Zahid El Kevseri’nin yanında Said Nursi’ye âlim diyemezsiniz

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
emin-sarac-hoca.jpg


Emin Saraç Hocaefendi anlatıyor: “Abdulfettah Ebu Gudde, Zahid El Kevseri Efendi’nin, Mustafa Sabri Efendi’nin hayranıydı. Fatih Cami-i Şerifine geldiği zaman ‘Zahid Efendi burada yetişmiştir’ deyince, zangır zangır titreyerek ağlamıştı. Ben hâlâ Zahid el Kevseri Hocamın köyüne gitmemişimdir fakat o, Türkiye’ye ilk geldiği zaman gitti, onun köyünü buldu. Zahid Efendi’nin babasının bile kabrini ziyaret etti; o kadar sadık ve hocasına bağlı bir âlimdi.”

Türk talebeleriyle ziyaretine gidildiğinde, “Ben Zâhid el-Kevserî Hocamın üzerimde bulunan hakkını nasıl öderim; Türk talebelerine yeterli derecede faydalı olamadım, onlara özel dersler veremedim” diye hayıflanır Abdulfettah Ebu Gudde. Türk talebelerine bir müddet evinde tatil günlerinde ders vermeye başlar ki, Suud yetkililer dersi durdururlar. Böylesine hocasına bağlı, onun sayesinde de Türk öğrencilerine ve Türkiye’ye bağlı biridir Abdulfettah Ebu Gudde(r.a).

ilm-i-hayat-tesettur-ve-setr-i-avret-2-kasim-2015-serafettin-kalay_8967492-216310_600x315.jpg


Biz de Abdulfettah Ebu Gudde ve hocası Zahid El Kevseri (r.a)’yi, onun öğrencisi olan ve aynı zamanda da İslam Edebinden Demetler isimli kitabının tercümesini ve şerhini yapan Dr. M. Şerafeddin Kalay hocamızdan dinledik.

Abdulfettah Ebu Gudde denince akla ilk gelen Zahid El Kevseri oluyor. Bize biraz Kevseri’den bahseder misiniz hocam?

Zahid El Kevseri hakkında söylenecek çok şey var. Osmanlı’nın son âlimlerindendir, Osmanlı şeyhulislam ders vekilidir, yani şeyhulislam adına dersi o verir. Eskiden şeyhulislamlar ilim ehline ders verirlerdi. Şeyhulislam’ların işleri çoğalınca, vakitleri azalınca kendilerine bir ders vekili tayin ederler ve dersleri onlara verdirirlerdi. Son şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi, Zahid El Kevseri’ye son derece düşkündür. (Mustafa Sabri Efendi’nden sonra bir şeyhulislam daha vardır lakin bu şeyhulislam ancak bir iki ay bu görevi yapabildiği için son şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’dir, denir.) Kevseri Mustafa Sabri Efendi’nin, ders vekilidir.

1900’lü yıllarda âlim kimdir” denilse, veya şöyle diyelim, “son asır dünya Müslümanları arasında ilk üç âlim kimdir” denilse bunlardan birincisi kesinlikle El Kevseri’dir.

Hocam Üstad Bediüzzaman’la aynı çağda olmasına rağmen bunu söyleyebilir miyiz?

Bir şey söyleyeyim, kimse kızıp darılmasın, Zahid El Kevseri’nin yanında Said Nursi’ye âlim diyemezsiniz.

Peki, neden bu kadar gölgede kalmıştır?

Neden gölgede kalmış sayayım: Bir, rejimle uyuşmadı; iki, ilahiyat fakültesi zihniyetiyle uyuşmadı. Aslında bunlar uzun uzun konuşulması tartışılması gereken mevzular.

Bakın bu tip insanlar baş tacı edilmesi gerekirken, anlaşılması ve anlatılması gerekirken, çektikleri çileler, aileleriyle sürgünlerde çektikleri bilinmesi gerekirken gençlerin gündeminden uzaklaştırılıyor ve isimleri bile anılmıyor.

Şöyle söyleyeyim; Zahid El Kevseri’nin yanında ne Süleyman Hilmi Tunahan’a, ne Said Nursi’ye âlim denilemez; tekrar söylüyorum, talebeleri, öğrencileri darılmasın ama bu böyle.

Bu insanlar zirve insanlardır: Zahid El Kevseri, Mustafa Sabri Efendi, Ali Haydar Efendi ve onlardan biraz aşağıda Elmalılı Hamdi Yazır vardır. Tekrar ediyorum, onların yanında diğerlerine âlim denmez. Gerçek budur, onlar gerçekten âlimlerdir. Kesinlikle “diğerleri değildir” demiyorum fakat bu saydıklarım rejimi kabul etmemişlerdir, Türkiye’nin başına gelecekleri kabullenmemişlerdir, dışlanmışlardır ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra 157’likler içinde, İstiklal mahkemelerinde yargılanıp öldürülmek üzere aranmışlardır.

Bu yüzden Mısır’a gitmişler, Mısır’da aleyhte yapılan propagandalar yüzünden çürük domates yağmuruna tutulmuşlardır. Buna çok kırılmışlardır; davet edenler de kırılmıştır. Bunun üzerine Mustafa Sabri Efendi oradan Mekke’ye geçmiştir. Kısaca Mekke’ydi, Suriye’ydi, Lübnan’dı, bu topraklarda yerleşecek yer aramışlardır. Suriyeliler şu anda Zahid El Kevseri hayranıdır; kendisinde Kevseri’nin kitabı olan insan “bende altın var” diye övünür, sevinir.

Daha sonrasında Mısırlılar yalvarmışlar, özür dilemişlerdir. Bu insanlar ömürlerinin sonunu Mısır’da geçirmişlerdir. Bu sebepten yurt dışındakiler bizden daha iyi tanıyorlardır bu insanları. Abdulfettah Hoca da bu sırada bu insanları tanımış, Ezher’de onlarla tanışmıştır. Bu esnada Zahid El Kevseri’ye bağlanmıştır, çünkü hadis ilminde çok ciddi bir ilmi ve ağırlığı vardır. Mustafa Sabri Efendi ise felsefe ve mantık ilminde çok oturaklı bir ilmi olan, bunu müthiş kullanan bir âlimdir. Abdulfettah Hoca, Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkiful İlmi Vel Akıl adlı eserini asrın kitabı olarak yorumlar. Son derece kıymetli bir kitaptır. Son devirde mezhepler tarihi ve fikrî akımlar üzerine kitap yazanlar eğer bu kitabı okumadılarsa kesinlikle eksiktir. Bu alanda bir tez hazırlansa ve bana gelse eğer bu esere bakılmadıysa kesinlikle bir eksi puan düşerim. İşte bu insanlar artık bu diyarlardadırlar ve Abdulfettah Hoca da burada El Kevseri’yi tanımış ve onun çok sadık ve edepli bir öğrencisi olmuştur.

Peki, Abdülfettah Ebu Gudde Hoca’ya geçecek olursak, onun hayatı ve yaşantısıyla alakalı aktaracaklarınız nelerdir bizlere?

Ebu Gudde Hocaefendi hadis ilminde ciddi bir ilmî birikimi olan, aynı zamanda siyasi öngörüsü müthiş olan bir insandır. “Siyasi ufku olan” derken şunu kastediyorum: Dünya Müslümanları arasında siyasi ufku olan ilim ehli çok azdır. Yani neler dönüyor, dünyada neler cereyan ediyor? Şu anda adım atılacak olsa, siyasilere tavsiyelerde bulunulacak olsa, yönlendirmeler yapılacak olsa bu ilim ehli çok nadirdir. İlimle uğraşan insanların önüne imkân serilmiyor; çoğu geçim sıkıntısı çekiyor ve dünyada olup bitenden bihaber kalıyorlar. Bunları aşabilen, ufku açık olabilen insan çok fazla değil. Böyle olmaları istenmiyor da zaten, siyasetten bihaber olunması isteniyor âlimlerin.

Bugün rahmetli Erbakan’ın âlimlerle neden istişare etmediği soruluyor. İyi de ilim adamlarıyla istişare etseniz, bir tanesi herkes sarık cübbe giysin istiyor, bir tanesi şunu yapın, bir tanesi bunu yapın diyor, yani dar çerçevede dönüyorlar. Eyvallah, bu söyledikleri kötüdür demiyorum ama siyasi bir ufka sahip olan, ilim irfana sahip adam yetiştireceksin. 15 yılda bir profesör yetişiyor fakat bakın 1940’dan beri biz bu işe özen gösterseydik, adam yetiştirseydik şimdi her şey çok farklı olurdu.

Hocam Abdulfettah Hoca neden mecburen hicret etmek zorunda kaldı?

İşte Abdulfettah Hocaefendi siyasi ufku olan bir insandı. Mevcut idareleri ve sistemi kabullenmediği için, Suriye’de istenmedi. Ebu Gudde Hoca Suriye’de aranmıyordu; hakkında idam kararı verilmişti ve yakalandığı an idam edilecekti.

Belki çok fazla değindik, ama söylemeden geçemeyeceğim. Belki birilerinin ağrına gidecek ama Zahid El Kevseri’nin laiklik hakkında sorulan bir soruya söylediği biber gibi bir cevap vardır. Ebu Gudde Hoca da tamamen bu cevaptaki zihniyete sahip olduğu için idam kararı verilmiştir. Nedir bu cevap: “Laiklik bütünüyle İslam’ın dışındadır.” Kendisi de bu minval üzere ehil âlimler yetiştirme çabasında olduğu için istenmeyen adam olmuştur.

Her şeye rağmen Suudi Arabistan’ın böyle bir özelliği vardır, ilim ehli kabul ettikleri bir insanı sahiplenir ve kimseye vermezler. Suriye defalarca kendisini Suudi Arabistan’dan istemiştir. Buna rağmen Suudi Arabistan vermedi ve vermeyi kendine yediremedi; üstelik şu ankiKral Abdullah ile Hafız Esed dünür olmalarına ve Esed’in bunu kullanmaya çalışmasına rağmen, Ebu Gudde Hoca’yı Suriye’ye vermemişlerdir.

dunyabizim.com / Seyfullah Şenel konuştu
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
İmam Muhammed Zahid el-Kevseri Kimdir?

İnsanlar gibi ilmin de vatanı vardır. Hz. Adem’le yeryüzüne gelen ilim, peygamberlerin bulunduğu noktalardan taliplilerinin olduğu şehirlere doğru bazen yayılmış bazen de gördüğü tazyik yüzünden hicret etmek zorunda kalmıştır. Nitekim risaletle birlikte önce Mekke, ardından Medine ilmin merkezi olmuş, ilerleyen yıllarda Küfe, Mısır, Şam gibi şehirlere de yayılan ilim, zamanla bu bölgelerden daha kuzeye doğru kaymış Merv, Serahs, Buhara, Semerkand gibi merkezlere hicret etmiştir. Moğol saldırısı, ilmin yön değiştirmesine, Anadolu üzerinden İstanbul’a hicret etmesine vesile olmuştur. Alim, medrese ve kütüphaneleriyle İstanbul, geçtiğimiz asra kadar ilmin en güçlü olduğu bir kaç şehir arasında yer almıştır.

Yakın dönemde İstanbul’un yaşadığı acı tecrübeler ilmin, alimlerle birlikte buradan hicret etmesine ve asırların mahsulü olan zengin ilmi birikimin de zayi olmasına yol açmıştır. İstanbul’un bu çerçevede kaybettiği hazinelerden biri de Meşihat’ta “ders vekilliği” makamında bulunan Muhammed Zahid Kevserî(1879-1952)’(1)dir. Kevserî istibdadın hüküm sürdüğü İstanbul’da ilim ve fikir hürriyeti gibi kendi hayatının da tehdit altında olduğunu görünce, ilmî ortamın daha canlı ve özgür olduğunu düşündüğü Mısır’a hicret eder. Ne var ki sahih İslami düşüncenin muarızları burada da boş durmaz, devlet erkanı nezdinde çeşitli girişimlerde bulunup Kevserî’nin Mısır’dan sürülmesini talep ederler; fakat bir netice alamazlar.

Kevserî, İstanbul’un susturulması ile İslam aleminde tek kalan Kahire’de, notlarla neşrettiği yazma eserlerle, telif ettiği makale ve kitaplarla bütün İslam alemine hitap etme imkanı bulur. Yeni neslin sahih bir akide üzerine yetişmesine katkı sağlar. Farklı alim ve talebeler tarafından kendisine yöneltilen müşkil sorulara doyurucu cevaplar verir; ya da onları gerekli bilgiyi verecek kaynaklara havale eder. O, hayatı boyunca, modernite ile mücadele eden saf zihinler için kurtarıcı bilgileri sunan bir sığınak, kıymetli kitapları barındıran bir kütüphane işlevi görür. İslami ilimler hafızı olarak, medeniyete muhafızlık yapar.

Mısır’a (1922) hicret etmesinden sonraki süreçte hadisten kelama, fıkıhtan tarihe, akaitten tasavvufa kadar bir çok alanda telif ve tahkik ettiği eserlerinde tecdid ve ıslah kavramları adı altında yürütülen dayatmacı yaklaşımı reddeder. İslam’ın özünden uzaklaşmaya sebep olan yenilenmenin dini tahrif etmek anlamına geldiğine vurgu yapan Kevserî, yenilenmenin dinin özünden taviz vermeden İslami prensipler çerçevesinde olması gerektiğini savunur.

