Yusuf Ziya Cömert - Bir Ayet Yeterdi

veri

Yasaklı
Katılım
8 Kas 2010
Mesajlar
0
Tepkime puanı
661
Puanları
0
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili...


Yusuf Ziya Cömert
YeniŞafak

Giriş: 17 Temmuz 2012 10:44390 OkunmaGüncelleme: 17 Temmuz 2012 11:531 Yorum
Liliyar. Türkçenin en güzel şiirlerinden biridir. Bir yaralı kalp şiiridir. Bir 'gidiş' şiiridir, Liliyar.



Sezai Karakoç'a yakalanmanın türlü türlü yolları, şekilleri vardır.

Biri de bu şiirdir.

Ben, bir çok dostum biliyor, iki ay önce by pass oldum.

Cerrah arkadaşım, hemşehrim Prof. Dr. Gökhan İpek, kaburga kemiğimi yardı, kalbimi çıkardı, hayatın üzerime abanması sonucu tıkanan iki damarıma by pass yaptı.

(Tek taraflı suçlamayayım hayatı, zaman zaman ben de hayatın üzerine fazla abanmış olabilirim.)

Başarılı bir ameliyattı. Gökhan Hoca'ya ve değerli ekibine teşekkür ediyorum.

Cerrahpaşa'nın kalp-damar cerrahisi, Türkiye standartlarının en üstünü temsil ediyor.

***

Gökhan Hoca göğsümü yardı, damarları yerleştirdikten sonra tekrar dikti.

Gökhan Hoca dikti ama, millette bir merak, bir merak.

Aklına esen, elini kaburgamdan içeriye sokmak istiyor.

Kimisi başarıyor da bunu. Hepsinin canı sağolsun.

Ben, bu hikaye başımdan geçtikten sonra anladım, insanın, bir hüzünle çarpışmasıyla, bir kamyonla çarpışması arasında fazla bir fark yokmuş.

Baktım, yorgunum.

Eski yorgunluklarımdan biraz değişik yorgunum.

"Zamanı geldi" dedim.

İsmet Özel derdi ya hani, harika bir laftı.

"TOPARLANIN GİTMİYORUZ". (Bunu ben de çok söylemiştim.)

Şimdi, "Toparlan ve git" dedim kendi kendime.

Toparlandım.

Gidiyorum.

***

Liliyar, öyle bir havada takıldı işte lisanıma.

"Demek gideceksin, arkana dönüp

bakmayacaksın

Hangi kuş hangi şafakta ölecek

görmeyeceksin

Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili

Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü"

Yusuf Er, kulakları çınlasın, en çok şurasını mırıldanırdı:

"Demek sen gidiyorsun Lili

Bizi öpmeden mi gideceksin Lili"

Bu benim, Yeni Şafak'ta yazdığım ikinci veda yazım.

Gördüğünüz gibi, yıllarımı verdim, neredeyse 20 yıl.

Kalbimi, ruhumu verdim. Manşetlerinde, mürekkep değil ben vardım Yeni Şafak'ın.

(Çok tatlı bir Orta Anadolu söyleyişiyle) Canımı vereyazdım.

Bana, gitme zamanı geldiği zaman, gitmek yakışır.

Ben de bunu yapıyorum.

Gidiyorum.

***

Giderken ne demek lazım?

İçinden ne geliyorsa onu demek lazım.

Yeni Şafak, Türk basınına kalite katmış, derinlik katmış, güçlü ve sahih bir çizgiyi temsil ediyor.

Yerliliği temsil ediyor.

Özgürlükleri, hakları, var gücüyle savunuyor.

Hırsızlığa, arsızlığa karşı duruyor.

Bu ülkenin değerlerini paylaşıyor, taşıyor.

Taşıdı. İyi günde de kötü günde de taşıdı.

Polis baskınlarına, kurşunlamalara, işkencelere, hapislere, yani türlü namussuzluklara, alçaklıklara rağmen taşıdı.

Bedeli neyse, ödeyerek taşıdı.

Gazete sahiplerinin (eski ve yeni sahiplerinin yani Kış ve Albayrak ailesinin) bu sahih çizginin sıhhatine olağanüstü katkıları oldu. İki aile de büyük fedakarlıklar yaptılar.

Daha önce de yazdığım gibi, Türkiye'nin bu çizgiye ihtiyacı var.

Yeni Şafak'ın, mübalağa etmiyorum, Türkiye'nin bugün geldiği noktada, çok hakkı vardır.

BU HAKKIN TAKDİR EDİLMESİ LAZIM.

Yeni Şafak'taki son sözüm bu olsun.

Ve gideyim.

"Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de

Paris'nin

Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili

Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar

Allahın Lili..."

Allahaısmarladık.

***

Not: Benden sonra, görev, kardeşim İbrahim Karagül'e tevdi edildi. İbrahim'e başarılar diliyorum. Allah mahcup etmesin.

Yusuf Ziya Cömert - Yeni Şafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bu millet kaset mi yiyecek?

Seçim havasındayız. Millet, sandığa gidecek, belediye reislerini seçecek.

Ne beklersiniz seçim kampanya-sından?
Normal şartlarda, belediye başkan adaylarının, önümüzdeki dönemde, şehirle ilgili nasıl bir hizmet planladıklarını anlatmasını beklersiniz.
Eski başkanların, eski hizmetlerini anlatıp, yeni hizmetlerinin nasıl olacağına dair fikirler vermesini beklersiniz.
Parti liderlerinin, vatandaşlara, bir vizyon sunmalarını beklersiniz.
Bunlar, propagandadır. Vatandaş, sizin söylediklerinizi dinler, kendi kararını verir.
Yalan vaatte bulunursa politikacılar?
Sorun değil. Vatandaş yalanı anlar. Gözünüzden anlar.
Yalanın darasını alır, geriye ne kalıyorsa, size ona göre bir ‘kostüm’ biçer. Vatandaşın göz tartısı, çoğu zaman doğru çıkar.
İktidar, izleyebildiğim kadarıyla böyle hazırlanmış seçimlere. Adaylar, şunu yaptık, bunu yapacağız diye konuşuyorlar.
Başbakan da, ağırlıklı olarak, yaptıklarını, yapacaklarını anlatıyor.
Duble yollar, Marmaray’lar, köprüler, okul sıralarının üzerine konulan ders kitapları, öğrenim bursları, hastaneler, tüp geçitler, tüneller... Özgürlükler, barış süreci...
17 Aralık’ta başlatılan ‘paralel darbe girişimi’ seçimin karakterini değiştirdi.
Değiştirdi yerine ‘bozdu’da diyebiliriz.

