dedekorkut1
Doçent
YILDIZLAR ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere mikro âlemde hadronlar olarak bilinen bileşikleri oluşturan en küçük parçacıklar ‘kuarklar’ diye tanımlanır. Örnek mi? İşte atom çekirdeğinin bileşenleri diyebileceğimiz proton ve nötron bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine evrenin en uzak köşelerinde, yani bizden on milyar ışık yılı ötesinde konumlanan alanlarda yüksek enerjiyle parlayan galaksiler ise ‘kuasarlar’ olarak tanımlanır. Ayrıca hemen her galakside ortalama sayıca 200 milyar adet olduğu düşünülen, aynı zamanda yaşadığımız dünyadan bulutsuz havalarda gecenin karanlığında baktığımızda başımızın üzerinde her daim ışıl ışıl parlayan gök fenerlerimiz ise ‘yıldız’ olarak tanımlanır. Örnek mi? İşte Güneş sisteminin içerisinde yer alan Samanyolu Gökadasında ki en az yüz milyarları aşan sayıda olduğu tahmin edilen uçsuz bucaksız yıldız kümeler topluluğunun her biri bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.
Evet, yıldızlara geçmişten günümüze bakışımız hep gökteki ışık fenerlerimiz şeklinde olmuştur. Şayet bu bakışımızı tersinden okumaya kalkıştığımızda ise biliniz ki yıldızlara bakışımız hem nitelik bakımdan hem de nicelik bakımdan kayda değer bir bakış olmayacaktır. Hem kaldı ki bakış açımıza nicelik ve nitelik kazandırmaya çalışsak da şu bir gerçek yıldızların mahiyetine tam manasıyla vakıf olamayız zaten. Zira gök kubbe de parlayan her bir yıldız fenerinin kesin kes sayıca ne kadar olduğuna dair en ufak bir malumat ya da ne kadar enerji tükettiğine dair herhangi bir bilgi birikimine sahip olmak tüm matematik hesaplamaların fevkinde ufkumuzun alamayacağı bir durumdur. Hele ki bize bir diğer karmaşık gibi gelen gök cimlerinden kuasarların (gök adalarının merkezinde bulunan ve adından aşırı derecede parlak gök ada çekirdekleri olarak söz ettiren gök cisimleri) bir saniyede tükettikleri enerjilerinin neredeyse tüm dünyanın total enerji ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğunu göz önünde bulundurduğumuz da elbette ki her bir yıldız fenerinin niteliğine ve niceliğine akıl havsalamızın almaması son derece gayet tabiidir. Keza sistemine tabii olduğumuz Samanyolu galaksisinin toplamda yaydığı ışığın yüz misli kadar kapasitede olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurduğumuzda aynı tabloyla karşılaşırız. Yine de her şeye rağmen hızla gelişen teknolojik gelişmelere paralel olarak üretilen her bir devasa büyüklükte optik ve radyo teleskoplar sayesinde gelinen notada eskiye nazaran bizden fersah fersah kat be kat en uzak uç noktalarda parlayan yıldızlar hakkında bile ipuçlarını yakalayacak bilgi kırıntılarına vakıf oluna biliniyor artık. Bilgi kırıntısı da olsa yıldızların sırlarına bir bir vakıf olundukça en yakınımızdan başlayarak edindiğimiz bilgilerin netleştiğini görebiliyoruz. Nitekim milyarlarca yıldız arasında şimdilik dünyaya en yakın olanının Daroxima Centauri ve Alpha Centouriler (Alfa Centur) denilen yıldızlar olduğu bilgimizin netlik kazandığı gibi söz konusu yıldızların bize olan uzaklığının güneşin uzaklığından 270 bin defa daha uzak olduğu bilgisine de vakıf olmuş durumdayız. Bu arada bilgisini edindiğimiz yıldızların uzaklık mesafeleriyle ilgili rakamlar her ne kadar dudak uçurtucu rakamlar olsa da sonuçta bize en yakın yıldızın ışığı dünyamıza gelişi takriben 4,5 yılı bulduğu