Yıkılsın bu rejimler de...

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bu anlatılanlar, hepimizin müşterek hikayesi değil mi?

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif

Her ülke, kendisini dünyanın en önemli bir konumunda görebilir, ama, beşer tarihinin son bin yılında, ’Balkan- Kafkas - Ortadoğu sacayağı’nı en önemli mıntıka olarak görenler çok yanlış düşünmüyorlar, sanırım..
Son bir haftada bu bölgede olanlara bakacak olursak..
Balkanlar’da, yüzbinlerce insanın sırf müslüman oldukları için dünyanın gözü önünde yıllarca katliâm olunduğu ve ancak Dayton Andlaşması’yla acaib bir yapıya kavuşturulan Bosna yine diken üstünde, bıçak sırtında..
Yunanistan, kendi resmî ağızlarınca da, ekonomik açıdan çöküntünün eşiğinde gösterilirken, kendilerinde, Yunanistan C. Başkanı Karolos Papulyas’ın Ermenistan Başkanı Serj Sarkisyan’a, 18 Ocak günü Atina’ta, diplomatik açıdan söylenmesi son derece zor bir sözü söylemiş olması ve ’İkimiz de aynı barbar tarafından kesildik...’ demesi ve Sarkisyan’ın da, Papulyas’ın ’barbar’ını ’Zor bir komşu’ olarak nitelemesi, sıradan bir hadise değildir..
Ermenistan, uluslararası hukuk bakımından Azerbaycan’a aid olan Dağlık Karabağ üzerindeki 17-18 yıllık fiilî hâkimiyetinden el çekeceğe benzemiyor.. Azerbaycan ise, topraklarının yüzde 20’den fazlası, küçücük Ermenistan tarafından bunca yıldır işgal altında tutulurken, hâlâ, Haydar- İlham Aliyev’ler Hanedanı’nın eski marksist-laik takıntılarından hâlâ da kurtulamamış olarak, kız öğrencilerin okullara İslamî örtüleri içinde giremiyeceklerine dair baskılarını sürdürüyor; İlham Aliyev, kendi hanımının dünyadaki başkan eşleri arasındaki ’en..’lerde, hangi özelliğiyle dünya medyasında öne çıkarılmasına hak verdirten ve kendisine bir çeki-düzen eğilimi göstermeyen durumundan utanç bile duymaksızın..
İran ise, nice zorlamalara, ağır ve çetin ateşle imtihanlar içinde giderek ağırlaşan iç siyasî şartlarına rağmen, 32 yıl öncelerde gerçekleştirdiği İslam İnqılabı’nın yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyor.. Ama, tabiatiyle, karşısına dikilen çetin uluslararası muhalefet ve entrikalarla da boğuşa-boğuşa..
Bu arada, özellikle iki sene önceki cumhurbaşkanlığı seçimleri sonunda yaşanan büyük karışıklıkların tortusu olarak, sosyal hayatın hemen tamamı üzerine abanan ve inkılabın aslî kadroları arasındaki büyük kırgınlıkları, küskünlükleri derin çatlaklıkları gideremediği müddetçe, uluslararası siyaset veya teknoloji alanında ne kadar başarı elde ederse etsin, İran, asıl büyük tehdidi bertaraf etmemiş sayamalıdır, kendisini.. Öte yandan, ulaştığı teknolojik gelişmeler ve hele de nükleer teknoloji alanındaki kazanımlarının resmen ilan ettiği sınırlar içinde kalması halinde, bunun bütün müslüman coğrafyaları için de bir kazanım olacağı açık.. Bugünlerde, İstanbul’da (BM Güvenlik Konseyi’nin 5 Daimî üyesi+ Almanya’nın katılımından oluşan) ’5+1’ grubuyla İran makamları arasında yapılacak olan yeni dönem nükleer teknoloji müzakerelerinin bu konuda yeni ve hayırlı bir merhale oluşturması temennisiyle..
Bu arada İran’ın ısrarlı talebleri sonunda, Irak’da, Malikî başkanlığındaki Hükûmet’in kurulmasıyla, bu ülkenin sosyo-politik hayatı üzerinde hissedilir bir etkinlik kazandığı da görülebilir.. Elbette bu durumun, sadece Amerikan emperyalizmini değil, özellikle İran Körfezi’nin güneyindeki yığınla arab şeyhliklerini ve Suûdî’leri rahatsız ettiği açık.. Nitekim, hemen bütün dünyayı sarsan WikiLeaks sızdırmalarında, ’Suud rejiminin, İran tehlikesine karşı Pakistan’dan iki adet atom bombası satın aldığı’na dair Amerikan Dışişleri Bakanlığı kripto belgelerinin yer alması, sadece bir iddia bile olsa, düşündürücüdür..
Ne var ki, Irak’da kısmen, İran’ın istediği şekilde bir düzenleme yapılmış olsa bile, asıl düzenleyici, Amerikan emperyalizmi olduğundan, her gün patlamalar yine devam ediyor.. Nitekim, Ocak ayının 18-20’si arasında, üç gün içinde meydana gelen büyük patlamalarla, 150’dan fazla insan daha hayatını kaybetmiş bulunuyor..
Ne var ki, bu, o kadar tabiî sayılmaya başlandı ki, B. Amerika’da bir trafik kazasında üç kişinin öldüğü haberi, Bağdad’daki patlamalarda sadece son üç gün içinde 150’den fazla insanın ölmesinden çok daha önemli sayılıyor ve dünya da onunla daha çok ilgileniyor..

Lübnan, bütün Ortadoğu’nun sütunlarını oynatacak gelişmelere gebe..