Kevserî, fıkıh ve hadiste “imam” seviyesinde, diğer ilimlerde de ileri derecede bilgiye sahipti. İbn Cerîr et-Taberî için söylenen şu ifadeleri Onun için de kullanmak mübalağa olmayacaktır: “O Kur’an’a o derece vakıftı ki (tefsir yaparken) muhatapları onu, bütün zamanını Kur’an’a adamış bir müfessir(2), (hadis rivayet ederken) sadece hadis bilen bir muhaddis, fıkıhta sadece fıkıh bilen bir fakih, nahivde sadece nahiv bilen bir dilbilimci ve hesapta ondan başka bir şey bilmeyen bir hesap uzmanı zannederlerdi.(3)”

Üstad Muhammed Avvame yukarıdaki teşbihi destekler mahiyette şöyle demektedir: “Kevserî ilmi yükselten adamdır. Hem hadiste hem usulde büyük bir muhakkiktir. Mezhepte, mukayeseli fıkıhta, akidede, eski ve yeni felsefede, edebiyât, şiir, tarih, bunun yanında ahlak, tasavvuf ve seyr sulûk’ta,… imamdır.”(4)

Ebû’l-Vefa el-Afganî, onu muhakkik alimler için kullanılan, aynı zamanda da kişinin ihtisas alanı ile alakalı bilgi veren şu vasıflarla zikreder: “Allâme, Muhakkik, Mudakkik, el-Fakîhu’l-Kebîr, el-Muhaddisu’ş-Şehîr Mevlanâ Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî”(5) benzer ifadeleri birkaç fazlasıyla Kevserî nisbesiyle anılmakla iftihar eden Ebû Gudde de kullanır.(6)

Ezher Üniversitesi Arap Dili Fakültesi dekanı Muhammed Receb el-Beyyumî temel İslami ilimlere vukûfiyeti, yazdığı konularda doyurucu bilgiler vermesi, ilmi tek başına omuzlayacak kudreti haiz olması, akranlarına göre üstünlüğü gibi özelliklerinden dolayı Onu; “Raviyetü’l-Asr” “Eminü’t-Türasi’l-İslâmî” (7) olarak niteler.

Kevserî’nin bihakkın takdir edilemediğinden şikayet eden Muhammed el-Bennûrî, çeşitli dergilerde tab’ edilen makale ve mukaddimelerini bir araya getirmek istediğini, bunu merhuma da arz ettiğini söyler. Bennûrî, daha sonra Rıdvan Muhammed Rıdvan’ın bir araya getirip tab’ ettiği “Makâlât’a yazdığı mukaddimenin ilk sayfasında Kevserî’ye atıfta bulunmak maksadıyla İbn Sa’d’ın “Tabakât”ından büyük tabii Mesruk’un Abdullah b. Mes’ud hakkındaki bir değerlendirmesini nakleder. Mesruk şöyle demektedir: “Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün çok sayıda ashabı ile birlikte oldum. Benim nazarımda onlar kendilerinden insanların su ihtiyaçlarını giderdikleri göller (ihâz) gibiydiler. Şöyle ki: O göletlerden bazısı bir, bazısı iki, bazısı on kişinin susuzluğunu giderecek çapa sahipti. Yine bazıları vardı ki, bütün yeryüzü halkı onun başında toplansa hepsini suya kandırıp geri gönderir. Bana göre Abdullah b. Mes’ud (radiyallahu anh), böyle bir göldür.” Bennurî devamla şöyle der: Bu değerlendirme günümüzün “Muhakkiku’l-Asr”’ı (asrın muhakkiki) Zahid el-Kevserî’ye tam uymaktadır.(8)

Üstat Muhammed Avvame; “Allah Teala’nın ilim için yarattığı adam” olarak nitelediği Kevserî ile alakalı Halep müftüsü Esad el-Ebedî’nin; “İki yüz senedir dünyaya Onun gibi bir alim gelmemiştir.” dediğini nakletmektedir. Yine Mustafa Zerka’nın da şöyle dediğini bildirmektedir: “Allah Teala bu ümmete zaman zaman istisnai kişiler gönderir. İşte Kevserî de onlardandır. İlim bazen azalır; yer yüzünden çekilir; bu istisnai kişilerle tekrar yükselir.” (9)