İktidar, 17 Aralık’tan sonra, seçim söylemine, bu darbe girişimiyle ilgili ‘teşhis’lerini, ‘analiz’lerini ilave etti.
Ancak, muhalefeti daha çok heyecanlandırdı bu ‘paralel taarruz.’ Geleneksel siyasi tezlerini, projeleri, vaatleri kaldırdı attı bir tarafa.
Yeni köprüler yok. Yeni geçitler yok. Yeni yollar yok.
Şehirlerin imarıyla, şehir insanının mutluluğuyla ilgili herhangi bir icat, herhangi bir vizyon da yok.
Muhalefetin, şehirle ilgili işleri iktidardan daha iyi başarabileceğine dair bir fikir hiç yok.
Herkes, neredeyse emin. İktidar, hizmet konusunda daha üretken, daha başarılı. (Tuhaf, muhalefet de bundan emin.)
Hiç kimse, başka bir siyasetin, şehirlere daha başarılı bir hizmet götüreceğini, mesela, CHP’li bir belediyeciliğin, MHP’li bir belediyeciliğin, şehirler için daha faydalı olacağını söylemiyor.
17 Aralık saldırısı, bir imkan verdi muhalefete.
Kasetler...
‘Al bunu, çal, seçim senin’ dediler.
Ve, ihtiyaç kalmadı, hizmetlerden, projelerden bahsetmeye.
Tak kaseti, Meclis’te, canlı yayında dinlet.
Miting meydanında mısın? Sen konuşma, tak kaseti, millet dinlesin. Zahmete gerek yok, montajını, dublajını yapmış arkadaşlar.
İyi de, ne yapacaksın, belediyeyi kazanınca? Onu anlatsana?
Ne yapacağımı boş ver, kasete bak.
Anlamadım, ne yapacaksın?
Kaset, kaset, kaseti dinle.
Bu bir yöntemdir.
Bu yöntemle, sadece, Başbakan Erdoğan’ı tenkit etmiş olmazsın. Kendi siyasetini de meydana koymuş olursun.
‘Benim siyasetim yok’ demiş olursun. ‘Benim siyasetim kaset’ demiş olursun.
O zaman sorarlar: Bu millet kaset mi yiyecek CHP iktidara gelince?
Ben kendi hissiyatımı söyleyeyim:
Sen, doğru dürüst bir ‘siyaset’ üretemiyorsan. Bir alternatif söyleyemiyorsan.
Senelerdir, Silivri’yle Anayasa Mahkemesi arasında gidip gelmekten başka bir hüner gösteremediysen. Paralel darbe zuhur edince Silivri’yi dahi terk etmişsen.
Erdoğan terör sorununu çözmeye uğraşırken, sen sadece ileri geri konuşmuşsan, sadra şife tek bir kelime söyleyememişsen. (Sahi ne diyorsun? Savaş mı başlatacaksın yeniden? Kandil’e asker mi indireceksin? Yoksa BDP’yi mi kapatacaksın? Doğu’ya, Güneydoğu’ya asker mi yığacaksın?)
Her köprüye, her tünele, tablet bulunca tablete, cami duyunca camiye, göğe fırlatılan uydulara bile boyuna itiraz edip duruyorsan.
İktidarın yaptığı işler karşısında, beceriksizliğini, yeteneksizliğini ifşa eden bağırıp çağırmaların ötesine geçemiyorsan.
Her soruya ‘kaset, kaset, kaset’ demekten başka cevabın yoksa.
‘Paraleller kaset yaptı, oylarınızı bana verin’ cümlesinden başka bir fikriyatın yoksa.
Bakarsın, aval aval, anlayamazsın, miting meydanlarının niye dolduğunu.
Montajdan, dublajdan geçiniyorsun ya, meydanlarda, yana yakıla montaj ararsın.
Geçmiş olsun kardeşim, sen aramaya devam et.
Siyaset diye bir şey var, ekonomi diye bir şey var.
Kaset karın doyurmaz.
Bu millet, senin kasetini yemez.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Neokon- İsrail ekseni yeniden

Yolsuzluk mu? Yapan cezalandırılsın. Çünkü, büyük ihanettir yolsuzluk.