Bölgedeki önemli bir gelişme de Lübnan’da.. Siyonist İsrail rejiminin kuzeyi başta olmak üzere Lübnan’ın bütününde giderek daha bir etkili güç haline gelen Hizbullah Teşkilatı ile, İran’ın gerçekte Akdeniz’de bir ileri karakol ve sıçrama tahtası, bir iskele başı elde ettiği şeklindeki yorumların bazı çevreleri daha bir korkutması.. Ve sonunda, Hizbullah’ın, Lübnan’da güçbelâ kurulan Sa’d Harirî Hükûmeti’nden çekilerek, Lübnan’ın yeni bir kaosun eşiğine sürüklenmesi, son derece ürkütücü bir gelişme..
Çünkü, kapitalist emperyalizmin Lübnan’daki, Ortadoğu’daki en büyük kasalarından sayıldığı için, 5 sene öncelerde bir suikasdde öldürülen eski başbakanlardan Refik Harirî Cinayeti’ni araştıran BM. Araştırma Komisyonu raporunda Hizbullah’ın suçlanmasını Sa’d Harirî Hükûmeti’nin de kabullenmesi.. Böyle bir durumda, Hizbullah’ın kendisini suçlayan bir Başbakan’ın liderliğindeki bir Hükûmet’te kalması, suçlamaları kabullenmesi demek olurdu.. Üstelik, bu zamana kadar, İran’ın her ikisini de desteklediği Suriye ile Hizbullah da karşı karşıya gelmiş bulunuyor..
Durumu, çözmek için, en etkili isim olarak, Türkiye Başbakanı Tayyîb Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu’nun devreye girmesi’nin ne kadar etkili olduğu/ olacağı ise, henüz bilinmiyor.. Çünkü, Hizbullah’ın Sa’d Harirî ile, yeniden aynı hükûmette yer alması, bu noktaya gelinceye kadar yaptığı kesin kararlı beyanlarından geri adım atması mânasına gelecek ve bu da güvenilirliğine darbe vuracaktır..
Nitekim, başlangıçta yıllarca, Refik Harirî’yi Suriye’nin öldürttüğüne dair iddialarla Suriye’yi yıllarca sıkboğaz eden Amerikan emperyalizminin ve onun harekete geçirdiği uluslararası kamuoyunun, sonunda işi Hizbullah’ın üzerine yıkması üzerine, Hizbullahda, kendisine yakın New TV’de, Sa’d Harirî’nin BM. soruşturma ekibine, açıkça, ’Babamı Suriye’nin öldürdüğüne inanıyorum..’ dediği görüşme metnini yayınladı, 17 Ocak günü..
Ve bu görüşmeler, Hizbullah’ın bir ’ses bombası’ olarak ’patladı’..
’Harirî Suikasdi’ni BM. adına soruşturan (alman) savcıya konuşan Sa’d Harirî’nin, 30 Temmuz 2007 tarihli kayıtta, ’Suriye’nin Lübnan’ın içişlerine 30 yıldır müdahale etmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade eden babasına (Suriye Dışişl. Bak.) Velid Muallim’in, “tehlikeli arazide yürüyorsun” dediği görülüyordu.. Sa’d Harirî’nin, o kayıdda, ayrıca, net olarak, “Eğer bana bunun (suikasdin) neden ve nasıl yapıldığını sorarsanız, sanırım Asaf Şevket ve Mahir (Esad) suikasdin hazırlığında önemli rol oynadı... Ve (Suriye Dev. Başk.) Beşşar (Esad)’ı bu kararı almaya zorladı.” dediği duyuluyordu..
Gerçi, bu sözlerde Hizbullah’ın Suriye’ye karşı açıkça bir suçlaması yoktu, ama, bu suikasd ithamından kendisini güçlükle sıyırabilen Suriye’nin, böyle bir açık ithamla karşı karşıya bırakılmasıyla, Suriye, Lübnan’da ve diğer diplomatik alanlarda, kamuoyunda yeniden güç duruma düşüp, bu da, İran’ın Lübnan dengesindeki en yakın iki müttefikinin birbirine soğuk davranmasını getirebilir..
Sa’d Harirî o kayıdda, BM Özel Temsilcisi Terje Road Larson’la babasının görüşmesine değinerek, Terje babama “dikkatli olun, sizi öldürecekler” dediğini; benzer kayguları, babasına, dönemin Fransa C. Başkanı Jacques Chirac’ın da ilettiğini de söylüyordu..
Fransa, Lübnan için Lübnan, Ortadoğu’ya çıkış kapısı mesabesinde.. Ve bu küçük ülkede Fransız hâkimiyeti sırasında, 1942 yılında yapılan bir sayımda, hrıstiyanlar hepsi birlikte sayılmış; müslümanlar ise, şiî ve sünnî olarak ikiye ayrılıp öyle sayılmışlar ve böylece, en yüksek nüfus kitlesi olarak hristiyanlar gösterilmiş, sünnîler ikinci, şiîler üçüncü ve dürzîler de 4’ncü sırada yer almışlardı.. O zamandan bu yana bir daha sayım da yapılmıyor. Meydana gelen değişiklikler de dikkate alınmıyor ve şiî ve sünnî müslümanların tek bir kitle olarak sayılmaları taleblerine de itibar edilmiyor ve o 70 yıllık sayıma göre, Cumhurbaşkanı, Ordu Komutanı, Dışişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve Merkez Bankası başkanları hristiyanlara veriliyor; Başbakan, mutlaka sünnîlerden seçiliyor, Meclis Başkanı da şiîlerden.. Dürzîlere de her zaman, Hükûmette bir Bakanla temsil hakkı tanınıyor..
Lübnan’ın bu karmaşık yapısının, sadece 1974’lerde başlayıp 20 sene süren ve Lübnan’ın bütün dengelerini alt-üst eden ve ülkeyi bir harabeye çeviren Lübnan İç-Savaşı’ndan sonra değiişimiş olabileceği kabul edilmiyor, emperyalist dünya tarafından.. Ve ortaya çıkabilecek yeni bir buhranın Ortadoğu’da bütün dengeleri de alt-üst edeceği korkusu hemen bütün bölgeyi yeniden sarmış bulunuyor.. Dünya dengelerinin sağlanmasında son yıllarda giderek daha bir etkili konum kazanan Türkiye’nin bu konuya bu kadar ilgi göstermesi de bu tehlikeyi bertaraf etmek için..
*
Bu gelişmeler olurken, son yüzyıllar boyunca, Osmanlı ve İran’la birlikte bölgenin büyük güç odaklarından olan Rusya’nın da devreye girip, Ortadoğu siyasetinde 40 yıl öncelerdeki gibi etkili bir konum elde etmek istemesine şaşmamalı.. Nitekim, Rusya Devlet Başkanı Medvedev, geçen hafta gittiği işgal altındaki Filistin’de, Filistin Devleti’ni resmen tanıması bu yönde atılmış önemli bir adım..

Kimin ne yaptığının belli olmadığı bir ’halk patlaması’nda sadece diktatör değişti, diktatörlük galiba devam edecek gibi..

