Ziya Yazıcı / İslâm kültürü ve medeniyeti

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
PROF. DR. ZİYA KAZICI KİMDİR?
1945 yılında Şanlıurfa'nın Bozova ilçesine bağlı Karacaviran köyünde doğdu. İlkokuldan sonra Kahramanmaraş İmam-Hatip Okulunu birinci*likle bitirdi. 1965 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü girişi imtihan*larını kazanarak buraya kaydoldu. 199'daki mezuniyetten sonra İsparta İmam-Hatip Okuluna "Meslek Dersleri Öğretmeni" olarak atandı. İki yıllık vazifeden sonra vatanî görev için buradan ayrıldı. Askerlik dönüşü Kandıra Lisesine tayin edildi.
1974 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde açılan asistanlık im*tihanın kazandı. Temmuz 1974'ten itibaren adı geçen Enstitüde "İslâm- Türk Medeniyeti Tarihi" asistanı olarak vaziyefe başladı. Asistanlığı, "Os*manlılarda Tanzimat'a Kadar Şer'î Vergiler" tezi ile sona erdi. Pekiyi derece ile kabul edilen bu tez üzerine, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'ne aynı branşta hoca olarak atandı. Ayrıca burada üç yıl kadar müdür yardımcısı olarak görev aldı.
1978 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde açılan doktora imtiha*nını kazandı. "Osmanlılarda ihtisâb Müessesesi" adlı tezi 6 Ekim 1983'te "Pekiyi" derece ile kabul edilerek "İslâmî ilimler Doktoru" unvanını aldı. Aynı yıl Yardımcı Doçent olan Dr. Ziya Kazıcı, 1987 yılında Doçent, 1993 yılında da Profesör oldu.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslâm Tarihi öğretim üyesi olarak 3 dönem "İslâm Tarihi ve Sanatları" bölüm başkanlığı yapan Prof. Dr. Ziya KAZICI, halen "İslâm Tarihi Anabilim Dalı" başkam olarak gö*reve devam etmektedir.
Gerek yurt içi, gerekse yurt dışında birçok ilmî kongre ve konferans*lara katılan Prof. Dr. Ziya KAZICI, çeşitli İslâm ülkelerinde araştırmalar yaptı. Osmanlı arşiv belgeleri ağırlıklı çalışmalarından bazıları kitap, bazı*ları da makale olarak neşredildi.
Evli ve iki çocuk babasıdır.


115779.jpg


Aralık 2010

İslâm dünyasının, dinî, adlî, sosyal, ekonomik beledî, mimarî ve kültürel yönlerini bir araya getirip sergileyen bu eser, aynı zamanda medeniyetimizin geçirmiş olduğu merhaleleri ve ulaştığı seviyeyi de ortaya koymaktadır. Bu eser, temel kaynaklar ile arşiv belgelerinin ışığı altında kaleme alınmıştır. Her biri, kültürümüzün bir cephesini aydınlatan yazılardan oluşmaktadır. Bu çalışmamız, günümüzde yanlış veya eksik bilinen bazı konuların gerçek kimliğini ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda medeniyetimizin canlı birer şahidi olan araştırmalara da yer vermektedir. Bu bakımdan okuyucu, elindeki bu eserde, Hz. Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar gelen bazı müesseseleri, Osmanlıların İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesindeki rolünü, görecektir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'Kardeş'lerin misafir ağırlama kavgası



Peygamberin (SAV) Medine'ye hicreti sırasında 'Allah Resulü'nü misafir etmek için sahabelerin girdiği yarışın bir benzerine Türk toplumundan örnek... İbni Batuta'nın tarihi notlarında geçen kardeşlerin 'misafir' kavgası:

Prof Dr. Ziya Kazıcı İslam kültür ve medeniyetine dair, 'bizi biz yapan değerleri' İslam Kültürü ve Medeniyeti isimli önemli tarihi belgelere dayanan eserinde bir araya getirdi.
Eserde, İslam ile kazandığımız ve bugün günün şartları ve değişen toplum yapısı sonucu unutmaya yüz tuttuğumuz misafirperverlik geleneğimizle ilgili ilginç ayrıntılar var:

