Yeni Dünya Dergisi

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Seçkin yazarlarıyla Gönül Dünyanıza Açılan Kapı
Yeni Dünya Dergisi
Yazarlardan Bazıları:
Mustafa Kara
Ali Ramazan Dinç
Mustafa Demirci
Mehmet Emin Ay
Vehbi Vakkasoğlu
NT ve Seçkin Kitapçılarda
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Dergimiz aylıktır.Her sayının yanında bir CD verilir.Derginin fiyatı 4.5 Euro
Yanında Beyza Çocuk dergisi de hediye.Yazarlar çok seçkin.Dergide yazarların e-mail adreslerini de bulabilirsiniz.Şu an piyasadaki en iyi dergilerden birisidir.
Biz çok memnunuz.
 

Kaf-Nun

Asistan
Katılım
14 Haz 2006
Mesajlar
544
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Yer_6
Okuldayken Yeni Dünya dergisine abonesi idim..

Gerçekten çok güzel ve kaliteli yayıncılık yapıyorlar

Rabbim razı olsun kardeş...
 

IGMG

Paylaşımcı
Katılım
15 Mar 2007
Mesajlar
125
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
İSTANBUL
Web sitesi
www.igmg.de
ÂNI YAŞAMAK Yazar: Mustafa DEMİRCİ

2002 - Temmuz
aralar.gif

1. Sayfa
gul_12.jpg
Ânı yaşamak...Zamana yenik düşmeyen hislerle dolup taşmak... Sonsuzluğun kıyılarına vuran aşkı duyumsamak...

Kalp yanar, göz nemlenir, yürek aşk ile vurur. Dinmeyen gelgitlerin yansımasıdır gönüllerin feryâdı. Kolay mıdır ay ışığında, gözyaşı ile geceye aşkı söyletmek? Gönül kadar yakın ve yine gönül kadar uzaklardan kopup gelen ayrılık nağmelerinin kâinattaki titreşimlerine tanıklık etmek.Dostla yakınlaşan aşkın gönüllerin işidir bu. Aşkın cânında bitimsiz kaynağa ulaşan sezgilerin çağlamasıdır. Sermâyesi derdi, serveti âhı olan büyük ruhların nefesidir dost rûzigâr.

?Bir tek alevmiş gibi görünen,ancak an be an yanıp, gözden kaybolan ve yeniden ortaya çıkan alevler dizisi gibidir âlem.? Bir âlem ki dem be dem oluşan, an be an değişen. Çünkü ?Külle yevmin huve fî şe?n? . O; her an yaratmaktadır. Her an yeni bir oluş, her dem yeni bir iştedir. Bu âlemde her şey nûr, her şey sürûr içredir. Bu oluşa, bu zevke sen de katıl! Önündeki perdeleri arala! Nurlar şehrine gir. Çünkü nûrânî âlemin kapıları açıldıkça hakîkat şehrinin şuaları, her yanı aydınlatır. Âlem-i envârın ebediyete açılan birçok kapısı vardır. Bu kapıların ilki; dosttan gayrı her ne varsa, terk edenlerin geçididir. İkincisi de; terk ettiklerine bir daha dönmemeye azmedenler içindir. Üçüncü kapı;dostun kokusunu duyabilen, mânâ âleminden ilhamlar almaya başlayan kimselere açılır. Dördüncü kapıya ise ; ?Hakk Kapısı? (Bâbullah) denir. Yürüdükçe nûrânîliğin doyumsuzluğuna ulaşan ve nurlar âleminden dönmeyi hiç ama hiç düşünmeyenlerin kapısıdır. Beşinci kapıya erişen cân fânîliğin de son bulduğu makâmı müdrik bir haldedir. Artık burada ölümden söz edilemez. ?Ölmeden evvel ölme sırrına ermek? budur. Her şey hayydır, diridir. Her şey hayattır.

Ya şu varlık âlemine ne demeli? Bedenlenmiş ruhların sâhiciliği nereye kadar? ?Onların sâhiciliği; sahilde ışıkların boy gösterdiği bir gecede suya akseden ve hareket eder gibi gözüken yakamozlu bir hayattan ibârettir.? Bu hayat, dünya hayatıdır ve geçicidir. Gerçek hayat yukarılardadır. Kanatlanmış ruhlar hep aşkın semâlarında dolaşır. Ağırlıklarından sıyrılabilen aşk olsun! Gökyüzünde kuşların gövdelerini taşıyan en hafif tüylerle süslenmiş incecik kanatlarıdır. Aşkın kanadı da böyledir. Nice ağır vücutları sonsuzluk semâlarına, hakîkat burçlarına taşır. Görebilene aşk olsun!

?Yukarı doğru uçmayı öğrenen bir kuş, hedefe ulaşamazsa da topraktan kurtulmayı öğrenmiştir ya... Sen de rûhunu bedenden kurtarıp uçmayı öğren. Gördüğün renkler, şekiller, tattığın lezzetler, zevkler sana kalmaz. Bütün gönül darlıkları dünyaya bağlandığın nisbettedir. Bunları düşünüp anladığın gün, üzüntün kalmayacaktır

?Her şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur

Hak gözüyle bak ki bi-şekk nûr-i yezdân andadır? .?(N.Tura


 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Şehir ve Medeniyet (Mustafa Armağan)

İnsan ve şehrin diyaloğu
Aslında kâmil manada insanın kendisini ancak ve ancak şehirde tam olarak bulduğunu, insanlığına yapışık siyasî ve medenî kimliğini orada geliştirdiğini ve mütekâmil hale getirdiğini Kutsal Kitaplardan tutun da İbn Haldun’un Mukaddime’de bedevilik-hadarilik ekseninde geliştirdiği nafiz görüşlerine kadar pek çok kaynakta tetkik imkânı bulabiliriz. İnsan, kendisini içinde korumasız bulduğu bu dünyada, yaratıcısını keşfeder etmez, onun emrettiği tarzda ve emirlerini sağlıklı bir tarzda yerine getireceği ortamı sunan şehri kurarak ikinci bir deri, bir nevi görünmez bir zırh örmektedir etrafına.
Bu anlamda şehir, insanın bu misafireten oturduğu ve biraz rahatsız durduğu dünyada kendisini yaratıcısının evinde hissetmesini sağlayan atmosferi sunar. Metafizik anlamda evde olmak, şehirde olmaktır. Şehirde olmak ise Yaratıcımızla yeniden buluşacağımız bir noktada o eksenle birlikte yaşamaktır. Bu yüzden her şehir, geleneksel dünyada Allah ile irtibatı temini amaçlayan kutsal binalarla donatılmıştır.
Bu bakımdan insan ile yaşadığı mekân arasında kadim bağlar mevcuttur. Evden başlayıp sokak, mahalle, semt ve şehre kadar genişleyen bu iç içe halkalar, insanın dışa açılan, açılırken de kendisini güvenlikte hissettiği çevrelerdir. Şehir ve onu donatan ve kimliğini kazandıran mimari ise insan ruhunun tabiata kendisini nakşetmesidir. Bir başka deyişle söylersek, taştan mamul bedenimizdir mimari.
Dolayısıyla burada Hangi şehir?’den önce Hangi insan? sorusu aciliyet kazanmaktadır. Eskiler “Şerefi’l-mekân bi’l-mekîn” demişler, yani mekânın şerefi, içinde oturanlardan gelir. Ne demektir bu?
Şu demek ki, şehirler içinde oturanların, sâkinlerinin aynasıdır. Eski şehirlerimizin bugün neden bize daha “insanî”, bugünkü şehirlerin de neden daha mekanik ve gayri insanî göründüğünün açıklaması da galiba burada yatmaktadır.
Bir Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Bursa’da “eşk-i çeşmiyle”, gözyaşları döke döke Uludağ’ın gümrah ormanlarından bulup şehre getirttiği sulardan içenlerden sadece dua istemesini düşünün, bir de bugünün tamamen piyasa mantığına teslim olmuş üreticilerini. Bu iki insan tipinin ortaya koyacağı şehirlerin “aynı” ya da “benzer” olabileceği tasavvur edilebilir mi? Kendisini gizlemeye, mahviyetkârlığa, tevazuya, mahremiyete vb. dayanan bir toplumsal düzenle kendini ispatlamaya, gurura, yarışmaya, rekabete vb. dayanan bir toplumsal düzen, şehirlerde ortak noktalara parmak basabilirler mi hiç?
Sonuç olarak iki farklı insan tipinin iki farklı şehir görünümü çizmesinden de görülüyor ki, insan ile şehir arasında gerçekte zannettiğimizden de kuvvetli ortak bağlar mevcuttur.


Şehir ve medeniyet arasındaki münasebet

Şehir, insanın dünyasına güven unsurunu katar. Kendisini şehirde açlık, canına ve malına el konulması, şeref ve namusuna el uzatılması gibi temel korkulardan emin hisseden insan, ancak bu temel ihtiyaçların güven içinde karşılanmasından sonra yaracısıyla uyumunu sağlayacak yeni bir zarf olan medeniyet aşamasına geçebilirdi. Dolayısıyla şehir ile medenîlik arasında yakın bir bağlantı olduğu gözden kaçmıyor.
Zaten Arapçada medine (şehir) kelimesi ile medenî kelimesinin aynı kökten gelmesi, şehir ile medeniyetin kaynağındaki ayniyeti yeterince ifade etmektedir. Örneğin İngilizcede city (şehir) kelimesi ile civilization (medeniyet) kelimelerinin de aynı bağlantıyı çarpıcı bir şekilde yansıttığını düşünüyorum.
Özetleyecek olursak:
Medeniyet ancak şehirde mümkündür, medeniyet şehirle mümkündür ve medeniyet bizzat şehirdir.
İslamiyete kucak açan ilk şehir olan Yesrib’in Müslümanlar tarafından Medine olarak adlandırılmış olmasındaki hikmeti de şehir ile medeniyet arasındaki bu derunî bağlantıda aramamız lazımdır. İslam şehirlerinin anası, Medine’dir bu yüzden.


Osmanlı’da şehir kültürü

“Osmanlı şehri” denilince mutlak bir şekilde tek bir modelden söz edilebileceğini sanmıyorum. Sfenkslerin varisi Kahire ile Kırım’daki Bahçesaray’ın, Orhan Gazi’nin kendi elleriyle kurduğu Bursa ile Roma ve Bizans’a başkentlik yaptıktan sonra Osmanlılara da payitaht olarak hizmet veren İstanbul’un aynı “Osmanlı şehri” şemsiyesi altında toplanması, gerçekten de biraz zorlama olurdu.
Elbettte hiç bir şehir diğerine benzemez. Her birinin coğrafyasından, insanından, havasından, suyundan, siyasî ve tarihî birikiminden tevarüs ettiği farklı vecheleri vardır.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki, “Osmanlı hinterlandı” diyebileceğimiz topraklarda, yani Balkanlar, Anadolu, Orta Doğu ve kısmen de Kırım’da Osmanlılara mahsus bir şehir kurma ve geliştirme tarzı geçerli olmuştur. Mesela Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçeye çevirtilen Andre Raymond’un Yeniçerilerin Kahiresi adlı kitabı, 18. yüzyılda Kahire’ye yönetici olarak atanan Abdurrahman Kethüda’nın bu şehrin mimari dokusu ve sivil yapıları üzerinde gerçekleştirdiği “Osmanlı” müdahalesini gayet berrak bir şekilde ortaya koymayı başarıyor. 18. yüzyıla büyük ölçüde bir Memluk şehri olarak intikal eden Kahire, Abdurrahman Kethüda’nın inanılmaz derecede başarılı gayretleri sayesinde bir Osmanlı şehri haline dönüştürülmüştür.
Keza bir başka örnek olarak İstanbul verilebilir. İstanbul Fatih’ten itibaren asırlar içinde İslamlaştırılmış ve Osmanlılaştırılmıştır.
Kısaca Osmanlıların, merkezinde cami veya mescidin, ikinci halka olarak dükkânların toplu olarak yer aldığı (bazen üstü kapalı) çarşıların, son kuşakta ise meskenlerin bulunduğu bir şehir modeli sunduklarını söyleyebiliriz. Ancak merkez, daima dinin ve mukaddesatın ışıdığı ve oradan çevreye, aslında ilk bakışta din dışı gibi görünen ama dine sıkı sıkıya irtibatlı olan ticarete ve sivil hayata dalga dalga yayıldığı değişmez odaktır.
Daha da ayrıntıya girilecek olursa Osmanlı şehri, İslam hukukunun ve ahlâkının ama aynı zamanda teknik ve idari becerilerin mekâna yansımış biçimidir. Tabii ki bizim kendimize has kültür tadımızla renklendirilmiş örneklerdir. Bu örnekler arasında bir Boğaziçi mimarisi gibi geleceğe ve insanlığa adanmış kuyruklu yıldızlar hiç de az değildir! Şimdi bütün insanlık bu bir defa yeryüzünü ziyaret etmiş kuyruklu yıldızın tekrar semalarımızdan geçeceği günü bekliyor!
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Allah'a En Sevgili Şehir:MEKKE-İ MÜKERREME
Dr. Halil İbrahim KUTLAY