Bu arada, geçen hafta, Tunus’da bir ’halk (ayaklanması değil) patlaması’ sonunda, 23-24 yıllık iktidarını bırakıp Suûd rejimine sığınan Zeyn’el Âbidin bin Ali’den sonra, ortaya organize bir gücün çıkmaması ve patlamanın sonunda ortaya irili-ufaklı çeşitli grupların çıkması, sadece bir diktatörün değişmesiyle ve amma, diktatörlük rejiminin ayakta kalması gibi bir durumu ortaya çıkarmış bulunuyor.. Ancak, bu rejimin nasıl ayakta tutulacağını kimse bilemiyor.. Nitekim, bütün eski yönetici kadrolar hâlâ konumlarını korumakla ve sadece Zeyn’el Âbidin bin Ali’nin partisinden istifa etmekle durumlarını kurtarabileceklerini düşünüyorlar.. Daha da ilginç olanı, Bin Ali’nin, biraz kendisine gelince, kaçmakla yanlış yaptığını düşünmeye başlamış olması..
Nitekim, kendisine yıllardır başbakanlık yapan Muhammed Gannuşî’ye telefon ederek, ülkeye geri dönmek istediği ve amma, dünkü ’bende’lerinin, kendisine dönüşün kesinlikle mümkün olmadığını bildirdikleri, bizzat M. Gannuşî tarafından açıklanmış bulunuyor.. (Bu Gannuşî’nin 25 sene öncelerin Tunus’undaki ünlü İslamcı lider Râşid Gannûşî ile sadece bir soyadı benzerliği olduğunu da hatırlayalım..)
Gelişmeler şimdilik, Zeyn’el Âbidin bin Ali’nin diktatörlüğünün mukavvadan bir kale olduğunu gösterdiği gibi, ortaya çıkan karmaşanın da, kimin ne yaptığını ve yapacağını bilmediği, sadece herşeyi protesto eden, sıradan bir halk patlaması olduğu gibi bir kanaati pekiştiriyor.. Esasen, yüzlerce insanın öldüğü o karışıklıklar esnasında, cenazeler arkasından, dünyaya hemen hiç bir İslamî bir şiar / sloganın yansımaması da bize birşeyler anlatıyor.. İnsan, 25 sene öncelerde, ’arab kemalisti Burgiba’nın laik diktatörlüğüne o kadar köklü bir alternatif olarak kendisini sosyal hayatta hissettiren İslamcı muhalefetten bugün hiç bir eserin görülmemesi, gerçekten de çok şaşırtıcıdır..
Gerçi, müslüman halkların protestolarının derûnunda İslamî taleblerin, bir potansiyel dinamit olarak daima var olduğu da düşünülebilirdi; ama, Tunus, bu ihtimali zihinlerden en azından şimdilik silmiş bulunuyor... (Ki, bu ihtimali, geçtiğimiz hafta, bu hadiseler üzerine olan yazıda da belirtmeye çalışmış ve örnek olarak Cezayir’i de göstermiştik. O paragrafları tekrarlamakta fayda olsa gerek:
’Cezayir’de 1954-61 arasında, Fransa emperyalizmine karşı verilen ve 1,5 milyondan fazla kurbana mal olan uzuuun ve çetin bir istiklal mücadelesinden sonra kağıd üzerinde kazanılan siyasî istiklalin üzerine abanan (önce) Ahmed bin Bella ve onu yıl sonra deviren Huari Bûmedyen liderliğindeki sosyalist rejimin 30 yıllık tahakkümüne karşı, 1989’da ilk kitlevî muhalefet hareketleri patlak verdiğinde de, ortada hiçbir İslamî taleb veya şiar sözkonusu değildi.. Halkın ilk protestoları, ekmek ve şeker gibi temel gıda maddelerine yapılan zamlara karşı gösteriler olarak sergilenmişti.. Şairin, ‘Aç midelerden doğar, nurtopu ihtilaller.. mısraını hatırlatacak şekilde..
Ama, Cezayir’in müslüman halkı, kısa sürede, İslamî taleblerini de dile getirmeye başlamış ve yapılan seçimlerde, kitleleri Abbas Medenî, Ali Bilhac gibi seçkin liderlerin öncülüğünde ayağa kaldıran ‘Front Islamique Salvation’ (FİS) / İslamî Selamet Cebhesi, seçimlerde büyüz zafer kazanmış ve amma, aynı gece, Cezayirli generaller, emperyalist Batı’nın desteğiyle, demokrasiyi kurtarmak adına, seçim sonuçlarını kanundışı ilan etmiş vemüslüman halk, laik ordu tarafından ve ancak yüzbinlerce müslümanın katledilmesiyle sonuçlanan kanlı bir boğuşma ile sindirilebilmiş ve bir diğer müslüman halk ve ülkesi, kendi orduları tarafından işgal edilmişti, emperyalist değerler adına...’)
Yarınlarda, Tunus’da da müslüman halk, yeniden, günlük kayguların ötesine geçip, hayatı temel değerleriyle şekillendirmek idrakine dönebilir mi; göreceğiz..

Sosyal hadiseler heyecan olmaksızın, sadece robotvarî hareketlerle yönlendirilemez, ama, sadece heyecan da sabun köpüğü gibi olmaz mı?

Sosyal hadiseler heyecanlarla da yönlendirilebilir, ama, sadece heyecan olursa, sonu genelde hüsran olur..
50 yıldır ne heyecanlar gördük..
Çocukluğunda, tuğla-kiremit ocaklarında, çamurların içinde çalışırken, o yoksulluklar içinde bile, Cezayir müslümanlarının Fransız emperyalizmine karşı verdiği o muazzam ayaklanma için hattâ şiirler bile yazan ve o çamur içinde, kızgın güneş altında, işini yaparken bir taraftan da babasına şiirler okuyan bir çocuğu gözönüne getirebilirsiniz..
O yoksulluk ve çaresizlik içinde, o zor çamur işinde, küçük kızını bile çalıştırmak zorunda kalan baba ise, ’Oğlum, biz burada bir somun parası çıkarmak için çalışıyoruz, sen ise bilmem nerelerden sözediyorsun..’ der ve bir hikaye anlatırdı:
’Bak oğlum, bir zamanlar bir ülkede bir sultan varmış.. Birgün halk ona isyan etmiş, Sultan’ı yakalamış..
Zindana götürülürken, Sultan ağlamış..
Halk, ’iktidarını kaybettiğin için mi ağlıyorsun?’ deyince, ’Hayır demiş Sultan, ben bu halk için ağlıyorum..’
’Niye?’ demişler..
’Şunun için demiş.. Benim küplerin, hazinelerin dolmasına az kaldıydı.. Onlar dolunca, gerisi halka gidecekti.. Şimdi gelenlerin ise, küpleri, hazineleri bomboş.. Ben bu halkın acı kaderi için ağlıyorum..’
O babanın tahsili yoktu..
Ama, sosyal hadiselere, böyle bir bakış açısıyla bakabiliyordu..
*
Daha sonraları, o çocuk ve giderek genç, her ayaklanma, ihtilal ve hattâ inkılab iddiaları karşısında da ne heyecanlar yaşadı, toplumumuzun hele de müslüman kitleleri gibi.. 1959’larda, Hacettepe’deki Tâceddin Dergahı yanındaki camide ateşli nutuklar eden bir hocadan, Cemal Abdunnâsır üzerine heyecanlı kahramanlık iddialarını dinledi.. Halbuki, birkaç sene sonra o kişi, Seyyid Kutub’u ve daha nice müslümanları idâm edecekti, en fir’avunca gerekçelerle..
27 Mayıs Darbesi olduğunda, camilerde, ihtilalin lideri General Cemal Gürselin‚ bir ’veliyullah’ ve bir Mehdi‚ olabileceğine dair vaazlar eden ateşli laz hocalarını bile dinledi.
Sonra, 1967 Haziranı’nda yaşanan ve Mısır, Suriye, Ürdün ordularının korkunç yenilgiye uğradığı ve siyonist İsrail rejiminin bugünkü sınırlara kadar her yeri işgal etmesiyle sonuçlanan ’6 Gün Savaşı’nın hemen bütün müslüman toplumlarda meydana getirdiği ağır travma’ya şahid oldu..
Ve sonra, Libya’da, 1 Eylûl 1970’de, 27-28 yaşında ve Muammer Kaddafî adında bir teğmen, o sırada romatizma tedavisi için Bursa kaplıcalarında bulunan Kral İdris Sunûsî’yi iktidardan uzaklaştırıp, İslamî bir takım söylemlerle piyasaya çıkınca, nicelerimiz yine ne kadar heyecanlanmıştık.. Ama, kimilerimiz İslamî bir devrim olduğunu sanırken, cemahiriyelik diye isimlendirilen acaib bir sosyalist uygulama çıkmıştı, ortaya..

İran, Afganistan, Tacikistan ve Özbekistan’da neler-neler yaşandı ve sonuç?

