Yavuz sultan selim hân

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
YAVUZ SULTAN SELİM HÂN

İslâm halîfelerinin yetmişdördüncüsü ve Osmanlı pâdişâhlarının dokuzuncusu. İkinci Bâyezîd Hân’ın oğlu, Sultan Süleymân Hân’ın babasıdır. Hilâfeti, Osmanlı pâdişâhlarına bağlayan Selim Hân’dır. 875 (m. 1470)’de Amasya’da doğdu. 920 (m. 1514)’de Çaldıran’da İran şahı İsmâil-i Safevî’yi mağlub ederek, bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. Böylece İslâmiyete büyük hizmet etti. Tebrîz’i de aldı. 922 (m. 1516)’de İstanbul’da ilk tersaneyi yaptı. Burada gemiler inşâ edildi. 923 (m. 1517) senesinde Mısır’ı aldı. Haremeyn-i şerîfeyn de ele girmiş oldu. Hutbelerde ismini; “Mekke ve Medine’nin hizmetçisi” diye okuttu. Mısır’daki son Abbasî halîfesi olan, Ya’kûb bin Müstemsik-billah’dan mukaddes emânetleri alarak halîfe oldu. Büyük bir donanma yaptı. 926 (m. 1520) senesinde, Çorlu ovasında hastalanarak vefât etti. Sekizbuçuk senede, devleti iki kat büyüttü. Yavuz adını kazandı. Kabri Fâtih’de, Sultan Selim Câmii bahçesindedir.


Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın oğlu Şehzâde Bâyezîd, Amasya vâlisi idi. 875 (m. 1470) senesinde birgün, Şehzâde Bâyezîd’in sarayına nûr yüzlü bir ihtiyâr geldi. Sarayın kapısında uzun bir duâ okuduktan sonra, kapıdaki nöbetçiye; “Bugün bu hânede bir erkek çocuğu dünyâya gelecek. Babasından sonra pâdişâh olacaktır. Vücûdunun yedi yerinde ben bulunacak ve büyüdüğünde her ben sayısınca, âli-şân (şânı büyük) beyleri mağlub edecektir” dedikten sonra oradan ayrıldı. Nöbetçi bu zâtı ta’kib ettiyse de, bir anda kaybetti. Nereye gittiğini bulamadı. Bu haberi vâliye söylemek isteyen nöbetçi, saraya girdiğinde, şehzâde Bâyezîd’in kucağına aldığı çocuğun kulağına, ezân-ı Muhammedî ve ikâmet okumakta olduğunu gördü. Şehzâde Bâyezîd; “İsmin Selim olsun” diyerek, çocuğuna ismini verdi.


İstanbul’da bu haberi işiten Fâtih Sultan Mehmed Hân, torunu için duâlar etti ve “Lala Selim’i çok sevdim” buyurdu. Ertesi gün sabahleyin, Sultan Fâtih lalasına gece gördüğü rü’yâyı anlattı: “Kendimi bir derya içinde gördüm. Yanımda oğlum Bâyezîd de vardı. Bir ara, deryanın karşı tarafından bir güneş doğdu. Güneş önce beni, sonra da Bâyezîd’i aydınlattı. Sonra yedi güneş daha doğdu.” Fâtih’in lalası rü’yâyı; “Cenâb-ı Hak hayıra getirir inşâallah sizden sonra yerinize oğlunuz Bâyezîd’in sultan olacağını, ondan sonraki pâdişâhın yedi şöhretli kimseye galip gelerek, müslümanları bir bayrak altında toplayacağını umarım” diyerek ta’bir etti.


Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Şehzâde Selim, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın terbiyesinde yetişmeğe başladı. Şehzâde Selim’e Kur’ân-ı kerîm, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verildi. Ayrıca, yüksek fen ilmi üzerinde de dersler verilerek yetiştirildi. Bu arada ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak da öğretiliyordu. Çok zekî olan Şehzâde Selim, kısa zamanda Arabî ve Fârisîyi ana dili gibi öğrendi. Zamanının velîleriyle görüşür, sohbetlerini kaçırmazdı. Böylece, teveccühlerine kavuşup, hayır duâlarına mazhar olurdu. Babası, pâdişâh olduktan sonra, askeri sevk ve idâresi ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, Şehzâde Selim’i Trabzon’a vâli ta’yin etti. Şehzâde Selim, Trabzon’da Mevlânâ Abdülhalim hazretlerinin derslerini ta’kib etti. Bu arada edebiyat ve târih üzerinde de çalıştı. Geceleri üç veya dört saatten fazla uyumaz, vaktini ilim öğrenmekle geçirirdi. Husûsi meclislerinde ilmî ve edebî mevzûlar konuşulur, değerli âlimleri, velîleri, tarihçileri bu meclise da’vet ederdi. İlim adamlarına ziyadesiyle saygı gösterir, onları yanından ayırmazdı. Müsait zamanlarını kitap mütâlaalarıyla geçirirdi. Binlerce cilt kitap okudu Mütâlâalarında gözlük kullanırdı. Arabî ve Fârisî şiirler yazardı. Fârisî olan dîvânı meşhûrdur. Okumaya o kadar meraklı idi ki, savaşa giderken ve gelirken dahî, yanında kitaplar bulundurur, müsait durumlarda okurdu. Mısır seferi dönüşünde İstanbul’a gelinceye kadar İbn-i Tagriberdî’nin Nücûm-üz-zâhire isimli eserini, Ahmed İbni Kemâl Paşa ile mütâlâa etmiştir. Evliyâya çok rağbet ederdi. Onların sohbetlerine katılmayı bulunmaz bir ni’met sayardı. Bu sohbetlerle kendisi de tasavvufta yetişti. Üstün dereceler sahibi oldu. “Osmanlı sultanları arasında; tefsîr, hadîs, fıkıh, târih, edebiyat gibi zâhirî ilimlerde ve bâtın ilimlerinde en yüksek olanı Yavuz Sultan Selim’dir” diyen âlimler pekçoktur. Yavuz Sultan Selim, ihtişam ve debdebeye hiçbir zaman ehemmiyet vermezdi. Dâima sadeliği sever ve sâde giyinirdi. Bir defasında oğlu Şehzâde Süleymân’ı süslü elbiseler içinde görünce; “Annene giyecek birşey bırakmadın” diyerek sitem etmişti. Kendisi için, fazla para sarfıyle köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Devletin bir kuruşunun dahî boşa harcanmasına rızâ göstermez, buna riâyet etmiyenleri şiddetle cezalandırırdı. Hazîneyi devamlı olarak dolu bulundurmaya gayret ederdi. Padişahlığı sırasında hazîne defterdarı Abdüsselâm Bey’e; “Sirkeci ile Sarayburnu arasındaki sahile basit bir ev yapınız” diye emretmiş, o da Yalıköşkü denilen köşkü yaptırmıştı. Sultan, köşkün mükemmel yapıldığını görünce çok üzülerek; “Ben sana bu kadar para sarfına ruhsat vermemiştim. Basit bir gölgelik yapasın diye emretmiştim” buyurmuştu.


Yavuz Sultan Selim Hân uzun boylu, iri kemikli, omuzlarının arası gayet geniş olup, mütenâsip bir vücûdu vardı. Yüzü yuvarlaktı. Hele alnının düzgünlük ve nûrâniyeti ile, gözlerinin, kâh hakimane bir fikir gibi, kendisine bakanın gönlündeki en gizli köşelere girercesine ve kâh konuşan lisân gibi meramını ifşa edercesine bakışları, onun büyüklüğünü apaçık belli ederdi. Yüce bir himmet, sağlam azîm, vekar, geniş tasavvur, keskin zekâ, ileri görüşlülük, çabuk kavrama, tahminde isâbet, fıtri kahramanlık, her türlü silâhı en mükemmel kullanma, harp mahareti ve büyük değişiklikler yapma kabiliyeti, sür’atli manevra yapma, nüfuzlu emir, mukavemet etmedeki kuvvet, güçlüklere galip gelme, çok az bir kuvvet ile büyük bir orduya karşı galip gelme gibi, herbiri bir kahramana iftihar vesilesi olacak pekçok üstün meziyetlere sahip idi. Allahü teâlânın emirlerini yapma, İslâmiyete hizmet etme ve insanların Cehennemden kurtulması için gayreti o derece idi ki, çıktığı yolda her türlü arzu ve hislerine kolaylıkla galebe çalardı. Gayesi müslümanları ve İslâm devletlerini bir bayrak altında toplamak idi.