" وَاللهِ، إِنَّكِ لَخَيْرُ أَرْضِ اللهِ، وَأَحَبُّ أَرْضِ اللهِ إِلىَ اللهِ، وَلَوْ لاَ أَنِّي أُخْرَِجْتُ مِنْكِ مَا خَرَجْتُ "

“(Ey Mekke!..) Allah’a yemin olsun ki; Hiç şüphesiz ki, sen Allah’ın en hayırlı beldesisin. Yeryüzü içinde Allah’ın beldeleri içinde Allah’a en sevgili belde sensin. Eğer senden zorla çıkarılmasaydım, ben asla çıkmazdım”,


Mekke’ye ilk giriş ihramla olmalıdır.
Mikat sınırları dışından Mekke’ye hac ve umre niyetiyle gelen her Müslüman–hangi mezhepten olursa olsun yılın hangi ayında olursa olsun- Mekke’ye ihramlı olarak girmek zorundadır. Bu nedenle Mekke’den çok uzaklarda Medine-i Münevvere çıkışında (Mikat’ta) umreye niyet edilecek, telbiye getirip ihrama girilecektir. Aksi takdirde ceza kurbanı kesilmesi vaciptir.
Bu uygulama, mukaddes topraklara karşı gösterilmesi gerekli sevgi ve hürmetten dolayıdır. Beytullah’a duyulan sevgi ve saygının gereğidir. Mekke’ye giriş âdabı böyledir. Ancak Mekke’de yapılacak ikinci umre için sadece Harem bölgesi dışına çıkmak yeterli olmaktadır.
Mekke’ye ihramlı olarak “Lebbeyk... Allahümme Lebbeyk..” yakarışlarıyla giriyorsunuz. Farklı bir elbiseye bürünmüş halde oraya mahsus Lebbeyk duasıyla, farklı bir iklime girdiğinizi, artık farklı bir insan olmanız gerektiğini hissediyorsunuz.
İhram.. Dünyevî elbiselerden sıyrılıp kefen misali havluya benzer iki parça bembeyaz elbiseye bürünerek bir mevtâ teslimiyeti içinde olma hali.. Dünyadan sıyrılıp ölümü, ahireti, ölümden sonrasını düşünme ruhaniyetidir.
Ama hanımlar farklı.. Onlar pek çok şeyin değiştiği Hac ibadetinde “ÖRTÜ” denilen o haya ve iffet sembolü tesettür kıyafetini ihrama niyet ettikten sonra bile aynen koruyacaklardır. İhrama niyet eden hanımların sadece yüzleri açık olacak, telbiye ederken bile sesleri hayâ ve iffet ilkesine uygun.. sadece kendilerinin duyacakları kadar, sessizce yakarış içerisinde olacaklardır.
İhram.. Şehveti, cinsel duyguları, süsü, ziyneti, kokulanmayı, kılık kıyafetteki sun’îliği, kırıcı ifadeleri, kötü sözleri, lüzumsuz tartışmaları tamamen terk etme, Allah’a gönül verme hali..
İhramlısınız.. Canlıları incitmeyeceksiniz.. Kimseyi rahatsız etmeyeceksiniz. Daima sabırlı olacaksınız. Tam anlamıyla Cenab-ı Hakka yöneleceksiniz. İhramlı uyarılır: Ot koparılmayacak, av avlanılmayacak diye... Hep dikkatimi çekmiştir. Bu ulvî belde şimdiye kadar zaten hiç yemyeşil, av hayvanlarıyla ormanlık bir belde olmamış ki!.. Burada av hayvanı zaten yok denecek kadar az!.. (Kıyamet alâmetlerinden biri olarak, kıyamete yakın bu bölgenin, içinde nehirler akan, maddî yönden de son derece güzel, yemyeşil bir bölge olacağı gerçeği ayrı bir olay!..)
O halde mesele ot koparmak veya av hayvanı meselesi değil.. Bu prensipler gayet tabii uygulanacaktır. Ama asıl dikkat çekilmek istenen konu şu: İhramlıysanız, bırakın insanları; hayvanları bile, hatta kendiliğinden biten, kudretten yetişen otları bile rahatsız etmeyeceksiniz. Gönlü ürpertili, boynu bükük, kalbi daima Rabbisiyle irtibat halinde, lokması helâl, ağzı dualı, âdeta melekleşmiş bir insan olacaksınız. İstenen bu!..

İhram esnasında sık sık tekrarlanan ortak slogan: Lebbeyk
“Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!.. Lebbeyke Lâ şerike leke Lebbeyk. İnne’l-Hamde ve’n-Ni’mete leke ve’l-Mülk. Lâ şerîke lek”
İhrama girdiğiniz andan itibaren dilinizde tek slogan: “Buyur, Emret Allahım!.. Emrine hazırım. Emrini tuttum geldim Allahım!..” manasındaki “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!.. duası tekrarlanacak. Her münasebette, defalarca, yüksek sesle... Ta Kâbe’ye varıncaya kadar.. Sık sık bu dua (telbiye) tekrarlanacak...
Bu duanın devamında; bütün beşerî ideolojileri, bütün batıl sistemleri, şirki, Allah’ın dışında O’na ortak,benzer ve denk olarak hiç bir şeyi kabul etmediğinizi ve etmeyeceğinizi var gücünüzle haykıracaksınız... “Lebbeyke Lâ şerike leke Lebbeyk” diyerek.. Bu bir iman tazelemesi olacak, gönüllerin arınacak.
Bunun ardından “Şükür yalnız sana mahsustur. Nimetin gerçek sahibi, mülkün gerçek sahibi sensin”, anlamında “İnne’l-Hamde ve’n-Ni’mete leke ve’l-Mülk” diyeceksiniz. Şirki, şirk kurumlarını, şirk ideolojilerini, şirk düşüncelerini kesin bir dille reddedeceksiniz, son defa “Lâ şerîke lek” diyerek...
Meleklerin bile ihrama bürünerek bilfiil katıldıkları bu nidalara, bu niyazlara, bu yakarışlara Cenab-ı Hak icabet etmekte, kullarının bu samimî ifade ve ihlaslı tavırlarından razı ve hoşnut olmaktadır. Ne ulvî manzara!.. Ne samimî yakarış!.. Ne muhteşem olay!...

Kâbe’yi görünce yepyeni bir manevî iklime girilir.
Beytullah’ı içinde barındıran Mekke’ye girince değişik bir iklim hissediyorsunuz... Kâbe’yi görünce sanki bir hayal âlemine dalıyorsunuz.. Beytullah’a her an inen melekleri düşünüyorsunuz. Melekleşmek isteyen insanları görüyorsunuz. Kâbe’yi tavaf etmeniz ibadet, hatta Kâbe’ye bakmanız bile ibadettir..
Tevbeler, istiğfarlar, dualar, niyazlar, göz yaşları sadece kendimiz için değil; ailemiz, yakınlarımız, komşularımız, ülkemiz ve bütün İslam alemi için, Hak Yolda çile çeken kardeşlerimiz, İslâm’ın hayata hakim olması ve ülkelerinin küfür istilasından kurtulması amacıyla Allah yolunda cihada eden, Kur’ana hizmet eden mü’min kardeşlerimiz için gönülden yapılmaktadır.
Müslümanların yeniden izzet ve şeref dolu günlere kavuşmaları için, İslâm medeniyetinin yeniden yeryüzüne hakim olması için, Yeryüzünde akan Müslüman kanının durması için, dökülen hüzün gözyaşlarının sevinç gözyaşlarına çevrilmesi için, Kur’an nizamının gerçek anlamıyla yaşanması, Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu eşsiz hayat sisteminin uygulanması için, günahlarımızın ve hatalarımızın affı için yalvarıyor, yakarıyoruz..

Önce Tavaf
Önce ihramla tavaf ediliyor Kâbe-i Muazzama.. Hacer-i Esved’den başlayarak yedi şavt (yedi tur) dönülüyor.. Ardından iki rek’at Tavaf Namazı kılınıyor. Kana kana zemzem içiliyor. Safa-Merve arasında umre sa’yi ve sa’y sonrası tıraş.. ve ardından normal elbiseler giyiliyor.
Burası Mekke.. Dua yeri.. Muhasebe Mekânı.. Maneviyat Diyarı!..
Burası Mekke.. İbadetin, kulluğun, tevhidin merkezi.. İslâm Nurunun doğduğu yer.. Burada dış görünüşe değil, manevî huzura bakın... Akın akın Kâbe'ye inen melekleri düşünün... Akın akın Kâbe’ye koşan insanlarla birlikte Hakka yönelin.
Burası Mekke... Günler hep dualar, büyük cemaatle eda edilen namazlar, tavaflarla geçer hep Mekke’de… Kılınan her rek’ata yüz bin rek’at sevap verileceği müjdesi verilen Mescid Haram’ı bağrında taşıyan Mekke... Bereket, huzur, sadet diyarı emîn belde..
Burası Mekke.. Sıradan bir yer değil.. En mübarek belde.. Allah nezdinde en sevgili yer.. Peygamberimiz (s.a.v)’in; “(Ey Mekke!..) Allah’a yemin olsun ki; Hiç şüphesiz ki, sen Allah’ın en hayırlı beldesisin. Yeryüzü içinde Allah’ın beldeleri içinde Allah’a en sevgili belde sensin. Eğer ben senden zorla çıkarılmasaydım asla çıkmazdım”, buyurduğu en muazzez toprak…
Burası Mekke!.. Peygamberimiz (s.a.v)’in; “Sen ne güzel beldesin!.. Sen bana ne kadar sevgilisin!.., buyurduğu en sevgili en güzel belde...
Mekke’deyiz... Hz. İbrahim tarafından Allah’ın izniyle harem (muhterem, mübarek) belde ilan edilen Mekke’deyiz.. Vahyin beşiği Mekke’deyiz.. Sevgili Peygamberimiz’in ayak izlerinin bulunduğu yerde yaşıyoruz.
O en mübarek varlığın dünyaya geldiği, O en müstesna şahsiyetin elli üç yılını geçirdiği, O en son Peygamberin İslâm’a davet ettiği, O en muazzez insanın sevgi göz yaşları döktüğü, O en seçkin kulun davet ve irşad yolunda çile çektiği topraklardayız. Buram buram maneviyat kokan topraklardayız.. Burası başka, bambaşka bir belde...
Şu dağlar Rasûlullah’ı gören dağlar.. Şu ev Allah Rasûlü’nün dünyaya geldiği ev, diyorsunuz.. Hz. Ebubekir’ler.. Ömer’ler.. Osman’lar.. Ali’ler.. hep burada dünyaya geldiler. Cennetle müjdelenen on sahabî burada yaşadı…
Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiği değerli sahabî Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın sohbet evi şurada Safa tepesinde idi. Sümeyye şurada (Mesfele’nin başında; Harem-i Şeriften ayrılıp Cidde yoluna girerken sağ tarafta) şehid oldu. Bilâl, Yasir, Ammar, Habbab ve diğer cefakâr müslümanlar hep burada çile çektiler. Bu düşüncelerle yaşarız Mekke’de.. Siyer-i Nebî tekrarlanır zihinlerimizde..

Mekke’de tarih şuuru canlanır. İslam Tarihi yeniden yaşanır
İlk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem aleyhisselâm’dan itibaren ilk ibadet yeri, Peygamberler ziyaretgâhı olan mübarek topraklar bir tarih hazinesi ve maneviyat beldesi olarak devam etmiştir. Arafat’taki Cebelü’r-Rahme (Rahmet Tepesi) Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın tevbelerinin kabul olduğu yer..
Her karış toprağı tarih kokan bu mukaddes beldede Kâbe’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da Peygamberler Tarihi canlanıyor gözlerinizin önünde..
Kâbe’de.. Tevhid âşıkı, şirkin ve putperestliğin amansız düşmanı, ateşe atılırken bile Allah’a tevekkül inancının zirvesini yaşayan, Allah için biricik evladını kurban edecek derecede ilahî emirlere bağlı, dünya metaına asla değer vermeyen; iman, ihlas, ahlak, fazilet ve misafirperverlik nümûnesi Hz. İbrahim’leri..
Mina’da.. Sabır, metanet ve teslimiyet örneği, Allah’ın emrine isyan etme vesvesesi veren Şeytan’ı taşlamakta tereddüt etmeyen Hz. İsmail’leri...
Safa’da.. Merve’de.. Teslimiyet âbidesi, Allah’a tevekkül nişânesi, ilk muhacir hanım, Peygamber hanımı ve Peygamber annesi Hz. Hacer’leri hatırlıyorsunuz.
Şurası Medine’de kurulan ilk İslâm Devletinin kuruluş görüşmelerinin, Akabe Biatları’nın yapıldığı yer diyorsunuz, Mina’da Akabe Cemretü’l-Akabe’nin (Büyük Şeytan’ın) az ilerisinde yüzünüzü kıbleye döndüğünüzde sağınızda kalan Akabe Tepesi’ni gördüğünüzde.. üstü açık Akabe Mescidini gördüğünüzde Allah Rasûlü’nü canları gibi koruyacağına söz veren, gönülden bîat eden ikisi hanım Medine’li yetmiş iki mümtaz sahabî gözlerinizin önünde canlanıyor.
Kur’an-ı Kerim’den ilk âyetin indiği şu Nur dağı, şu nurlu dağ, Allah Rasûlü’nü bağrında misafir eden onun zikirlerine, tesbihlerine, dualarına niyazlarına ve gözyaşlarına şahid olan Nur dağının tepesindeki şu mağara Hira mağarası değil mi?
Efendimiz (s.a.v), cahiliyye toplumundan hem cismen hem ruhen uzaklaşarak Ramazan aylarında devamlı ibadetle ve tefekkürle meşgul oluyor, Hz. Hadice validemiz ona yemek getiriyor, O’nun hizmetinde bulunuyordu bu Nur dağında...
Peygamberimiz’in müezzini Bilâl.. Bilâl-i Habeşî.. şurada Ebtah Caddesi’nde -bugün Mekke Belediyesi (Emanetü’l-Âsıme)’nin yanı başında- kızgın kumlara yatırılmıştı. O siyah renkli, nur yüzlü, kıvırcık saçlı, cefakâr, çilekeş, mazlum Bilâl... Bilâl-i Habeşî.. üzerine koyan kaya parçasının altında kavurucu yaz sıcağında imanıyla bütün işkencelere karşı göğüs geriyor, tevhid dâvâsının yılmaz mücahidi olarak “Ehad Ehad!.. Allah birdir!.. Allah birdir!... diyordu.
İşte şimdi ben de kalbi Allah sevgisiyle, Rasûlullah sevgisiyle dolu olan Bilâl’in imanını haykırdığı o toprak üzerindeyim. Ya Rab!.. O’nun sabrından, sebatından, ihlasından, cihadından bana da ihsan eyle, diyorsunuz.
İslâm Tarihi’ni gözümüzün önünde canlandıramazsak Mekke’den çok fazla feyiz almamız mümkün olmayacaktır. Mekke’nin manevî ikliminden daha fazla yararlanabilmemiz için İslâm Tarihi’ni yeniden gözden geçirmeli, Mekke günlerini tarihle birlikte yaşamalıyız.
Rabbimizden tekrar tekrar hac ve umreler niyaz ediyoruz. Ne mutlu gönlü Mekke ve Kâbe sevgisiyle dolu olanlara...
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Mekke & Medine
Hüseyin Selamcı

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Bir şehri kutlu ve mübarek yapan, üzerinde taşıdığı manevi değerlerinin yanında yaşanmış ve yaşanmakta olan hatıralarıdır.
Bir şehrin manevi cazibe merkezi olması da sevenlerini, aşıklarını cezbederek kendisine çekmesinden ileri geliyor. Bu cazibe, ruhları titretmesi ve gönülleri mest etmesi ile anlaşılır.
Mekke ve Medine iki kutlu ve mübarek şehir!
Mekke ve Medine bir mıknatısın iki kutbu, hangi taraftan yaklaşırsan yaklaş kendine çeker, çekmekle kalmayıp kendine bağlayan iki gönül merkezi!
“Mekke ve Medine’de günah işleyene Allah gazab eder.” İfadesiyle çirkin işlerden korunan tahir belde!
Mekke ve Medine ilahi hitabın (ayetlerinin) indirildiği, semanın bile gıpta ettiği iki ulvi şehir!
Mekke; Beytullah merkezli, kulları kendi etrafında döndürerek günah kirlerinden arındıran, her an ayrı ayrı tecellilerin indiği arınma yurdu.
“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)’de, O, kutlu ve bütün insanlar için hidayet olan (Ka’be)’dir .”
Medine; Ravza merkezli, kulların sükun bulduğu, iyilerini kötülerinden ayırarak, kötülerini bağrında barındırmayan, sevgililer yurdu.
“Medine, tıpkı körüğün cürufu ayırması gibi insanları (n kötüsünü) def edip ayırır.”
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir sahrayı yerleşim yeri yapan, orada insanların hayat bulmasına vesile olan, her şeyin kendisinden yaratıldığı su (zemzem) Mekke’yi yaşanır bir şehir yapıyordu.
“Allah her canlıyı sudan yarattı”
“Allah’ın gökten bir su indirdiğini ve onu topraktaki kaynaklara geçirdiğini görmüyor musunuz?”
İbrahim (a.s)’in, İsmail (a.s) ile birlikte inşa ettikleri Beyt bu şehri (Mekke’yi) inananların toplanma yeri yapıyordu. İbrahim (a.s) bütün insanlığı Allah’ın Beyt’ini ziyaret ve tavaf etmeleri için, Mekke’ye davet ediyordu. Mekke artık ruhlar aleminde Allah’ın Beyt’ini ziyaret etmeye davet edilenlerin buluşma yeri oluyordu. Böylece Mekke temizlenerek ahir zamanda teşrif edecek son Peygamber Muhammed Mustafa (sav)’ya hazırlanıyordu.
“Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt'in temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile birlikte şöyle dua ettiler: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz işiten sensin, bilen sensin.”
Bu hazırlık esnasında Beyt’i ziyarete gelenlerin çokluğunu çekemeyen güçlere de haddinin bildirildiği bir şehirdi Mekke. Beytullah’ı yıkmaya gelen Ebrehe’ye karşı, beklenen Peygamber’in dedesi Mekke emiri Abdulmuttalip: “İşte şu gördüğün Allah’a ibadet edilen Beytülharam’dır, aynı zamanda İbrahim Peygamber (a.s)’in Cenab-ı Allah’a ibadet ettiği kutsal bir eserdir. Bizim size engel olacak bir ordumuz yoktur. Ama Beyt’in sahibi gelenlere engel olur ve evini korur.
“Görmedin mi Rabb'in fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Ve onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptık.”
Tarih miladi 571 Nisan ayının 20’si. Fil Vakası’ndan 50-55 sene sonra, kameri aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Mekke’de mütevazi bir ev, günlerden pazartesi, sabahın seher vakti, insanlık abidesi, kurtuluş rehberi, kokusunu güllere nakşeden gül kokulu, mütevazi, cömert, ümmetine karşı şefkat ve merhametli, tebessüm ettiği vakit bütün alemin raks ettiği hüzünlendiğinde alemlerinde müteessir olduğu, haya timsali, peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (sav) Efendimizin dünyaya teşrifi ile Mekke’nin değerine değer katılıyordu.
Böylece şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve etrafındakileri , rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle , ortalıkta fitne kalmayıp din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar bütün dinlerden üstün kılmak üzere peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter .
Ayetleriyle Mekke merkezli irşat ve tebliğin yeryüzüne yayılmasında Mekke’nin faziletli bir yer olduğu anlaşılıyor. Böyle büyük bir görevin etrafa halka halka yayılması bugün de aynı sorumluluk bilincinde olmamızı gerektirir. Mekke oraya giden insanlara nefislerinin çirkinliklerinden arınma ve manevi bir güç elde edip eylem insanı olma özelliği kazandırıyor.
“Allah, Beyt-i Haram (olan) Kabe’yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı’’
“Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler. Beyt-i Atik’i tavaf etsinler”
Dünyanın neresinde olursak olalım, Allah’a yönelme ibadeti olan namaz için yönümüzü Ka’be’ye çevirmemiz ümmetin birliğini anlatıyor.
“Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”
Ayrıca Mekke hac farizasının yapılma yeri olduğu için de ayrıcalığı olan bir şehirdir. Hac farizası bu şehirde bulunan Ka’be, Arafat Dağı, Müzdelife ile şeytan taşlama yeri olan Mina’yı da içine aldığı için, Mekke’nin paha biçilmez değerini artırıyor.
"Orada apaçık ayetler, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de inkâr ederse, şüphesiz, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır."
“Şüphesiz, ‘Safa’ ile ‘Merve’ Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Ev’i (Ka’be’yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır yaparsa (karşılığını alır). Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir, bilendir. “
İnsanlığın Batıl’dan Hakk’a dönmesi için kurtuluş mücadelesini veren Allah’ın Resulü, tevhid inancına tahammül edemeyen müşrikler tarafından hicrete maruz bırakılmış. O (sav)’da Allah’tan aldığı emir gereği Medine‘ye hicret ederek, o beldenin değerini artırmıştır.
Mekke’den ayrılırken, Mekke’ye hitaben şöyle diyordu: "Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir yerde ikâmet etmezdim."
Peygamberimiz’in Medine’ye girişi coşkuyla karşılandığından, muhacir ile ensar arasında ünsiyetin artmasına vesile oluyordu. Muhacirlerin Medine’nin iklim şartlarına alışmasının zorluğunu ve Mekke’ye olan hasretlerini gidermek için Allah’ın Resulü (sav) Medine’ye dua ediyordu.
Hz. Aişe (ra) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Medine'ye geldiği vakit Ebu Bekr ve Bilâl radıyallahu anhümâ hastalandılar. Ben yanlarına gittim:
"Ey babacığım, dedim. Kendini nasıl hissediyorsun? Ey Bilâl sen nasılsın?" diye sordum. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh hummaya yakalanınca: "Her insana "sabahın hayırlı olsun" denmiştir. Halbuki ölüm ona ayakkabısının bağından daha yakındır" derdi. Hz. Bilal (ra)’de humma nöbetinden çıkınca sesini yükseltir ve (Mekke'ye hasretini ifade eden şu beyitleri) terennüm ederdi:
"Bilmem ki! Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim? Mecenne suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi? (Mekke'nin) Şâme ve Tafil Dağları bana bir kere daha görünecek mi?"
(Sonra Bilal şöyle beddua etti: "Allahım, bizi yurdumuzdan çıkarıp bu cebalı diyara süren Şeybe İbnu Rebi'a, Utbe İbnu Rebi'a ve Ümeyye İbnu Halef'e lanet et!)
Hz. Aişe der ki: "(Ben gidip, bunlardaki Mekke hasretini) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a haber verdim. O, şöyle dua buyurdu:
"Allahım bize Medine'yi sevdir. Tıpkı Mekke'yi sevdiğimiz gibi, hatta fazlasıyla! Allahım onun havasını sıhhatli kıl. Onun müddünü, sâ'ını hakkımızda mübarek eyle. Onun hummasını al, Cuhfe'ye koy!"
Hz. Enes (ra) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle dua buyurdular: "Allahım! Mekke'ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine'ye de ver!"
Efendimiz (sav)’in varlığı ve duasıyla Medine’ye olan bağlılık artıyor, Medine Kur’an’ın ayetleri ile manevi olarak fethedilmişti. “Diğer şehirler kılıçla, Medine ise Kur'ân'la fethedilmiştir.”
“Medine îslâmın kubbesi, îman yurdu ve hicret diyarı ve helal ile haram hükümlerinin tespit edildiği yerdir.”
“Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir seferden dönünce, Medine'nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırırdı. Eğer bir bineğin üzerinde ise, onu tahrik ederdi. Bu davranışı Medine'ye sevgisinden ileri gelirdi."
“Sa'd (ra) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Tebük'ten dönünce, (sefere katılmayıp Medine'de kalmış olan) mütehallifinden bazıları onu karşıladılar. Bu sırada toz kaldırdılar. Bunun üzerine beraberinde bulunanlardan bazıları burunlarını sardı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm yüzündeki sargıyı çıkardı ve: "Nefsimi kudret elinde tutan zâta yemin olsun. Medine'nin tozu, her hastalığa şifadır!" buyurdu ve O'nun devamla "Cüzzâmdan, barastan (ala tenlilikten)" diye saydığını gördüm."
Medine Uhud savaşıyla da önem kazanmış. Peygamberimizin amcası şehitlerin efendisi Hz. Hamza’nın ve birçok sahabenin kabirlerinin Uhud’da bulunuşu Müslümanları kendine çeken bir merkez yapmıştır.
"Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever."
Helal ile haram hükümlerinin tespit edilip dünyaya yayıldığı yer olan Medine bugün de Efendimiz (sav)’in mübarek vücutlarını kendinde barındırdığı için kıymetini koruyor, sevenlerini kıyamete kadar da kendine davet ediyor.
"İslâm şehirlerinden en son harap olacak olan Medine'dir."
"İman Medine'ye çekilecek, tıpkı yılanın deliğine çekilmesi gibi."
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim havuzumun üzerindedir."
"Medine'de ölmeye muktedir olan orada ölsün. Zira ben, orada ölene şefaat ederim."
Bu iki mübarek belde ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi insanlık için hayat iksiri konumundadır. Bu beldelere gittiğimizde kendimize daha fazla çeki düzen verip, edebimize dikkat etmeliyiz. Hal ve hareketlerimizi, konuşmalarımızı, düşüncelerimizi sürekli kontrol altında tutmalıyız. Çünkü bunların hepsinden son derece sorumluyuz. O beldelerden geldikten sonra da oralardan kazandığımız değerleri korumak için gayret göstermeliyiz.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Kudüs!... Ey Kudüs
Zeki Bulduk

Kudüs’ü Kayıp mı Ettik?

Ey peygamberini gammazlayan şehir!
Ey mimarların atalarının mezarı!
Ey Zeytin Dağı’nın mezarları!
Ey katillerin ve kahramanların şehri!
Ey gökten indirilen şehir!
Ey dilimde pas ve kan tadını yalazlandıran Ağlama Duvarı!
Kubbet-üs Sahra’nın bağrını saplanan bıçak!

Sana ey , dedikçe daha da küçülen dilim, sana seslendikçe daha bir dolanan
dilim, Ramallahtan öteye gidemeyen kalbimdir!

Rahmetli ebem anlatmıştı ilkin, seni bana.Üç aydan fazla sürmüş bir Hacc
yolculuğuyla dolanmıştın o çocuk zihnime.Tam da Arap – İsrail savaşlarının
Kenan topraklarını zangırdattığı zamanlarda varmışlardı kapına.Yahudilerin
Kralı da o kapından bir merkep üzerinde girmemiş miydi kalbine?
Kalbin, peygamber mezarlığı olacak kadar geniş olan kalbin…Hangi şehre
takılsa, o vücuda ağır gelen kalbin…

Kudüs, Ey Kudüs!Kadınların ve kızların ve bebeklerin avuçlarına Zedebiden
kalma balıklar veren suların kan tadında.
Sana ne mersiye ne de güzelleme yazabilirim.Ancak, senin ölülerine ağıtlar
yakmamı da bekleme benden.Senin evlatların ki münbit göğüslerine hançer
saplamakta mahirler, senden hasıl Samiler ki kanla beslenen kavimler
doğuradururken, daima yaslı başın, daima karalar bağlamış başın.

Ben senden vazgeçmedim!Biz senden vazgeçtik ey mihrabı binlerce yıldır
sallanan baba ocağım!
Senin kardeşlerinden çoktan vazgeçen bir ümmet, senden vazgeçmez mi
sanıyorsun?

“Sen yağmaladın atalarımın üzüm bağlarını”
Kaydet Arabım!diyen Mahmut Dervişin sesi kulaklarımda ölene kadar
çınlayacak, Mescid-i Aksa’nın tabanı oyulmaya devam ederken.Yahudiler,
sonunda şehrin ruhunu nasıl yerle yekzan edeceklerinin yolunu
bulduar!İsrailiyatla fikirlerin ve tüm olumlu düşüncelerin temeline dinamit
koyan Yahudiler, direnişi ve dik duruşu yıkmanın yolunu buldular.Senin
dibini oyarak, tıpkı Kartacayı yerle bir edenlerin yaptığı gibi, ruhunu
yoketme yolundalar.Ve biliyorum ki kardeşlerim bana kızacaklar, neden böyle
diyorum da daha umutlu ve heyecanlı sözler etmiyorum Kudüs hakkında
diye…Haklıdırlar.Kudüs daima kanayan bir yara ve bitkin bir kaledir
yüreklerimizde.Savaşmasakta onun yolunda daima biat etmişizdir onun uğrunda
ölümleri göze alacağımıza…O şehir benim kudüsüm değil artık!Selahaddinin,
Ömer(r.a)in ve Efendimin şehri değildir.Ve o şehirden öç almanın vakti
gelmektedir.
Kudüsteki evlerimden önce zeytin ağaçlarımı kökleriyle birlikte söküp
atanlar, çocuklarımın okullarını bombalayanlar,Akka, derken Yafa, derken
Hayfa deyip kentlerimin adlarını değiştirenler;peygamberini öldüren; diğer
bir peygamberi on mucize gösterip Tûr dağına çıktığında, altından bir
buzağıya tapanlar; cinler dahi utanıp korkarken rüzgara hükmeden bir
peygamberden;haya etmeden mabedinin altını oyanlar;engereklerden daha
zehirli bir iman ve kibirle arz’da yürüyenler…Evet, onlar da kazanamadılar
seni!Sen kazanılamayan bir güzelin kalbisin ey Kudüs!Senin için ölen de,
seni imar ettiğini zanneden de,senin için nutuk atan da seni kazanamadı.
Senin sahibin değil, sürgün kralların ve göçmen halkın var!
Sürgünlerse baharda boy verirler.Bahar yakın…Baharı görür müyüm, göremez
miyim, bilmiyorum ama şimdilik yabancılaşmanın ve Yahudileşmenin
kollarındaki resmine bakamıyoru.Hiçbir kitaba, net sayfasına, albüme
bakamıyorum.Pasapotruma damgayı basacak hükümeti de tanımıyorum şu an
kenanın kalbine hükmetseler de…eski fotoğraflarını da attım albümden.Sen,
gözyaşımı ve terimi tüketen Kudüs!Sana verebilecek kanım var, ama biliyorum
ki biraz daha zamanı var…Seni bir bakire gibi kucaklayamıyacağımı, bir
bebeği öper gibi nebilerimin bastığı toprağını öpemiyeceğimi biliyorum.zira
sen ne İstandul kadar kadın, ne Bağdat kadar yanmış, yakılmış, dövülmüş bir
erkeksin.Zira sen gökten indirilen şehir, cinsiyetsizsin bir melek kadar.Bu
yüzden bekleyişin…
Bir melek sabrında duruşun, bir melek gelişinde haberlerinin üzerime
koşması:Sıcak, ferah, çağıl çağıl ve ürpertici.
Ey meleklerin kubbelerinden cinayet sokaklarını izlediği şehir!Seni kaybeden
kaybetti…Ama biliyorum ki melekler sana sahip çıkacaklar.Son savaşın galibi
sabırla bekleyen melekler olacak.Onlar ki israiliyata bulaşmamışlar, onlar
ki taşlarındaki Nebilerimin koklarını saklı tutmuşlar .
Şam’ı, Mekke’yi, Bağdat’ı, Beyrut’u,Saraybosna’yı, ve kalbimin bin kere
öldüğü şehirleri gözden çıkaranlar, seni çoktan kaybettiler,sen sevin ey
israiloğlu!
Öyle değildi bu şiir! Samih el-Kasım:”Direniş doğduğu gün, biz de doğduk/Sen
sevin yeryüzü !” demişti…
Bekle Kudüs!Bir melek sabrında bekledin, yine bekle…Birgün benim yerine
temiz ve pak sokaklarını yazacak bir kardeşim, minarelerinin bükülen boynunu
dimdik kılacak bir mimar ve gece olupta üzerine Akdenizin lacivert atlas
yorganını çektiğinde rahat uyuyasın diye melekler gelecekler başucuna.Şimdi
senden gelemeyen mektupları zaten okuyamam.eski resimlerine bakıp bakıpta
ağlayamam.
Kubbet-üs Sahra gibi bekliyorum gelip seni kazanacak olanı.
Ama seni şimdilik kaybettik!
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Bir Şehre Aşık Yazar; Bir Yazara Aşık Şehir
Ahmet Edip Başaran

Ve Kudüs’ü bulup ve de ellerine sarılıp, doya doya ağlasam dediniz.
Nuri Pakdil
Ortadoğu kanayan bir yaradır. Bu yaranın içinde durmaksızın sızlayan bir şehir de vardır ki, Kudüs’tür bu şehir. “Tanrı şehridir Kudüs; gökte yapılıp yere indirilen şehirdir.” Yazar, mütemadiyen umudu çoğaltan gözlerini 23x82 havadan çekilmiş Kudüs resmine diker, uzun uzun bakar. Doyamaz doyamaz bakmaya ve ellerini saatlerce bu resmin üzerinde gezdirir. Bu resmin her milimetre karesinde Filistinli kardeşlerini bulup kucaklar. Filistinli kardeşlerini yeryüzüne sığmayan bir aşkla kucaklar. Dinin evrensel kardeşlik ilkesi birden bire bütün bir yeryüzünü dolaşmaya başlar. Yüreğinin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır. Şehirler bir mekân olmaktan çıkıp yazarın senli benli söyleştiği, dertleştiği birer dosta dönüşmüştür. Büyük bir amaca sahip olmanın, olabilmenin ön koşulu şehirli olmaktır yazara göre. Şehirli olmak vicdanımızı kanatan urlara karşı keskin bir ümmet şövalyeliği yapabilmektir. Şehirli olmak, şirke teslim olmamak demektir. Şehirli olmak âşık olmak demektir. Kudüs olmak, Kudüsleşmek demektir şehirli olmak. Kudüs, bir inadın, bir aşkın, bir eylemin ete kemiğe bürünmüş karasevdasıdır. Yazar, bir Kudüs aşığıdır, Kudüs de yazarın sevdalısı.

Yazar, çantası, yazı makinesi ve havadan çekilmiş Kudüs resmiyle dünyaya, zamana, Tarihe, öğretiye doğru açar kanatlarını. Tarih’in T’sini hep büyük harfle yazar. Bir çekiç gibi tutar bu T’yi ve ciğer doğrar gibi coğrafyamızı doğrayan anamalcıları, karasiyasayı, bozguncuları, fesatçıları yargılar. 1453’le kol kola girer bir zaman sonra. Sonra mütemadiyen Kudüs’ü düşünür yine. Kudüs’ü düşünme saati gelince yerinde duramaz olur. Dilinde sınırları alabildiğince genişlemiş bir coğrafyanın şiiri dolaşır. Bu coğrafyanın kalbidir Kudüs. Bu şiirin başlığıdır Kudüs. Kudüs’u haritanın en mazlum yerinden çıkarıp kucaklamak ister yine. Kudüs’u kucaklamak, Kudüs’ün ellerine sarılıp doya doya ağlamak ister. Ağlar da. Bir başka karasevdası da atına atlamış gelmiştir o sıra yanına. İstanbul’dur bu şehir. Bir zaman sonra bu iki şehri birbirinden ayıramaz olur. Kudüs’ü İstanbul, İstanbul’u Kudüs olarak görmeye başlar. Kudüs ve İstanbul, biri kuzeyden biri güneyden gelip orta yerde buluşurlar ve evrensel bir acıyı paylaşırlar birlikte. Birbirlerinden ayrı düşmenin getirdiği hasretle evrensel bir yüke omuz koyarlar. Karşılıklı konuşurlarken dillerini en çok yakan kelime “ümmet” kelimesidir.

