dedekorkut1
Doçent
ZİKİR, FİKİR, ŞÜKÜR
SELİM GÜRBÜZER
Zikir tesbihat türü bir ameldir. Bakın, Rabbül âlemin bu hususta ne buyuruyor: “Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır (İsra 44), Her varlığın kendine ait bir dua ve tesbihi vardır, O’nu bilir ve yerine getirir” (Nur 41).
İşte ayeti kerimelerden de anlaşıldığı üzere kâinatta yaratılan her ne mahlûkat varsa mutlak her şartta ve ahvalde kendi hal lisanıyla Allah’ı tesbih etmektedir. Öyle ya, madem kâinatta her mahlûkat kendi hal lisanıyla Allah’ı zikretmekte, o halde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış insanın haydi haydi zikretmesi gerekir. Her ne kadar insanın kalbi kendiliğinden ‘Allah’ diyerekten zikredip atsa da bu atış insanın kendi cüzi iradesi dışında bir atıştır. Daha doğrusu bu atış Allah tarafından insan kalbine kodlanmış Lafza-i Celal zikrin ta kendisi bir atıştır. Ancak insanoğlu kalbin bu zikri atışına kayıtsız kalıp eşlik etmezse biliniz ki bu atışın hiçbir yararı olmayacaktır. Yok, eğer kalbin bu atışı karşısında insanoğlu dilini damağına yapıştırıp kalbe bağlı işaret parmağıyla da teşbih tanelerine dokunaraktan eşlik ederse işte ayeti celilede beyan buyrulan kalb asıl o zaman huzura erecektir. Böylece huzura ermiş kalbin zikriyatı önce letaiflere daha sonrada tüm vücuda yayılacaktır. Yeter ki insan kalbin dakikada 124 kez ‘Allah’ deyiş ritmine kendi cüzi iradesini katıversin o kalb bir anda Sultani özellik kazanır da. Hatta böylesi bir kalb kendi kabını da aşıp kâinatta zikreden tüm zikri ilahi senfonilerin ritim şefi olur bile. Hatta Yüce Allah böylesi zikreden kalbe sahip kulunu diğer yarattıklarına karşı övüp huzura erdiğini müjdelerde diyebiliriz.
Evet, sakın ola ki zikri pas geçip hafife almayalım. Hem nasıl hafife alınsın ki, bikere zikir sonradan kazanılmış bir keyfiyet değil ki, bilakis ezelde kazanılmış ve bilhassa bezm-i elest’te kazanılmış fıtri bir keyfiyettir. Dolayısıyla zikir benim neyime diğer ibadetler bana yeter deyip de zikri boşlamak kendimizi kandırmak olur. Oysa zikir kâlũ belâda söz verdiğimiz günden bugüne, ahiret ve ahiret sonrası ebediyen devam edecek asla hafife alınamayacak deryai umman bir süreçtir. Şimdi gel de böylesi bir derya-i ummanı pas geç, ne mümkün. Düşünsenize kıyamet günü geldiğinde cennetlikler dünyadayken eda ettiği zikrine hamd-ü sena eyleyerekten şükredip zikrini devam ettirirken cehennemlikler de kıyametin dehşetinden ‘Yandım Allah’ demek suretiyle korku belasına da olsa zikretmekten kendilerini alıkoyamayacaklardır. Bu demektir ki ‘Allah’ adı hayatın her safhasında bir kez olsun zikretmeyenlerin bile sığınacak liman ve tutunacak bir dalı olabiliyor. Amma velâkin can boğaza gelip iş işten geçtikten sonra Allah demişsin neye yarar ki. Malum Hannâs adlı şeytan işini anında yapanlara değil de sürekli işini yokuşa sürüp erteleyenleri gafil avlayabiliyor. Hiç kuşkusuz şeytan her daim Allah’ı zikredenleri gafil avlayamayıp adeta çılgına dönmektedir. Nasıl çılgına dönmesin ki, ha bugün ha yarın deyipte Allah’ın zikrini boşlayanların kalplerine şeytan için dalmak kolay olurken zikreden kalplere dalmak pekte onun için öyle kolay değil elbet. İşte bu yüzden şeytan zikredenler karşısında yelkenleri indirmek zorunda kalıp adeta için içini yiyerekten çıldırmakta. Anlaşılan o ki zikreden kalpleri nefsin hevasından, şeytanın hile ve vesveselerinden koruyan tek kalkan Lafza-i Celal, yani Allah adını zikretmektir. Yeter ki zikreden derviş kalpte Lafza-i Celal zikrini gafletle çekmesin bir bakmışsın o kalbi zikir sahibine huzur getirip hele şükür dedirttirir de.