Düşünsenize, 'dava' diyorsunuz, 'hizmet' diyorsunuz, 'tüyü bitmemiş yetimin hakkı' diyorsunuz.
Birileri arkanızdan kuyunuzu kazıyor.
Siz, onun 'çalıştığını' düşünüyorsunuz, meğer o 'çalıyor.'
Bu ihanettir.
Ve eğer varsa, müstehaktır. İbret olsun diye, en açık, en görünür şekilde cezalandırılması lazımdır.
Hayır hayır, ortalıkta dönüp duran kirliliğe istinaden yazmıyorum bunu.
Yani filan bakan, filan müşavir, filan müdür değil. O kadar kirli bir zemindeyiz ki, ortalıkta dolaşanların hepsi yalan da çıkabilir.
Ama varsa, kim olursa olsun yaptığına pişman edilmelidir, nokta.
'Mesele yolsuzluk değil, hala anlamadın mı' diye bir cümle kurabiliriz. Nitekim kurduk.
Hatırlarsınız, bir ABD-İsrail ekseni vardı.
Bu eksen, 'uluslararası alem'in Türkiye için uygun bulduğu eksendi.
Kendi menfaatin olmayacak. İsrail'in menfaati olacak.
Kendi menfaatini, ancak İsrail'in durumuna göre, İsrail dolayımından mevzubahis edebileceksin.
Aslında, tam bir ABD-İsrail ekseni de değildi bu. Bir 'Neokon-İsrail' ekseniydi. Bilirsiniz, Amerika, yekpare değildir. Clinton başka, Bush başkadır.
Neyse işte, merhum Erbakan Başbakan olunca, Neokon-İsrail ekseninin tadı kaçtı.
Yüzü başkaydı, bu yeni hükümetin. Ne yapacağı belli olmazdı.
Üstelik, kendi haline bırakılırsa, ekonomide, kalkınmada, başarılı olacak gibi görünüyordu.
Bir kampanya başladı. En adi yöntemler kullanıldı. (Biz, o yöntemleri 'en adi' zannediyorduk, şimdi daha adileri çıktı.)
Televizyonlar, gazeteler, var güçleriyle hücum etti. Biz, o zaman, iki üç gazeteydik. Bir de televizyon. Hadi adlarını sayayım. Yeni Şafak, Vakit, Milli Gazete. Bir de Kanal 7. Hepsi buydu. (Hoş, şimdi de hesap etsek, saldıranlar, eskisinden daha kalabalık.)
Bir Müslüm Gündüz-Fadime Şahin klişesi icad edildi. Bütün mü'min insanları o klişenin içine sokmaya uğraştılar.
Çok yazdık, sözü uzatmayayım, hepimizi, başörtüsüyle idam etmeye uğraştılar diyeyim de, gerisini siz anlayın.
Niçin yaptılar bunu?
Türkiye'yi 'Neokon-İsrail ekseni'ne bir daha çıkmayacak şekilde oturtmak için.
Oturttular.
Ve memleketi rezil ettiler. Ne ekonomi kaldı, ne siyaset.
Proje, o kadar değerliydi ki, herkesi feda ettiler. Bitirdiler.
Sonra, siyaseten 'yok' olmuş bir adamı, Ecevit'i, diriltip Başbakan yaptılar.
Yani 'sıfır'ı tükettik.
Öyle bir noktaya geldik ki, ortada iyice politize olmuş bir kaç general, ancak 'mazi' siygasıyla bahis konusu edilebilecek yıkık bir merkez sağ ve artık restore edilmesi tamamen imkansız bir Ecevit enkazı kaldı.
Recep Tayyip Erdoğan, böyle bir dönemde geldi.
Geldi ve Türkiye'nin itibarını yükseltti.
2002'deki Türkiye'yle bugünün Türkiye'si, ekonomik açıdan, siyasi açıdan, içeride veya uluslararası alanda, hiçbir şekilde kıyaslanamaz.
Ve Türkiye, 'bin yıl sürecek' dedikleri 28 Şubat çizgisinden ve doğal olarak, Neokon-İsrail ekseninden çıktı.
Kendi politikası ve kendi kimliği oldu Türkiye'nin.
Şimdi, ilk ve en fark edilir işaretini 7 Şubat 2012'de, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a yönelik şiddetli saldırıyla veren, 17 Aralık 2013'te 'altın vuruş'unu yapan, o günden beri, irili-ufaklı, kirli saldırılarına devam eden 'paralel organizasyon'un hedefi, Türkiye'yi yeniden, Neokon-İsrail eksenine oturtmaktır.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Yusuf Ziya Cömert - Star Gazete
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Yusuf Ziya Cömert - Haram lokma GDO’dan daha tehlikeli