AHİLER VE MİSAFİRPERVERLİK
Bilindiği gibi, bu teşkilat, Anadolu'da kurucu olarak Hoy şehrinde doğan, Şeyh Nasıruddin Ahi Evran'ı bulmuştur. Onun eli ile XIII. asırdan itibaren bütün bir Anadolu'da hızla yayılıp gelişmeye başlar. Bunun içindir ki, daha sonraları bu durum Wittek'in dikkatini çekecek ve şöyle diyecektir:
"Anadolu'nun öteki kısımlarında olduğu gibi, burada da (Menteşe Beyliği) sufi-dini renklerle boyanmış olan ahi fütüvveti dâhilinde kuvvetli bir esnaf, işçi ve tüccar tabakası düşünebiliriz. Milas'ta XIV. asrın son çeyreğinde ahiliğin nizamnamesi olan bir kitap, Yahya b. Halil'in fütüvvetnâmesi yazılmıştır."
Gerçekten, I. Alâeddin Keykubad (1219-1237)'ın büyük destek ve yardımı ile bir taraftan İslâmi-tasavvufi düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zaviyelerde şeyh mürid ilişkilerini, diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadi hayatı düzenleyen ahiliğin Anadolu'da kurulup gelişmesinde Ahi Evran'ın oynadığı büyük rol inkar edilemez.
Bilindiği gibi, kültür ve medeniyet tarihi araştırıcılarının başvurmak zorunda olduğu temel kaynaklardan biri de seyahatnamelerdir. Bilhassa ulaşım imkânlarının çok mahdud bulunduğu günümüzden önceki dönemlere ait seyahatnameler, çağlarına dair, tarih, coğrafya, güzel sanatlar, folklor, etnografya, etnoloji ve edebiyat sahalarında fevkalade mükemmel bilgiler verirler. Bu bakımdan seyyahların, gezip gördükleri yerler hakkında verdiği bilgiler, bizzat müşahadeye dayandıkları için önem kazanırlar.

İBN BATUTA SEYAHATNAMESİNE GÖRE ANADOLU'DA AHİLİK
İşte bu seyyahlardan biri de İbn Batuta lakabı ile anılan Şemseddin Ebu Ab- dillah Muhammed b. Abdullah b. İbrahim Et-Tancidir. İbn Batuta, 17 Receb 703 (24 Şubat 1304) günü Tanca'da halkın orta sınıfından ve bilginler yetiştiren bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.
İbn Batuta, 1325 yılında ilk defa Hac maksadıyla yurdundan ayrılmış, bu seyahatinde uğradığı yerlerde halk tarafından din ve şeriat konularından anlayan bir kimse olarak saygıyla karşılanmıştır. Burada hemen şunu da belirtelim ki onun gayesi sadece hac değildi. O dünyayı ve insanları tanımak istiyordu. Bunun için de hac kafileleri ile yola çıkmamış, fakir denecek bir haldeyken bütün sıkıntılara ve yol meşakkaderine dayanarak ülkesinden ayrılmıştır. Seyahati boyunca büyük bir itibar gören İbn Batuta, bulunduğu yerlerin yüksek şahsiyetleriyle tanışmış, bölge halkını tanımış, onun görüş ve anlayışlanna vakıf olmuştur. Bu sebeple seyahat etmek ve İslâm dünyasını tanımak, onda vaz geçilmez bir arzu olarak ortaya çıkmıştır. Bunun için Mısır, Suriye, Arap Yarımadası, Irak, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Kuzey Türk illeri, Orta Asya, Hindistan, Çin, Endülüs ve Sudan gibi ülkeleri içine alan seyahaderde bulunmuştur. Bu seyahader çeyrek yüzyılı aşmıştır.