bilgisini edinmek bile kayda değer bir kazanımdır. Mesela yine yakından uzağa dudak uçurtucu rakamlar deryasına daldığımızda Sirius yıldızına ait ışığın dünyaya gelişinin 8,5 seneyi bulduğu, biraz ötede konumlanan Aldebaran denen kırmızı dev yıldıza ait ışığın dünyaya gelişinin 50 seneyi bulduğu, biraz daha ötelerde konumlanan Procyon ve Rigel gibi yıldızlara ait ışıklarınsa dünyaya gelişlerinin 540 seneyi bulduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Tabii tüm bu edindiğimiz bilgiler bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela diğer edinilen bilgilere ve bulgulara bir göz attığımızda:
-Bizim gözümüzde en büyük yıldız olarak algıladığımız Güneşin bikere her şeyden önce dünyada yer alan hiçbir enerji kaynağına benzemeyen devasa bir nükleer santralı olduğunu gözlemlemiş oluruz. Tabii bunu gözlemlememiz iyi hoşta, ancak bu arada kafamızı kurcalayan bir husus var ki, o da tüm matematiksel hesaplamalara dayanarak güneşin ortaya çıkışıyla birlikte üzerinden 4380 yıl sonrasında tüm yakıtının tükenmesi lazım gelirken, bir bakıyorsun evdeki hesap çarşıya uymaz misali hala bugün olmuş ışığıyla bizi aydınlatıyor olmasıdır. Böylesi bir durumda elbette ki kafamız karışır, hep baştan beri güneşe yakıt tankı gözüyle bakmışız çünkü. Oysaki güneş bir yakıt tankı olmanın ötesinde ayrıca doğal akışında kendini yenileyerekten kendine özgü çok kuvvetli çekim gücü enerjisiyle her daim varlığını koruyabilen, yine kendine özgü bir şekilde dıştan içe doğru kromosfer, fotosfer, güneş lekeleri, radyasyon bölgeleri, çekirdek tabakalarından oluşan ne sıvı ne de katı diyebileceğimiz türden % 81,76 oranında hidrojen ve % 18,7 oranında helyum gazlarını bünyesinde taşıyan devasa bir gaz kütlesinin ta kendisi enerji bir kaynağımızdır. Hatta bu devasa boyutta gaz kütlesinin içerisine karbon, oksijen, magnezyum, silikon, potasyum, vanadyum, kobalt ve bakır gibi sıfır virgüllü düşük oranlarda bulunan elementleri de hesaba kattığımızda kıyamet gününe kadar tükenmek bilmeyen öz enerjisiyle birlikte dünyamızı daha çok aydınlatacak demektir. Derken gelinen noktada güneşe bakışımız gök kubbede hep bizi selamlayaraktan yaradılışından bugüne tüm canlı cansız varlıkları ve insanlığı ısı, ışık ve enerji kaynağı olması hasebiyle tüm yıldızlar içerisinde en favori aydınlık yıldızımız veya aydınlık lambamız olduğunun bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemimizde canlıların temel yapı taşını oluşturan hücrelerin varlığından hareketle yıldız ve galaksilerin mayasını nebülöz denilen gaz ve toz bulutların oluşturduğu gerçeğini gözlemlemiş oluruz. Dahası bu ve buna benzer gözlemlerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında 15 milyar önce değim yerindeyse kâinat ağacı toplu iğne başı büyüklüğünde kozmik bir embriyo halden yüksek ısı radyasyonları altında küre şekline bürünerek tıpkı anne karnında bebeğin gelişme evrelerine benzer bir süreci tamamlamasıyla birlikte galaksilerin meydana geldiğini idrak etmiş oluruz. Tabii gözlemlemek iyi hoşta, tüm bunlar armut piş ağzıma düş misali bir anda gözlemleyeceğimiz türden oluşumlar değildir. Dolayısıyla unutmamak gerekir ki iğne başı büyüklüğündeki kozmik yumurta içeren program gereği gaz ve toz yığınların yoğunlaşıp yıldızları oluşturabilmesi için en az yarım milyonluk bir süreye ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüzde bu uzun vade gerektiren gözlemimizi de bir kenara not düşmemiz gerektir. Böylece tüm bu uzun vadeli gözlemler eşliğinde yarım milyon içerisinde tozlar, yoğunlaşa yoğunlaşa birbirinden farklı desenlerle donatılmış uçsuz bucaksız devasa büyüklükteki feza alanına yayılmış yıldızlar olarak doğuvereceklerinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemleyeceğimiz bir diğer gök cisimlerinden Galaksilerinde tıpkı insan kalbi gibi ritmik atan pulsarlara (atarca) sahip olduğu gerçeğinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla bağrında yüz milyarlarca yıldız barındıran galaksilerden yalnız yüz tanesinin ancak ışık saçabilecek nitelikte olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ki, yukarıda konumuzun başında yüksek enerjiyle parladığını belirttiğimiz bu söz konusu oluşumlar adına kuasarlar denen galaksilerden başkası değildir. Nitekim bir kısım bilim adamları bu ışık saçabilecek nitelikte ki bu tür galaksiler için yeni doğmuş yıldızın kalbi olarak isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz. Keza bir kısım bilim adamları da günümüzde moda tabirle yeniden beyaz sayfa açma ifadesine benzer bir ifadeyle ‘beyaz delikler’ diye isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla uzay araştırmalarının ortaya koyduğu verilerden hareketle vakti zamanı geldiğinde kocaman devasa galaksileri bile tıpkı bir ahtapot gibi kollarının içine alaraktan yutup yok edecek türden bir nesnel sistemin varlığının bilgisini edinmiş oluruz. Her ne kadar kendilerini teleskoplarla görülmeyecek derecede gözlemleme imkânımız olmasa da bilim dünyasında adından sıkça konuşulduğu artık bir sır değil bilinen bir gerçekliktir. Ki, hakkında sıkça konuşulup varlığından sözü edilen bu gizemli varlıklar beyaz deliklerin zıddı bir vazife üstlenmiş diyebileceğimiz türden ‘kara delikler’den başkası değildir elbet. Gerçekten de böylesi bir gizemli sistemin varlığından haberdar olunması hem uzaycılık adına kayda değer bilgi devrimidir bu, hem de bilhassa inananlar açısından beyaz deliklerle yeniden doğuşu hatırlatan bir bilgi edinimi olurken kara deliklerle de yok oluşu (kıyameti) hatırlatan bir bilgi edinimi olur.
Hiç kuşkusuz yukarıda ki gözlemlerimiz eşliğinde edindiğimiz bilgilerimizi gölgede bırakacak derecede asıl kayda değer bilgi edinişimiz aydınlık güneşimizin her daim başyıldız oluşunu elinde tutmasıdır. Hem başyıldız makamını elinde tutmasın ki, baksanıza bağrında taşıdığı her an patlamaya hazır halde binlerce hidrojen atomunun helyuma dönüşümünü gerçekleştirmesi sayesinde sanki “kükremiş bir sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” şeklinde meydan okurcasına tüm gezegenlere hem ısı hem ışık yayan yıldız lider olarak her daim dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki aydınlık güneşimiz başyıldız lider olmanın ötesinde birde üstüne üstük dünya sathında tüm canlı cansız varlıkların enerji kaynağıdır da. Nitekim büyük bir özveriyle bağrından saldığı birçok kozmik ışınlar (uzaya salınan atom çekirdekleri), güneş rüzgârları (elektrik yüklü iyonize parçacıklar) ve elektro manyetik radyasyonlar (x ışınları, infrared (kızılötesi), ultraviyole ışınları, radyo dalgaları) vs. hepsinin temel dayandığı kaynak nokta güneştir. Bu arada unutmayalım ki dışı seni, içi beni yakar misali görünmeyen ışık diye tabir edilen X ışınları ise güneşin iç kısmını kaplar halde adeta kozmik