Lahana yaprağı çok sağlıklıymış. Kanserden koruyormuş. Ödem söktürüyormuş. Zayıflamak için birebirmiş.
Kırmızı ya da koyu renk sebzeler bağışıklık sistemini güçlendiriyormuş.
Kuruyemişlerin içi minarellerle doluymuş. Her derde devaymış. Ceviz, kolesterolü düşürüyormuş.
Kestane balı mide rahatsızlıklarına birebirmiş.
Kudret narı da mucizevi bir bitkiymiş. Özellikle mide için. Ülseri tedavi ediyormuş.
Sarı kantaron, melisa çayı, insanı yatıştırıyormuş. Kedi otu, kötü kokuyormuş ama, uykusuzluğa çok faydalıymış.
Domates suyu ve gilaburu prostatın ilacıymış.
Zeytinyağı damarları açıyormuş, böbreklere yarıyormuş.
Allahım, ne hoş şeyler bunlar.
Oturursunuz sofraya, bir ot getirirler.
Biri sorar, ‘ne bu?’
Şöyle bir cevap gelir: Tereotu.
Neye yarıyormuş?
Onun da cevabı hazırdır. Balgam söktürüyormuş.
Bu ne çayı? Yeşil çay. Neye yarıyormuş? Metabolizmayı hızlandırıyormuş, anti oksidanmış. (Çay konusunda takıldığım bir nokta var. ‘Ben çay içmiyorum, bana bitki çayı getir’ diyor bazıları. Güzelim, Rize çayı bitki değil mi onu niye ayırıyorsunuz? Geri kalan hiçbir şeye itirazım yok.)
Haa, biliyorum. Sarımsak da tansiyona iyi geliyor.
Bir de şöylesi var:
Kolesterol vücuda lazımmış. Tereyağı zararlı değilmiş aslında, ama tıp bunu yeni anlamış.
Bizim oralarda ‘komar’ ya da bazı yerlerde ‘sifin’ denen sarı ya da eflatun çiçekli bir bitki vardır. Bu bitkinin çok olduğu yerlerde, arılar, acımtırak bir bal yaparlar.
Fazla yerseniz bu bal tutar. Bir tür uyuşturucu etkisi yapar ve feleğiniz şaşar. Bizim oralarda, ilaç gibi kullanılır bu bal. Faydası olur mu, olmaz mı bilmiyorum.
Bir gün, Tonyalı bir satıcıya sordum: Bunu satıyorsun, biliyor musun neye yarıyor?
Gözlerini iri iri açtı ve büyük bir ciddiyetle cevap verdi:
“Tıp buni çezemedi.”
Güzel muhabbetler bunlar. Ve o hale geldik ki, ister siyasi olsun, ister dini, ister tıbbi, ister mesleki, böyle konuşmaların yapılmadığı bir ortam tasavvur etmek imkansız.
GDO’lar, yani ‘genetiği değiştirilmiş organizmalar.’ Bu da önemli bir konu. Ve tabii ki hormonlar, suni gübreler.
Organik tarım. Bir de, emekliliği yaklaşmış her yiğidin hayali, “Bir iki dönüm yer alıp hormonsuz, GDO’suz domates yetiştireceğim.”