Mustafa Sabri Efendi de Kevserî gibi bir ders vekiline sahip olduğundan dolayı muasırları olan şeyhulislamlara karşı iftihar eder. O, Fatih Medreseleri’nin Ezher’e karşı “Te’nibu’l-Hatîb” ve “en-Nüketu’t-Tarîfe” gibi her türlü övgüye layık eserlerin müellifini yetiştirmek ve müderris olarak bağrında tutmakla haklı bir gurura sahip olduğunu söyler. Yine Kevserî’yi, hadis ve fıkıh okyanusunda benzeri olmayan dalgıç olarak niteler.(10)

Kevserî’yi tasvib edenler gibi, insaflı bir şekilde eleştirenler de Onun ilmi ehliyetini takdir etmişlerdir. Nitekim Ona karşı “et-Tenkîl”i kaleme alan Muallimî(11) , tahkikli olarak neşrettiği İbn Ebî Hatim er-Razi’nin “el-Cerh ve’t-Ta’dil”ine yazdığı mukaddimenin sonlarında şunları söyler: “Büyük alim üstat Muhammet Zahid el Kevserî –Allah ömrünü uzatsın- ‘Takdimet-ü Cerh ve’t-Ta’dil’in İstanbul’daki Murat Molla kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu bildirmektedir. Allah ondan razı olsun, Allah onu ilme hizmette ve ilmi yaymada muvaffak eylesin.” (12)

Muhammed Ebû Zehre (1898-1974) de, “el-İmâmu’l-Kevserî” başlıklı makalesinde Ondan 11 defa “imam”(13) olarak bahseder.

Kevserî’yi tenkit eden mutaassıb kişiler ilmi kudreti karşısında yetersiz kaldıklarını fark edince hiçte ilmi olmayan bir yola başvurup Onu İbn Ebî Şeybe, Hatib el-Bağdadî, Cüveynî gibi alimlerin eserlerinin İmam Ebû Hanife ile alakalı bölümlerine(14) reddiye yazması ve bir haksızlığın giderilmesini temin etmesinden dolayı “mutaassıb” olarak itham ederler.

Kevserî’nin reddiye yazdığı alimler arasında yer alan İbn Ebî Şeybe; el-Musannef adlı eserinde İmam Ebû Hanîfe’nin hadislere muhalefet ettiğini özel bir bölümde sıraladığı 125 konuda isbatlamaya çalışır. Kevserî, el-Musannef’in Ebû Hanife ile ilgili bölümü tab’ edilince haksız ithamlara cevap vermeyi ihkak-ı hak görür ve “en-Nüketu’t-Tarife”(15) yi kaleme alır. Fakat Ezher Şeyhi Mustafa Abdurrezâk’a verdiği raporda Ezher’de okutulmasını istediği kitaplar arasında İbn Ebî Şeybe’nin “el-Musannef”ini de zikreder.(16) Onun bu teklifi, tenkit ettiği alimlere karşı mutaassıb bir tavır içinde olmadığını göstermektedir.

el-Bağdadî’de, “Tarih-u Medineti’s-Selam/Bağdat” adlı hacimli eserinin XV. cildinde; “Eğer Allah Resulü bana ya da ben Ona yetişseydim, muhakkak ki peygamber bir çok görüşümü kabul ederdi.”(17) ; gibi hiçbir müslümanın söyleyemeyeceği ifadeleri Ebû Hanife’ye isnat eder. Yine Ebu Hanife biyografisinin son bölümünde İmam’ın “Deccal” olduğunu iddia eden rivayetleri(18) nakleder. Kevserî’nin, yukarıdaki itham ve iddiaların sahibi el-Bağdadî’ye, “Te’nibu’l-Hatib” adlı eseriyle cevap vermesi ya da “Köpek derisinden yapılan elbise içerisinde, şarapla abdest alıp ardından da işte bu Hanefîlere göre caiz olan namazdır.” diyen el-Cüveynî’ye karşı “İhkâku’l-Hakk”(19) ı kaleme alması ilmi kudrete sahip mutedil her alimin ilim adına ifa etmesi gereken bir vazifedir. Ayrıca O, bu reddiyeleriyle, Ebû Hanife karşıtı kitapları mezhepsizlik hareketinin gerekçeleri arasında gösterip masum insanları ideolojilerine taraftar yapmak isteyenlerin istismarlarının da önüne geçmeyi amaçlamıştır. Bunda başarılı da olmuştur.(20)

Kevserî etraflı bir ilmin yanında son derece güçlü bir hafızaya da sahipti. İstanbul ve Şam’da mütalaa ettiği yazma eserler, üzerinden yıllar geçmesine rağmen neyin nerede olduğunu birkaç gün önce mütalaa etmiş gibi hatırlar, talebelerine naklederdi.