Hiç kuşku yoktur ki zikirden maksat Allah’a ulaşmak olmalıdır. Zikir sonrası yüce makamlardan talep edilecek muradımız ise sadece Allah’ın rızalığını kazanmak olmalıdır. Hani derler ya, dervişin fikri neyse zikri de odur. Gerçektende dervişin fikri Allah’tan gayri bir şey istemekse bunun adı masiva talep olur. Yok, eğer dervişin fikri ‘ilâhi ente maksûdi ve rıdâike matlûbì-Allah’ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak’ ise hiç kuşkusuz bu talep huzurda kabul görür. Diğeri ise huzurda asla kabul görmez. Zaten Allah’tan gayri her istek ve arzu dünyalık olduğundan (masiva olduğundan) kulun dünyada yüzüne çarpılmasa da ahirette mutlaka yüzüne çarpılacaktır. O halde kul olarak bizlere dünyalık talep ve arzuların peşine koşmak yerine ömürde bir kez de olsa canı gönülden ‘Lailahe illallah’ diyebilmenin peşine koşmak düşer. Düşünsenize böyle bir anı yakaladığımızda Peygamberimiz (s.a.v)’in ebedülebed cehennem azabıyla ateşte kalmak yerine eninde sonunda müjdelediği cennete gireceğiz demektir.
SELİM GÜRBÜZER
Zikir tesbihat türü bir ameldir. Bakın, Rabbül âlemin bu hususta ne buyuruyor: “Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır (İsra 44), Her varlığın kendine ait bir dua ve tesbihi vardır, O’nu bilir ve yerine getirir” (Nur 41).
İşte ayeti kerimelerden de anlaşıldığı üzere kâinatta yaratılan her ne mahlûkat varsa mutlak her şartta ve ahvalde kendi hal lisanıyla Allah’ı tesbih etmektedir. Öyle ya, madem kâinatta her mahlûkat kendi hal lisanıyla Allah’ı zikretmekte, o halde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış insanın haydi haydi zikretmesi gerekir. Her ne kadar insanın kalbi kendiliğinden ‘Allah’ diyerekten zikredip atsa da bu atış insanın kendi cüzi iradesi dışında bir atıştır. Daha doğrusu bu atış Allah tarafından insan kalbine kodlanmış Lafza-i Celal zikrin ta kendisi bir atıştır. Ancak insanoğlu kalbin bu zikri atışına kayıtsız kalıp eşlik etmezse biliniz ki bu atışın hiçbir yararı olmayacaktır. Yok, eğer kalbin bu atışı karşısında insanoğlu dilini damağına yapıştırıp kalbe bağlı işaret parmağıyla da teşbih tanelerine dokunaraktan eşlik ederse işte ayeti celilede beyan buyrulan kalb asıl o zaman huzura erecektir. Böylece huzura ermiş kalbin zikriyatı önce letaiflere daha sonrada tüm vücuda yayılacaktır. Yeter ki insan kalbin dakikada 124 kez ‘Allah’ deyiş ritmine kendi cüzi iradesini katıversin o kalb bir anda Sultani özellik kazanır da. Hatta böylesi bir kalb kendi kabını da aşıp kâinatta zikreden tüm zikri ilahi senfonilerin ritim şefi olur bile. Hatta Yüce Allah böylesi zikreden kalbe sahip kulunu diğer yarattıklarına karşı övüp huzura erdiğini müjdelerde diyebiliriz.