AHİLERİN GELEN MİSAFİRİ AĞIRLAMAK İÇİN BİRBİRİYLE YARIŞMASI KAVGA ETME NOKTASINA GELMESİ
XIV. asır İslâm dünyası ile birlite Türklük âlemini canlı levhalar halinde aksettiren İbn Batuta, Anadolu'daki seyahadarında kaldığı birçok ahi tekke ve zaviyesinden söz eder. O, buralarda nasıl ağırlandığını, kendisine nasıl ikramlarda bulunulduğunu, hatta kendisini misafir etmek için ayrı ayrı tekkelere bağlı bulunan ahilerin birbirleriyle nerede ise kavga edeceklerini, sonra bunun kura çekmek suretiyle nasıl halledilip çözüme bağlandığını da anlatır.
O, sadece bununla kalmaz bir yabancı olmasına rağmen iyi bir gözlemci olarak ahiler hakkında geniş bilgiler de verir. Bu arada Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu olan Orhan Gazi ve Beyliği hakkında da bilgi verdiğini belirtmemiz gerekir.
Biz, onun ahiler hakkında verdiği bilgiyi seyahatnameden tercüme ederek buraya alıyoruz:
Ahi, ah (kardeş) sözünün müfret birinci şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir. Ahiler Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenler'in yaşadıkları her yerde şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyecek, içecek ve yatacak yer sağlama ile diğer ihtiyaçlarını gidermek, onları uğursuz, edep*siz ve zalimlerin ellerinden kurtarmak bakımından örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rasdamak mümkün olmayan insanlardır. Onlar şu veya bu sebeple yukarıda belirtilen kimselere katılanları yeryüzünden temizlemek arzusundadırlar.
Ahi, evlenmemiş bekâr ve sanat sahibi olan gençlerle diğerlerinin kendi aralarında bir topluluk meydana getirip içlerinden seçtikleri bir kimseye denir. Bu topluluğa da "Fütüvve" (gençlik) adı verilir. Önder olan kimse bir tekke yaptırarak burasını halı, kilim, kandil gibi eşya ve gerekli araç*larla donatır. Kardeşler gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı elde et*mek üzere çalışırlar. Ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra getirip lidere verirler. Bu para ile zaviyenin ihtiyaçları karşılanır. O sıralarda bel*deye bir yolcu gelmişse onu zaviyede misafir eder ve alınan yiyeceklerden ona ikramda bulunurlar. Bu durum yolcunun ayrılışına kadar devam eder. Bir misafir olmasa bile yemek zamanında yine hepsi biraraya gelip topluca yerler. Raksedip türkü söylerler. Ertesi sabah tekrar işlerine giderek elde et*tikleri kazancı önderlerine getirip verirler. Bunlara "Fityan" (gençler) ön*derlerine ise daha önce de belirtildiği gibi Ahi adı verilir. Ben, dünyada bunlardan daha güzel davranan kimse görmedim. Şiraz ile İsfahan halkı*nın davranışları bunları andırmakta ise de bunlar gelen ve giden yolculara daha fazla ilgi gösterip şefkat duyarlar. Şefkat ve iltifat bakımından onlar*dan daha ileride bulunmaktadırlar.
Şehre (Antalya) varışımızın ikinci günü idi. Bu gençlerden biri Şeyh Şehabeddin el-Hamevî'nin yanına gelerek onunla Türkçe bir şeyler konuştu. O zaman henüz Türkçe'yi anlayamıyordum. Sırtında eski yıpranmış bir el*bise, başında da keçe külah (kalansuva) vardı. Şeyh bana dönerek "bu ada*mın ne söylediğini biliyor musun?" dedi. Ona "hayır, bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine "Seni ve yanındaki arkadaşlarını yemeğe davet ediyor" de*yince buna hayret ettim. Bununla beraber ona evet dedim. Adam oradan ayrılınca Şeyhe "bu adam fakir, bizi ağırlayacak kudreti yoktur, onu zor du*rumda bırakmak istemeyiz dedim. Bunun üzerine şeyh güldü ve "bu adam genç kardeşlerin önderlerinden biridir, kendisi sayacı ustalarındandır. Cö*mertliği ve keremkârlığı ile tanınmıştır. Sanatkârlar arasında ikiyüz kadar arkadaşı vardır. Onlar, kendisini önder olarak seçtiler ve bir tekke yaptırdı*lar. Şimdi gündüz kazandıklarını geceleri sarfetmektedirler" dedi.
Akşam namazını kıldıktan sonra aynı adam tekrar yanımıza geldi ve birlikte zaviyesine gittik. Burada çok güzel bir zaviye ile karşılaştık. Burası, Anadolu'nun en güzel halı ve kilimleri ile döşenmiş, Irak camından yapıl*mış sayısız avidelerle aydınlatılmış pırıl pırıl bir yerdi. Oturma odasında beş adet beysus vardı. Beysus, bakırdan yapılan üçayaklı bir çeşit şamdan*dır ki baş tarafında yine bakırdan yapılma cam gibi parlak ve ince bir kandil yeri ile bunun ortasında fitilin çıkması için bir boru bulunmaktadır. Burası iç yağı ile doldurulur, yanıbaşında yine yağ ile dolu bakır kaplar bulunur. Ayrıca, fitili düzeltmek için bir makası da vardır. Ahilerden biri bu şam*danın bakımıyla vazifeli olup ona çıracı (çerağcı) denir.
Oturma salonunda sırtlarına aba giyinmiş ayaklarında mest olan ve bel*lerinin ortasında bir hançer asılı iki arşın uzunluğunda kemerler bağlayan, başlarını herbiri bir arşın uzunluğunda ve iki parmak eninde taylesanlı sof*tan yapılmış beyaz sarıklarla örten gençlerden bir grup yer almıştı. Gençler burada toplandıklan vakit sarıklarını çıkanp önlerine koyarlardı ki o zaman başlarım, görünüşü gayet güzel olan ince ve şeffaf ipekten yapılmış "Zerdu- hani" denilen veya buna benzer bir takke örtmekte idi. Oturma salonunun orta yerinde ise misafirlere ayrılmış bir peyke bulunmakta idi.
Onların oturma salonlarına girince bize pek bol ve çeşidi yiyecekler, meyveler, tadılar ikram ettiler. Sonra türkü ve oyunlara başladılar. Bun*ların davranışları ve ikramları hayretimizi bir kat daha artırmış bulunu*yordu. Böylece epey vakit geçti. Daha sonra onları tekkelerinde bıraka*rak oradan ayrıldık."192
Görüldüğü gibi İbn Batuta, ahi tekkelerindeki hareket ve davranış hak*kında geniş bilgiler vermektedir. Oraların nasıl döşendiğini, oralarda nasıl hareket edildiğini ve misafirlere nasıl ikramda bulunulduğunu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır. Bununla beraber tekkelerin mimari özellikleri hakkında fazla bilgi vermemektedir. Bütünlüğü sağlayabilmek için bu ko*nuda başka bir kaynaktan istifadeyi faydalı bulduğumuz için ahi tekke*lerinin mimari yapısı hakkında da kısaca bilgi vermek istiyoruz. Naşiri, fütüvvetnâmesinde ahi zaviyelerine âsıtane de dendiğini, âsıtanenin dört taraflı, yani başka bir binaya bitişik olmayıp avlu içinde bulunması gerek*tiğini, kapı ve avlusunun iyi bir şekilde yapılması icap ettiğini, aydınlık ol*ması için duvarlarının beyaz olması gerektiğini bildirir. Zaviyenin temiz tutulması lazımdır. Mutlaka suyu olmalıdır. Kapısına hayvan bağlanma*ması için kapıya bakan birisi olmalıdır. Zaviye ağır halılar veya güzel ki*limlerle döşenmelidir. Ancak ahinin kapısında perde bulunmaz. Çünkü bu ululuk alametidir.193

