Papaya yazdığı mektuba gelen itirazlara verilen cevab
http://www.diyalogsitesi.com/Forum.asp?konuyu=oku&konune=70


İDDİA 6 : ulkucu insan inanclari dogrultusunda hareket eder kabul ama yapilan yanlislarada karsi cikar
CEVAP 6 : Cemaatlerin Gıybetini Yapanlar Nur Talebesi Olamamıştır
http://www.facebook.com/video/video.php?v=100818246625019


İDDİA 7 : bir insani yargilamak sadece allah mahsus bir olay ama insanlarada akil vermis iyiyi kotuyu gorsunler diye benim yaptigimda bu baska bisey degil
CEVAP 7 : Cübbeli Ahmet Hoca Kimsenin Kusurunu Araştırmayın Diyor
http://www.facebook.com/video/video.php?v=100979253275585
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Şu yazılanları sabırla okumak gerçekten zor bir mesele.Diyalogcular, bu toprakların çocuklarının temiz ehli Sünnet itikadlarını tahrif ettikleri için titresinler.Şu hale bak, yahu siz alemi aptal mı zannediyorsunuz.Bu Türkiyede Ehli Sünnet ulemanın kökü mü kuruduki, skılmadan bu hezeyanları sayıklıyorsunuz.Ayıp yahu, bir de bu sapık görüşlerinize Üstadı alet ediyorsunuz.Edep YA HU!!!

Neymiş efendim :'' AMENTÜDE İTTİFAKIZ AMA İTİKADDA İTTİFAK DEĞİLİZ '' Amentü ne demek? İtikad ne demek?

Amentü de , müslümanların temel temel itikadi (İmanın rükünleri) esaslar yok mu? Bıktık Yahu böyle hezeyanlara cevab vermekten, ziz bıkmadınız bu hezeyanları sıkılmadan iktibas etmekten.İlkokul mesabesinde birr çocuğun bile bilebileceği konular bu kadar tahrif edilebilir mi? Siz kime hizmet ediyorsunuz?EDEP YA HU!!!

Bu yazıda o kadar çok hata varki hangi birini düzelteyim.Bazılarını yukarıda yazdık.Bir diğer yanlış kafire kafir denmeyeceği hususu su? El Cevaza bu hususta gerekli cevabı verdim ,lütfen o kısma bakılsın.Allah Tealanın kafir dediğine kafir denmezmiş. Kendine alim süsü veren bilmiyorki ,
mutlak anlamda kafire kafir denilmez demek, cehalettir.İslam Devletine cizye veren zimmiler için söz edilen bir hüküm ne hakla genelleştiriliyor.Üstadı da alet ederek.

Dr Emin Işık , yazdıklarını tabir caizse çek etmeden yazıyor.Meydanı boş bulmuş anlaşılan.

Ehli Kitabla amentüde ittifakımız var diyenleri tecdidi imana davet ediyorum. Bu söz vicdanınızı incitmiyor mu? Allah Teala hidayet versin.
 

mavera_agd

Doçent
Katılım
14 Ağu 2009
Mesajlar
734
Tepkime puanı
55
Puanları
0
Konum
MEKKE OLSAYDI..

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Bu sitenin yöneticileride ''Amentüde ,ehli Kitabla ittifakımız var'' küfür ve dalaletini bu siteden kaldırmıyorlarsa bu vebale ortaktırlar. İslam Akaidinde demokrasi yoktur!(çoğulcu fikir anlamında)

Ya küfür , Ya İslam Başka yol yoktur. Bu Gafiller Ehli Kitabı bu sözleriyle cennete gönderiyorlar, Ehli Sünnet Akaidini buharlaştırıyorlar.

Buna tavır almayanlar, sukut ikrardan fehvasınca aynı vebale ortaktırlar.Bizden uyarması!!!
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst