YILDIZLAR ÂLEMİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
YILDIZLAR ÂLEMİ

SELİM GÜRBÜZER


Bilindiği üzere mikro âlemde hadronlar olarak bilinen bileşikleri oluşturan en küçük parçacıklar ‘kuarklar’ diye tanımlanır. Örnek mi? İşte atom çekirdeğinin bileşenleri diyebileceğimiz proton ve nötron bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine evrenin en uzak köşelerinde, yani bizden on milyar ışık yılı ötesinde konumlanan alanlarda yüksek enerjiyle parlayan galaksiler ise ‘kuasarlar’ olarak tanımlanır. Ayrıca hemen her galakside ortalama sayıca 200 milyar adet olduğu düşünülen, aynı zamanda yaşadığımız dünyadan bulutsuz havalarda gecenin karanlığında baktığımızda başımızın üzerinde her daim ışıl ışıl parlayan gök fenerlerimiz ise ‘yıldız’ olarak tanımlanır. Örnek mi? İşte Güneş sisteminin içerisinde yer alan Samanyolu Gökadasında ki en az yüz milyarları aşan sayıda olduğu tahmin edilen uçsuz bucaksız yıldız kümeler topluluğunun her biri bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.

Evet, yıldızlara geçmişten günümüze bakışımız hep gökteki ışık fenerlerimiz şeklinde olmuştur. Şayet bu bakışımızı tersinden okumaya kalkıştığımızda ise biliniz ki yıldızlara bakışımız hem nitelik bakımdan hem de nicelik bakımdan kayda değer bir bakış olmayacaktır. Hem kaldı ki bakış açımıza nicelik ve nitelik kazandırmaya çalışsak da şu bir gerçek yıldızların mahiyetine tam manasıyla vakıf olamayız zaten. Zira gök kubbe de parlayan her bir yıldız fenerinin kesin kes sayıca ne kadar olduğuna dair en ufak bir malumat ya da ne kadar enerji tükettiğine dair herhangi bir bilgi birikimine sahip olmak tüm matematik hesaplamaların fevkinde ufkumuzun alamayacağı bir durumdur. Hele ki bize bir diğer karmaşık gibi gelen gök cimlerinden kuasarların (gök adalarının merkezinde bulunan ve adından aşırı derecede parlak gök ada çekirdekleri olarak söz ettiren gök cisimleri) bir saniyede tükettikleri enerjilerinin neredeyse tüm dünyanın total enerji ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğunu göz önünde bulundurduğumuz da elbette ki her bir yıldız fenerinin niteliğine ve niceliğine akıl havsalamızın almaması son derece gayet tabiidir. Keza sistemine tabii olduğumuz Samanyolu galaksisinin toplamda yaydığı ışığın yüz misli kadar kapasitede olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurduğumuzda aynı tabloyla karşılaşırız. Yine de her şeye rağmen hızla gelişen teknolojik gelişmelere paralel olarak üretilen her bir devasa büyüklükte optik ve radyo teleskoplar sayesinde gelinen notada eskiye nazaran bizden fersah fersah kat be kat en uzak uç noktalarda parlayan yıldızlar hakkında bile ipuçlarını yakalayacak bilgi kırıntılarına vakıf oluna biliniyor artık. Bilgi kırıntısı da olsa yıldızların sırlarına bir bir vakıf olundukça en yakınımızdan başlayarak edindiğimiz bilgilerin netleştiğini görebiliyoruz. Nitekim milyarlarca yıldız arasında şimdilik dünyaya en yakın olanının Daroxima Centauri ve Alpha Centouriler (Alfa Centur) denilen yıldızlar olduğu bilgimizin netlik kazandığı gibi söz konusu yıldızların bize olan uzaklığının güneşin uzaklığından 270 bin defa daha uzak olduğu bilgisine de vakıf olmuş durumdayız. Bu arada bilgisini edindiğimiz yıldızların uzaklık mesafeleriyle ilgili rakamlar her ne kadar dudak uçurtucu rakamlar olsa da sonuçta bize en yakın yıldızın ışığı dünyamıza gelişi takriben 4,5 yılı bulduğu bilgisini edinmek bile kayda değer bir kazanımdır. Mesela yine yakından uzağa dudak uçurtucu rakamlar deryasına daldığımızda Sirius yıldızına ait ışığın dünyaya gelişinin 8,5 seneyi bulduğu, biraz ötede konumlanan Aldebaran denen kırmızı dev yıldıza ait ışığın dünyaya gelişinin 50 seneyi bulduğu, biraz daha ötelerde konumlanan Procyon ve Rigel gibi yıldızlara ait ışıklarınsa dünyaya gelişlerinin 540 seneyi bulduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Tabii tüm bu edindiğimiz bilgiler bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela diğer edinilen bilgilere ve bulgulara bir göz attığımızda:

-Bizim gözümüzde en büyük yıldız olarak algıladığımız Güneşin bikere her şeyden önce dünyada yer alan hiçbir enerji kaynağına benzemeyen devasa bir nükleer santralı olduğunu gözlemlemiş oluruz. Tabii bunu gözlemlememiz iyi hoşta, ancak bu arada kafamızı kurcalayan bir husus var ki, o da tüm matematiksel hesaplamalara dayanarak güneşin ortaya çıkışıyla birlikte üzerinden 4380 yıl sonrasında tüm yakıtının tükenmesi lazım gelirken, bir bakıyorsun evdeki hesap çarşıya uymaz misali hala bugün olmuş ışığıyla bizi aydınlatıyor olmasıdır. Böylesi bir durumda elbette ki kafamız karışır, hep baştan beri güneşe yakıt tankı gözüyle bakmışız çünkü. Oysaki güneş bir yakıt tankı olmanın ötesinde ayrıca doğal akışında kendini yenileyerekten kendine özgü çok kuvvetli çekim gücü enerjisiyle her daim varlığını koruyabilen, yine kendine özgü bir şekilde dıştan içe doğru kromosfer, fotosfer, güneş lekeleri, radyasyon bölgeleri, çekirdek tabakalarından oluşan ne sıvı ne de katı diyebileceğimiz türden % 81,76 oranında hidrojen ve % 18,7 oranında helyum gazlarını bünyesinde taşıyan devasa bir gaz kütlesinin ta kendisi enerji bir kaynağımızdır. Hatta bu devasa boyutta gaz kütlesinin içerisine karbon, oksijen, magnezyum, silikon, potasyum, vanadyum, kobalt ve bakır gibi sıfır virgüllü düşük oranlarda bulunan elementleri de hesaba kattığımızda kıyamet gününe kadar tükenmek bilmeyen öz enerjisiyle birlikte dünyamızı daha çok aydınlatacak demektir. Derken gelinen noktada güneşe bakışımız gök kubbede hep bizi selamlayaraktan yaradılışından bugüne tüm canlı cansız varlıkları ve insanlığı ısı, ışık ve enerji kaynağı olması hasebiyle tüm yıldızlar içerisinde en favori aydınlık yıldızımız veya aydınlık lambamız olduğunun bilgisini edinmiş oluruz.