oda görevi konumunda bir işlev görmekte. Dolayısıyla bu iç kuytu bölmeden güneşe görünmeyen karanlık oda açısından baktığımızda aslında güneşin aydınlık değil karanlık yapıya bürünmüş bir yıldız olduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Nitekim öyledir de. Öyle ya, madem içyapısı itibariyle karanlık bir yıldız, o halde güneşi bu durumda görünen kılan nedir sorusu ister istemez kafamızı kurcalaması kaçınılmaz kılacaktır. İşte kafamızı kurcalayacak bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz X ışınlarının merkezden dışa doğru ilerledikçe frekans değişikliğine uğrayarak görünen ışın ve mor ötesi denilen ultraviyole ışın bandına dönüşümü marifetinde gizlidir. Bu öyle marifet dönüşümüdür ki, iç dünyasında akkor kesilerekten zifiri karanlığa büründüğünü sandığımız kozmik âlem aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bir bakıyorsun etrafına ışık saçan aydınlık âlem olabiliyor. Nedir aradan geçen o aydınlığa giden yoldaki zaman dilimi dendiğinde, elbette ki üzerinden bir milyon yıldan fazla X ışınlarının içten dışa doğru geçişteki süreci kapsayan bir zaman dilimidir. Aslında bu bir anlamda daha yeni evimizin penceresinden içeri girdiğini sandığımız ışık huzmesinin meğer bir milyon öncesine ait bir ışık huzmesinin ta kendisini gösteren bir süreçtir bu. Üstelik bu ışık huzmesi evimizin penceresinden içeri girene kadarda bin bir türlü işlemlerden geçerek girmekte. Nasıl mı? Baş ışık kaynağımız güneşten yayılan ışınlar bir yandan filtre edilirken, diğer yandan da atmosferde renk ayırımına tabi tutulmakta. İyi ki de güneşimiz belirli işlemlerden geçmekte, işte görüyorsunuz başımızı yerden kaldırıp gökyüzüne baktığımızda gök kubbe renginin ne olduğundan daha parlak görünümünde bir gök kubbe, ne de normal ışık şiddetinin dışında bir ışık şiddetine maruz kalmış bir gök kubbedir. Dahası Yüce Yaratıcı ilahi gücün takdiriyle ölçülmüş biçilmiş bir plan dâhilinde renk skalasından ışık şiddetine hemen her şey yerli yerinde ayarlanmış bir feza âleminin ta kendisi bir nizam-ı âlemdir bu. Böylesi mükemmel nizam karşısında Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize şayet güneşten gelen ışık huzmeleri atmosferde bin bir türlü işlemlerden geçmeden direk olarak inmiş olsaydı kim bilir halimiz nice olurdu. En basitinden yeryüzünde yaşayan her canlının gören gözleri filtre edilmeyen ışınlar karşısında bozulup kör olacaktı.
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere mikro âlemde hadronlar olarak bilinen bileşikleri oluşturan en küçük parçacıklar ‘kuarklar’ diye tanımlanır. Örnek mi? İşte atom çekirdeğinin bileşenleri diyebileceğimiz proton ve nötron bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine evrenin en uzak köşelerinde, yani bizden on milyar ışık yılı ötesinde konumlanan alanlarda yüksek enerjiyle parlayan galaksiler ise ‘kuasarlar’ olarak tanımlanır. Ayrıca hemen her galakside ortalama sayıca 200 milyar adet olduğu düşünülen, aynı zamanda yaşadığımız dünyadan bulutsuz havalarda gecenin karanlığında baktığımızda başımızın üzerinde her daim ışıl ışıl parlayan gök fenerlerimiz ise ‘yıldız’ olarak tanımlanır. Örnek mi? İşte Güneş sisteminin içerisinde yer alan Samanyolu Gökadasında ki en az yüz milyarları aşan sayıda olduğu tahmin edilen uçsuz bucaksız yıldız kümeler topluluğunun her biri bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.