Evet, sakın ola ki zikri pas geçip hafife almayalım. Hem nasıl hafife alınsın ki, bikere zikir sonradan kazanılmış bir keyfiyet değil ki, bilakis ezelde kazanılmış ve bilhassa bezm-i elest’te kazanılmış fıtri bir keyfiyettir. Dolayısıyla zikir benim neyime diğer ibadetler bana yeter deyip de zikri boşlamak kendimizi kandırmak olur. Oysa zikir kâlũ belâda söz verdiğimiz günden bugüne, ahiret ve ahiret sonrası ebediyen devam edecek asla hafife alınamayacak deryai umman bir süreçtir. Şimdi gel de böylesi bir derya-i ummanı pas geç, ne mümkün. Düşünsenize kıyamet günü geldiğinde cennetlikler dünyadayken eda ettiği zikrine hamd-ü sena eyleyerekten şükredip zikrini devam ettirirken cehennemlikler de kıyametin dehşetinden ‘Yandım Allah’ demek suretiyle korku belasına da olsa zikretmekten kendilerini alıkoyamayacaklardır. Bu demektir ki ‘Allah’ adı hayatın her safhasında bir kez olsun zikretmeyenlerin bile sığınacak liman ve tutunacak bir dalı olabiliyor. Amma velâkin can boğaza gelip iş işten geçtikten sonra Allah demişsin neye yarar ki. Malum Hannâs adlı şeytan işini anında yapanlara değil de sürekli işini yokuşa sürüp erteleyenleri gafil avlayabiliyor. Hiç kuşkusuz şeytan her daim Allah’ı zikredenleri gafil avlayamayıp adeta çılgına dönmektedir. Nasıl çılgına dönmesin ki, ha bugün ha yarın deyipte Allah’ın zikrini boşlayanların kalplerine şeytan için dalmak kolay olurken zikreden kalplere dalmak pekte onun için öyle kolay değil elbet. İşte bu yüzden şeytan zikredenler karşısında yelkenleri indirmek zorunda kalıp adeta için içini yiyerekten çıldırmakta. Anlaşılan o ki zikreden kalpleri nefsin hevasından, şeytanın hile ve vesveselerinden koruyan tek kalkan Lafza-i Celal, yani Allah adını zikretmektir. Yeter ki zikreden derviş kalpte Lafza-i Celal zikrini gafletle çekmesin bir bakmışsın o kalbi zikir sahibine huzur getirip hele şükür dedirttirir de.
Hiç kuşku yoktur ki zikirden maksat Allah’a ulaşmak olmalıdır. Zikir sonrası yüce makamlardan talep edilecek muradımız ise sadece Allah’ın rızalığını kazanmak olmalıdır. Hani derler ya, dervişin fikri neyse zikri de odur. Gerçektende dervişin fikri Allah’tan gayri bir şey istemekse bunun adı masiva talep olur. Yok, eğer dervişin fikri ‘ilâhi ente maksûdi ve rıdâike matlûbì-Allah’ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak’ ise hiç kuşkusuz bu talep huzurda kabul görür. Diğeri ise huzurda asla kabul görmez. Zaten Allah’tan gayri her istek ve arzu dünyalık olduğundan (masiva olduğundan) kulun dünyada yüzüne çarpılmasa da ahirette mutlaka yüzüne çarpılacaktır. O halde kul olarak bizlere dünyalık talep ve arzuların peşine koşmak yerine ömürde bir kez de olsa canı gönülden ‘Lailahe illallah’ diyebilmenin peşine koşmak düşer. Düşünsenize böyle bir anı yakaladığımızda Peygamberimiz (s.a.v)’in ebedülebed cehennem azabıyla ateşte kalmak yerine eninde sonunda müjdelediği cennete gireceğiz demektir.