Ahirzaman Bilalleri

Erhan

Profesör
Katılım
21 Tem 2006
Mesajlar
2,115
Tepkime puanı
42
Puanları
48
Konum
Ankara
Web sitesi
www.softajans.com
Bir ümrân doğuyorken Kâbe rûhundan mülhem;
Bir tuğlalık boşluğa hayal kurmuştu sinem.
Duâlar tutunurken Arş eşiğine bîmecâl;
Ezanlar yağıyordu göklerden Bilâl, Bilâl!.

Yıkılış devrinin mahzûn şairi Yahya Kemal Beyatlı 'Ezansız Semtler' isimli makalesinde, Ezân-ı Muhammedî'nin günde beş defa ruhlara seslendiği bir çevrede yetişenler ile ezansız semtlerde yetişen nesillerin 'anne millet' karşısındaki nihaî tavırlarını mevzuubahis ederek, derin bir serzenişle der ki: "Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!"

Şükürler olsun ki, bizler bugün, dünkü ezansız semtlerin çocuklarından verilen kayıpların âh ü efgânı ile onların yâdigârlarına sahip çıkma istikametinde gözyaşı ve alın teri döken ezan misyonlu hamiyetperver bir neslin varlığıyla müteselli oluyoruz.

İstanbul'un şehâdet parmakları olan zarif minarelerin esrarlı gölgesinde coşan Yahya Kemal, 'Ezân-ı Muhammedî' şiirinde, 'Muhammedî cihan' dediği İslâm topraklarını, Ezân-ı Muhammedî'nin sadâsının kâmetine kâfi görmez; "Keşke sekiz yıllık padişahlığında doğuyu fetheden Yavuz Sultan Selim genç yaşta ölmeseydi de, onun kılıcıyla bütün bir âlemi, şân-ı Muhammedî fethetseydi!" temennisinde bulunur ve hislerini mısralara şöyle döker:

"Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî,
Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedî.
Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî."

Batıda Viyana kapıları, kuzeyde Kırım, güneyde Afrika kıtasının kuzey şeridi ve doğuda Mâveraünnehir'e kadar yayılan bir coğrafyada dalgalanan Muhammedî sancaklar, bir gün gerisin geriye çekilmek mecburiyetinde kalmıştı. Üsküp'ten, Edirne'ye kadar okunan Ezân-ı Muhammedîlerin yerini ıssız bir sessizlik kaplamıştı. Dün üç kıtada kükreyince sadâsı hemen her yerde duyulan muhteşem ecdadımızın, dişleri çekilip, tırnakları sökülerek üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadaya sıkıştırılmasından alınacak çok ders vardır. Ecdadımızın en büyük mefkûresi kuru bir toprak kavgası değil, onun üzerindeki bayrak sevdası, iman davası ve ezan aşkıydı.

Bütün yeryüzü Allah'ın bir mülkü olduğu hâlde, neden O'nun yâd-ı cemîli sadece İslâm topraklarında yankılanıyor?!.. Neden yeryüzünün şehâdet parmakları minareler, dünyanın her yerinden göklere doğru yükselmiyor?!.. Neden minarelerden bütün kâinata Ezân-ı Muhammedîler yayılmıyor?!.. Ezana hasret ülkeler, şehirler ve köyler.. hiç ezan sesi duymamış dağlar, ovalar, yaylalar, vadiler, ağaçlar, hayvanlar var. Daha ilerilere yayılacak iken, ezanın bir de okunageldiği İslâm coğrafyalarının küçümsenmeyecek bir kısmından da sürgün edilişi ve en azından susturuluşu karşısında Yavuz Sultan Selim'e, Kanûnî Sultan Süleyman'a, Fâtih Sultan Mehmet'e, onların şahs-ı mânevîsinde temsil edilen Yüce Ruh'a (sas) davetiyeler çıkarmayalım da ne yapalım?!.. Gökler ötesinden gelen davete icabet etmiş çağın Yavuzlarına, Selimlerine, Süleymanlarına, Fâtihlerine, Mehmetlerine selâm ve sevgilerimizi sunmamak mümkün mü?!.

Üst üste yıkılışlardan sonra yaşanacak olan diriliş de, takdir-i ilâhîce ezan sesli olacaktı aşikâr. Şah Veliyyullah Dıhlevî'nin tespitiyle, ezan, risâlet vazifesinin Asr-ı Saadet'ten gelecek yüzyıllara bir uzantısı idi. Ve peygamber vârisleri âlimler, ârifler ve veliler, o ezan misyonunu, yani Hakk'a dâvet vazifesini îfâ ve icrâ ediyorlardı. İşte tam bu noktada devrin gürültülerini bastıran Davûdî bir ses yükseliyor ve diyordu ki: "Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîrâ asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mâzinin en derin derelerinde olanları câmiye dâvet ediyorum."