Husûsiyetlerinden pek azını saymaya çalıştığımız Şehzâde Selim, Trabzonluları öyle güzel idâre etti ki, halk onu babalarından çok sevdiler. Şehzâde Selim’in adâleti ile herkes mutlu ve huzûrlu idi. Huzûr ve güven anlatılamayacak ölçüdeydi. Öyle ki, hırsızlık yolu, hırsızın koparılan eli gibi kesilmiş, soygunculuk alışkanlığı, onun meydana getirdiği güven ile kaybolmuştu.


Şehzâde Selim’in cihâd aşkı, Allahü teâlânın dînini yaymak arzusu o kadar fazla idi ki, bu yolda ayakkabılarına bulaşan tozları toplar, vefât ettiği zaman yanaklarının altına konmasını vasıyyet ederdi. Şehzâdeliği sırasında, Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcülerle savaşa karar verdi. Atının dizginlerini gazâ yoluna saldı. Kılıcından su gibi kan akıtarak galip geldi ve Trabzonluları rahata ve huzûra kavuşturdu.


Şehzâdeliği sırasında, İran’da Safevî devletinin başında Şah İsmâil bulunuyordu. Şah İsmâil, ülkesinde bulunan Ehl-i sünnet müslümanlara eziyet ve işkence ediyor onları, kendi bozuk fırkaları olan râfizîliğe girmeye zorluyordu. Bunlar, Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman gibi pekçok Eshâb-ı Kirâma (r.anhüm) dil uzatıyor, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek hanımı Hazreti Âişe vâlidemize iftira ediyorlardı. Ayrıca Şah İsmâil, Dülkadiroğlu Alâüddevle’ye harp îlân ederek, ordusunu izinsiz olarak Osmanlı topraklarından geçirdi. Dülkadir beyi Alâüddevle’nin oğlunu ve kızlarını kesip kebap ettirerek, gözleri dönmüş askerlerine yedirdi. Öyle ki, çocukların etlerini, askerler birbirlerini ite kaka, kapışarak yediler. Dülkadir hânedanına mensûp ölülerin kabirlerini açtırarak kemiklerini yaktırdı. Yine Özbek Sultânı Şeybek Hân’ı mağlub edince, onun kafasını kesip kafatasını altınla kaplattı ve onunla içki içti. Kafa derisini de baharatla doldurarak, Yavuz Selim’e gönderdi. Şah İsmâil, İranlıların, selâmünaleyküm yerine Şah demelerini, Bismillah (Allahü teâlânın ismiyle) yerine, bismişâh (Şahın ismiyle) demelerini emretti. Birbirlerinin hanımlarına istedikleri zaman sahip olabileceklerini söyledi. Daha da ileri giderek, Osmanlı hudutlarına adamlarını gönderdi, içeri sızmaya çalışmalarını ve Osmanlı müslümanlarını Ehl-i sünnet i’tikâdından çıkarıp, Eshâb-ı Kirâm düşmanı yapmak için çalışmalarını tenbîh etti.