AHİLERİN GELEN MİSAFİRİ AĞIRLAMAK İÇİN BİRBİRİYLE YARIŞMASI KAVGA ETME NOKTASINA GELMESİ
Biraz önce, İbn Batuta'nın, kendilerine ikramda bulunmak ve onları za*viyelerinde ağırlamak isteyen iki ahi birliğinin birbirleri ile münakaşa et*tiklerini söylemiştik. Gerçekten, Denizli'den bahsederken seyyahımız bu durumu bir tablo canlılığı ile gözlerimizin önüne sermektedir.
"Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birta*kım insanların atlarımızı çevirerek yularına asıldıklarını gördük. Bir başka grubun ise bunları durdurarak onlarla çekişmeye başladıklarını müşahade ettik. Aralarındaki çekişme uzayıp kızışınca bazılan hançerlerini çekip öte*kilere saldırmaya kalkıştılar. Konuştuklarını anlamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlılar olduğu kuşkusu ile bu şehrin onlara ait bulunduğu, malımıza ve canımıza kastettikleri kaygısına düştük. Sonra Allah bize Arapça bilen ve Hacca gitmiş olan bir adam gönderdi. Ondan bunların bizden ne istediklerini sordum. Dedi ki, bunlar Ahiler*dir. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahi Sinan'ın arkadaşlan, sonradan gelenler ise Ahi Dumanın kardeşleriymiş.
Her iki taraf da bizim kendi yanlarında misafir olmamızı isterler. Bu yüzden çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları bu yüksek misafir*perverliğe hayran olmamak elde değildi. Nihayet işi kur'a çekmek suretiyle halletmek yoluna gidip anlaştılar. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur'a, Ahi Sinan takımına düştü. Adı ge*çen, bunu haber alınca kendi arkadaşlarından bir grupla gelip bizi karşı*ladı ve hep birlikte gidip onun tekkesine misafir olduk. Bize derhal çeşitli yiyecekler getirdiler. Dinlendikten sonra Ahi Sinan hepimizi hamama gö*türdü ve hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki arkadaşlarından üç veya dördü bir arakadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Çeşitli meyve ve tatlılar ikram ettiler. Yemekten sonra Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuyan hafızları dinledik. Daha sonra sema başladı.