Niye domates de fasulye veya havuç değil, Tonyalı’nın dediği gibi, ben de bunu çözemedim.
Ben, bu muhabbetlerin, çok yaygın ve çok fazla olduklarını görmeme rağmen faydalı olduklarını düşünüyorum.
Fakat, bir şey eksik bu konuşmalarda.
Helal.
Şu bildiğimiz ‘helal sertifikası’ndan bahsetmiyorum. Tamam, o da anlamlı. Türkiye’de, bazı semtlerde –en çok da Nişantaşı civarından öyle haberler geliyor- pizzalarda, bazı yiyeceklerde domuz eti kullanıldığını işitiyorum.
Şüphelenip sorduğunuz zaman garson, ‘sorulmazsa söylemeye gerek duymuyoruz’ diyormuş, ‘sorarlarsa domuz eti kullanıldığını söylüyoruz.’
Yani, demek ki sormak lazım.
Benim dediğim o ‘helal’ değil. Elbette o da çok önemli.
Benim dediğim, yediğiniz ekmeği emeğinizle kazanıp kazanmadığınız.
‘Errızku ‘Alallah, el kasibu habibullah’ dediz ya. ‘Rızık Allah'tandır, Allah, kesbedeni, yani rızkı temin için çalışanı sever.’
Yani, helal yoldan mı kazanıyorsun?
Evine, helal yoldan kazanılmış ekmek mi götürüyorsun? Çocuklarına içirdiğin çorbanın içinde menşei belirsiz bir şey var mı?
Çorbadaki GDO’dan bahsetmiyorum, senin emeğinin ürünü olmayan, senin hak etmediğin bir şey var mı?
Bence, işin bu tarafını konuşmak, GDO’sunu, hormonunu, vitaminini konuşmaktan daha önemli.
Şimdi birçokları ‘yok’ diyecek, ‘her şey benim emeğimin ürünü.’
Bunu söyleyen herkes, ben tabii ki dahilim, bir daha düşünsün.
Çünkü ‘helal lokma’nın, iyi insan olmakla ve daha önemlisi ‘iyi insan yetiştirmekle’ çok ilgisi var.
Şimdi, görünüşe göre, bugün ben siyaset yazmadım.
Ekonomi de yazmadım, ticaret de, medya da yazmadım. Bürokrasiden de bahsetmedim. Sadece biraz dini şeylerden biraz da sağlıktan bahsettim.
Halbuki, bakın etrafınıza, görürsünüz. Bu yazdıklarım, az veya çok, siyasete de, ekonomiye de, memuriyete de taalluk ediyor.
Etmiyor mu?
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,114
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Bir ayet yeterdiBen, radyo dinlemeyi severim. Büyük ihtimalle, mecburiyetten. İstanbul trafiğinde her gün bir kaç saatimiz geçiyor. Boşa mı gitsin?
Araba kullanırken kitap okuyamazsın, yazı yazamazsın, belki ezberden Kur'an-ı Kerim okursun. Belki şiir. Nereye kadar?