Sonra.. İran’da 100 binden fazla insanın öldürülmesine rağmen dinmeyen bir halk ayaklanması ve Şah’ın ve Şahlık düzeninin tepetaklak olmasıyla sonuçlanan ve milyonların, İmam Rûhullah Khomeynî liderliğinde gerçekleştirdiği büyük İslam İnkılabı..
Ki, o konuda çok söylendi, çok yazıldı ve okuyucular onu çok dinledi, tekrarlamayalım..
Sonra, Afganistan’da Sovyet Rusya işgali ve kurulan komünist rejime karşı verilen büyük cihad hareketi.. Ve amma sonrasında İslamî hizblerin birbiriyle boğuşması sonucunda gelinen nokta ordtada.. artık, o heyecanlı cihad günlerini hayal bile edemiyoruz..
Sonra.. Sovyetler’in çökmesiyle, Kafkasya ve Orta Asya’da, müslüman halkların yaşadığı ülkelerde kurulan yığınla rejimler üzerine yeni hayaller..
Hele bunlardan birisinde, Tacikistan’da, müslüman halk, Sovyet döneminden kalma komünisit rejimin son kalıntıları temizleyecek noktaya kadar geldiler ve başkent Duşenbe’deki Başkanlık Sarayı bile kuşatıldı, ’Allah’u ekber!’ sadâlarıyla..
Müslüman kitlelerin başında, Seyyid Abdullah Nurî ve Turcanzâde gibi müslüman liderler vardı..
Ama, komünist dönemden kalma ordunun subaylarının bazı taktikleriyle 100 bine yakın tacik müslümanı kana bulanmış ve sadece Afganistan, Özbekistan ve diğer komşu ülkelere sığınan müslümanların sayısı, 800 bini geçmişti.. Ve İmam Ali Rahmanof isimli kişi, Bir ’Tacikistan Enver Hocası’ görünümünde, hâlâ o kanlı baskının lideri olarak, bu ülkenin tepesinde..
Yıllar sonra, Turcanzâde’ye sormuştum, Tahran’da: ’Üstad, nasıl oldu da, Başkanlık Sarayı’nı bile ele geçirmişken, herşeyi bu kadar korkunç şekilde kaybettiniz?’
Çok ilgi çekici bir karşılık vermişti:
’Başkanlık Sarayı’nı bile ele geçirdiğimiz zaman, ’Tacik taciki öldürmez..’ diye bir slogan atıldı ortaya.. Biz de kendimizi o sözle bağlı hissettik ve kadife elle bir inkılab yapmaya kalkıştık.. Ama, sonra komünist tacikler geldiler, müslüman tacik kitlelerini tank paletleri altında öyle bir ezdiler ki, o yalana nasıl olup da kandığımızı, ancak canımızı kurtarıp sınırların dışına çıkabildiğimiz zaman düşünebildik.. Basiretimiz bağlanmıştı..’
Aynı heyecan dalgasıyla, Özbekistan’da ne hayaller kurulmuştu.. Hele de Semerkand, Buhara ve Fergana Vâdisi’ndeki müslümanların neredeyse bütün ülkeye hâkim olmak üzere olduğu heyecanla anlatılıyordu.. Ama, orada da, müslüman halkın bütün o emellerini, hayallerini, ümidlerini ezen zorba olarak İslam Kerimof, hâlâ, çağdaş bir Stalin rolüyle, halkın ensesinde..
Daha sonra, Bosna ve Çeçenistan için bile ne güzel hayaller besledik, müslümanlar olarak..

Tunus’da olanları anlamadan, heryerde bir yeni ’Tunus tipi patlama’ bekleyişi ne kadar tutarlı?

Ve bugün de, Tunus’daki ’halk patlaması’nın Mısır’da, Ürdün’de, Cezayir’de ve öteki arab diyarlarında tekrarlayabileceğini düşünüyoruz..
Oralarda birileri devrilince, bunun mutlaka müslüman halk kitlelerinin galibiyet ve hâkimiyetiyle sonuçlanıp sonuçlanmıyacağına ve onun için gereken yapılanmanın bulunup bulunmadığına bakmaksızın.. Hüsnî Mübarek ise, 30’ncu yılını doldurduğu iktidarda, gelecek Kasım’da yapılacak olan yeni Başkanlık seçiminde ya kendisini tekrar, ya da oğlu Cemal’i aday göstermenin plan ve hazırlıkları içinde..
Ve son olarak da Sûdan..
Ortaya çıkan ilk sonuçlara göre, yapılan referandumla, Güney Sûdan’ın ana gövdeden kopacağı neredeyse kesinleşmiş bulunuyor.. 2,5 millon km. karelik bir büyüklükteki Sûdan ülkesinin güneyinde, yaklaşık 450 bin km. karelik bir yeni ülke daha doğacak..
Güney’de, çoğunluğunu animistlerin ve hristiyanların oluşturduğu 5 milyona yakın insan, Kuzey’deki 25 milyona yakın büyük kitleden kopacak..
Uzak dönemleri, 1880’lerdeki Mehdi-y’i Sûdanî Hareketi’ni ve bir gecede Omdurman Kalesi’ni 60 bin kılıçlı müridiyle basıp, en modern silahlarla donatılmış olan 12 bin ingiliz askerini öldürmesi günlerine uzanmaya gerek yok..
Ama, 1956’da siyasî bağımsızlığına kavuşan bu ülkede, General Cafer Numeyrî’nin 1973 -85 arasındaki 12 yıllık diktatörlüğü, General Muhammed Savar-zu’Zeheb’in kansız iktidarıyla noktalanmış ve Savar-uz-Zeheb, söz verdiği şekilde, serbest seçimleri yaptırıp, iktidarı milletin seçtiği kadrolara teslim edeceğini açıkladığı zaman, çoğu kimse inanmamıştı.. Ama, o, sözünde durmuş ve de alışılmamış bir yıl sonra, 1986’da iktidarı, seçimle gelen (ve Mehdi-y’i Sûdanî’nin torunu olan) Sâdıq el’Mehdî’ye devrediyordu..
Ama, Sûdan’lı generallerin de ’Ergenekon’ları vardı, toplumu yeniden kendi elleriyle yönetmek istiyorlar ve bunun için ülkeyi karıştırıyorlar, Güney’deki ayrılıkçı lider Jhon Grank’ı daha bir yüreklendiriyorlar ve o da, başında bulunduğu isyancı güçlerle başkent Hartum’a doğru iler(leti)liyordu.. Nihayet, Hasan el’Beşir isimli general, ülkenin bölünme tehlikeyisyle karşı karşıya geldiğini ileri sürerek Sâdık el’Mehdî’ hükûmetini devirdi, 1989’da...
Bu darbe sırasında kendisine en büyük yardımı, Numeyrî döneminde Numeyrî’yle en üst seviyede işbirliği yapmasıyla mâruf olan Hasan Turabî’veriyordu.. Halbuki, El’Beşîr o zamanlar Baasçı ideolojinin ve Baas Partisi’nin Sûdan Ordusu içindeki seçkin isimlerinden ve Saddam’ın Sûdan’daki emin adamlarından birisi olarak biliniyordu.. Ona yardım eden Turabî ise, hâlâ, İslamî bir yönetime geçileceğinden sözediyor ve, General El’Beşîr de, kılıçlı gösterileriyle halkı bu yönde heyecanlandırıyordu..
Bu oyun da 20 seneyi geride bıraktı..
İlginç ve de ironik olan şu ki, 22 yıl önce Sâdık el’Mehdi’yi, ’ülkeyi bölünme tehlikesiyle karşı karşıya getirdi’ gerekçesiyle iktidardan uzaklaştıran El’Beşîr bugün, ülkesinin bölünmesine seyirci kalıyor ve ’bölünme olursa, bunu barışçı bir anlayışla karşılayacaklarını’ söylüyor.. Ve ’bölünme olursa, halk Sûdan’da da Tunus’daki gibi ayaklanır..’ dedi diye, Hasan Turabî’yi kodese atıyor..
*
Bunları böylesine uzun uzadiye anlatmaya ne gerek var..
Bazıları, ’seçim sath-ı mailine de girilmişken, iç mes’elelere daha fazla değinilse..’ diyor..
Halbuki, bütün bu anlatılanlar, aslında, hepimizin müşterek hikâyesi..
Gerçekte, T.C. müslümanlarının da yakından bilip, üzerinde düşünmesi gereken bir hikaye..
Yoksa, bu hikayeler iç mes’elemiz değil mi; bu anlatılanlarda bizim iç hikayemiz de yok mu?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yıkılsın bu rejimler de.. Yerine neyi koyacağımızın hazırlığı yok ise..

font_01.gif
font_02.gif
font_03.gif
font_04.gif
Selahaddin E. Çakırgil

Müslüman coğrafyalarındaki özellikle diyar-ı arabdaki sosyo-politik çalkantılar devam ediyor.. General Zeyn-el’Âbidin bin Ali’nin Tunus’taki 23-24 yıllık iktidarının bir anda tuz-buz olması ve 14 Ocak 2011 akşamı, ülkeden kaçtığının anlaşılmasıyla; sadece o iktidarın değil, diğer birçok iktidarların da, emperyalist güçler karşısında kuzu, kendi halkları karşısında bir canavar kesilen ve gerçekte ise, bir ’kağıt kaplan’ veya bir ’mukavva kale’ olduğu ortaya bir daha çıktı..

Bir farkla ki, bu kez, gelişmeler belirli bir sosyal grubun organize ettiği gösteriler şeklinde değil, sırf, iktidarda bulunan güç odaklarına karşı çıkmaktan başka bir özelliklerinin olmadığı anlaşılan kalabalıkların patlaması şeklinde gelişiyor..

1989’da Cezayir’de, ekmek ve şeker gibi temel ihtiyaç maddelerine zam yapılmasıyla başlayan protesto gösterileri kısa zamanda İslamî bir muhalefete dönüşmüş ve Abbas Medenî gibi seçkin şahsiyetlerin liderliğinde yükselen ’İslamî Selamet Cebhesi (Front Islamique Salvation- FİS), yapılan bir seçimde kesin zafer kazanmış ve amma, bu seçim sonucunu, hemen o gece, Cezayir ordusunundaki laik generaller, Batı emperyalizminin yaktığı ’yeşil ışık’la ve demokrasiyi kurtarmak adına, bir askerî darbeyle kanundışı ilan etmişler ve yüzbinlerce müslüman, açık hava zindanlarında kızgın çöl güneşi veya dondurucu çöl soğuğu altında yıllarca tutularak eritilmiş ve dışarda da, onbinlerce insan, kanlı bir savaşla telef edilmişti..

Ve aradan yıllaaar geçtikten sonra, yine bir ekmek ve şeker zammı üzerine Cezayir’de başlayan sokak gösterileri, bir-iki gün sonra Tunus’daki benzer protestolar şeklinde bir yansıma yaptı, beklenmedik bir sür’atle ve beklenmiyen şekilde Gen. Bin Ali’nin iktidarının sonunu getirdi..

Gen. Bin Ali de, en azgın bir ’arab kemalisti- laik’ olan Habib Burqiba’nın 30 yıllık diktatörlüğünün son yıllarındaki en katı uygulayıcılarından bir İçişleri Bakanı iken, Burqiba’yı aynı şekilde beklenmiyen bir şekilde, bir saray darbesiyle kenara itivermişti, bir doktor raporuyla..

Ve Burqiba’nın devrilmesinden sonra, Bin Ali, geçmişteki şiddet uygulamalarının mimarı oluşuna bir kılıf uydurmak için, ’Burqiba’dan hepimiz korkuyorduk, sadece halk değil..’ diyor ve Tunus sosyal hayatında hemen her üniversiteden medyaya ve iş hayatına kadar hemen her sahada etkili ve hattâ bir iktidar alternatifi durumunda olan ’İslamî Yöneliş Hareketi’inin liderlerine uygulanan idâmları ve diğer zulümleri böyle mazur göstermeye çalışıyordu..

İlginçtir, Bin Ali’nin kaçışından sonra, ondan geride kalan hükûmet’in başbakanı olan Muhammed Gannûşî de, ’Bin Ali’den hepimiz korkuyorduk, sadece halk değil.. Artık özgürleştik..’ diyordu.. Yani, tarih, tekerrür ediyordu..
Ancak, 25 sene öncelerde gerçekten de çok güçlü olan İslamî hareketin bağlıları, tarafdarları, bu çeyrek yüzyıllık katı laik uygulama sonunda âdetâ buharlaşmışcasına, bu son iktidar değişikliği ve halk patlaması karşısında, hemen hiçbir varlık gösteremediler.. O zamanlardaki İslamî hareketin en seçkin liderlerinden (ve de, şimdiki başbakan Muhammed el’ Gannûşî ile irtibatı bir soyadığı benzerliğinden ibaret olan) Râşid el’Gannûşî, mülteci olarak yaşadığı İngiltere’den‚ ’ülkeme en kısa zamanda döneceğim..’ demesi ve aradan iki hafta geçmesine rağmen muhtemelen, eski dostlarından kimseyi yanında bulamıyacağının endişesişle, dönememiştir.

Ve, yıkmakta birleşen kitleler, bugün, neyi yapacaklarını bilememek konusunda tam bir ittifak manzarası sergiliyorlar.. Organize bir gücün de, öyle bir organize gücü yönlendirecek bir beyin ekibinin de olmadığı anlaşılıyor olmalı ki, Başbakan Gannûşî, Bin Ali döneminin bütün ’Bakan’larını değiştirdiği halde, kendisi istifa etmemekte direniyor..

Onun için, Bin Ali yönetimine karşı çıkmak dışında, ne yaptığını kimsenin bilmediği gibi görüntü veren bir ’halk patlaması’ndan söz etmek, yanlış olmasa gerek.. teşkilatlı bir sosyal güç bulunsaydı, muhakkak ki tablo sadece yıkmaktan ibaret olmaz, yerine neyin nasıl konulacağının proğramlarına sahib bir siyasî hareket ortaya çıkabilirdi..

Bizim toplumumuz da bu konuda çok yüzağartıcı bir durum sergiledi-sergiliyor denilemez..

Çünkü, bırakınız inkılabçı bir yöntemle harekete geçecek bir sosyal hareketi, hattâ uzlaşma yöntemiyle iktidara gelenlerin yaptıklarını bile ütopik bir takım itirazlarla reddeden bazıları; Tunus’daki hareketin diğer arab diyarlarına da sıçramasından büyük ümidlere ve hayallere kapıldılar; ama, T.C.’deki kemalist-laik rejimin temel kurumlarına karşı verilmesi gereken mücadeleden pek söz etmiyorlar..

İşte böyle bir durumda, Tunus’daki halk patlamasının Mısır’da da yankıları görüldü..

Ama, Enver Sedat’ın 5 Ekim 1981 günü, bir askerî tören sırasında, (merhûm) Tğm. Khâlid İstanbulî tarafından öldürülmesinden itibaren -yardımcısı olduğu Sedat’ın yerine alan ve- 30 yıldır iktidarını sürdüren ve Amerika ve İsrail’in ’Yes, Man../ Evet efendim’cisi durumundaki General Husnî Mubarek, Tunus’daki mevkıdaşı Zeyn-el’Âbidin bin Ali gibi, hemen kaçıp gitmek gibi bir yolu izlemiyeceğini gösteriyor..
Hattâ denilebilir ki, Husnî Mubarek kaçmak istese bile, Amerika ve İsrail, onu kendi haline bırakmak istemiyeceklerinin işaretini veriyorlar..

Hatırlayalım ki, siyonist İsrail rejimiyle ilk barış andlaşmasını imzalayan ve bunun için de öldürülen Enver Sedat’ın yerine, hemen Husnî’yi de aynı güç odakları oturtmuş ve halk kitlelerinin hiç ilgi göstermediği cenaze törenine katılmak için Kahire’ye koşmuşlar ve kendilerine hizmet eden bu kişiyi, halksız olarak, yapayalnız toprağa verip, Hüsnî’nin iktidarını iyice perçinleyerek ülkelerine öyle dönmüşlerdi..

Aynı güç odaklarının şimdi de bütün dikkatleriyle, Mısır’ı kendi haline bırakmamak için teyakkuz halinde oldukları görülüyor..
Amerikan başkanı Obama ve Dışişl. Bakanı Hillary Clinton, Husnî Mubarek’e, halkın rızasını kazanacak reform proğramlarını hayata geçirmesini tavsiye ederken; diğer taraftan da, Mısır halkına, sabırlı, temkinli olmaları tavsiyesinde bulunuyorlar.. Husnî Mubarek ise, ’değişim vaadi’nde bulunuyor ve amma, ’değişimin kaosla değil, dialog yoluyla olması gerekliliği’ne vurgu yapıyor..
Mısır’daki bir rejim değişikliğinden en fazla tedirgin olan rejimlerin başında siyonist İsrail rejimi gelmekte.. Çünkü, Türkiye’yle bozuştuktan sonra, İsrail rejimi, bölgedeki en büyük müttefiki olan Mısır’ı da kaybedeceğinin korkusunda..

Mısır halkının nasıl ağır bir sosyo-ekonomik ve politik şartlar altında yaşadığını az çok bilenler, bu halkın bugün gösterdiği bu vurdumduymazlık karşısında ister istemez, kahroluyorlar..
Ama, bu halk, öylesine yanılmalarla karşı karşıya kaldı ki.. Öylesine yanıltıcılıklarla hep karşılaşmış bulunan bir halktan çok sağlıklı tepkiler ve hareketler beklemek de çok haklı görülmemelidir..

Şöyle bir hatırlayalım:
Sa’d Zağlul Paşa, 1919 yılında, İskenderiye’de ingilizlere karşı -güya- istiklal talebiyle tertiblenen bir büyük mitingde, onbinlerin huzurunda, hanımının ve kızının başörtülerini çıkarırken, geniş kitleler, ilk şoku yaşamışlardı..

Zağlul Paşa’nın istiklal fikri, müslüman hanımların örtülerini atmaları temeli üzerine oturtulmuştu..

1929’larda İkhvan-ul’Muslimîyn teşkilatını kurup toplumun derinden İslamîleştirilmesi için bir yeni yöntem geliştirmeye çalışırken, muhakkak ki hayırlı adımlar atıyordu.. Ama, 1948’de siyonist haydutlar çetesi, kendilerini dünya kamuoyuna, müslümanların topraklarından bir kısmını işgal ve gasb ederek İsrail adında bir devletin varlığını dünyaya ilan ederken..

Meydana gelen ve esiyonist ordusu karşığında ağır bir yenilgiyle noktalanan savaşta, binlerce İkhvan mensubunu, Kral Faruk’un emrine vermiş ve böylece artık müslümanların eskisi gibi zulmü uğramayacağını da hayal etmişti.. Ama, bizzat Hasan’ul’Bennâ’nın başta olmak üzere, nice İkhvan liderlerinin öldürülmesi gibi bir acı gerçekle karşılaşılmıştı..

Temmuz-1952’de, General Necîb liderliğinde, ’Hür Subaylar Hareketi’ bir darbe yaparak Kral Faruk’u devirmiş ve sürgüne göndermişti.. O da ömrünü, 1960’larda, Roma ve Monaco kumarhanelerunde tamamlamıştı..

İhtilali yapanlar arasında bulunan Alb. Cemal Abdunnâsır, İkhvan’a yakın bir isim olarak biliniyordu..

Aradan bir sene geçmekteyken, Nâsır, General Necîb’i kızağa çekiyor ve ihtilalin liderliğini üstleniyordu..
’İkhvan’ da ona daha bir sempatiyle bakıyordu..Ve ama o Nâsır, 1954 yılıda, ’İkhvan’ın seçkin isimlerinden ünlü İslam hukukçusu Abdulkadir Udeh’i idâm ettiriyordu..

Mısır halkı, 1956’daki Süveyş Savaşı’nı, arkasından Haziran-1967’daki korkunç yenilgiyle neticelenen savaşı da gördü..
1970’de Nâsır öldüğünde, yerine Yardımcısı Enver Sedat geçti.. Sedat, Abdulkadir Udeh’i idâm hükmü veren askerî mahkemenin başkanıydı..

Ekim- 1973’de ilk kez, siyonist İsrail rejimine karşı büyük bir zaferin kazanıldığı Ramazan Savaşı’ndan sonra ise.. O zaferin kendisine verdiği itibarla, halkı üzerinde bir otorite kuran Enver Sedat, İsrail’i resmen tanıyan Camp David Andlaşması’nı imzalayabildi, Mart- 1979’da... Ve arkasından da, kendisini ’Ben Mısır’ın yeni firavunuyum, ikinci Ramses’im’ diyen Enver Sedat, Ekim-1981’de, Tğm. Khâlid İstanbulî tarafından, Ekim-1973’deki Ramazan Savaşı zaferinin askerî törenleri sırasında öldürüldü..

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İktidarın sınırlandırılamaması, asıl mes’elemiz..

Ondan sonrası da 30 yıldır Husnî Mubarek..
Müslüman coğrafyalarındaki iktidar sahiblerinin en büyük mes’elesi, iktidarı yönetilen kitlelerin, halkın iradesiyle değil, entrikalarla, darbelerle veya saltanat geleneğiyle ele geçirip, ölünceye kadar sürdürmek istemeleri..
Mısır’daki durum da bunun en çarpıcı örneklerinden birisini oluşturuyor.. Ve bu gibi rejimlerde, Hükûmet genel olarak âdeta emperyalistlerin emirlerini icra eden bir mekanizma.. Kendisine verilen vazifeyi yerine getiriyor..