850920110208113638728.jpg


Sultan, gelişimizi haber aldığından er*tesi akşam onunla görüşmek ve ziyaret maksadıyla konağına gittik. Tek*keye döndüğümüz zaman Ahi Duman ile arkadaşlarını bizi bekler bul*duk. Birlikte tekkelerine gittik. Bunlar da diğerleri gibi yemek ve hamam ziyafeti çektiler. Hatta onlardan fazla olarak hamamdan çıktığımız zaman bize gülsuyu dökmek suretiyle ikramda bulundular. Sonra birlikte tekkeye döndük. Öbürleri gibi meyve ve tatlılarla ikramda bulundular. Yemekten sonra Kuran okundu, arakasından da sema başladı.194

Yabancılara ikramda bulunan onları misafir eden ve hatta misafir ala*bilmek için birbirleriyle münakaşa edebilen bu teşkilat mensupları, hak*sızlık eden emir ve onların adamlarına karşı amansız bir düşmanlık bes*lerlerdi. Teşkilat bu özelliğini koruyablimek için sıkı bir disiplin tatbik ederdi. Bunun için de teşkilata giren gençlere kültür ve zanaat dersleri ya*nımda devrine göre askerî sayılabilecek eğitim de verilirdi. Bunun için ra*hatlıkla ahiliğin sadece bir esnaf teşkilatı karakteri taşımadığım aynı za*manda askerî yönü bulunan bir müessese olduğunu söyleyebiliriz.
F. Köprülü Anadolu'nun bazı yerlerinde ahiliğin askerî kuvvete sahip bu*lunduğunu belirtirken195 seyyahımız da Karaman ve Niğde'den bahse*derken "bu ülke törelerinden biri de bir şehirde hükümdar bulunmadığı takdirde ahilerin hükümeti yönetmeleridir. Ahi, kudreti ölçüsünde geleni gideni ağırlar, giydirir, altına binek çeker, davranışları, buyrukları ve biniş*leri ile aynen bir hükümdarı andırır."196
Yine seyyahımız Konya ile ilgili bilgi verirken, buradaki en büyük tekke reisinin, aynı zamanda beldenin kadısı (hâkim, yargıç) olduğunu söylemek*tedir. Kadı İbn Kalem Şah hem ahi reisi, hem de kadı olmak bakımından dikkat çekicidir. İbn Batûta buradaki karşılanışını şöyle anlatır:
"Bu şehirde kendisi de ahi olan ve en büyük tekkenin önderi bulunan İbn Kalem Şah adıyla tanının belde kadısının dergâhına inmiştik. Bu za*tın kalabalık bir öğrenci topluluğu da vardı. Onlar, futüvette kendilerini Emiru'l-muminin Ali b. Ebi Talibe kadar uzanan bir tarikat kütüğüne dayatırlar. Tasavvuf ehli sufilerin hırka giymeleri âdetine uygun olarak bunlar da şalvar giyerler."
Seyyahımız, Anadolu'da gezdiği birçok yer ile ahilerin kendilerine karşı olan davranışı hakkında daha fazla bilgi vermektedir.
192 İbn Batûta, Tuhfetu'n-Nüzzar fi Garaib'l-Emsar ve Acaibi'l-Esfar, Kahire 1322 (1904), 1,181-182; İsmet Parmaksızloğlu, İbn Batuta Seyahtnamesinden Seçmeler, İstanbul 1971, s. 7-10.
193 Abdülbaki Gölpınarh, "İslâm ve Türk İlllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan" İst. İktisat Fak. Mec. (1949-50) XI/1-4, 86-87.
194 İbn Batûta age. 1,184; Parmakksızoğlu, age. s. 15-16.
195 M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara 1972, s. 155.
196 İbn Batûta, age. I, 187.
197 İbn Batûta, age. 1,187.
198 İbn Batûta, age. I, 198.
 
Üst