-Bizim gözlemimizde canlıların temel yapı taşını oluşturan hücrelerin varlığından hareketle yıldız ve galaksilerin mayasını nebülöz denilen gaz ve toz bulutların oluşturduğu gerçeğini gözlemlemiş oluruz. Dahası bu ve buna benzer gözlemlerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında 15 milyar önce değim yerindeyse kâinat ağacı toplu iğne başı büyüklüğünde kozmik bir embriyo halden yüksek ısı radyasyonları altında küre şekline bürünerek tıpkı anne karnında bebeğin gelişme evrelerine benzer bir süreci tamamlamasıyla birlikte galaksilerin meydana geldiğini idrak etmiş oluruz. Tabii gözlemlemek iyi hoşta, tüm bunlar armut piş ağzıma düş misali bir anda gözlemleyeceğimiz türden oluşumlar değildir. Dolayısıyla unutmamak gerekir ki iğne başı büyüklüğündeki kozmik yumurta içeren program gereği gaz ve toz yığınların yoğunlaşıp yıldızları oluşturabilmesi için en az yarım milyonluk bir süreye ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüzde bu uzun vade gerektiren gözlemimizi de bir kenara not düşmemiz gerektir. Böylece tüm bu uzun vadeli gözlemler eşliğinde yarım milyon içerisinde tozlar, yoğunlaşa yoğunlaşa birbirinden farklı desenlerle donatılmış uçsuz bucaksız devasa büyüklükteki feza alanına yayılmış yıldızlar olarak doğuvereceklerinin bilgisini edinmiş oluruz.

-Bizim gözlemleyeceğimiz bir diğer gök cisimlerinden Galaksilerinde tıpkı insan kalbi gibi ritmik atan pulsarlara (atarca) sahip olduğu gerçeğinin bilgisini edinmiş oluruz.

-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla bağrında yüz milyarlarca yıldız barındıran galaksilerden yalnız yüz tanesinin ancak ışık saçabilecek nitelikte olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ki, yukarıda konumuzun başında yüksek enerjiyle parladığını belirttiğimiz bu söz konusu oluşumlar adına kuasarlar denen galaksilerden başkası değildir. Nitekim bir kısım bilim adamları bu ışık saçabilecek nitelikte ki bu tür galaksiler için yeni doğmuş yıldızın kalbi olarak isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz. Keza bir kısım bilim adamları da günümüzde moda tabirle yeniden beyaz sayfa açma ifadesine benzer bir ifadeyle ‘beyaz delikler’ diye isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz.

-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla uzay araştırmalarının ortaya koyduğu verilerden hareketle vakti zamanı geldiğinde kocaman devasa galaksileri bile tıpkı bir ahtapot gibi kollarının içine alaraktan yutup yok edecek türden bir nesnel sistemin varlığının bilgisini edinmiş oluruz. Her ne kadar kendilerini teleskoplarla görülmeyecek derecede gözlemleme imkânımız olmasa da bilim dünyasında adından sıkça konuşulduğu artık bir sır değil bilinen bir gerçekliktir. Ki, hakkında sıkça konuşulup varlığından sözü edilen bu gizemli varlıklar beyaz deliklerin zıddı bir vazife üstlenmiş diyebileceğimiz türden ‘kara delikler’den başkası değildir elbet. Gerçekten de böylesi bir gizemli sistemin varlığından haberdar olunması hem uzaycılık adına kayda değer bilgi devrimidir bu, hem de bilhassa inananlar açısından beyaz deliklerle yeniden doğuşu hatırlatan bir bilgi edinimi olurken kara deliklerle de yok oluşu (kıyameti) hatırlatan bir bilgi edinimi olur.

Hiç kuşkusuz yukarıda ki gözlemlerimiz eşliğinde edindiğimiz bilgilerimizi gölgede bırakacak derecede asıl kayda değer bilgi edinişimiz aydınlık güneşimizin her daim başyıldız oluşunu elinde tutmasıdır. Hem başyıldız makamını elinde tutmasın ki, baksanıza bağrında taşıdığı her an patlamaya hazır halde binlerce hidrojen atomunun helyuma dönüşümünü gerçekleştirmesi sayesinde sanki “kükremiş bir sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” şeklinde meydan okurcasına tüm gezegenlere hem ısı hem ışık yayan yıldız lider olarak her daim dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki aydınlık güneşimiz başyıldız lider olmanın ötesinde birde üstüne üstük dünya sathında tüm canlı cansız varlıkların enerji kaynağıdır da. Nitekim büyük bir özveriyle bağrından saldığı birçok kozmik ışınlar (uzaya salınan atom çekirdekleri), güneş rüzgârları (elektrik yüklü iyonize parçacıklar) ve elektro manyetik radyasyonlar (x ışınları, infrared (kızılötesi), ultraviyole ışınları, radyo dalgaları) vs. hepsinin temel dayandığı kaynak nokta güneştir. Bu arada unutmayalım ki dışı seni, içi beni yakar misali görünmeyen ışık diye tabir edilen X ışınları ise güneşin iç kısmını kaplar halde adeta kozmik oda görevi konumunda bir işlev görmekte. Dolayısıyla bu iç kuytu bölmeden güneşe görünmeyen karanlık oda açısından baktığımızda aslında güneşin aydınlık değil karanlık yapıya bürünmüş bir yıldız olduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Nitekim öyledir de. Öyle ya, madem içyapısı itibariyle karanlık bir yıldız, o halde güneşi bu durumda görünen kılan nedir sorusu ister istemez kafamızı kurcalaması kaçınılmaz kılacaktır. İşte kafamızı kurcalayacak bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz X ışınlarının merkezden dışa doğru ilerledikçe frekans değişikliğine uğrayarak görünen ışın ve mor ötesi denilen ultraviyole ışın bandına dönüşümü marifetinde gizlidir. Bu öyle marifet dönüşümüdür ki, iç dünyasında akkor kesilerekten zifiri karanlığa büründüğünü sandığımız kozmik âlem aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bir bakıyorsun etrafına ışık saçan aydınlık âlem olabiliyor. Nedir aradan geçen o aydınlığa giden yoldaki zaman dilimi dendiğinde, elbette ki üzerinden bir milyon yıldan fazla X ışınlarının içten dışa doğru geçişteki süreci kapsayan bir zaman dilimidir. Aslında bu bir anlamda daha yeni evimizin penceresinden içeri girdiğini sandığımız ışık huzmesinin meğer bir milyon öncesine ait bir ışık huzmesinin ta kendisini gösteren bir süreçtir bu. Üstelik bu ışık huzmesi evimizin penceresinden içeri girene kadarda bin bir türlü işlemlerden geçerek girmekte. Nasıl mı? Baş ışık kaynağımız güneşten yayılan ışınlar bir yandan filtre edilirken, diğer yandan da atmosferde renk ayırımına tabi tutulmakta. İyi ki de güneşimiz belirli işlemlerden geçmekte, işte görüyorsunuz başımızı yerden kaldırıp gökyüzüne baktığımızda gök kubbe renginin ne olduğundan daha parlak görünümünde bir gök kubbe, ne de normal ışık şiddetinin dışında bir ışık şiddetine maruz kalmış bir gök kubbedir. Dahası Yüce Yaratıcı ilahi gücün takdiriyle ölçülmüş biçilmiş bir plan dâhilinde renk skalasından ışık şiddetine hemen her şey yerli yerinde ayarlanmış bir feza âleminin ta kendisi bir nizam-ı âlemdir bu. Böylesi mükemmel nizam karşısında Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize şayet güneşten gelen ışık huzmeleri atmosferde bin bir türlü işlemlerden geçmeden direk olarak inmiş olsaydı kim bilir halimiz nice olurdu. En basitinden yeryüzünde yaşayan her canlının gören gözleri filtre edilmeyen ışınlar karşısında bozulup kör olacaktı.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
YILDIZLAR ÂLEMİ-2

SELİM GÜRBÜZER

Evet, güneşten gelen ışık huzmeleri atmosfer kontrolüne tabii tutulmaksızın doğrudan üzerimize doğuverseydi içinde yaşadığımız dünya bize zindan dünya olacaktı. Başta da dedik ya, dışı seni yakar, içi beni yakar misali ışığın kaynağına indiğimizde gerçekten de güneşten ışık hızıyla gelen kozmik ışınlar gezegenleri adeta bombardımana uğrattıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla atmosferde koruyuculuk sisteminin devreye girmesi dünya hayatımızın zindana dönüşmemesi açısından çok şükretmemiz gereken mucizevi bir hadisedir elbet. Ki, ünlü astronot Apollo’nun aydan getirdikleri kaya parçaları bize şimdiye kadar başımıza gökten taş düşmediğine sevinip şükretmemiz gerektiğini hatırlatmıştır. Gerçekten de yatıp kalkıp Allah’a şükretmemiz gerekir ki bizi taş yağmurundan tutunda zararlı ışınlara kadar daha bir dizi pek çok afetlerden koruyan ‘atmosfer’ zırhımız var. Zaten aksi durum olsaydı tamamen korunaksız bir şekilde asıl büyük kıyametin kopmasına gerek kalmaksızın kendi kıyametimizi asıl o zaman yaşıyor olacaktık. Malumunuz asıl kıyametin kopuş vakti gelip çattığında ise ne ortada atmosfer kalır ne de güneşin kendisi. Üstüne üstük bu hususta bilim adamlarının ortaya koyduğu verilere göre güneşin 5 milyarlık enerjik saat ömrü kaldığı yönünde bir hesaplamalarda söz konusudur. Sözün özü güneşte bir gün gelecek ışığı solup ve içi boşalmış bir kof madde hale dönüşecektir.

Nasıl ki hücreyi oluşturan çekirdek ile diğer organellerin arasını dolduran bir sitoplâzma varsa, yıldızların arasında boşluk sandığımız alanlar aslında boşluk olmayıp tıpkı sitoplâzmaya benzer bir saha içerisinde konumlanmış atom, foton ve iyonize olmuş gaz cisimleri gibi unsurlarla kaplıdır. Bu unsurların birleşmesiyle yıldızların stadyumu niteliğindeki sahanın zeminini hiç kuşkusuz nebülözler oluşturur. Hücrelere insan vücudunun DNA bilgilerini kodlayan yüce Allah, elbette ki on sekiz bin âlemin özü mesabesinde kâinat kitabının sayfalarına gravitasyonel çekim, nükleer reaksiyonlar, eksenel hareketli dönme, yörüngesi etrafında dönme ve momentum korunumu gibi kodlamalara benzer kanunları da yıldızlara kodlamıştır.

Malumunuz gökyüzünde herhangi bir şekilde konumlarında çok büyük değişiklik gözlenmeyen, uzaya belirli ölçülerde enerji göndererek parlaklıklarını her daim koruyabilen yıldızlar stabil yıldızlar (sabit yıldız) olarak ifade edilirler. Aslında sabitmiş gibi görünen nice yıldız kümelerinin gerçekte hiçte öyle olmadığı, bilakis birbirlerinden büyük bir hızla uzaklaştıklarını, bu durumun uzaklaşan her bir cismin konumu etrafına yaydığı ışığın spektrumundaki gösterge işaretlerinde hareketle sabit olmadıkları anlaşılmıştır. Nitekim göstergedeki spektrum eğrisi kırmızı ise kayış (uzaklaşma) demektir, mor ise yakınlaşma manasınadır. Ekseriyetle galaksiler kayış ekseninde hareket ettikleri tespit edilmiştir. Yıldızların bir kısmı uzun ömürlü olabilecekleri gibi bunun tam aksine kısa ömürlü, yani tükenme noktasına gelmiş cüceleşmiş yıldızların varlığı da söz konusudur ki, astronomlar bu tür cüceleşmiş yıldızlara adeta pili bitmiş ve ya zayıflamış manasına nükleer reaksiyonları besleyecek kaynakları tükenmiş ihtiyar yıldızlar nitelemesi gözüyle bakarlar. Böyle bakmaları da son derece gayet tabiidir. Zira cüce haline dönüşmüş bir yıldız ihtiyarlık alametinin ötesinde aynı zamanda yok oluşun habercisi, yani ölüme hazırlığın bir işaret fişeğidir. Örnek mi? İşte Orion avcı burcundaki Betelguese yıldızı bunun en tipik örneğini teşkil etmektedir. Bir takım yıldızlar da vardır ki, bu örneğin tam aksine aralarında işbirliği ve dayanışma örgüsüne benzer bir diyalogla sanki çiçeği burnunda yeni evli çiftler misali gibi beraberce balaya çıkmış haldedirler, yani stabil değildirler. Bu nedenle bu tür yıldızlara ‘yıldız çiftleri’ denilmiştir. Örnek mi? İşte ‘Sirius’ bir çift yıldızdır. Bir başka hareket kabiliyeti olan mesela ‘Süreyya ve Cevza yıldızları’ da yılın bir kısmında görünüp bir kısmında görünmeyen yüzleriyle değişkenlik gösterebilen yıldızlar arasında yerini almaktadırlar. Dahası bu tür gök cisimlerinin parlaklıkları sürekli değiştikleri için ‘değişken yıldızlar’ olarak kategorize edilirler. Hakeza bunlara ilaveten tıpkı gezegenler gibi belli bir döngü sistemi içerisinde turlayan yıldızlarda vardır ki bunlar da ‘seyyar yıldızlar’ olarak kategorize edilirler. Seyyar yıldızların turlayışı tabii oldukları bir sistem etrafında olabileceği gibi etrafında dolaşan küçük çapta yıldızları kumanda edecek türden de turlayış olabiliyor. Üstelik tüm bu turlayışlar tıpkı gezegenlerde olduğu gibi milyarları aşkın yıldızı bağrında taşıyan galaksilerin aynı tempoyla yörüngesinden bir milim dahi sapma olmaksızın kazasız belasız seyr-i âlem eyleyecek şekilde gerçekleşmektedir.

Galaksi

Bilindiği üzere yıldızların bir araya gelip cem olmasıyla birlikte açık veya kapalı türden diyebileceğimiz içerisinde takriben bin milyar yıldız içeren yıldız kümelerine galaksi denmektedir. Mesela buna örnek teşkil edecek olan Süreyya yıldızı aslında bir yıldız topluluğudur. Nitekim yaklaşık 400 yıldız topluluğundan oluşan bu yıldızın içerisinde bilhassa yedi tanesinin en parlak olması hasebiyle adından yedi kardeş manasına Süreyya yıldızı olarak söz ettirir. Dedik ya, oysaki bu yıldız kümesi yedi yıldızdan ibaret olmayıp toplamda dört yüz civarında yıldız kümesinden oluşmakta. İlla dört yüz değil de birkaç yıldız kümesinden oluşan misal gösterin diniliyorsa, bunun için pekâlâ birkaç yıldızdan oluşan ‘Hyades kümesi’ örnek verilebilir.

Genellikle yıldızlar doğudan batıya doğru hareket etmekteler. Bu demektir ki gök kubbede yer alan her bir yıldızın bu yönde ki istikametleri aynı anda görünür olmalarının önüne geçmektedir. Şayet aynı anda görünür olsalardı bizler için aralarındaki farkı fark etmek yönünde bir kıyas imkânımız olmayacaktı. Hiç kuşkusuz kıyas bakımdan kutup yıldızı bu durumdan istisnadır. Rabbü’l âlemin bu müstesna “Benat-ı Naaş” denilen kutup yıldızının yerini sabit kılıp aynı zamanda batmayacak şekilde yaratmış olsa gerektir ki insanlar kolayca yönünü tayin edebilsinler. Bikere her şeyden önce kutup yıldızının bizatihi yaratılış konumu devamlı kuzeyi gösteren bir mihenk taşı özelliğini ortaya koymaktadır. Kaldı ki, Allah-u Teâla bu hususta; ”Karanın ve denizin karanlıkları için kendileriyle yollarını doğrultmamız için, sizin faydanıza, yıldızları yaratandır, O” (Enam, 97) diye beyan buyurarak bu durumu teyit etmektedir.

Dünyamızdan baktığımızda Galaksiler renk bakımdan açık yıldız kümeleri ve şekil bakımdan kürevî yıldız kümeleri halde dünyamızın tavanını süsleyen yıldız fenerler gibi gözükmekteler. Her ne kadar bize yakın bir halde dünyamızın tavanı yıldız fenerler gibi gözükseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, her biri bizden çok çok uzaklarda konumlanmış yıldız fenerleridirler. Hem kümler halde yıldız tavanımız olsalardı net bir şekilde görünmeleri icap ederdi, kaldı ki dünyadan baktığımızda birçoğu çıplak gözle de görünmezler. Dedik ya dünyadan çıplak gözle gördüklerimizin birçoğunu da nokta şeklinde yıldız gibi algılarız. Hele ki bir galaksinin bulunduğu konumunun yüz binlerce ışık yılı yoluna tekabül ettiğini düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiği gayet net bir şekilde açık ortada. Şöyle ki; bir galaksi bizden kat be kat ne kadar uzakta ise bir o kadar da hızlı olduğuna işarettir. Nitekim büyük bir hızla seyreden galaksiler tıpkı trafikte yol boyunca boylu boyuna akan arabalar misali herhangi kazaya mahal vermeksizin akmaktalar. İşte yol trafiği bu ya, birbirini geçişlerde ya da kendisini sollayıp hızla geçen bir galaksinin tıpkı bir otomobilin egzozundan yayılan artık maddelerin bulunan ortamın havasıyla emilmesinde olduğu gibi bir mıntıka temizliğinin de trafikte akan bir diğer galaksinin gaz ve toz bulutları tarafından emilerekten yapıldığını gözlemlemekteyiz. Derken bu sayede yeni doğmakta olan yıldızlara da gün doğup adeta onlar için bir tür enerji salınımı besin hazırlığı yapılmış olunur. Üstelik yıldızların her biri kendi çapında birer termonükleer reaksiyonların nüksettiği alanlar olmasına rağmen bir bakıyorsun kendi aralarındaki trafik kovalamaları herhangi bir keşmekeşliğe dönüşmeksizin sanki bizim bilmediğimiz bir gizli el ya da trafik polisinin kontrolünde bir trafik düzenlenmesiyle ötelere doğru yol alınarak seyr-i âlemin gerçekleştiği görülmekte. Bu seyri âlem aynı zamanda bize dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafındaki turlayışına benzer dönüşümleri de hatırlatmaktadır. Düşünsenize bir insan iki işi bir arada yapmakta zorlanırken feza âleminde bunu büyük bir ustalıkla birçok gök cisimlerinin ve galaksilerin birçoğu aynı anda birkaç döngü hareketini aktığı yörüngesinde hızla gerçekleştirebiliyorlar. Doğrusu feza âleminde vuku bulan bu akıl almaz manevralar karşısında insanı hayretler içerisine bırakan bir durumdur bu. Hem nasıl hayretler içerisinde kalınmasın ki, baksanıza yüz milyarlarca yıldızdan oluşan galaksiler arasındaki çekim kanunlarının müthiş işleyişi sayesinde bir bakıyorsun hiçbir galaksi yörüngesinden çıkıp şarampole yuvarlanmadıkları gibi hemen her şey her şey denge kanunları çerçevesinde “Durmak yok yola devam” denen bir işleyiş söz konusudur.

Kuyruklu yıldız

Elbette ki uzayın havai fişekleri deyince kelebek görünümlü güneş lekelerinden sonra ilk akla gelen kuyruklu yıldızlar gelir hep. Gelmesi de son derce normal, çünkü onlar gerçekten de kuyruklarıyla ışıl ışıl ışık saçan gökyüzümüzün havai fişekleridirler. Tıpkı bu durum aydınlık lambamız güneşin zaman zaman milyonlarca ton flare adında püskürtücü maddesiyle uzayı bombardımana tuttuğunda olduğu gibi ortaya çıkan havai fişek manzarasına benzer tarzda ki muhteşem görünümüyle gökyüzünü ışıl ışıl renklendirmektelerdir. Renklendirmeleri de gerekir zaten. Bikere kuyruklu yıldızın çekirdeğinde bulunan metan, karbondioksit, amonyak, hidrojen, oksijen gibi gazlar güneşle temasa geçecekleri sırada (yaklaştıklarında) eriyip toz haline gelmesi için vardırlar. Aksi halde adından havai fişek yıldızlar olarak söz ettirmeleri mümkün olmayacaktır. Nitekim astronomi tarihinde şimdiye kadar adından ışıl ışıl parlayan kuyruk yıldızı olarak söz etmelerinin arka planında hiç kuşkusuz bağrında taşıdığı erimiş halde bulunan toz partiküllerinin güneş ışığını en iyi şekilde iyi yansıtma marifetleri sayesindedir. Hem nasıl ki havai fişeklerin belli bir zaman dilimi içerisinde parlamasıyla sönmesi bir olduğu gibi aynen kuyruklu yıldızların yapılan tahmini hesaplara dayanarak 3 bin ila 60 bin yıl arasında bir havai fişeklik ömrü olduğu yönünde, yani gökbilimcilerin döküntü dedikleri kirli kartopları şekliyle ışığının kararması söz konusudur. Ve bu ömür sürecinde dikkatlerden kaçmayan bir diğer husus ise kuyruklu yıldızların hızla hareket ettikleri halde en ufak trafik kazasına dahi meydan vermeyecek şekilde bir araya gelerekten gruplar oluşturabiliyor olmalarıdır. Bu yüzden böylesi ışıl ışıl parlayan yıldızlara gelişi güzel başıboş seyyareler gözüyle bakmayız da.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
YILDIZLAR ÂLEMİ-3

SELİM GÜRBÜZER

Yıldızların ölümü

Her gece gökyüzünde gönderdikleri radyasyon dalgaları ile bizleri selamlayan yıldızlarda fanidir elbet. Nasıl olsa bir gün gelecek depolarında tuttukları hidrojen enerjisi tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte bir zaman sonra büzüşerek beyaz cüce haline dönüşeceklerdir. Derken en nihayetinde siyah cüce aşamasına geçiş yaptıklarında tıpkı bir canlının hayata gözlerini kapamasına benzer bir refleksle projektörlerini kapayıp mevta olacaklardır. Dahası böylesi bir mevta oluş her bir yıldız için kar beyaz kefen ölümüdür. Aslında ölüm bahane, burada ki kar beyaz kefen giymekten maksat yeni bir yıldızın doğuşuna hazırlık babından beyaz gelinliği giydirmek için yapılan bir düğün merasiminin ta kendisi bir ölümdür bu. Nitekim Novalar galaksiler içerisinde ansızın süpernova patlamalarla sahne alırlar. Yıldızın içerisinde fezaya püskürtülen maddeler zaman içerisinde nebülözlerin yapısında var olan toz ve gaz bulutlarını oluşturdukları gözlemlenmiştir. Bunlar bir nevi ölen yıldıza ait geriye miras kalan artık maddelerdir. Anlaşılan o ki, nova patlamaları sıradan bir tükeniş olmayıp bilakis yeni bir dirilişin muştusu bir patlamalardır. Kelimenin tam anlamıyla bir başka yıldızların doğuşuna yönelik bir eylem hareketidir bu. Nasıl ki bir canlı öldüğü zaman vücut hacmi büyüyüp şişerse aynen öyle de ölen her bir yıldız da çekirdeğinden çevresine doğru termonükleer reaksiyonlar eşliğinde kayması sonucunda hacimce genişlerler. Hacimce genişleyen her bir yıldız rengine göre ya kırmızı ya da mavi devler olarak isimlendirilirler. Mesela mavi Spica ile infrared (kızılötesi) ışın yayan yıldızlar bu gruptandır. Yine hayvanlardan çıngıraklı yılanın başında ki infrared radyasyonu salan bir donanımın mevcudiyetiyle gecenin zifiri karanlığında bile avını avlaması bunu teyit etmektedir. Bu demektir ki mevta olmak üzere ölen yıldız önce genişler, sonra enerjisi bitince küçülmeye başlar. Derken cüceleşip, ahir ömürlerinde devasa yıldızlar bir nötron yıldızına sıkışıp kalmaktalar. Belli ki bu sıradan bir sıkışıklık değil, fırtınadan önce sessizliğin habercisi diyebileceğimiz yeni bir doğuma gebe veya başka yıldızların doğuşuna ön hazırlık diyebileceğimiz bir sıkışma halidir. Hatta buna kabir sıkışması dersekte yeridir. Öyle ya, nasıl ki bir bitki çekirdeğinde o bitki türüne özgü koca bir ağaç kodluysa aynen öyle de bir nötron yıldızın bünyesinde sıkıştırılmış yeni bir yıldızın doğumunu muştulayan nüve kodludur.

Var oluş-yok oluş

Sakın ola ki sakin bulutsuz gecelerde gökyüzünde zaman zaman gözümüzün önünde ansızın parlayıp uzayan ve hemen sönüvererekten bir bir kayıp giden yıldızları gördükçe “Eyvah bir yıldız daha kaydı yücelerden” deyip durduk yere karamsarlığa kapılaraktan kendi kendimize eseflenmeyelim. Böyle durumlarda eseflenmek yerine her karanlığın arkasında mutlaka aydınlık şafakların doğabileceğini düşünmek daha doğru olur. Nitekim giden gitmiştir, sonuçta karanlığın arkasında doğacak olan yoğun ve küçük yapılı olan pulsarların (titreyen yıldızlar) varlığı ne güne duruyor. Öyle ki; pulsarlar doğuverdiklerinde bilhassa nabız atışlarıyla uzaya saçtıkları kızılötesi ve mor ötesi ışınlarıyla sanki bizlere boşa endişelenmenize gerek yok dercesine diriliş muştusu olmak için doğuvermekteler. Bu yüzden adına uygun davranan her bir pulsar için nabız atmak anlamında İngiliz dilinde pulsate denmiştir. Derken pulsate kökünden türeyen her bir pulsar bizim açımızdan ise kalp ritmi olarak karşılık bulur. Hem nasıl karşılık bulmasın ki, bikere kalbi yaratıp insana hayat veren Allah, elbette ki yengeç bulutsusu Crab nebulasının özünde yengeç atarcası Crab pulsar yaratıp var etmekle de bir tür yeni canların doğumunun muştulamış olmakta. Yüce Allah’ın hikmetinden sual olunmaz elbet, şu bir gerçek tabiat okumalarında hep gördüğümüz hem var oluş ve yok oluş, hem de yeniden diriliş muştusu olguların her biri Allah’ın hikmet-i ilahiyenin tecellisi olarak açığa çıkan kanunların tezahürü oluşumlardır. Örnek mi? İşte yıldız ve yıldız kümelerinin vakti saati geldiğinde İngilizce “Black hole” diye tabir edilen siyah deliklerce yutulup sırra kadem basmaları bunun en bariz var oluş ve yok oluş örneğini teşkil etmesine yeter artar da. Dahası tüm bu örnekler bize gösteriyor ki; var oluş ve yok oluş hayatın bir gerçeği ve kanunudur. Her ne kadar sözlükte ‘fena’ fani olmak veya yok olmasına gelse de aslında bu yok oluş her yaratılanın kendisinde varlık görmemesi gerektiği manasına bir yok oluştur bu. Bir başka ifadeyle ‘Ben yokum, sadece O var’ manasına nabız atıştır bu. Kaldı ki çıplak gözle yok sandığımız birçok gök cisminin gelişmiş teleskoplar sayesinde var olduğunu görebiliyoruz. Nitekim bu durumu bir yıldızın kayması esnasında etrafına yoğun bir şekilde yaydığı ışınların sıradan bir ışık olmayıp X ışınları olduğunu ancak teleskopla gözlemleyerek varlığını fark edebiliyoruz. Aslında gözlemlediğimiz bu olayla birlikte etrafa yayılan bu ışınımlar bir noktada Hawking radyasyonu denen kara siyah deliklerin varlığını fark ettirmiş olur bize. Kara delikler, keza karabatak misali bize yok oluş hatırlatırcasına gözümüzde devasa büyüklükte canlandırdığımız yıldızların nasıl dipsiz bir kör kuyuda yok olup kaybolduklarını da fark ettirmiş olmaktalar. Öyle ki kayboluşlarının ardından ne bir ses, ne de bir tılsım duyulmakta. Derken gözümüzün önünde göz göre cereyan eden bir yıldızın var oluş hikâyesinin ansızın sırra kadem basaraktan adeta yok oluş hikâyesine dönüştüğünü gözlemlediğimizde ister istemez her şeyin fani olduğunu, baki olanın ise sadece Allah olduğunu demekten, yani ‘Ya Baki Entel Baki’ diye zikretmekten kendimizi alamayız da. Bu var oluş ve yok oluş hikâyesinde zaman ve mekân bile bu söz konusu kara deliklerin yok oluşuna tanıklık ettiğinde kendi hal lisanlarıyla ‘zaman ve mekândan münezzeh sadece Allah’tır’ demekten kendisini alamamaktadır. Zira vakti saati geldiğinde yok oluş zaman içinde geçerli bir akçe. Nitekim zamanın çekim gücü yüksek yerlerde yavaşladığı, düşük olan yerlerde ise hızlandığı belirlenmiştir. Baksanıza kolumuza taktığımız saatin roket içerisinde uzayda hızlandığı, okyanusa yaklaştıkça da yavaşladığı tespit edilmiştir.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
YILDIZLAR ÂLEMİ-4