Yazar, modern çağın atı olan uçakta dilinde Yunus’tan şiirler Paris’e gitmektedir. Paris, toprağımıza saplanan “BatıÇivisi”nin yapıldığı yerdir. Ülkemizin pusulası her şartta ve zamanda batıyı gösterirken, yazarın pusulası yine Kudüs’ü gösterir. Kudüs’ü düşünerek gider Paris’e. Kudüs önemlidir çünkü Peygamber’in miracı ilkin Kudüs’ten başlar. İnsanlığı sevmenin, insanlığa yani o muazzam âleme girmenin tek yolu Kudüs’ü sevmekten geçer. Kudüs’ü sevmeden, Kudüs’ü düşünmeden, Kudüs’ün acısıyla acılanmadan kurtuluşumuz mümkün değildir. Biz hiç Kudüs’süz kalmadık ki, der sonra; bu söz özlemenin fitilini ateşler. Paris sokaklarında dolaşırken yine mütemadiyen mekân ötesi bir sorgulama yapar. Paris’e bakar ama gördüğü İstanbul’dur, Kudüs’tür, Müslüman coğrafyadır. Zamanı ateşleyen devrim, mekânı da ateşlemiştir. Yeryüzünün bütün mazlumlarına seslenir sonra: “Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır.” Eğer Kudüs’ü eğer İnsan’ı savunmuyorsak gönüllü bir köleliktir yaşadığımız. Gözle görülmez bir kölelik. Çünkü beynimize zincir vurulmuşsa, ellerimize ayaklarımıza zincir vurulmasının hiçbir önemi yoktur. Gönüllü kölelikten, beynimizi ve yüreğimizi iğdiş eden saldırılardan korunmak için Kudüs’e âşık olmakla işe başlamalıyız. Paris’i dolaşırken Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren yahudileri ve yahudilerin eli kanlı efendileri olan batılı soytarıları kıyasıya kırbaçlar. Kardeşliğin ve dinin evrensel gücüyle kıyasıya tokatlar zalimleri. Dilinde Kudüs, dilinde İstanbul, dilinde Afrika durmadan çiçekler açan bir bahçeye dönüşür.

Yazar, bir var oluş konumlanışının merkez üssü olarak gördüğü Edebiyat’ın yönetimevinde oturmaktadır. Yönetimevinin içinden derin mi derin bir ırmak akmaktadır. Bu ırmak Kudüs’tür. Özlemekten kabarmış bir yürekle ırmağa bakar yazar. Irmağa belki yüz belki iki yüz yıllık bir acıyla bakar. Bu ırmakta parça parça olmuş bir ümmetin acılarına tanıklık eder. Dağılan tespih tanelerini tek tek toplar bu ırmakta. Sonra onları Kudüs imamesiyle birbirine bağlar. Irmağa bakar yine. Irmağa baktıkça ufku açılır, ırmağa baktıkça derisi açılır. Sonra açılan derisinin içine ustalıklı bir şekilde Filistin’i yerleştirir. Hayata dokunurken Filistince dokunur. Göğe bakar, Filistin göğünü de görme özlemiyle yanıp tutuşur. 23x82’ye bakar, Ortadoğu’yu görme arzusu yine başlar türküsünü söylemeye. Musluğu açar, su Filistin akmaktadır. Bir özlem olmaktan çıkmış konuştuğu bir dil olmuştur Filistin. Kudüs bir lügattir. Filistin bu lügatin tek kelimesi. Sonra elleri yine mütemadiyen 23x82 havadan çekilmiş Kudüs’e gider. Bu resim onun hayatıyla özdeşleşmiştir. Nereye giderse, o resim de yanında. Bir kol saati gibi taşır Kudüs’ü. Çünkü Kudüs, zamanı ve insanı en sahih, en doğru gösteren saattir yazara göre.

Yazar, ne zaman Edebiyat’ın kapısını açsa onu ilkin 23x82 havadan çekilmiş Kudüs selamlar. Bu selamlama yazarın içindeki bütün sıkıntıyı giderir. Olağanüstü bir merhemdir bu selamlama. Yazarın içi bu selamla genişler, genişler. Daktilo şeridine taktığı kâğıtların üzerinde Kudüs’ün kokuları, Cezayir atlarına karışır. Ötelerden Afrikalı Bilal’ın ezelin ve ebedin yegâne sahibini ululayan eşsiz sesi de karışır daktilonun tıkırtılarına. Bir çay ister pasajdaki çaycıdan. Çayı içerken çayın kırmızılığından mıdır nedir yine bir Kudüs ırmağı başlar akmaya. Yerinde duramaz olur yine. 23x82’yi alarak caddelere düşer. Caddelere bir atlasın en mazlum yerine düşer gibi düşer. Sorgu başlamıştır. Caddelerde dolaşırken kan ağlayan bir Tarihin sayfalarını teker teker çevirir. Çevire çevire yeniden okur bu kanlı sayfaları. 1917 Kudüs’ün, Filistin’in trajedisinin başladığı tarihtir. 1918, Ortadoğu’yu terk edişin ve uzun sürecek bir ağıdın başlama tarihidir. Ne ki umutsuz da değildir, başını göğe çevirir yeniden. Gökte gördüğü buluttur, yani umut. Gece olur yine bakar göğe. Bulut yoktur belki ama bu sefer de ellerine habire yıldızlar akmaktadır. Yıldızlar ellerine aktıkça olduğu yere oturup hemen Kudüs’ü çağırır yanına. Bu görkemli güzelliği onun da görmesini ister. Kudüs hemen yanı başında belirir. Şafağın ilk zikir saatine dek söyleşirler birlikte.

Kudüs’süz ve İstanbul’suz aşk yoktur yazara göre. İstanbul’u Kudüs’süz, Kudüs’ü İstanbul’suz düşünemez çoğu zaman. Çünkü İstanbul, Mekke’den, Medine’den, Kudüs’ten sonra insanın yaradılışını en iyi, en sağlam gerekçelendirdiği yerdir. Bir de Süleymaniye Camiine başka bir gözle bakar yazar. Süleymaniye, Kudüs’ü dinin evrensel buyruğu gereği sürekli esenlemektedir. Aksa camiiyle Süleymaniye uzak düşmüş iki kardeş gibi hasretle bakışmaktadır uzaktan uzağa. İstanbul ve Kudüs bize verilen iki önemli armağandır. İki önemli lütuftur. Ortadoğu da bunun için bize aittir. Kudüs bunun için bizimdir. Filistin bunun için bizimdir. İntifadada sapanların içine taş koyan ellerden birisi bizim elimizdir. Tankların karşısına çıkıp şehitliğin destanını yazan gençler bizim kan kardeşlerimizdir. Kudüs bizimdir, İstanbul Filistinlilerin.

Yazar Kudüs’ü özler durur böylece, Kudüs de yazarı. İki karasevdalı âşık bir gün gelir buluşurlar belki. Ne var ki onlar kaç zamandır kol kola girip ruhlarıyla söyleşirler.
Kardeşliğin en soylusu, en üretkeni, en devrimcisi, en evrenseli de bu olsa gerek. Şimdilerde yazar, Kudüs’ü düşünme saatlerinde mukavemet atlasında inatla yürümeye devam ediyor. İnatla, sabırla, aşkla…

Peki ya biz? Bizim bir ‘Kudüs’ü Düşünme Saati’miz var mı?

(Bu yazı varlığını şu kitaplara borçludur: Batı Notları, Bir Yazarın Notları 1–3–4, Derviş Hüneri, Ahid Kulesi, Klas Duruş, Kalem Kalesi, Otel Gören Defterler 1/Çarpışan Sesler, Otel Gören Defterler 2/Yazının Epik Resmi Çekildiği Sırada, Otel Gören Defterler3/Büyük Sorgu, Otel Gören Defterler 4/Büyük Sorgu, Otel Gören Defterler 5/Ateş Hattında Harf Müfrezeleri, Otel Gören Defterler 6/Yazmak Bir Mûcize)
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
İstanbul
Sadettin Öktem​

Yüzyıllar önce, kutlu bir müjde ile beyan buyrulduğu üzere gerçekleşen bir demde İstanbul’a bakan karşı tepeler “ Üsküdar bir ulu rüyayı görenler şehri” olmuş, fetih vak’ası “Sanki halkın uyanık gördüğü rüya idi o. ” mısraı ile dile getirilmiştir. Ve Üsküdar “ Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu / Saklamış durmuş asırlarca hayalinde bunu.” mısraları ile İstanbul’un büyük dönüşümünün başlangıcına şahit olmuştur. İstanbul’un bir ulu rüyalar şehri oluşu fetihle başlar ve asırlar boyu devam eder. Bu uzun zaman dilimlerinde bu şehre nice yüz bin melek uçmuş ve nice yüz bin melek haslet insan bu beldede yaşamış, burayı kendi huzur, sükûn ve coşkusu ile tanzim ve tezyin etmiş ve vakti geldiğinde burada ilahi rahmete tevdi edilmiştir. Bu insanlar, bin yıllık kadim Ortodoks kültürünü takriben bir yüzyıl içinde Müslüman Türk uslubuna ve zevkine dönüştürdüler ve bu şehir, İslam dünyasının medeniyet tasavvuru ve kültür uygulamalarının zirvesinde, saltanatı asırlar boyu sürecek bir merkez oldu.

İslam medeniyeti Mekke, Medine ve Kudüs olarak ifade edeceğimiz kutsal şehirleri gönül aleminin fiziksel mekândaki rehberi kabul ederek dış dünyaya açıldı. Bu büyük hamlede bütün birikim ve ihtişamını ortaya koyduğu müstesna şehirler kurdu. Bunların içinde iki şehir, diğerlerinin fevkinde bir mana ve ehemmiyet arz eder. Bu şehirlerden ilki Bağdad’dır, bu şehir, İslam medeniyetinin bütün orta zamanları ihata eden vüsat, derinlik ve zenginliğinin remzidir. Sonra Haçlı seferleri ve Moğol istilaları sebebi ile Bağdad bütün güzelliği, asaleti ve hatıraları ile tarihe intikal etti. İslam toplumları, yeni bir sembol şehrin zuhurunu beklemeye başladılar ve bu yeni oluşum için gayret ve himmet gösterdiler. İlahi takdir, İslam medeniyetinin Bağdad’dan sonra tecelli ve temerküz edeceği şehri İstanbul olarak seçmişti, fetihle başlayan bu yeni kader yeni ve yakın çağlarda hükmünü icra etti, bugün hala bu kaderin hüküm-ferma olduğunu seziyoruz.

Büyük ve etkili olan bütün şehirler, gerçekte bir medeniyet tasavvurunun dış aleme yansıtılmasından başka bir şey değildir. Bu tasavvur şehrin ruhunu meydana getirir, bu tasavvur bilinirse şehrin mekânları o doğrultuda okunarak şehre bir anlam kazandırılır ve derinlik verilir. Böyle bir tasavvurdan habersiz biri için ise şehir anlamsız ve boş mekân kurgularından ve belki çok yüzeysel teknolojik gösterilerden öteye gidemez. Bir şehri inşa eden ya da dönüştüren toplumun kurucu iradesinin altında yatan ve bu iradeye yön veren kudret, o toplumun medeniyet tasavvurudur. İnsan duyguları ile var olan ve düşünen bir varlık olduğuna göre bütün eylemlerinin altında duygusal bir tercih ve akli bir sebep olmak zorundadır ve şehir de insanın bu özelliklerinden bağımsız değildir. Ecdadın dönüştürdüğü İstanbul’a bu açıdan bakarsak kendi medeniyet tasavvurumuz noktasında en çarpıcı ve belirgin özellikleri Tarihi Yarımada’da buluyoruz. Üsküdar, Tarihi Yarımada’nın bir hülasası gibi ise de derine inildiğinde küçük ve zarif nüanslarla ondan farklıdır, onun mütemmim cüz’üdür. Bütün şehirler gibi İstanbul’a da yakından baktığımızda, ilk görünen şeyler bir takım mekânlar ve yapılardır, şehri uzaktan temaşa ettiğimizde ise onun siluetini fark ederiz. Gerek bu siluet ve gerekse mekânlar bu gün bize pek fazla bir şey söylemez, çünkü günümüzde İstanbul sisler veya küller altındadır, çünkü bugün toplumumuzun ma’şeri şuuru ve zevki, puslu ve dumanlı bir iklimin etkisindedir; net ve berrak değildir. Kısacası ne bizde İstanbul medeniyetini fark edecek basiret, ne de şehirde bu medeniyeti kendi zarif, asil ve mütevazı çizgileri ve tavrı içinde sergileyecek takat kalmıştır.

İstanbul’un bir ulu rüyalar şehri olması ve melekler ile ülfet eden insanlarının yani İstanbulluların varlığı, yirminci asrın ortalarına kadar devam etti. İstanbul bir ulu rüyalar şehri idi, çünkü rasyonalitenin düzenli, mihanik ve dar kalıplarına hiçbir zaman sığmadı, onun istediği kaidelere uydu ama kendini asla onlarla sınırlı hissetmedi, melekler alemine giden yolları her dem açık tuttu. Bu sayede özellikle yabancı gezginlerin hatıralarında ortaya çıkan esrarlı, bazı kereler korkutucu fakat anlaşılmaz bir masal şehir doğdu, çünkü İstanbul kendisine sadece akıl penceresinden bakanlara bir sır vermiyordu. Onda yaşayanlar ve onda ölenler ise batılı gezginlerin idrak edemedikleri derin ve geniş bir huzur ve sükûn neşvesi içinde idiler. Bu, ecdadın dönüştürdüğü ve asırlar boyu işleyerek vüs’at ve ihata kazandırdığı İstanbul idi.

Sonra kader değişti; yirminci asrın ilk yarısında masal şehir kavramı unutuldu, bu kavramı hayata geçiren kurumlar ortadan kalktı ve melekler ile ülfet eden insanlar, aramızdan çekilmeye başladılar. Bu yıllarda ülkede ve şüphesiz İstanbul’da, eskisinden farklı bir medeniyet tasavvuru hakîm kılınmak isteniyor ve bu istikamette bazı tasarruflarda bulunuluyordu. Fakat bu anlayış, şehri yeni bir kalıba dökmek noktasında pek aceleci davranmadı, “ Çağdaş İstanbul ” un teşekkülünü biraz zamana bıraktı veya bu hususta başarılı olamadı; yahut İstanbul’u bu değişime karşı koruyanlar, vardı. Bizim nesiller, masal şehri ve onun meleklerle dost masalsı insanını bu gecikme veya başarısızlık yahut muhafaza sayesinde tanıyabildiler ve o demlerde, melek hasletlerle donatılmış bu son insanlar aramızdan hiç gitmeyecek ve hep bizlerle beraber olacak zannettiler. İnsanı ancak insanın yetiştirebileceği ve bunun da bazı kurumların çatısı altında muhabbet ve himmet ile mümkün olabileceği hiç akla gelmedi; vaktaki şehrin o güzel insanları bir bir gittiler, bizler onların ne değerde olduklarını o zaman anlamaya başladık. Bu insanlar, bizim medeniyetimizin yaşayan ve yaşatan mümessilleri idiler, bu hal onların tabii hayatları idi; huzurları ve varlıkları, rasyonalist bir uygarlık karşısında bunalan ruhlarımız ve gönüllerimiz için vahiy medeniyetinin metin ve müstakim melceleri idiler; kalp ağrılarımızı onlar dindirir, endişelerimizi onlar teskin ederlerdi. Onlar, eski İstanbullulardı; rüya şehrin meleklerle ülfet eden masalsı insanları. Bugün, onların gaybubetlerinde eksikliklerini giderek daha derinden hissediyoruz.

Sonra şehirleşme başladı; ülke hiçbir alt yapı tedbiri alınmadan tarımdan sanayiye geçiyordu, yüzyıllar boyu tarım mantalitesi ve geleneği ile yoğrulmuş milyonlar, kendisine özgü bir sanayi toplumuna dönüşmenin sancılarından habersiz, İstanbul’a aktı. Benzer bir süreç, kabaca bir asır evvel batı toplumlarında da yaşanmış ve birçok gaileye yol açmıştı. Ayrıca sanayiye geçiş, batı toplumunun ürünü idi ve arka planında kendi ürettiği bir mantalite ve davranış biçimi barındırmakta idi. Ülke, bütün bunlardan bi-haber bir sanayi yolculuğuna çıkmış, kırsaldan kopan kitleler ne olduğunu bilemedikleri bir ‘daha iyiyi’ bulmak için büyük şehirlere, özellikle İstanbul’a yönlenmişlerdi. Şehir, eski kurumları ve insanları ile faal ve etkin olsaydı zor da olsa belki böyle bir akımı dönüştürebilir ve buradan yeni bir medeniyet yorumu ve bize özgü bir şehir estetiği çıkarabilirdi. Lakin o da olamadı, çünkü yeni gelenler için ne örnek alınacak bir insan tipi, ne de hürmet gösterilecek bir mekân ve kurum vardı; kısacası İstanbul, rasyonalitenin en ilkel tarzına hazırlıksız bir biçimde teslim olmuş veya kurban edilmişti.

Şehir mekânları, bu anlayış neticesinde süratle yok edildi ve yerlerine bize ait hiçbir anlam ve işaret taşımayan yapılar yapıldı. Bu dönemler, kentin çılgın bir vandalizme düçar edildiği vakitlerdir ve zaman içinde ortaya çıkacak toplumsal maliyet düşünülmeden, kazanıldığı sanılan anlık ve tatlı karlar, bu döneme hakim olan tek değer ölçüsüdür. Şehirde yıkılacak mekân kalmayınca bu anlayış, zahiren biraz yumuşamış ve insancıllaşmış görünerek banliyölere ve şehrin çevresindeki tabii yeşil alan dokusuna yönlendi.

Bu arada devir de değişmiş dünyada bilgi çağına geçildiği ve bunun da küreselleşme rüzgârlarını estirmeye başladığı her an ifade edilir olmuştu. Ülke ve İstanbul bu yeni değişimi
de algılayamadan süratli bir yapı faaliyeti ile karşılaştı. Toplumda biriken sermaye, siyasal egemenliğin el değiştirmemesi için belli ideolojik kurallar koyan seçkinler tarafından engellendiğinden üretime kayamadı. Ayrıca tarım toplumundan gelen ve hala baki olan eğilimler de mülk edinmeyi en güvenli yatırım olarak görmekte idi. Buna, belli bir seviyede devam eden şehre göç olgusu da eklenince İstanbul’un etrafı, düşük gelirliler için varoşlar, yüksek gelirliler için de “ultra lüks” sitelerle çevrildi. Şehrin içi öylesine değişti ve dışı o mertebede çevrildi ki artık bize ait İstanbul, hani o eski masal şehir, rüyalardaki kadar efsunlu belde ve onun meleklerle dost insanlarının hatıraları bile görülemez oldu.

Ne varoşlardaki mekânlar ne de ultra lüks siteler, insani bir yaşam için elverişlidir; ilkinde sağlıklı ve huzurlu bir hayatı sağlayacak asgari ölçüde gerekli fiziksel şartlar çok eksiktir, ikincisinde ise toplumdan tecrit edilmiş, tek düze, birbirine benzer ve gösteriş yarışına dönüşen hayatlar, bütün lükse rağmen ruha ağır gelmekte ve ruhsal sağlığı etkilemektedir. Varoşlarda yada şehrin içinde varoşlara benzer mekânlarda başını sokacak bir daireye kavuşmanın mutluluk olduğunu zanneden halkımız ile şehir dışındaki yeşil alanları sorumsuzca kullanan lüks sitelerdeki gösteriş yarışçısı seçkinler arasında İstanbul’da yaşamanın getirdiği iç huzurundan nasipsizlik ve bu şehre aidiyetin sağladığı ruhi zenginlik ve derinliğin eksikliği yönünden hiçbir fark yoktur. Çünkü bu iki gurup insanımız da sadece enlem ve boylam olarak tanımlanan bir İstanbul’da yaşamaktadırlar, onun tarihi birikiminden habersiz, medeniyet tasavvurundan bi-haber ve kültürüne bigane bir hayattır bu.

Son dönemlerde İstanbul’da kamu yararına birçok yapısal düzenleme gerçekleşiyor; bunlar, bu şehre yapılması çok çok geciken yatırımlardır ve mutlaka en kısa zamanda bitirilip hizmete açılmalıdır. Bunların tümü ile bitirilip hizmete açılması, şehre zahiren çağdaş şehirlere benzer aldatıcı bir görünüş verir. Bunlar olmadan zor fiziksel şartlar altında İstanbul’da yaşayan insanın aklına İstanbullu olmak hiç gelmeyebilir, gönlüne İstanbullu olmak sevdası hiç düşmeyebilir. O sıradan insan, hayatın maddi gaileleri arasında varlığının temel gayesi olan kimlik meselesini hiç düşünmeden kaybolup gitmiştir. Altyapısı bitmiş bir İstanbul’da yaşamak ise ruhi bakımdan şimdiki kadar kolay olmayacaktır, böyle bir İstanbul’da yaşayan bir kimse için şehre ve dolayısı ile bu şehri kuran medeniyete olan mesafe ve aidiyet, çok daha önemli bir kimlik sorunu olarak gündeme gelecektir. Bu sorunu, o kimse kaale almasa bile batı uygarlığı dikkate alacaktır, nitekim batının İstanbul kimliği ile ilgili niyetleri, projeleri ve uygulamaları giderek daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Şehirli olmadan şehir olmaz. İlk bakışta şehir gibi devasa bir olgunun karşısında yalın ve yalnız bir birey olarak algılanan şehirlinin bir hiç olduğu, ne yaptırım gücüne ne de değiştirici
ya da ıslah edici bir etkiye sahip olduğu düşünülebilir. Böyle güçsüz ve etkisiz olan birey, gerçekte şehirli değil, sadece şehirde yaşayan bir kimsedir. Burada bütün mesele, şehirde yaşayan ile şehirlinin farkını kavramaktan, bu ayrımı sarih bir şekilde yapabilmekten ibarettir. Şehirli; o şehri kuran veya dönüştürerek istikbale taşıyan medeniyet tasavvurunun müntesibi ve o tasavvurdan doğan kültürün mümessili iken şehirde yaşayan, ancak o şehrin fiziksel imkânlarından istifade eden fakat o şehirde tecelli eden medeniyet tasavvuruna ve şehre ruhunu veren kültür uygulamalarına bigane olandır. Bu bakımdan şehirli derin ve zengindir, şehir gibi dar ve mahdut bir mekânda yaşadığı halde bilgi ve görgü bakımından geniş ve zarif, iç dünyası ile de ihatalı ve vüs’atlidir. Çünkü arkasında tevarüs ettiği medeniyet tasavvurunun yüzyılları kapsayan birikimi ve yine bu tasavvura dayalı olarak yaşanan şehir hayatının engin ve zevkli hatıraları ve tecrübeleri vardır. Şehirli, bu gücü ile şehre hayat ve ruh verir, gerektiği zaman şehri o muhafaza eder, gerçekte şehri o inşa etmektedir, mihaniki bir hareket olarak görülen inşa faaliyetinin ardında onun manevi gücü ve rehberliği yer alır. Bu yüzden bir şehir için en büyük tehlike, kendi şehirlisini kaybetmektir. Bu tehlike, o şehirden dış âleme yansıyan medeniyet tasavvuru için de geçerlidir; çünkü şehirli, diğer bir deyişle bir medeniyet tasavvurunu yaşayan ve yaşatan kimsedir.

İstanbul’da fetihten başlayarak yirminci asrın başına kadar uzanan zaman dilimi içinde, İslam medeniyetinin yeni ve yakın çağları kapsayan ve ana kaynağa sadık kalan özgün bir yorumunun en seçkin örnekleri, bir bütünlük içinde yaşanmıştır. Son yüzyılda dünyayı sarsan uygarlık değişimleri ise bu şehirdeki mekânlarda köklü bir değişime sebep olmuş, dolayısı ile İstanbul’da tecelli eden özgün medeniyet tasavvurunun varlığını bir miktar örtmüş, değerlerini sisler ardına itmiştir. Ancak şehrin tarihi birikimi ve muhteşem mazisi, bütün bu etkileri geçersiz kılacak kudrettedir. Yeter ki İstanbul, İstanbullu olmak sevdası ile yola çıkan kendi şehirlilerine kavuşsun. İstanbul şehri için endişesi olanlar bilmelidirler ki bu endişe, İslam medeniyet tasavvurunun zamanımızdaki hayatiyeti için duyulan endişedir ve bu yüzden çok asil ve mukaddes bir ruh halidir. İstanbullu olmak demek, bu şehri inşa ve imar eden medeniyet tasavvurunu bilmek ve bunun asırlar boyu hayata geçirilmesi ile oluşan binlerce hatırayı paylaşmak demektir. Bilgi ölçeğinde gerçekleştirilen bu merhale, İstanbul gibi bir şehir için asla kafi gelmez, İstanbul’a ait bir şehirli olmak için bu şehirdeki manevi havayı teneffüs etmek, duygu ve zevk sahasında da eski İstanbulluların devamı olan yeni bir İstanbullu olmak icap eder.

İstanbul; şu son zamanlarda, artık serviliklerde yatan ve meleklerle dost, eski İstanbulluların bilgisi, görgüsü, edebi ve zevki ile teçhiz ve tezyin edilmiş yeni ve genç şehirlilerini bekliyor. Bu yeni İstanbullulardır ki kendi köklerine sadık kalarak bu şehri gelecek zamanlara taşıyabilir ve dolayısı ile İslam medeniyetinin diriltici sesini, İstanbul mekânları üzerinden bu sese her zamankinden daha fazla muhtaç olan insanlığa duyurabilirler.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
BAĞDAT…BAĞDAT…
Mehmet Aycı

Hep esmere kayan bir sükunet çağrışımı yaparsın bende. Acının her hâlini yaşanır kılan bir esmerlik bu… Her renge bir parça kendisini kaptıran, her renkten bir parça taşıyan bir esmerlik… Dişi bir esmerlik…

Kentler kadınsı olur, dişi olur, sen de öylesin. Uzun saçlı ırmaklarınla, gizemli çarşılarınla, mabetlerinle, hanlarınla, hamamlarınla, her dili konuşan, her dilden konuşan çocuklarınla, aşkınla, hüznünle, daha da önemlisi analığın ve anaçlığınla alabildiğine dişi…
….
Yeryüzünde, tarihin yeryüzünde üç beş kardeşten birisin. Üç beş büyük anneden birisin. Sıradan değil sırdansın. Bunu biliyorlar…

Yüzyıllardır, doğunun bütün damarlarına kan verdin, hayat taşıdın… Kalbi oldun, kolu kanadı oldun… Bunu da…

Senden kalkan turnalar sana dönerken daha bir güzelleşmiş, daha bir zenginleşmiş olarak dönerdi… Bunu da biliyorlar.

Her dilden, her telden, her renkten, her değerden, her ruhtan bir parça taşıdığını, bunların terkibiyle, tezhibiyle, tezyiniyle Bağdat olduğunu da biliyorlar…

Senin gibi bir kentleri olmadı onların. Senin gibi bir güzellikleri olmadı… Üstüne gelmeleri, saklı bahçelerini talan etmeleri bundan. Seni anlayamadıkları, sana layık olamadıkları için düşman oldular.

Senin tarihini nasıl yağmalarız düşüncesiyle okuyorlar, senin haritanı nereni bombalarız diye çıkarıyorlar… Senin minyatürlerine ruhsuz gözlerle bakıyorlar… Senin emzirdiğin, kundakladığın, büyüttüğün uygarlıktan gözleri kamaştığı için öç alıyorlar senden… Tıpkı Moğollar gibi…

Bir zamanlar esenlik yurdu olduğunu, gözeneklerine kadar aşkı işlediğini, susuz kervanlara saka olan çocuklarındaki gönül aydınlığını, taşın şiir gibi işlendiğini, şiirin sende bir zamanlar hayata dönüştüğünü asla unutamıyorlar…

Bir gün İstanbul’la, Kudüs’le, Buhara ile, Konya ile Endülüs’le el ele verip yeniden canlanma, yeniden halaya durma ihtimalin, onları ürkütüyor. Onların bir kenti olmadı senin gibi, bir sevgilisi, bir annesi, bir kucağı olmadı.

Onun için saçlarında yangınlar çıkarıyorlar, onun için gözlerini oyuyorlar, onun için yağmalıyorlar bahçelerini, onun için seni haritadan silmek, insandan ve insani olandan uzaklaştırmak istiyorlar.
….
Bağdat:
Annemiz…
Aşkımız…
Sevgilimiz…
Ağıdımız…
 
Katılım
2 Ağu 2007
Mesajlar
12
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İman Kalesi
Ya şu varlık âlemine ne demeli? Bedenlenmiş ruhların sâhiciliği nereye kadar? ?Onların sâhiciliği; sahilde ışıkların boy gösterdiği bir gecede suya akseden ve hareket eder gibi gözüken yakamozlu bir hayattan ibârettir.? Bu hayat, dünya hayatıdır ve geçicidir. Gerçek hayat yukarılardadır.
 

*Naye*

Üye
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
75
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Ten kafesinde
ÂNI YAŞAMAK Yazar: Mustafa DEMİRCİ



2002 - Temmuz
aralar.gif

1. Sayfa

gul_12.jpg
Ânı yaşamak...Zamana yenik düşmeyen hislerle dolup taşmak... Sonsuzluğun kıyılarına vuran aşkı duyumsamak...

Kalp yanar, göz nemlenir, yürek aşk ile vurur. Dinmeyen gelgitlerin yansımasıdır gönüllerin feryâdı. Kolay mıdır ay ışığında, gözyaşı ile geceye aşkı söyletmek? Gönül kadar yakın ve yine gönül kadar uzaklardan kopup gelen ayrılık nağmelerinin kâinattaki titreşimlerine tanıklık etmek.Dostla yakınlaşan aşkın gönüllerin işidir bu. Aşkın cânında bitimsiz kaynağa ulaşan sezgilerin çağlamasıdır. Sermâyesi derdi, serveti âhı olan büyük ruhların nefesidir dost rûzigâr.

?Yukarı doğru uçmayı öğrenen bir kuş, hedefe ulaşamazsa da topraktan kurtulmayı öğrenmiştir ya... Sen de rûhunu bedenden kurtarıp uçmayı öğren. Gördüğün renkler, şekiller, tattığın lezzetler, zevkler sana kalmaz. Bütün gönül darlıkları dünyaya bağlandığın nisbettedir.



Çok güzel bir paylaşımdı.
Allah cc Razi olsun..
 

rainbow

Asistan
Katılım
18 Nis 2007
Mesajlar
239
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
İstanbul
Herkese tavsiye ederim. Yanında Hanımeli ekide vardır bayanlar için 1 ay boyunca elimden düşmeden okuyorum hatta eski sayıları biriktirip arkadaşlarıma hediye ediyorum.

semaletle,



Dergimiz aylıktır.Her sayının yanında bir CD verilir.Derginin fiyatı 4.5 Euro
Yanında Beyza Çocuk dergisi de hediye.Yazarlar çok seçkin.Dergide yazarların e-mail adreslerini de bulabilirsiniz.Şu an piyasadaki en iyi dergilerden birisidir.
Biz çok memnunuz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞUBAT SAYISI BAYİLERDE


24294.jpg

Yeni Dünya dergisini bilir misiniz?
Yeni Dünya ile daha önce tanışmadı iseniz, dolu dolu Şubat sayısı sizin için tam bir fırsat.



Dergiler her ay elimize uzun bir yolculuğun sonunda ulaşır. Bize ulaşan bir duadır, emektir, bir vicdanın, düşüncenin dile gelip haykırışıdır çoğu zaman. Dergiyi elimize alıp, sayfalarını çevirmek; onu çıkaranların heyecanına, sevincine ortak olmak demektir.

24295.jpg


18 yıldır yükselen kalite

Yeni Dünya Dergisi de bize bu güzellikleri yaşatan, beyaz haberleri, Müslüman ahlakını, dertlerimizi gündemimize taşıyan, her ay evimize konuk olan dergilerden. Mahmut Bıyıklı'nın editörlüğünde çıkan derginin Hanımefendi ve Beyza Çocuk ekleri de var. 18. yılına ulaşan dergi, Rasim Özdenören, Hüseyin Akın, Mehmet Emin Ay, Vehbi Vakkasoğlu, Metin Karabaşoğlu gibi isimlerin yer aldığı seçkin yazar kadrosuyla da göz dolduruyor. Son yıllarda kalite çıtasını daha da yükselten dergide çok seslilik anlayışı hakim. Tasavvuf sohbetlerinden güncel konulara, deneme ve öykü tadındaki edebi yazılardan gönül insanlarıyla röportajlara, film eleştirilerinden Müslüman coğrafyanın tanıtılmasına kadar hemen her konuda, her yaştan insanın kendine yönelik bir şey bulabileceği bir dergi bu.
Ele aldığı dosya konuları bakımından dikkat çekici bir özelliği var Yeni Dünya'nın. Toplumun nerde bir kanayan yarası varsa ona duyarlılıkla yaklaşan derginin, bu konuda bir gayretlilik içinde olması sevindirici. Aralık 2010 sayısında "Modern toplumun yetimleri: Sokak çocukları" adlı dosyada sokak çocuklarının bizim neyimiz olduğu sorgulanmıştı. Kayıtsız kalarak onları görmezden gelme çabamızın nereye kadar süreceği soruldu kent insanının yüreğine. Kimi zaman sokak çocuklarıyla, kimi zaman huzurevindeki yaşlılarla yapılan röportajları görebilirsiniz dergide.


Şubat ayının dosya konusu eğitim ve okullar
Geçen ay ekrandaki pembe tehlikeyi –dizileri- konu alan dergi, bu ay da önemli bir derdimiz olan eğitim sisteminin, derdinin/değerinin olup olmadığını irdeliyor. Türkiye'deki eğitim sistemi hakkında kafa yoran yazarlara, sendikacılara, psikologlara, eğitimcilere, bu konuda bir sözü olanlara fikri sorulmuş. Okulların kemalist ideolojiden arındırılması gerektiği, insandan ziyade test çözen bir robot yetiştiren okulların canımıza tak ettiği vurgulanmış. Temel mesele "kim daha iyi insan" sorusuna "çok okul okuyan" cevabını verip veremediğimizle alakalı aslında. Okullarda değerler eğitiminin verilmesi, çocukların doğayla barıştırılıp yetenekleri doğrultusunda yaşam becerisi kazandırılması, tarihimizle bağımızı yeniden kurmak için Arapça ve Osmanlıca'nın en azından seçmeli ders olması ve ailenin rolünü unutmayıp okulu ve okul sistemini gereğinden fazla önemseyerek çocuğun tüm hayatını işgal etmesine engel olunması gibi öneriler sunulmuş.



Sami Efendi’nin vefat yıldönümü unutulmamış
Yine bu sayıda Mahmut Sami Ramazanoğlu Efendi'nin ölüm yıldönümü sebebiyle onun hakkında yapılan bir röportajı, Millet Kütüphanesi eski müdürü Serhan Tayşi ile yapılan eski İstanbul'a dair bir söyleşiyi ve Hür Adam filmiyle ilgili bir kritik yazısını okuyabilirsiniz.

Ak Ağabey de Yeni Dünya’da
Bir de Atasoy Müftüoğlu'yla ümmetin içinde bulunduğu durum, Filistin yaramızın bir türlü kapanamayışının nedenleri, İslam'ı anlama ve yaşama sorunsalı gibi konular üzerinden nefis bir söyleşi yapılmış. Kaçırmayın derim.
Derginin internet sitesinden de yazarları okuyup, takip etmeniz mümkün.
Gençlere yönelik sayılar da yok değil. Geçen sene mayıs ayındaki gençlerin okudukları, dinledikleri, yapıp ettikleri ile alakalı Gençlik özel sayısı harikaydı mesela. Birkaç sayı süren, Cesur Küçük ve Yavuz Selim Güneş gibi isimlerin hazırladığı, çok beğenilen Genç Dünya köşesi de devam etse keşke!

Ayşegül Sena Kara yeni bir dünya keşfedelim dedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Okullar çocuğa ne veriyor, ne alıyor?


Yeni Dünya Dergisi Şubat sayısını sadece Türkiye’nin değil tarih boyunca bütün insanlığın belki de en önemli meselesi olan insan eğitimine ayırmış…


Haber Merkezi / TİMETURK

Yeni Dünya Dergisi Şubat sayısını sadece Türkiye’nin değil tarih boyunca bütün insanlığın belki de en önemli meselesi olan insan eğitimine ayırmış… ‘Türkiye’de Eğitimin Değeri Var mı?’ diyerek Türkiye’de eğitimin ana değerlerimize olan yaklaşımını sorgulamış.
Kapak dosyada, Rasim Özdenören, yaratılmışlar içinde eğitilebilir olarak var edilmiş insanoğlunun bu ilahi hediyeyi nasıl çarçur ettiğini güzel metaforlarla süsleyerek tesirli şekilde dile getirmiş.
Eğitimci yazar Hüseyin Akın, hakiki eğitimin, fıtrata uygun doğru bilgi ve tecrübelerin sevgi ile aktarıldığı insani bir sistem olması gereği üzerinde durmuş.
Her yaştan okuyucunun ‘Aile Hekimi’ eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu, yeniden ailenin yapı taşı olduğu bir eğitim modeline dönülmesinin kaçınılmazlığını uygulanabilir tavsiyeler çerçevesinde tasnif etmiş.
Eğitimci yazar Veysel Kafalı, Batı eğitim sisteminin empozelerine karşı, gelenekten beslenen, değişen sosyal ve kültürel şartlara uygun ve gençliği kucaklayıcı yöntemlerle eğitimcilerin ve öğrencilerin motivasyonunun arttırılması ihtiyacını ifadelendirmiş.
Psikolog Mehmet Dinç, tek görevinin bilgi vermek olduğunu düşünen eğitim anlayışın ciddi şekilde fonksiyon değiştirmesinin zaruretini dile getirirken problemlere, kaynağına inerek kalıcı çözümler bulmanın, çocuğu/insanı doğayla barıştırmanın kaçınılmazlığını ayrıntılandırmış.
Prof.Dr. Mehmet Emin Ay, ‘Önce insan olmak’ merkezinde ‘Değerler Eğitimi’ konusunda resmi müfredatın yetersizliğini vurgulayarak bir değerler eğitimcisi olarak yapıcı tespit ve tekliflerde bulunmuş.
Adnan Çelik, ‘İnternet Çocukları’na alternatifler üreterek ‘hakkı tavsiye etmeyen kapitalist sistemler’e direnmenin toplumsal yönü üzerinde durarak meseleyi eğitimden öte alanlara aktaran açılımlarda bulunmuş.
Halil Etyemez, Esan Gül, Alpaslan Durmuş, Erol Erdoğan, Ali Hakkoymaz, Fahri Sevimli, Sait Çamlıca, Abdülaziz Tantik, Yusuf Tanrıverdi, Ali Erkan Kavaklı gibi eğitimci ve yazarlarla yapılan söyleşiler de dosyayı zenginleştirmiş ve renklendirmiş.
Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nin irtihallerinin 27. sene-i devriyesi için hazırlanmış çok özel bir dosyanın da sayfaları arasında yer aldığı dergide, ayrıca Prof.Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın, Prof. Dr. Bilal Kemikli’nin Metin Karabaşoğlu’nun, Mustafa Özçelik’in Ali Haydar Haksal’ın ve İsmail Halis’in entelektüel yelpazesi geniş yazılarını okumak mümkün.
Şubat sayısının röportaj konukları ise bu ay Millet Kütüphanesi eski müdürü M. Seyhan Tayşi ve esas duruş sahibi Yazar Atasoy Müftüoğlu olmuş çok keyifli söyleşilere imkan hazırlamış.