Evet, yıldızlara geçmişten günümüze bakışımız hep gökteki ışık fenerlerimiz şeklinde olmuştur. Şayet bu bakışımızı tersinden okumaya kalkıştığımızda ise biliniz ki yıldızlara bakışımız hem nitelik bakımdan hem de nicelik bakımdan kayda değer bir bakış olmayacaktır. Hem kaldı ki bakış açımıza nicelik ve nitelik kazandırmaya çalışsak da şu bir gerçek yıldızların mahiyetine tam manasıyla vakıf olamayız zaten. Zira gök kubbe de parlayan her bir yıldız fenerinin kesin kes sayıca ne kadar olduğuna dair en ufak bir malumat ya da ne kadar enerji tükettiğine dair herhangi bir bilgi birikimine sahip olmak tüm matematik hesaplamaların fevkinde ufkumuzun alamayacağı bir durumdur. Hele ki bize bir diğer karmaşık gibi gelen gök cimlerinden kuasarların (gök adalarının merkezinde bulunan ve adından aşırı derecede parlak gök ada çekirdekleri olarak söz ettiren gök cisimleri) bir saniyede tükettikleri enerjilerinin neredeyse tüm dünyanın total enerji ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğunu göz önünde bulundurduğumuz da elbette ki her bir yıldız fenerinin niteliğine ve niceliğine akıl havsalamızın almaması son derece gayet tabiidir. Keza sistemine tabii olduğumuz Samanyolu galaksisinin toplamda yaydığı ışığın yüz misli kadar kapasitede olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurduğumuzda aynı tabloyla karşılaşırız. Yine de her şeye rağmen hızla gelişen teknolojik gelişmelere paralel olarak üretilen her bir devasa büyüklükte optik ve radyo teleskoplar sayesinde gelinen notada eskiye nazaran bizden fersah fersah kat be kat en uzak uç noktalarda parlayan yıldızlar hakkında bile ipuçlarını yakalayacak bilgi kırıntılarına vakıf oluna biliniyor artık. Bilgi kırıntısı da olsa yıldızların sırlarına bir bir vakıf olundukça en yakınımızdan başlayarak edindiğimiz bilgilerin netleştiğini görebiliyoruz. Nitekim milyarlarca yıldız arasında şimdilik dünyaya en yakın olanının Daroxima Centauri ve Alpha Centouriler (Alfa Centur) denilen yıldızlar olduğu bilgimizin netlik kazandığı gibi söz konusu yıldızların bize olan uzaklığının güneşin uzaklığından 270 bin defa daha uzak olduğu bilgisine de vakıf olmuş durumdayız. Bu arada bilgisini edindiğimiz yıldızların uzaklık mesafeleriyle ilgili rakamlar her ne kadar dudak uçurtucu rakamlar olsa da sonuçta bize en yakın yıldızın ışığı dünyamıza gelişi takriben 4,5 yılı bulduğu bilgisini edinmek bile kayda değer bir kazanımdır. Mesela yine yakından uzağa dudak uçurtucu rakamlar deryasına daldığımızda Sirius yıldızına ait ışığın dünyaya gelişinin 8,5 seneyi bulduğu, biraz ötede konumlanan Aldebaran denen kırmızı dev yıldıza ait ışığın dünyaya gelişinin 50 seneyi bulduğu, biraz daha ötelerde konumlanan Procyon ve Rigel gibi yıldızlara ait ışıklarınsa dünyaya gelişlerinin 540 seneyi bulduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Tabii tüm bu edindiğimiz bilgiler bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela diğer edinilen bilgilere ve bulgulara bir göz attığımızda:
-Bizim gözümüzde en büyük yıldız olarak algıladığımız Güneşin bikere her şeyden önce dünyada yer alan hiçbir enerji kaynağına benzemeyen devasa bir nükleer santralı olduğunu gözlemlemiş oluruz. Tabii bunu gözlemlememiz iyi hoşta, ancak bu arada kafamızı kurcalayan bir husus var ki, o da tüm matematiksel hesaplamalara dayanarak güneşin ortaya çıkışıyla birlikte üzerinden 4380 yıl sonrasında tüm yakıtının tükenmesi lazım gelirken, bir bakıyorsun evdeki hesap çarşıya uymaz misali hala bugün olmuş ışığıyla bizi aydınlatıyor olmasıdır. Böylesi bir durumda elbette ki kafamız karışır, hep baştan beri güneşe yakıt tankı gözüyle bakmışız çünkü. Oysaki güneş bir yakıt tankı olmanın ötesinde ayrıca doğal akışında kendini yenileyerekten kendine özgü çok kuvvetli çekim gücü enerjisiyle her daim varlığını koruyabilen, yine kendine özgü bir şekilde dıştan içe doğru kromosfer, fotosfer, güneş lekeleri, radyasyon bölgeleri, çekirdek tabakalarından oluşan