Halk ise, genelde, İkhvan’ul’Muislimiyn’in geniş sosyal yardım organizasyonu sâyesinde, halkın mustaz’af (hakkları gasbedildiği, ellerinden zorla alındığı için zayıf duruma düşürülmüş) kesimlerinın ihtiyaçları, büyük çapta, karşılanıyor..
Ama, bu durum, bu toplumun derinden derine kaynayan bir toplum olduğunu acı gerçeğini gizleyemiyor..
Ayrıca, İkhvan’ın mücadelede benimsediği, pasif mukavemet metodu da bir ayrı konu..
Şimdi bu halktan, başlarındaki tâgûtu devirmeleri bekleniyor, diğer müslüman toplumlarca..
Belki bu zâlim gidebilir, ama, bu zâlimin yerine bir yenisinin gelmemesi için ne gibi bir hazırlığı ve organizasyonu, ne gibi bir mücadele yöntemi ve umut bahşedecek ne gibi bir mücadele tecrübesi vardır bu halkın?


Husnî Mubarek, böyle bir halkın başında, o ülkeyi bir marketi işletir gibi, tek başına yönetti, 30 yıldır..
Ve şimdi de, siyonist İsrail rejimiyle sıcak ilişkilerin mimarı olan Amr Süleyman’ı kendisine Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak açıkladı ve Mısır Hava Kuv. eski komutanı General Ahmed Şefiq’i de başbakanlığa getirerek, durumu kurtarmaya çalışıyor..
Ancak, şunu da hemen hatırlayalım ki, Gazze kuşatmasında, İsrail’le sıkı işbirliği yapan kişidir, Amr Süleyman..
*
Aynı şekilde, Mısır halkından beklediklerimizi, Yemen halkından ve Ürdün’den de bekliyoruz..
Ama, 41 yıldır iktidarda olan Libya Lideri’nin devrilmesini pek sempatiyle karşılamıyacağız galiba..
Çeyrek yüzyildır Yemen’de hükûmet eden Ali Abdullah Salih’in gitmesi için de dua ediyoruz.. Ama, unutuyoruz ki, Ali Abdullah Salih, ikiye ayrılmış olan Yemen’i birleştiren ve Güney Yemen’deki 25 yıllık marksist rejimi yenilgiye uğratıp, kanlı bir iç savaştan sonra, ülkesinin birliğini silah zoruyla da olsa yeniden sağlayabilen bir kimse olarak, prestijli bir gücü temsil etmektedir..
Ama, Umman Krallığı’ndan haberimiz bile yok.. Suûd Krallığı’na ise nicelerimiz hâlâ sempati ile bakıyor..
Belki, Hâfız Esad’ın baskıcı rejiminden sonra Beşşar Esad Suriyesi, üstelik, kuzeyindeki Türkiye’yle oldukça sıcak münasebetler geliştirdiği için epeyce rahat sayılabilir..
Irak’a gelince.. Zâten durumu ortada..
Halk kitleleri, Saddam’ı bile arar vaziyetteler..



İran da, İslam İnkılabı’nın 32. yıldönümünün eşiğinde, ikibuçuk yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bünyesine ârız olan derin iç siyasî ihtilaf ve çatlaklar sebebiyle, pek de huzurlu sayılamaz..
Ve hattâ Türkiye’nin bile, geçmişte nice tahriklerle ne korkunç oyunlara geldiği görülmüşken ve daha birkaç ay önce de Dörtyol ve İnegöl gibi yerlerde, bir anda, ağır tahribata ve çeşitli etnik gruplar arasındaki bir boğuşmaya sürüklenildiğini hatırlarsak..
Söylenmek istenen, arab diyarlarındaki bu karışıklıkların sadece o coğrafyalara mahsus olmadığı hususudur..
Oradaki Hükûmetlerin devrilmesi halinde, yerine neyin konulacağının bilinememesi ayrı bir facia..
Yani, belki bir takım diktatörler ve zulüm rejimleri devrilecek ve yerine yenileri gelecek..
Çünkü, milletin iradesine, inancına, doğru ölçülerine uygun yönetimler oluşturmak çok ayrı bir konu.. Ve uluslararası denklemleri de gözetmek gerekiyor, elbette..



Ayrıca, başka ülkelerin halklarını suçlayabiliriz, ama, TC. halkı da, 100 yıllık bir geçmişi olan İttihadçı ve kemalist dönemin halk kitlelerine karşı tezgahladığı korkunç entrikaları, derinden derine düşünmeye henüz de başlamadığı, bir acı gerçek değil midir?
Bugünkü dünyada, Kuzey Kore dışında, hangi ülkede, ölmüş bir siyasî lider’in ilke ve devrimleri, temel ölçüsü olarak kabul edilmektedir?
Böyleyken, kendimizde yapamadığımızı Mısır’dan bunu nasıl bekleyelim?
Kaldı ki, arab beldelerindeki melikler, sultanlar, krallar, c.başkanları vs. liderler, uzun süreli başta kalsalar bile, hiç değilse iktidarları ölümleriyle sona eriyor..
Bizde ise, bir ölünün kutsallaştırılan isminden, resminden; büstünden, heykelinden ve 80 yıl öncesinin şartlarına ve emperyalist dayatmalarına göre geliştirdiği pragmatist ilke ve devrimlerinden hâlâ meded umuluyor, onlar anayasa da kaynağı olarak ele alınıyor ve o kişinin bir laik-kutsal mekan haline getirilen mezarını bir türbe halinde getirmenin en ilkel örnekleri sergileniyor..
Evet, başka halklardan fazla beklentilerimiz olabilir, ama, bu, başka halkların bizden beklentilerini bize unutturmamalıdır.. Unutmayalım ki, 1992’de ’Cezayir’de oynanan laik oyun Türkiye’de tekrarlanacak olsa, buna asla seyirci kalmayıp karşı çıkacaklarını’ söyleyen nice medya gülleri vardı ki, sonra, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, eski hastalıklarını tekrar sergilediler..
Bunları gözönünde bulundurmadığımızda, genelde çoğumuz da şunu söyleriz:



’İslam ülkeleri bir birlik olsa, olabilse.. Yahu, niye olamazlar, bu kadar mı zordur?
Halbuki, bu gibi kukla rejimlerinin başlarındaki insanlar durdukça, zahiren bir birlik o görüntüsü sağlansa bile, bunun etkisi n’olur?
Önce, evet, bu zulüm rejimlerinin devrilmesi, yok edilmesi ve miletin iradesine, inancına zıd düşmeyen, halkın inancından, iradesinden neş’et eden sosyal nizamların gerçekleştirilmesi olmaksızın, bu yöndeki denemelerin herhangi bir fayda sağlamıyacağı anlaşılmalıdır..
Sadece yıkmak değil, yıkılanın yerine neyin konulacçağını baştan iyi belirlemek..
Gerisi, evet, kaosun ve yeni zâlimlerin yolunu açar..

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
’Tarihteki boğuşmalar kalkış noktası olacaksa, Avrupa’da kimse kimsenin yüzüne bakamaz!’

