dedekorkut1
Doçent
ZİKİR EN GÜZEL SERMAYE
SELİM GÜRBÜZER
Hiç şüphe yoktur ki kalbin manevi ilacı zikirdir. Madem öyle, Allah adını sıkça zikretmek gerek ki kalp huzura erebilsin. Şayet kalbimizi tüm günah kirlerinden temizlemek diye bir derdimiz varsa buna mecburuz da. Mecburiyetimiz Allah adına ihtiyacımız olduğu içindir elbet. Yeter ki ihtiyaç sayısınca (vukufi adedince) Lafzai Celal zikrini kalbte analım bak o zaman ruhi susuzluğumuzun giderileceği muhakkak. Aksi takdirde kalb zikirsizlikten ışık göremez hale gelip ruh penceremiz ise ayna olamayacaktır..
Düşünsenize zikirsiz kalbin halini, üzeri adeta siyah ziftle kaplanmış halde olması kaçınılmazdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) ''Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur'' buyurmuşlardır. Şu halde Lafzai Celal zikri ile kalbimizin üzerini kaplayan o siyah lekelerden oluşmuş zifiri tabakayı dağıtmak gerekir. Nitekim zikreden bir derviş kendi iradesiyle Allah’ın zikrine devam ettiğe sürece zikrin buharı kalbin üzerini kaplayan zifiri tabakayı tarumar edip en nihayetinde Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ''Kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer'' müjdesine mazhar olacaktır.
Malumunuz beşer olmamız hasebiyle her an düşüp kalkan bir yapıya bürünebiliyoruz. Sadece düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. Dolayısıyla her düşüş kalkışımızda imdadımıza yetişecek tek ilaç zikirdir. Bu demektir ki kul ancak Allah'ı çokça zikrederek kalbini diri tutabilmekte. Derken iri ve diri olanın dünyaya bakışı dünyalık değil, uhrevi sermaye olarak değişiverecektir. O kişi nasıl uhrevi sermaye edinmesin ki, bikere ta baştan dünyalığa aldanmayıp kalbini Allah’ın zikriyle pirupak eylemiş konumdadır. İşte böylesi bir kalbe sahip bir insan artık etrafının kirlenmişliğinden kolay kolay etkilenmez de. Yeter ki Allah adını anmaya devam edilsin istikametten şaşmayacağı muhakkak. Hele böylesi bir insanın Allah adıyla kalbi zikirle dolup taştıkça gözünde tüten o tutku seli çağlayıp dilinden inci sözler dökülürde. Öyle anlaşılıyor ki Allah adını anmak insanı sultan edecek bir sermayedir. Resûlullah (s.a.v.)’in ''Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah'ı çokça ananlardır'' diye beyan buyurması bunun bir teyididir zaten. Kaldı ki, kâinatta canlı, cansız hemen her şey, kendi hal lisanıyla Allah'ı zikretmektedir. Madem öyle, insan neden bu âlemde zikir senfonisinden mahrum kalsın ki? Evliyaullah'ın da belirttiği üzere kâinatta her lafza zikir senfonisinde Allah adını anmakta en çok sırayla:
Birinci derecede cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derecede nebatat (Bitki âlemi), üçüncü derecede hayvanat, dördüncü derecede insan gelmektedir. Yani evrende cansızlıktan canlılığa, basit yapıdan daha mükemmel yapıya doğru gidildikçe o nisbette zikir derecesi sıralamasında düşüş eğilimi gösterebiliyor. Bilhassa her yaratılmış varlığın büyüme meyli ve gelişme seyri yükseldikçe kendini Allah’tan alıkoyan her ne engel varsa beraberinde gelebiliyor. İşte bu noktada insanın diğer yaratılan varlıkların ardından dördüncü sırada zikreden bir konumda geride kalması bu yüzdendir. Fakat insan şayet zikr etmek isterse bu dezavantajını avantaja çevirebilir. Şöyle ki; insan her şeyden önce ömür boyu yakasını bırakmayacak üç büyük düşmana (nefis, şeytan ve kötü arkadaşa) karşı adeta göğsünü siper edip Allah’ı zikretmekte gayret gösterirse bir anda yaratılmışların üstünde bir mevkie sıçrayabiliyor. Ki; bu mertebe ''Alayı İlliyyin'' makamı olarak karşılık bulur. Yok, eğer kul nefsin hevasına kapılıp, şeytanın oyunlarına alet olmuş ve kötü insanların kuşatması altına girmişse hayvandan da aşağı mertebeye inip bu durum ''Esfelin safilin'' olarak karşılık bulur. Anlaşılan insanın eşref-i mahlûkat (Yaratılmışların en üstünü) olarak değer kazanması için Allah’ı sıkça anması şarttır.