ne sıvı ne de katı diyebileceğimiz türden % 81,76 oranında hidrojen ve % 18,7 oranında helyum gazlarını bünyesinde taşıyan devasa bir gaz kütlesinin ta kendisi enerji bir kaynağımızdır. Hatta bu devasa boyutta gaz kütlesinin içerisine karbon, oksijen, magnezyum, silikon, potasyum, vanadyum, kobalt ve bakır gibi sıfır virgüllü düşük oranlarda bulunan elementleri de hesaba kattığımızda kıyamet gününe kadar tükenmek bilmeyen öz enerjisiyle birlikte dünyamızı daha çok aydınlatacak demektir. Derken gelinen noktada güneşe bakışımız gök kubbede hep bizi selamlayaraktan yaradılışından bugüne tüm canlı cansız varlıkları ve insanlığı ısı, ışık ve enerji kaynağı olması hasebiyle tüm yıldızlar içerisinde en favori aydınlık yıldızımız veya aydınlık lambamız olduğunun bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemimizde canlıların temel yapı taşını oluşturan hücrelerin varlığından hareketle yıldız ve galaksilerin mayasını nebülöz denilen gaz ve toz bulutların oluşturduğu gerçeğini gözlemlemiş oluruz. Dahası bu ve buna benzer gözlemlerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında 15 milyar önce değim yerindeyse kâinat ağacı toplu iğne başı büyüklüğünde kozmik bir embriyo halden yüksek ısı radyasyonları altında küre şekline bürünerek tıpkı anne karnında bebeğin gelişme evrelerine benzer bir süreci tamamlamasıyla birlikte galaksilerin meydana geldiğini idrak etmiş oluruz. Tabii gözlemlemek iyi hoşta, tüm bunlar armut piş ağzıma düş misali bir anda gözlemleyeceğimiz türden oluşumlar değildir. Dolayısıyla unutmamak gerekir ki iğne başı büyüklüğündeki kozmik yumurta içeren program gereği gaz ve toz yığınların yoğunlaşıp yıldızları oluşturabilmesi için en az yarım milyonluk bir süreye ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüzde bu uzun vade gerektiren gözlemimizi de bir kenara not düşmemiz gerektir. Böylece tüm bu uzun vadeli gözlemler eşliğinde yarım milyon içerisinde tozlar, yoğunlaşa yoğunlaşa birbirinden farklı desenlerle donatılmış uçsuz bucaksız devasa büyüklükteki feza alanına yayılmış yıldızlar olarak doğuvereceklerinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemleyeceğimiz bir diğer gök cisimlerinden Galaksilerinde tıpkı insan kalbi gibi ritmik atan pulsarlara (atarca) sahip olduğu gerçeğinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla bağrında yüz milyarlarca yıldız barındıran galaksilerden yalnız yüz tanesinin ancak ışık saçabilecek nitelikte olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ki, yukarıda konumuzun başında yüksek enerjiyle parladığını belirttiğimiz bu söz konusu oluşumlar adına kuasarlar denen galaksilerden başkası değildir. Nitekim bir kısım bilim adamları bu ışık saçabilecek nitelikte ki bu tür galaksiler için yeni doğmuş yıldızın kalbi olarak isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz. Keza bir kısım bilim adamları da günümüzde moda tabirle yeniden beyaz sayfa açma ifadesine benzer bir ifadeyle ‘beyaz delikler’ diye isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla uzay araştırmalarının ortaya koyduğu verilerden hareketle vakti zamanı geldiğinde kocaman devasa galaksileri bile tıpkı bir ahtapot gibi kollarının içine alaraktan yutup yok edecek türden bir nesnel sistemin varlığının bilgisini edinmiş oluruz. Her ne kadar kendilerini teleskoplarla görülmeyecek derecede gözlemleme imkânımız olmasa da bilim dünyasında adından sıkça konuşulduğu artık bir sır değil bilinen bir gerçekliktir. Ki, hakkında sıkça konuşulup varlığından sözü edilen bu gizemli varlıklar beyaz deliklerin zıddı bir vazife üstlenmiş diyebileceğimiz türden ‘kara delikler’den başkası değildir elbet. Gerçekten de böylesi bir gizemli sistemin varlığından haberdar olunması hem uzaycılık adına kayda değer bilgi devrimidir bu, hem de bilhassa inananlar açısından beyaz deliklerle yeniden doğuşu hatırlatan bir bilgi edinimi olurken kara deliklerle de yok oluşu (kıyameti) hatırlatan bir bilgi edinimi olur.