Velhasıl, Yeni Dünya Dergisi yine bir ay süreyle masalarımızın üzerinden inmeyecek dolu dolu bir sayıyı günışığa çıkarmış.
Keyifli okumalar, diyoruz…
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

YENİ DÜNYA’DAN ERBAKAN VE TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ SAYISI

Yeni Dünya Dergisi, hayatın tamamlayıcı cüz’ü ani ve güzel ölümlerle gelen yüksek tefekkürün oldurucu ve dönüştürücü deryasında özel yolculuklara ayırmış Nisan sayısını.
“Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rind”e dediği gibi şairin, dünya meşakkatinden vuslatın gülbahçesine geçen soylu ruhların geçit merasimlerine tanıklık edenleri bir bir dinleyip; tarihe şahitlik vazifesini hakkıyla yerine getirebilmek için. “Mazluma şefkatiyle, zalime de zulmünü engelleyerek yardım etme” düsturuyla yaşamış, hayatları umulmadık saiklerle birleştiği gibi vefatları da yakın tarihlerle ezel levhinde kaydolunmuş irfan havzamızın iki önemli şâhidi; ümmetin isimlendirmesiyle büyük mücahid Necmettin Erbakan ve büyük alim Tahir Büyükkörükçü hocanın efsanevi cihad-hayatlarını yansıtmış sayfalarına.
Yunus Emre Altuntaş, Erbakan Hoca’nın bıraktığı hoş sedayı, Prof.Dr. Mustafa Kamalak, daimi kulluk şuuruyla ibadetlerine gösterdiği hassasiyeti, Hasan İmer, ezberleri bozarak gelen bir ruh harekatındaki öncü rolünü, Mustafa Özcan, Arap dünyası ile arasındaki görünmez bağları, Oya Akgönenç, küçük heseplarla vakit kaybetmeyen müthiş vizyonunun tesirlerini anlatırken, Yalçın Topçu, ‘o muazzam okulumuzun baş muallimiydi’, Numan Kurtulmuş, ‘Türk siyasetine olan ciddi katkıları oldu’, Ahmet Yenilmez, ‘bize hayal kurmayı öğretti’ Bülent Yıldırım, ‘bizi çağlar ötesine taşıyan bir misyonu vardı’ Yıldız Ramazanoğlu ‘O bizim hikayemizi geri verdi’ diye hüsn-i şehadetlerini dile getirmiş.
Temel Karamollaoğlu, onun insani inceliklerini anlatırken Bülent Arınç, siyaseti cihad olarak gören yüksek idealine işaret etmiş. Yasin Hatipoğlu gözyaşları damlayan satırlarla gergef gergef ‘savunan adam’a açtığı kalbinin ıztırabından bahsederken, Oğuzhan Asiltürk, tasavvur ötesi merhametinden ve dirayetinden, Kerim Öncel, gençlere verdiği önemden, Ömer Döngeoğlu Kur’an’a olan aşkından, Ahmet Taşgetiren, imani hassasiyetlerinden, Fatih Erbakan, güzel ahlakıyla örnek oluşundan dem vurmuş. Zeki Bulduk ise, “Yolda Ölenler ve Yolda Kalanlar” parantezinde yolu ‘Abdülhamid’in ülkesi’nden geçmiş bütün dava adamların merkez portrelerini çizmiş canlı kelimelerle.
Hakk’a yürüyen diğer bir aşk eri; Tahir Büyükkörükçü Hoca ile ilgili de çok önemli tanıklıklar yerini aldı satırlar arasında. Değerli evlatları Abdurrahman Büyükkörükçü ile yapılan çok önemli vurgular ve şahitlikler taşıyan söyleşi, hem yakın tarihimize hem de Allah dostlarının gözle görülenin ötesindeki himmet ve direyetlerine dair önemli karineler taşıyor.
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, taşıdığı peygamberlik vazifesinin manevi ağırlığını başkalarına aksettirmeden yaşayan insanlık abidesi Sevgili Peygamberimizi anlatmış, bütün bir ümmetin duygularına tercüman olarak. Davut Şahin, sav Efendimizi ‘Yetimlerin Güzeli” olarak överken, ‘okşadığı bir baş da biz olmayı’ ne kadar da özlediğimizi hissettirmiş bizlere. Mustafa Özçelik ise, kutlu doğum arefesinde ‘Bir Naat Klasiği Olarak Su Kasidesi’ni zarif yorumlar eşliğinde günümüz idrakine sunmuş.
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın, yakın tarihizle ilgili önemli ve artık zamanı gelmiş bazı tashihlerde bulunduğu “Her Alim Kendi Mertebesinden Konuşur” diyerek, ezber bozma ve doğruyu ikame yolundaki istikametini sürdürdüğü yazısı, üzerinde çokca durulmayı hakediyor. Prof. Dr. Bilal Kemikli, Dost’a doğru yürüyüşümüzü anlattığı samimi ve etkili denemesiyle ‘Allah’ı hatırlatan dostlar’a olan hasretimizi tazeliyor.
Ülke Tv’de yayınlanan Açık Deniz programına katılan Ali Ramazan Dinç Hocaefendi’nin Hak dostları hakkındaki eşsiz yorumları ve bilhassa Said-i Nursi Hazretlerinin Es’ad Erbili ks Hazretlerinin hulefasından olduğu yolunda şahitler gösterek verdiği bilgiler üzerinde çok konuşulacağa benziyor.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Yeni Dünya Mayıs Sayısı Çıktı!

1453 ruhu bize uyar mı?
Yeni Dünya Dergisi Mayıs sayısında, tefekküre çağıran özel bir sayı ile okuyucusunun karşısına çıkıyor. 1453 ruhunu yeniden diriltmemizin üzere özel bir dosyayla okuyucusunu heyecana gark ediyor:
Her şey bir tercihle başladı. Bir soruya verilen cevaptan doğdu bütün kavimler, dinler, yollar. Sınıflar, bir cevaba göre dizildi sıraya. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!” Aslında tam bir soru da değildi. Bir nevi bildirmeydi. Mutlak ve Muhakkak Rabbimizin “kim”liğinin latif ifadesiydi soru formunda.
Ne geçmişin ne geleceğin kurbanı olduğumuzu, “fetih müjdesi”nin dünün değil bugünün Fatihleri için de gözaydınlığı olmaya devam ettiğini anladığımızda, kararlarımız, yaşadığımız dünyayı cennete dönüştürecek birer devrim niteliği kazanacak. Buna inanıyoruz. Belde-i Tayyibe, yeniden fethedilmeyi, İstanbul yeniden ümmetinin payitahtı olmayı bekliyor içten içe.
Dileriz, bu soylu ruhlardan ilham yüklenen tefekkür, aşkımızı şevkimizi coştursun da; 29 Mayıs 2011, “fatihler doğuran büyülü ruh”un önünü açtığı nice maddi manevi fetihlerin başlangıç tarihi olsun yeniden.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Ahlaksız ticaret olmaz


Yeni Dünya Dergisi Haziran sayısında temiz ve Tayyib ticaretin hassalarını gündeme taşıyor…
Evine helalinden rızık götürmek gayretini ibadet kabul eden bir dinin mensupları olarak hayatımızın vazgeçilmez şartlarından biri, ticaret ile maddi manevi maişet temini olsa gerek. Temiz ve Tayyib rızık arayışı insanı sosyalleştiren olgularında başında geliyor. Hepimiz hem alıcı, hem satıcıyız; dolayısıyla da komşumuzun külüne muhtacız…

Süleyman zenbil ördü kendi emeğin yerdi
Anın ile buldular anlar berhordarlığı

diyor arif-i billah Yunus Emremiz… Dünya ticaretimizin temizliği ahiret kârımızın miktarını ve kalitesini belirleyecek. Dışımızı güzelleştirmenin içimizden geçtiğini biliyoruz. İçimizin, niyetlerimizin güzelliği, ferdi hayatımızı olduğu kadar toplum olarak hepimizi de ilgilendiriyor.

İş Adamlarının ahlâkî değerleri üzerine yapılan araştırmalara göre: “İş verenlerin bir kısmı, verdiği sözde durmamakta, yalan söylemekte, vergisini tam ödememekte, işçinin hakkını tam vermemekte, fahiş fiyata mal satmakta, rüşvet alıp vermekte, evlilik dışı ilişkiler içerisine girmekte, büyük çoğunluğu ise iş ahlakı ile ilgili eğitim çalışmalarına ihtiyaç duymakta, bu alanda sağlam kaynaklar okuma ihtiyacı hissettiğini” söylemekte...

Yaz mevsiminin yaklaştığı bu sıcak günlerde Haziran sayımızı, ahlakın her şeye olduğu gibi ticarete de ne kadar yakıştığını konuşmaya ayırmış Yeni Dünya. Alanında uzman önemli isimler dosyaya ciddi katkılarda bulunmuş konuyla ilgili akademik çalışmaları bulunan Muhammed Şirin Aslan ticaretin ahlaksız yürümeyeceğini asli kaynaklara müracaat ile örneklendirirken, Mehmet Emin Ay, Son Peygamberin uluslar arası ticaretin de öncülerinden olduğunu altını çizmiş okuyucuları için.

Mahmut Erol Kılıç, her ay olduğu gibi derin sufi sembollerin günlük hayat ile bağlantısını özel üslubuyla anlatmaya devam ederek bu ay da konsantrasyonu kaybetmiş modern çağ insanına önemli tutanaklar sunmuş.

Bilal Kemikli sukûtun ve konuşmanın inceliklerine dair deneyimlerini bizlerle paylaştı.
Yunus Emremizin güzel hayatını Mustafa Özçelik bizim için muhabbet eleğinden geçirerek hulasalaştırmış.

Hüseyin Akın “Neler Okudum Neler” diyerek bizi kitapların sırlı dünyasında sefere çıkarmış.

Sufi ritme ve literatüre yakın duruşuyla kamil insanın ezeli remzi olan neyin maddi manevi dilinden en iyi anlayan isimlerden biri olan Ender Doğan ile arkadaşımız Davut Göksu, çok özel bir söyleşi gerçekleştirmiş.

Yaz Kurslarında artık marka bir isim haline gelen Safa Eğitim ve Yardımlaşma Vakfının faaliyetlerini eğitim sorumlusu Nurettin Karabul ile konuşulmuş.


Üsame bin Ladin üzerinden Türk medyasının Müslümanlık ve insafla alakası olmayan saplantılarına İsmail Halis özenli vurgularda bulunmuş.


Yeni Dünya Haziran sayısı ahlaksız bir hayat düzeninin insanı kayıtsızlaşmasındaki rolünü sorgulamış velhasıl. Çok da güzel bir sayı olmuş yine.

Okumaya değer diyoruz…

M.Nur.Mertkan
HaberKültür.Net

 
Üst