Bir diğer konuya da kısaca değinelim..
Cumhurbaşkanı Gül, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde ilginç bir konuşma yaptı, 25 Ocak günü.. Ve sorulan suallere de, çok net karşılıklar verdi.. Her ne kadar, Türkiye C. Başkanı’nın AB m. vekillerince sorguya çekilmesi gibi hoş olmayan bir görüntü ortaya çıkmış olsa bile.. Ancak, Gül’ün pek çok cevabı, günlük diplomatik lafların ötesinde, her zaman ve mekanda savunulacak tipte net beyanlardı..
Gül, gelecek 10 yılda gelişen ekonomilerin dünyada önemli yere sahip olacağın, farklı büyüme hızlarıının yeni bir küresel güç dağılımına yol açmakta olduğunu, bugün artık güün, dünyanın başka yerlerine, özellikle de Asya'ya kaymakta olduğunu, bu trendin devam etmesi halinde Avrupa'nın rolünün ve ekonomik gücünün azalacağını’ da dile getiriyor ve şöyle devam ediyordu:
’Son yıllarda üye devletler sosyal bağların da zayıflamasından etkilenmiştir. Radikalleşme, farklı dini, etnik, kültürel gruplar arasındaki uçurumun artması uluslarımızdaki sosyal dokuya zarar vermiştir. Bugünkü trendler, Avrupa toplumlarının birlikteliğini ve bütünlüğünü tehdit etmektedir. Hattâ, Avrupa'nın demokratik muktesebatını da tehlikeye düşürmektedir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, ekonomik kriz ile el ele ilerliyor. Siyasî elitler ve bazı hükümetler göç karşısında çok sert önlemler almak zorunda kalmaktadır. Roman halkı, Müslüman ve Yahudiler, farklı olanlar pek çok toplumda sosyal dışlanmayla karşı karşıya.. Güvensizlik, işsizlik, suç, fakirlik ve sosyal problemlerin en önemli nedeni olarak göçü gören siyasi partiler seçimlerde büyük destek alabilmektedir.. Bu trend hepimizi endişelendirmelidir. Çünkü bu patoloji Avrupa'yı zayıflatmaktadır.’
Avrupa toplumlarında uyumun gerekli olduğunu dile getiren Gül, ’Avrupa'daki Müslümanların yeni eğilimlerden daha fazla etkilendiğini ifade ederek, özellikle 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Müslümanlara bakış farklılığının belirginleştiğini, terör örgütlerinin İslam’la alâkası olmadığını, Müslüman hedefleri de vurduğunu, amacın ütopik fikirlerin gerçekleştirilmesi olduğunu’ da söylüyor ve şöyle devam ediyordu: ’Avrupa kıtası, Avrupa'nın diğer kültür ve dinlerle savaşmakta olduğunu iddia eden politikacılarla güvenlikte olmayacaktır. Tam tersine, kontrol altına alınmadığı takdirde bu argümanların etkisi giderek artacak, bunun sonucunda da Avrupa daha az hoşgörülü, daha az demokratik ve yaşanması daha tehlikeli bir yer olacaktır. (..)Yahudi düşmanlığına destek 1920'lerde yüzde 5 civarındaydı, 1930'larda çığ gibi büyüdü ve zehirli bir nefrete dönüştü. Tarihin tekrarlanmasına izin vermeyelim. Yani, Avrupa’da demokrasi ve insan hakları her zaman var olacakmış gibi addedilemez..’
Gül, Ermeni Soykırımı iddialarına ilişkin bir soru üzerine ise, “soykırım” sözünü doğru bulmadığını söylüyor ve şöyle diyordu:
“Tarihimizde soykırım yapıldığını kabul etmiyoruz. Eğer bunu kabul edenler ve iddia edenler varsa -ki var,- onlara çok açık bir çağrıda bulunuyoruz, 'gelin, ortak bir komisyon kuralım. Soykırım yok diyen ve var diyen bilim adamları bir araya gelsin, sonuna kadar sivil, askerî arşivlerimizi açalım, bu komisyon çalışsın ve neyse kabul edelim. Hatta üçüncü bir taraf varsa, o tarafın bilim adamları da katılsın, çalışsınlar neticeyi açıklayalım' diyoruz. 100 yıl önceki olaylar, I. Dünya Savaşı'nın olduğu dönemlerde cereyan etti. Çok acı olaylar yaşandı ve tabiî ki üzgünüz. Osmanlı dört cephede savaşırken, bazı vatandaşlarımızın tahrik edilmesiyle ayaklanmalar olunca bu vatandaşlarımızın yerleri değiştirildi o zamanki şartlarda.. Çatışmalar, kaybolan insanlar oldu. Bunlar üzülünecek olaylardır. Bir şeyin soykırım olması için bir dine ya da ırka mensup olanları ne olursa olsun kasıdlı öldürmeniz gerekiyor. O dönemde Ermeni vatandaşlarımız Osmanlı devletinin yüksek mahkemelerde üyelik, başkanlık yapmış, bazı merkezlerde Osmanlı'yı temsil eden büyükelçilerdir.. İstanbul’daki bütün Ermeni kiliseleri açık. Buna soykırım derseniz bu kabul edilemez. (…) Halbuki o savaşlarda bütün Balkanlar'dan milyonlar Türkiye'ye dönerken 3 milyona yakın insan öldü. Şimdi bu acıları yeni nesillere aşılayıp komşularla düşmanlık içine sokmamak için uzun yıllar bunlar anlatılmadı, hep öne bakıldı.
Tarihle beraber yaşarsak, Avrupa'da kimse birbirinin yüzüne bakamaz. Yapacağımız iş şu; hep beraber geleceğe bakmamız lâzım. Tabiî ki acılara üzülmemiz lâzım, ama gelecekte dostluk, beraber olma ve dayanışma içinde halklarımızın kardeşçe yaşamasını temin etmemiz lâzım. Suçlamanızı kabul edemeyeceğim. Varsa iddialar, buyurun diyorum. Çalışılsın, hep beraber görelim.”
Gül’ün, AB kurumunda, açıkça, Avrupa tarihinin bu acı gerçeğini hatırlatması, çok çok yerindeydi.. Çünkü, gerçekten de, geçmiş yüzyıllardaki uzuuun ve korkunç iç boğuşmalar bir yana, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın asıl çatışma ve boğuşma alanlarının Avrupa coğrafyası olduğu ve bu kıt’adaki yüzmilyonların birbirini korkunç şekilde boğazladığı görülmez ve sadece Avrupa’nın bugün barış ortamında yaldızlı olan çehresine bakılırsa, bu yanıltıcı olur..
Bu arada, Türkiye'nin eksen kayması geçirip geçirmediğine dair soruyu da Gül, şunları söylüyordu:
“(…) Türkiye'nin ekseniyle ilgili tereddütleri doğru görmem. Türkiye'nin bütün ülkelerle işbirliği içine girme hakkı var. Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik konumu açısından bunu değerlendirmesi de hakkı. İngiltere'ye biz hiç 'Commonwealth içinde aktifsin, Malezya'dan Kamerun'a kadar herkesle işbirliği içindesin' diye tenkid yöneltebilir miyiz? Ya da, Fransa'nın Afrika'da tarihten gelen ilişkilerini canlandırmasına bir şey denebilir mi? Türkiye'nin de çok yanlı dış politika çerçevesinde, tarihten gelen dostluğu olan ülkelerle daha çok işbirliği içinde olmasını herkesin normal karşılaması gerekir.”
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dile getirdiği bu gerçekler, bu zamana kadarki hiç bir selefinice dile getirilmemiş olması açısından da yerinde ve düşündürücüdür
 

Asr-i SaadeT

Asistan
Katılım
8 Ara 2006
Mesajlar
370
Tepkime puanı
78
Puanları
0
Konum
Munih
Tunus ve Misir da olanlardan sonra ümidimi biraz kirdi bu yazi...:-(
Hayr Ins.
 
Üst