Hiç kuşkusuz yukarıda ki gözlemlerimiz eşliğinde edindiğimiz bilgilerimizi gölgede bırakacak derecede asıl kayda değer bilgi edinişimiz aydınlık güneşimizin her daim başyıldız oluşunu elinde tutmasıdır. Hem başyıldız makamını elinde tutmasın ki, baksanıza bağrında taşıdığı her an patlamaya hazır halde binlerce hidrojen atomunun helyuma dönüşümünü gerçekleştirmesi sayesinde sanki “kükremiş bir sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” şeklinde meydan okurcasına tüm gezegenlere hem ısı hem ışık yayan yıldız lider olarak her daim dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki aydınlık güneşimiz başyıldız lider olmanın ötesinde birde üstüne üstük dünya sathında tüm canlı cansız varlıkların enerji kaynağıdır da. Nitekim büyük bir özveriyle bağrından saldığı birçok kozmik ışınlar (uzaya salınan atom çekirdekleri), güneş rüzgârları (elektrik yüklü iyonize parçacıklar) ve elektro manyetik radyasyonlar (x ışınları, infrared (kızılötesi), ultraviyole ışınları, radyo dalgaları) vs. hepsinin temel dayandığı kaynak nokta güneştir. Bu arada unutmayalım ki dışı seni, içi beni yakar misali görünmeyen ışık diye tabir edilen X ışınları ise güneşin iç kısmını kaplar halde adeta kozmik oda görevi konumunda bir işlev görmekte. Dolayısıyla bu iç kuytu bölmeden güneşe görünmeyen karanlık oda açısından baktığımızda aslında güneşin aydınlık değil karanlık yapıya bürünmüş bir yıldız olduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Nitekim öyledir de. Öyle ya, madem içyapısı itibariyle karanlık bir yıldız, o halde güneşi bu durumda görünen kılan nedir sorusu ister istemez kafamızı kurcalaması kaçınılmaz kılacaktır. İşte kafamızı kurcalayacak bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz X ışınlarının merkezden dışa doğru ilerledikçe frekans değişikliğine uğrayarak görünen ışın ve mor ötesi denilen ultraviyole ışın bandına dönüşümü marifetinde gizlidir. Bu öyle marifet dönüşümüdür ki, iç dünyasında akkor kesilerekten zifiri karanlığa büründüğünü sandığımız kozmik âlem aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bir bakıyorsun etrafına ışık saçan aydınlık âlem olabiliyor. Nedir aradan geçen o aydınlığa giden yoldaki zaman dilimi dendiğinde, elbette ki üzerinden bir milyon yıldan fazla X ışınlarının içten dışa doğru geçişteki süreci kapsayan bir zaman dilimidir. Aslında bu bir anlamda daha yeni evimizin penceresinden içeri girdiğini sandığımız ışık huzmesinin meğer bir milyon öncesine ait bir ışık huzmesinin ta kendisini gösteren bir süreçtir bu. Üstelik bu ışık huzmesi evimizin penceresinden içeri girene kadarda bin bir türlü işlemlerden geçerek girmekte. Nasıl mı? Baş ışık kaynağımız güneşten yayılan ışınlar bir yandan filtre edilirken, diğer yandan da atmosferde renk ayırımına tabi tutulmakta. İyi ki de güneşimiz belirli işlemlerden geçmekte, işte görüyorsunuz başımızı yerden kaldırıp gökyüzüne baktığımızda gök kubbe renginin ne olduğundan daha parlak görünümünde bir gök kubbe, ne de normal ışık şiddetinin dışında bir ışık şiddetine maruz kalmış bir gök kubbedir. Dahası Yüce Yaratıcı ilahi gücün takdiriyle ölçülmüş biçilmiş bir plan dâhilinde renk skalasından ışık şiddetine hemen her şey yerli yerinde ayarlanmış bir feza âleminin ta kendisi bir nizam-ı âlemdir bu. Böylesi mükemmel nizam karşısında Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize şayet güneşten gelen ışık huzmeleri atmosferde bin bir türlü işlemlerden geçmeden direk olarak inmiş olsaydı kim bilir halimiz nice olurdu. En basitinden yeryüzünde yaşayan her canlının gören gözleri filtre edilmeyen ışınlar karşısında bozulup kör olacaktı.