SELİM GÜRBÜZER

Samanyolu

Düşünsenize bundan 15 milyar önce toplu iğne başı büyüklüğünde yaratılan kâinat âlemi, gelinen noktada bugünkü gelişmiş teleskop gözlemleri ışığında yapılan tahmini hesaplara dayanaraktan 100 milyar sayıda Samanyolu galaksisine benzer bir görünümde yıldız topluluklarından oluşmuş uçsuz bucaksız koskoca bir âlem olduğu belirlenmiştir. Hakeza samanyolu görünümünün yanı sıra birde kâinat âleminin içine daldığımızda bulunduğumuz samanyolu galaksi sistemi içerisinde yer alan bizim dünyadan gözlemleyebildiğimiz güneşimiz gibi daha nice sayıda güneşlerin var olduğu belirlenmiştir. Ki, bu sayının gök bilimcilerin öngörüleriyle 200 milyar sayı kadar güneşlerin olduğu tahmin edilmektedir. Hatta kimi gökbilimlerince hacim bakımdan gözümüzde çok büyüttüğümüz Samanyolu galaksisi içerisinde yer alan aydınlık güneşimizin diğer bir kısım galaksi sistemlerinde yer alan güneşlerin yanında neredeyse esamisi okunmayacak derecede hacimce hiçte büyük olmadıkları söylenmektedir. Her neyse ister sayı bakımdan ister hacim bakımdan ne söylenirse söylenilsin sonuçta şu bir gerçek yaratılan kâinatı tek bir çatı altında kâinat nizamı olarak düşünürsek kâinat içerisinde konumlanmış irili ufaklı hiç fark etmez daha nice büyük galaksi âlemlerin var olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Yıldız ve yıldız kümelerini bir arada tutan yüz milyarlarca galaksilerin her biri aslında kendi çapında birer nizam-ı âlem seyyareleridir. Bugünkü şartlarda yapılan incelemelerle bir devasa büyüklükteki teleskopa ortalamasını aldığımızda ancak 800 milyon galaksi sığabilmekte. Bu demektir ki mikroskopla bir küçücük iğne deliği büyüklüğünde canlının en küçük temel taşı olan hücre âlem (mikro âlem) izlenebileceği gibi devasa büyülükte teleskoplarla da makro âlemler pekâlâ izlenebiliyor. İşte izini iz sürmeye çalıştığımız her bir hücre âlem ya da nesne âlem bir bakıyorsun kanun koyucular olarak hareket etmeyip tam aksine kanun koyucu Yüce Allah’ın emri doğrultusunda ‘ol’ deyince oluveren, ‘yok ol’ deyince yok oluveren varlıklar olarak seyr-i âlem eylemektedirler. Madem öyle, ol deyince olduran, gönülleri imanla dolduran Yüce Allah’ın 99 adıyla, Yaa Bismillah diyerekten biz mümin kullara da kanun koyucu olarak galaksilerin o muhteşem döngüsünü ayarlayan Yüce Allah’ın (c.c) emrine amade olmak düşer.

İşte emrine amade her bir galaksi elips, küre, spiral, merceğimsi vs. görünümde nizamı şekilli elamanlardan müteşekkil gök cisimleri olabileceği gibi bunun tam aksi görünümde son derece karmaşık yapıda şekilsiz gök cisimleri de olabilirler. Hangi hal vaziyette, hangi şekil ve şemailde olursalar olsunlar sonuçta her bir galaksinin kanun koyucu Yüce Allah’ın emrine amade olmuş halde bir nizami işleyişi ve bir nizami düsturu söz konusudur. Öyle ki, başımızı şöyle yerden kaldırıp gök âlemine yöneldiğimizde bu mükemmel nizamın işleyişini sezinlemek pekâlâ mümkün. Ve bu mükemmel işleyiş karşısında gönül dünyamız Yüce Allah’ın azametini idrak edip mesrur olur da. Yine gönlümüzü mesrur edecek türden ve aynı zamanda teleskopla gözlemlediğimizde dikkatlerimizden kaçmayacak derecede kendini fark ettiren bir galaksimiz daha vardır ki; o da malumunuz adından sıkça sözü edilen güneş sisteminin de içine dâhil olduğu Samanyolu galaksisinden başkası değildir elbet. İşte sıkça adından söz ettirip dillere destan olmuş bu söz konusu galaksimiz adını İngilizce süt beyaz olarak anlamlandırdığı gibi bu arada gökyüzünü adeta saman alevi misali bir uçtan bir uca spiral kollarıyla sarıp sarmalaması hasebiyle adını altın harflerle samanyolu olarak da anlamlandırmıştır. Öyle ki spiral kuşak görünümünde ki bu samanyolu galaksimiz kolları arasına aldığı halkaları içerisinde uydumuz olarak konumlanan ay parçamız dünyanın etrafında seyr-i âlem eyleyerekten adeta ilahi aşkla kendinden geçerken, dünyamız da uydusunun bu kendinden geçişine karşılık seyirci kalmayıp o da güneşin etrafında seyr-i âlem eyleyerekten ilahi aşkla kendinden geçmektedir adeta. Malumunuz aydınlık lambamız güneşimiz de Samanyolunun tam merkezinde seyr-i âlem eyleyerekten ilahi aşkla kendinden geçmektedir.