Alimlere ait değerlendirmeler ve Ebû Zehre’nin notlarla çevirisini yaptığımız makalesi Kevserî’nin ulema nezdindeki yerinin neresi olduğunu tayin etme hususunda önemlidir.

Kevserî’nin keşfedilmesi, İstanbul’un bir asır önceki ilmî birikiminin ve İstanbul’dan yaşanan beyin göçünün ne derece kapsamlı olduğunun anlaşılmasına da vesile olacaktır.

Hiç şüphesiz İstanbul, hicret eden alimlerle kaybettiği ilmî kimliğini ancak onların mirasına sahip çıkan nesli yetiştirerek kazanacaktır.

Dipnotlar:
1: 1879 yılında Düzce’de babası Hacı Hasan Efendi adıyla anılan köyde dünyaya gelen Muhammed Zahid el-Kevserî ilk tahsilini şehrin alimlerinde yaptı. Eğitimine devam edebilmek amacıyla 1893 yılında İstanbul’a gitti. 1906’da Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Daha sonra Kastamonu da kurulan medreseye tayin edildi. Üç yıl sonra zorlu bir deniz yolculuğunun ardından İstanbul’a ulaşan Kevserî ders vekili sıfatıyla Beyazıd Medresesi’nde dersler verdi. 1922 yılında ailesine dahi bildiremeden Mısır’a hicret etmek zorunda kaldı. Ezher Üniversitesi yakınlarında ikamet eden, özel dersleri yanında telif ettiği eserleriyle de ilim dünyasını derinden etkileyen Kevserî 1952’de Kahire’de vefat etti, Karafe Kabristanlığına defn edildi. Bkz. Ahmed Hayrî, el-İmamu’l-Kevserî, Kahire, 1999.
2: Yani tadat edilen ilimlerde o derece etraflı bilgi sahibi idi ki, muhatapları Onu bütün zamanını sadece bir ilme ayırmış zannederlerdi.
3: İbrahim Muhammed Selkînî, “Hayatu’t-Taberî”, (el-İmamu’t-Taberî içerisinde), Beyrut, 2001, s. 37.
4: İhsan Şenocak, Muhammed Avvame: “İmam Zahid Kevserî ile Alakalı Her Türlü Soruyu Cevaplamaya Hazırım”, İnkişaf Dergisi, Bahar, 2008, sy. 9, s. 39.
5: Ebû Bekr Muhammed es-Serahsî, Usûl, (Ebû’l-Vefâ el-Afganî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1993, I, 8.
6: Zafer Ahmed et-Tahânevî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs, (Ebû Gudde’nin takrizi), Kahire, 2000, s. 13.
7: Muhammed Zahid el-Kevserî, Mukaddimâtü’l-İmam el-Kevserî, (Muhammed Receb el-Beyyumî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1997, s. 19 vd..
8: el-Kevserî, Makâlât, (Muhammed Yusuf el-Bennûrî’nin takdim yazısı), Kahire, ty., s. 3.
9: Şenocak, a.g.e., s. 39.
10: Bkz. Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rabi’l-Alemîn, (Dip. not: 1-2) Beyrut, 1981, III, 393.
11: “et-Tenkîl’le alakalı değerlendirmeler için bkz. Şenocak, a. g. e., s. 34-36.
12: Şenocak, a. g. e., s. 34-35.
13: Hafız, hüccet ve hakim kavramlarını ihtiva eden alime “imam” denir. İmam, müçtehit anlamında da kullanılmaktadır.
14: Cüveyni’nin Müğîs’ul-Halk fî Tercîhi’l-Kavl’il-Hakk adlı eseri müstakil bir kitaptır.
15: el-Kevserî, en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs-i an Rudûd-i İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe, Kahire, 1365.
16: el-Kevserî, Makâlât, a.g.e., s. 485.
17: Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
18: Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
19: el-Kevserî, İhkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Batıl fî Müğîsi’l-Halk, Kahire, 1988.
20: Ebû Hanife’ye yöneltilen eleştiri ve ithamların tahlil ve cevabı için bkz. İhsan Şenocak, Bütün Zamanların Müctehidi: Ebû Hanîfe, İnkişaf Dergisi, Haziran-Ağustos, 2006, sy. 6, s. 23-26.
 
Üst