Yazarlar 'kadın'ı konuşuyor

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Yazarlar 'kadın'ı konuşuyor

Yazarlar 'kadın'ı konuşuyor
“Asıl kadınlık bütün ihtişam ve kudretiyle ayakta!” Mesele ‘kadın’ı ayağa kaldırmakta…


Sibel Eraslan,

Edebistan’da ve Dergah dergisinde yayınlanan çok uzun ve içiçe atkı ve çözgülerden kurulu bir yazısında “kadının ma’kus talihi”nden bahsediyor ve özetle şunu söylüyordu:

Kadınlar hangi şartlar altında edebiyat tartışmalarının odağına dahil olabilirler, Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki panelde bunu tartışacağız… Kadınlar, büyük anlatılar ve devasa mitler içinde ne zaman kabul görülürler? Madam Bovary veya Anna Karanina olmadan mesela… Bir kadın tumturaklı ihanetleri olmadan, edebiyatın öznesi haline gelebilir mi? Mecnun’un canına tak ettirmeseydi Leyla, Yusuf Peygamber’i hapse düşürmüş olmasaydı Züleyha, ne kadar bilip tanırdık onları? İmran Kızı Meryem’in şefaati, tüm hattat kadınların üzerine olsun. Hani yasaklamışlardı kadınlara divit kullanmayı Eski Ahit Rahipleri de, Yüce Allah, Kelimesi olan İsa peygamberi, bir kadına emanet etmişti… Evet. Kelime, en çok Meryem’e, hasılı “bir kadın”a yakışır yeryüzünde. Edebiyatın ya sınıfsal anlamda uygunsuz veya dehşete düşürecek denli kozmik ve öteki bularak odak dışı bıraktığı türden kadınlar, niçin hep zaman ve koordinat dışıdır, hiç düşündünüz mü? Onların eski zamanlara has dilsizliği veya uzay fantazyasında henüz yaşanmamış ışık yıllarındaki kristalize ama ürkütücü tezahürleri (aslında zuhur etmemişlikleri), orta zamanlardaki biz yazar kadınların adeta bir batıni hakikat gibi tevarüs ettiğimiz bir yazgı değil midir? Kültürel tartışmaların odağına ancak askerlik taliminden geçmiş kadınlardır girebilenler, onlar da eksik eteklerini, yüzlerindeki erkeksi kahır çizgileriyle, serin namluyu kavrayabilmiş düzgün elleriyle uzatabilenlerdir. Öylece müennesliklerinden arınarak, makbul ve eril vasıflara ancak epik varoluş imkanları üzerinden yaklaşabilenlerdir o kadınlar. Yazar kadının gölgesi uzun olur. Şüphesiz ki bu, odaklar üstü bir konudur. O gölgeli kesitlerde, yüzler ve belki binler kere Salih Zeki’ler saklıdır… Erkekler için, “Türk Edebiyatındaki kültürel tartışmaların odağı” diye bir sorunsal mesela, hiç mi hiç söz konusu edilmez. Niçin? Çünkü tartışma zaten erkek erkeğe geçtiği var sayılan ciddi bir iştir, tıpkı edebiyat gibi. Peki “Bir kadın” niçin yazar? Ancak kendini vermemiş kadınların bileceği bir yazgıdan söz ediyorsak şayet. Kendini kendine saklayan kadınlar yazı yazar. Tarih içinde kadınlara hep yakıştırıla gelen gevezelik’ten ne kadar farklıdır yazı yazmak işi? Bir iş olarak yazmak, niçin bilinç yükselmesidir, tartışma odağı için ehliyeti niçin yazı yazmaktan alırız biz kadınlar? Peki hem kendini vermemiş, hem de yazı yazmamışsa bir kadın ne yapar? Ne yapacak, kanser olur…

Bugün Dücane Cündioğlu da

“kadın”ı paranteze almıştı Yeni Şafak’taki köşesinde.

“— "Kadınlık eski ihtişam ve kudretini kaybetmedi mi efendim?" Kenan Rifaî hazretlerinin cevabı şöyle: — Eski ihtişam ve kudretini kaybeden kadınlık değil, kadınlar! Asıl kadınlık bütün ihtişam ve kudretiyle ayakta! O hep ayakta! Çünkü mazhar-ı aşktır o! Cüzdeki küllü görmek budur! Çokluktaki birliği. Kenan'ı değil, Yusuf'u. Kadınları değil, kadınlığı. Niceliği değil, niteliği. Esma ve sıfâttan önce zâtı. Önce Adem'i. Sonra âlemi.

Truffaut'nun "L'homme qui aimait les femmes" (1977) filminin kadın düşkünü kahramanı (Bernard)’dan cümleler aktararak sorar sorularını: — "Neden bir tek insanda bulabileceklerimizi bir sürü insanda aramakla uğraşır dururuz?" Bir kadında değil, bir sürü kadında... İşte niceliğin egemenliğinin insanı kavradığı o meş'um başlangıç noktası! Çoklukta yol bulmaya çalışmak... fetişe yönelmek... kesrete... suretler havuzunda arınacağını sanmak... aşırı temaslar aracılığıyla hem de... Bunca zahmet niçin? Şefkat eksikliğinden ötürü.... Bir annenin içi gülen gözlerinden mahrumiyet sebebiyle... Rahmet elinden uzaklık yüzünden... VE sırf bu mahrumiyetin acısıyla tüm kadınları tüketmeye çalışmak... Erotize edilmiş şefkatin aldatıcılığından medet bekler hâle düşmek... Napolyon sendromu!”

Ve Sadık Yalsızuçanlar

"Aşk ve Edebiyat" Üzerine bir konuşmasında şöyle bir cümlenin içine yerleştirmişti “kadın”a müteallik problemimizi:

“Kuran`da geçen kadınları sınıflandırdığımızda şunu görürüz. Hz. Meryem, saflığın temsilidir. Züleyha, güzelliğin ve dişiliğin sembolüdür. Belkıs ise kamusal alana dahil olan, iktidar ortağı olabilen kadını temsil eder. Erkekler genelde Züleyha’ya aşık olur. Evlendikten sonra ise o Züleyha’dan bir Meryem yontmaya çalışırlar. Patolojik durumlar da burada ortaya çıkmaya başlar.”

Peki, netice?

Vasıflarımızı, imkânlarımızı, haysiyetimizi ve külliyen ‘insan’ı tüketerek yaşarken bir dolu ‘hiç’ler uğruna; “Asıl kadınlık bütün ihtişam ve kudretiyle ayakta! O hep ayakta! Çünkü mazhar-ı aşktır o!” hükmünü kâim kılmak için önce (Hz.) Yusuf gibi ‘er’ olamayan bizlerin takkelerini önlerine koyup düşünmesi gerekiyor.

Zira o, el-an ve daima ‘mazhar-ı aşk’ olmaya devam edecek…



Yavuz Gencer
 
Üst