Radyo dinleyeceksin.
İstersen müzik. İstersen va'z u nasihat.
İstersen Kur'an tilaveti ve istersen meali...
Bazen, ilgi çekici şovlar da oluyor. Artık hangisini istersen.
Ben, bu dediklerimin hepsini yapıyorum.
Çok nadir, Mehmed Zahit Kotku Efendi'nin sohbetine rastlıyorum. Büyük fırsat.
Tahir Büyükkörükçü'ye denk geldim bir kaç kez, güzeldi.
İsmailağa'daki merhum Hızır Hoca'yı ve Bayramali Hoca'yı da dinledim. Timurtaş Hoca'yı da...
Tabii ki, merhum Esad Coşan Hoca'yı da.
Hayır hayır, çok seçmiyorum, bazen birini, ismini falan bilmeden dinlediğim de oluyor.
Cübbeli Ahmet Hoca'yı da, rastlarsam dinlerim. Hatta Fethullah Gülen'i.
Bazen faydalanıyorsun böyle şeyler dinlerken, bazen ibret alıyorsun.
İbreti, vaizin anlattığı kıssadan da alabilirsin, vaizin ahvalinden de, artık nasibin neredense...
Bazen öfkeleniyorsun.
Bir kaç gün önce, bir vaaza rastladım, hayretler içinde dinledim.
Her cümlede, hatta cümle aralarında hıçkırık.
Mekanik bir hıçkırık. Vaiz ağlamıyor, ikidebir, ağlar gibi iç çekiyor.
Vardır gelenekte, ağlayamıyorsan, ağlar gibi tezellül içinde olmak. Ama, ağyara değil, kendine, başkası görmeden.
Bu öyle bir şey değil, keşke öyle olsa.
Arada, 'Haaay!' diye bir ses efekti. Üç dört kere yankılanıyor. Konuşmanın değişik yerlerine yerleştirilmiş. Belli ki ekolayzırla yapılmış.
Ben, o adamın anlattığı tarihi hadiseyi normal bir insandan, normal bir sesle dinlesem perişan olurum.
Halbuki bunu dinlerken taaccüp içindeyim.
Ve vaazın en 'heyecanlı' yerinde reklam. Şöyle on dakika bir şey satıyorlar. Filan numarayı arayana yarı fiyatının yarı fiyatına, kargo masrafı dahil, memnun kalmazsan iade et...
Satıştan sonra, vaiz, kaldığı yerden, mekanik hıçkırıklarıyla devam ediyor.
Ne kadar büyük bir cüret.
Değer vermemiz gereken, saygı duymamız gereken şeyler, fütursuzca nasıl boca ediliyor radyonun hoparlöründen.
'Al sana bir şehit, al sana bir gazi, al sana bir sahabe...' der gibi.
'Bir sahabe, yanında evliya' der gibi, ne'uzü billah!
Bu vaazla, benim, vaizlerle ilgili müktesebatım kemale erdi.
Bu vaiz, çok usta değildi, tasannu'u, yani yapmacığı, çok aşikardı. Bu iyi bir şey. Ya usta olsaydı?
Yok mu, insanları acımasızca, Allah'tan korkmadan oraya buraya sevk eden usta vaizler?
Peygamberlere bile verilmemiş yetkileri kullananlar?
Radyo bu, neyle karşılaşacağın belli olmuyor, bazen, müzik dinlerken, birden, cırtlak sesli bir pazarlamacı çıkıyor karşına. Enerji veren bitkisel formüllerden, gergedan boynuzlarına, piyasa fiyatının on katı ucuza cep telefonlarından akıllı seccadelere kadar.
Veya kitap. Veya çörekotu. Saç bitirme suyu, saç karartma ilacı....
Zayıflama suyu. Ayda bazen 6 kilo vermek garanti, bazen 8 kilo... Bir yemin billah etmedikleri kalıyor.
Ne diyelim, ekmek parası, o radyo da insan çalıştırıyor, maaş ödeyecek, hayatını idame ettirecek. Canın istiyorsa dinle, istemiyorsa dinleme.
Buna karışmıyorum. Ne kadar kafa ütülerlerse ütülesinler. Dinleyenle radyo arasında bir mesele. Karışmaya hevesli olan vardır mutlaka ama ben karışmam. Ne demiş Adam Smith? Laisses passer laissez faire... (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, Adam Smith'ten çok önce söylenmiş ama, Smith'e yakışıyor!)
İyi de, ya adam, ticaretini yaptığı şeyin içini dışını ayetlerle, hadislerle ambalajlıyorsa?
Tamam, yap ticaretini, sat ne satıyorsan.
Paranı da al, git.
Niye Peygamberimiz'i haşa sümme haşa... (Bunu demekten utanıyorum ama, insanlar demeyince anlamıyor.)
Neden O'nu ticaretinde istihdam ediyorsun?
Neden, ayetle, hadisle satıyorsun, adam gibi, tacir gibi satsana?
Görmedin mi Kitap'ta?
Korkmuyor musun, üç kuruş için o kadar ayet ve hadisi döküp saçmaya?
Radyo bahsiyle başladık ama, söz radyodan hem içeri gitti, hem dışarı.
Ne kadar girdi her şey birbirine, ne kadar kirlendi ortalık, kire hasret kaldık!
Kiri kir olarak görmeye hasret kaldık. Yoksa, nezahat kılığında kir, cüruf, hep görüyoruz.
İnsan, bazen garip oluyor.
Ruh, özlüyor, istiyor, bir ayet-i kerime işitsin.
Ticaret için, siyaset için, gösteriş için, istismar için değil.
Kendi yanlışını meşrulaştırmak için değil, başkasının yanlışını göstermek için değil.
Kendini pazarlamak için değil. Kendi 'meşrep'ini teali için değil, kendi tezini ispat için değil...
'Rıza-i meşrep,' 'rıza-i efendi' veya 'rıza-i ağa, paşa' için tabii ki değil.
Belki bir ilahi manaya yaklaşmak, o manayı hissetmek, o manaya ram olmak için okunmuş olsun.
Bir ayet yeterdi...
 
Üst