Samanyolu hakkında bize kısaca en son söylenilecek söz nedir diye sual edildiğinde buna cevaben; o bağrında taşıdığı 200 milyar yıldızıyla, spiral görünümüyle, saman alevi rengine bürünmüş kıvılcımıyla, gönlümüzde yaktığı ateşiyle, gök kubbede baki kalan ancak hoş seda imiş edasıyla gönül dünyamızı ferah kılan ve aynı zamanda ışık saçan kandilimizdir demek kâfi olsa gerektir. Yok, eğer bu kadarı kelam kâfi değildir deniliyorsa bilsinler ki onu uzun uzadıya anlatmaya ne vakit yeter, ne ufkumuz yeter, ne de işin içinden çıkmaya gücümüz yeter. Nitekim işin ucundan kıyısında şöyle irdelemeye çalıştığımızda bir yandan spiral galaksilerin simetrik kollarında genç ve parlak yıldızların varlığını sezinlemiş oluruz, diğer yandan ise tam merkezinde diyebileceğimiz koordinatlarda konumlanmış yaşlı ve kırmızı cinsten devasa büyüklükte yıldızların varlığını sezinlemiş oluruz. Birde tüm bunların ötesinde bu işi daha da derinlemesine irdelediğimizde bu kez yaşlısı genci hiç fark etmez her ikisinin de tıpkı iki cüce Macellan bulutları galaksisi gibi Samanyolu gökadasının büyüsüne kapılaraktan Mevlevi semazenlerini aratmayacak derecede etrafında pervane olduklarını sezinlemiş oluruz. Bu arada unutmayalım ki pervane olan sadece galaksiler değil, buna bizatihi Samanyolu galaksimizin bile dâhil olduğu ve onunla birlikte diğer on üzeri dokuz sayıda (1000.000.000) galaksinin de eşlik ettiğini belirtmekte fayda vardır. Hatta bu arada söz konusu eşlikçi galaksilere bağlı on üzeri on bir sayıda (1000.000.000.00) yıldızların da eşlik edip adeta tavaf eyledikleri gerçeğini de unutmamakta fayda vardır elbet. Önümüze konulan rakamlar her ne kadar dudak uçurtsa da öyle anlaşılıyor ki kâinat zerreden küreye çok sesli senfoni orkestrasını aratmayacak şekilde iç içe halkalardan müteşekkil bir döngü âlem içerisinde seyr-i âlem eylediği gerçeğini unutturmayacaktır. Belli ki iç içe geçmiş bu çok sesli senfoni âlem karşılıklı pek çok kuvvetlerin muvazenesine dayalı vahdet sırrınca tek merkezden yürütülmektedir. Zira tek merkezden yürütülüp de kullanılan hidrojen, helyum, karbon gibi vs. tüm maddelere baktığımızda Yaratıcı güç Yüce Allah (c.c) tarafından tüm evrene Muhsin ismi yüzü suyu hürmetine pay edilmiş durumda olduğunu görürüz. Kullanılan tüm tek bir merkezden pay edilmesi, yani kullanılan enstrümanların kaynağının bir olması yaratıcı gücün bir olduğuna işarettir zaten. Kelimenin anlamıyla bu demektir ki yaratılıştaki kaynak bir olmasına bir, ancak pay edilmiş ürünler çeşit çeşit olması hasebiyle kesrettir, yani farklılık arz etmekte. Bu çeşitlilik ve kesret hali evrimcilerin iddia ettikleri gibi asla bir evrimleşme hadisesi değildir. Bilakis birbirinden farklı yıldız ve galaksi toplulukların her birinin biri biriyle veya ötekinin bir diğer ötekiyle evrimleşmeksizin birbirinden bağımsız bir şekilde tek merkezden orijinal haliyle yaratılmış seyyarelerdir. Üstelik her bir seyyare yaratılışından bugüne bilhassa evrimcileri çatlatırcasına değişikliğe uğramaksızın yıkılmadım ayaktayım dercesine gök kubbede nevirlerini döndürecek şekilde seyr-i âlem eylemeye devam etmektelerdir. Besbellidir ki aralarında ki onca çeşitlilik hem Allah’ın yarattığı hazinelerinin bitip tükenmek bilmeyen zenginliğine işaret hem de kesretten vahdete giden bir rotaya işarettir. Ve bu şöyle bilinsin ki, kâinatta var olan “Çokluk içinde birlik” tüm güzelliğiyle insanlığı kıyamete dek selamlamaya devam edecektir. Ve dahi onca sayısız çeşitliliğin hâkim olduğu kâinat sarayında konumlanmış her bir seyyarenin aralarında herhangi bir yol karışıklığına ve yol ihlaline meydan vermeksizin bir plan dâhilinde kendi yörüngelerinde nizam-ı âlem çerçevesinde seyir halinde olmaları bilim dünyasını bile hayretler içerisinde bırakmaya yetiyor. Derken kâinat sarayında 100 milyar yıldızın Samanyolu galaksinin o muhteşem ahengi karşısında yediden yetmişe hemen herkes şaşkınlığını gizleyemeyip eninde sonunda kendi kendine ‘Allah’ demek zorunda kalacağı muhakkak. Gönül ister ki insanoğlu ta baştan uyanıp Allah demiş olsun. Nitekim Yüce Allah (c.c) yarattığı bu muhteşem düzen karşısında insanoğlunun vakit kaybetmeksizin bir an evvel uyanması için hem “Üstlerindeki göğe hiç te bakmazlar mı? Onu yıldızlarla nasıl donattık! Onun hiçbir gediği yok?” (Kaf, 6) ayet mealiyle uyarmakta hem de “O Allah’tır ki yedi (kat) gök yaratmış, arzdan da (yerden de) onların mislini yaratmıştır” (Talâk,12) ayet mealiyle de bu gerçeğe işaret buyurmaktadır. Gerçekten de Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ayetin gereği olarak gökyüzü biz aciz kullar için bir yandan hoş seda kubbemiz olurken tüm yeryüzü ise nakış nakış işlenmiş kilimimiz olmuştur. Hakeza bir yandan yıldız fenerlerimiz başımızın tacı olarak lambada titreyen kandillerimiz olurken, bir yandan bitkilerde fotosentez ve gıda kaynağımız olmakta. Hiç kuşkusuz canlı âlem olarak hayvanatta etimiz, sütümüz, yağımız, yünümüz, bineğimiz vs. olmak için varlardır. İşte bu ve benzer uyanışımıza vesile olacak örneklerden hareketle bakın İmam-ı Gazali Hz.leri bu hususlarda gök kubbe âlemine bakmakta on fayda olduğunu bizlere şöyle hatırlatır da:

“ -Üzüntüleri ve kederleri azaltır.

-Kalplerdeki vesveseleri giderir.

-Korku ve endişeyi giderir.

-Cenab-ı Hakkı hatırlatır.

-Kalbe Allah-ü Teâlâ’nın büyüklüğünü yerleştirir.

-Gönüllerde olan adi fikirleri kaldırır.

-Aşk hastalığına müptela olanlara şifa verir.

-Hasretlilere teselli verir.

-Sevenlere arkadaş olur.

-Allah-u Teâlâ’ya yalvaranların el açtığı dergâhtır” (Bkz. Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, İ.Gazali, Dedekorkut yayınları,1978)

Evet, insanoğlu bu söz konusu mavi gök kubbede titreyen yıldızlara (pulsarlar), gök adalarına, nebulalara, çift yıldızlara ve dahi nice eşsiz güzellikteki gök kilimlerine serpiştirilmiş nakışlara tefekkür gözüyle baktıkça hem istikametiyle buluşmasına vesile yol pusulası edinmiş olacak, hem de Esma’ül Hüsna (Allah’ın 99 ismi) tecellileri hürmetine “O hareli yollara (muhtelif yolları hâvi olan) sahip gök hakkı için. Şüphe yok ki, siz muhtelif söz içinde bulunmaktasınız” (Zâriyât Suresi, 7-8) ayetine muhatap olmakla şayet insanoğlu yolundan sapmazsa huzur bulacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz madem O’na ulaşmak için tüm kâinatta bin bir türlü vesile pusulalar ve yollar halk edilmiş, o halde o kutlu yolculara bizden “Yolunuz açık, Allah yar ve yardımcınız olsun” demek düşer.

Velhasıl-ı kelam; Şükür kavuşturana.

Vesselam.
 
Üst