SELİM GÜRBÜZER
Hiç şüphe yoktur ki kalbin manevi ilacı zikirdir. Madem öyle, Allah adını sıkça zikretmek gerek ki kalp huzura erebilsin. Şayet kalbimizi tüm günah kirlerinden temizlemek diye bir derdimiz varsa buna mecburuz da. Mecburiyetimiz Allah adına ihtiyacımız olduğu içindir elbet. Yeter ki ihtiyaç sayısınca (vukufi adedince) Lafzai Celal zikrini kalbte analım bak o zaman ruhi susuzluğumuzun giderileceği muhakkak. Aksi takdirde kalb zikirsizlikten ışık göremez hale gelip ruh penceremiz ise ayna olamayacaktır..
Düşünsenize zikirsiz kalbin halini, üzeri adeta siyah ziftle kaplanmış halde olması kaçınılmazdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) ''Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur'' buyurmuşlardır. Şu halde Lafzai Celal zikri ile kalbimizin üzerini kaplayan o siyah lekelerden oluşmuş zifiri tabakayı dağıtmak gerekir. Nitekim zikreden bir derviş kendi iradesiyle Allah’ın zikrine devam ettiğe sürece zikrin buharı kalbin üzerini kaplayan zifiri tabakayı tarumar edip en nihayetinde Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ''Kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer'' müjdesine mazhar olacaktır.
Malumunuz beşer olmamız hasebiyle her an düşüp kalkan bir yapıya bürünebiliyoruz. Sadece düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. Dolayısıyla her düşüş kalkışımızda imdadımıza yetişecek tek ilaç zikirdir. Bu demektir ki kul ancak Allah'ı çokça zikrederek kalbini diri tutabilmekte. Derken iri ve diri olanın dünyaya bakışı dünyalık değil, uhrevi sermaye olarak değişiverecektir. O kişi nasıl uhrevi sermaye edinmesin ki, bikere ta baştan dünyalığa aldanmayıp kalbini Allah’ın zikriyle pirupak eylemiş konumdadır. İşte böylesi bir kalbe sahip bir insan artık etrafının kirlenmişliğinden kolay kolay etkilenmez de. Yeter ki Allah adını anmaya devam edilsin istikametten şaşmayacağı muhakkak. Hele böylesi bir insanın Allah adıyla kalbi zikirle dolup taştıkça gözünde tüten o tutku seli çağlayıp dilinden inci sözler dökülürde. Öyle anlaşılıyor ki Allah adını anmak insanı sultan edecek bir sermayedir. Resûlullah (s.a.v.)’in ''Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah'ı çokça ananlardır'' diye beyan buyurması bunun bir teyididir zaten. Kaldı ki, kâinatta canlı, cansız hemen her şey, kendi hal lisanıyla Allah'ı zikretmektedir. Madem öyle, insan neden bu âlemde zikir senfonisinden mahrum kalsın ki? Evliyaullah'ın da belirttiği üzere kâinatta her lafza zikir senfonisinde Allah adını anmakta en çok sırayla:
Birinci derecede cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derecede nebatat (Bitki âlemi), üçüncü derecede hayvanat, dördüncü derecede insan gelmektedir. Yani evrende cansızlıktan canlılığa, basit yapıdan daha mükemmel yapıya doğru gidildikçe o nisbette zikir derecesi sıralamasında düşüş eğilimi gösterebiliyor. Bilhassa her yaratılmış varlığın büyüme meyli ve gelişme seyri yükseldikçe kendini Allah’tan alıkoyan her ne engel varsa beraberinde gelebiliyor. İşte bu noktada insanın diğer yaratılan varlıkların ardından dördüncü sırada zikreden bir konumda geride kalması bu yüzdendir. Fakat insan şayet zikr etmek isterse bu dezavantajını avantaja çevirebilir. Şöyle ki; insan her şeyden önce ömür boyu yakasını bırakmayacak üç büyük düşmana (nefis, şeytan ve kötü arkadaşa) karşı adeta göğsünü siper edip Allah’ı zikretmekte gayret gösterirse bir anda yaratılmışların üstünde bir mevkie sıçrayabiliyor. Ki; bu mertebe ''Alayı İlliyyin'' makamı olarak karşılık bulur. Yok, eğer kul nefsin hevasına kapılıp, şeytanın oyunlarına alet olmuş ve kötü insanların kuşatması altına girmişse hayvandan da aşağı mertebeye inip bu durum ''Esfelin safilin'' olarak karşılık bulur. Anlaşılan insanın eşref-i mahlûkat (Yaratılmışların en üstünü) olarak değer kazanması için Allah’ı sıkça anması şarttır.