O, çağının müezzini idi. Doğuya vâiz-i umumî atanmak istenmişti de, o bu teklifi reddetmişti. Çünkü vâiz başkası olacaktı ve bu sefer vaaz batıdan başlayacaktı. Işık doğuda yanmış, batıyı aydınlatmaya başlamıştı, mumlar gibi. Ezan ve müezzin birer sembol olmuştu. Müezzin milleti camiye toplayan ezanı okuyacak, daha sonra da beklenen vâiz gelecek, namaz öncesi ümmete va'z ü nasihatte bulunacak ve onlara dinlerini öğretecekti. Vaaz bir işaret, vâiz bir remiz, hatta bir Râmiz'in soyundan olacaktı. 'Orda uzakta bir cami' vardı, 'o caminin hatibi' vardı. Minarelerin gölgesinde göz nuru, gönül aydınlığı nur topu gibi genç bir nesil yetişecekti ve –elhamdülillah- yetişmişti. Vâizler nesli, hatipler ordusuydu onlar. Kulaklarında Ezân-ı Muhammedî, kalblerinde sevdâ-ı Muhammedî. Edâlarında vâiz-i mev'ûdun edâsı, hâllerinde Hatîb-i Andelîb'in hâli vardı...

Hz. Muhammed'den (sas) aldıkları mukaddes mefkûreyi gerçekleştirmek için binlerce defa niyet, yüzlerce defa biat etmişlerdi mânen, fikren, hissen, kalben ve rûhen. Mademki Ezân-ı Muhammedî Hakk'a çağrıdır, o hâlde cihanın dört bir tarafında gözlerinin yaşını ve alınlarının terini döken eğitim gönüllüleri de insanlığı hakikate çağırmakla "ezan misyonu"nu îfâ etmektedirler. Onlar, ezan neslidirler; ezansız semtlerin halklarını secdegâha çağırırlar; bütün insanlığı camiye, mescide, namazgâha, seccadeye ve ibadete davet eden 'Âhirzaman Bilâlleri'dir. Onlar 'minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen çocukları' 'anne millet'e götürme işini üstlenmiş mürebbîler ve mürebbiyeler, muallim ve muallimelerdir; Bilâl-i Habeşî'nin (ra) Asr-ı Saadet'te okuduğu ezân-ı Muhammedî'nin Âhirzamandaki temsilcileridir.

Bilâl (ra) denilince, akıllara birçok güzellikle birlikte, onun Efendimiz'in (sas) vefatından sonra Medine'den ayrılışı, bir daha ezan okumayışı, yıllar sonra bir gün Medine'ye döndüğünde ise ısrarlara dayanamayarak okuduğu ezan gelir. Onun (ra) Medine'de bir defa daha başlattığı ezan misyonunu cihanın dört bir tarafında tamamlamaya azmetmiş o sahabe-misâl nesillerin yürekleri de, tıpkı Bilâl'inki (ra) gibi, Devr-i Saadet'in hasret ve hicranıyla yanıp tutuşmaktadır. Gönüllerinde ocaklar yananlara selâm olsun!

Birinde Bilâl-i Habeşî'nin (ra) sesi, diğerinde Amr İbn-i Ümm-i Mektûm el-A'mâ'nın (ra) nefesi, diğerinde Ebû Mahzûre'nin (ra) nağmesi, başkasında Sa'd el-Karad'ın (ra) yorumu. Kimdir onlar? Ülkelerin burçlarına tırmanmış, ellerini kulaklarına götürmüş, avazlarının çıktığı kadar Asr-ı Saadet'i bugüne üfleyen Âhirzaman garipleri...

Onlar; "Benim mesajım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır." buyuran Allah Rasulü'nün (sas) bu müjdeli mesajını cihanın dört bir yanına taşımak için ağır bir yükün altına girmişler, yollara düşmüşlerdir. Âhirzaman Bilâlleri, Hz. Bilâl'in (ra) on dört asır önce Medine'de okumaya başladığı ezanı bugün bütün cihan coğrafyasında zamanın ruhunu yansıtan nefesleri, sözleri ve fiilleriyle tamamlamaya çalışıyorlar.

Musa Hub, Sızıntı, Kasım 2006, Cilt 28, Sayı 334
 
Üst