Bu haberleri büyük bir hiddet ve üzüntü ile dinleyen Şehzâde Selim, dîvânı toplayıp âlimlere, velîlere, komutanlara ve beylere durumu anlattı. Dîvânda bulunanlar hep birden ayağa fırlayıp kılınçlarını çektiler ve; “Sefer isteriz! Şâh’ın ülkesine cihâda çıkılsın isteriz!...” diyerek yerlerinde duramaz oldular. Şehzâde Selim; “Orduyu hümâyun hazır ola!... Şehzâde Selim, Safevî ülkesine sefere çıkıyor!” diye emrini bildirdi. Kısa zaman içinde onbeşbin kişilik bir ordu hazırlandı. Trabzon’da, yaşlılar ve çocuklar orduyu duâlar arasında uğurladılar. Şehzâde Selim’in hocası Abdülhalim Efendi de bu sefere katıldı. Şehzâde ile hocası yanyana gidiyorlardı. Bir ara Şehzâde Selim; “Bu gidişle hayâtımız hep at üzerinde geçeceğe benzer lala... İnşâallahü teâlâ pâdişâh olduğum zaman seferlerime seni de götürürüm” dedi. Etrâftaki vilâyetlerden toplanan askerlerle, ordu yirmibin kişiye ulaştı. Azerbaycan içlerine kadar girdiler. Şâh’ın ordusundan herhangi bir haber çıkmadı. Nihâyet Gence’ye geldiler. Gence kalesi komutanına, kalenin teslimini teklif etti. Red cevâbı gelince; “Bre gâfiller! Karşınızda kim var sanırsınız? Tiz ordum hücum hazırlığına geçsin!” emrini verdi. Şehzâde Selim, otağı önünde ellerini açarak; “Yâ Rabbî! Bu Ehl-i sünnet ordusunu muzaffer eyle!” diye duâ ediyordu. Savaş kokusunu alan Şehzâde Selim’in cins atı, yerleri toynaklıyor, sık sık şaha kalkıyordu. Bu sırada Gence kalesinin kapısı açılarak, kale komutanı olan Safevî hükümdârının Şehzâdesi İbrâhim Mirzâ hücuma geçti. Şehzâde Selim: “Yâ Allah, Bismillah, Allahü ekber!” diyerek hücum emrini verdi. Allah Allah sesleri arasında iki ordu birbirine girdi. Şehzâde Selim, ustaca manevralarla atını sağa sola sürüyor, güç durumda kalan askerlerine yardıma yetişiyordu. Her kılıç sallayışında bir düşmanı yere seriyordu. Şehzâdelerini yanıbaşlarında kılıç sallarken gören askerlerin herbiri bir arslan kesiliyor, hücum üstüne hücum tazeliyorlardı. Şehzâde Selim durmadan etrâfına emirler vererek; “Koman yiğitlerim! Koman şahbazlarım! Allah için vurun!” diyerek askerine moral veriyordu. Bir ara kalabalık bir düşmanın arasına düştü. Onların komutanı durumunda olanın üzerine saldırarak, onu atından yere düşürdü. Yere düşen “Aman vurma, canıma kıyma! Teslim oluyoruz!” deyince, Şehzâde Selim kalkan kılıcını indirerek; “Sen kimsin!” diye gürledi. O da; “Ben Şehzâde İbrâhim Mirzâ’yım” dedi. Bu sırada Şehzâde Selim’in ordusu, düşmanı büyük bir bozguna uğratmış olduğu hâlde kaleye giriyorlardı. Şehzâde Selim atından inerek; “Üzülme ey Mirzâ! Sen benim esîrim değil, misâfirimsin” diyerek merhamet gösterdi. Kale teslim alındı, İbrâhim Mirzâ’ya; bozuk inanışlarından vazgeçmesini, müslümanlara zulm edilmemesini ve Osmanlı hudutlarından içeriye izinsiz girilmemesini tenbîh etti. Azerbaycan içlerine yapılan seferlerden sonra, Şehzâde Selim Trabzon’a döndü. Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapan râfızîleri ta’kib ettirdi.


Hâin ve sapıkların isim listesini tutturdu. Şah İsmâil’in, Doğu Anadoluda artan ve Akdeniz sâhilleriyle Anadolu içlerine ve Rumeli’ye kadar varan propagandasına karşı, gayet şiddetli tedbirler aldı. Şah İsmâil’in gayesi ve propagandasının neticelerini iyi tesbit ettiğinden, daha köklü tedbirler alınması gerektiğini teşhis etti. Vâlilik selâhiyetiyle bütün ülkede Şah İsmâil’in faaliyetlerinin önüne geçilemeyeceğini bildiğinden; babası Sultan İkinci Bâyezîd Hân’a durumu anlatmak, kendisine bir ordu vermesini sağlamak ve babasıyla görüşerek elini öpüp hayr duâsını almak maksadıyla Edirne’ye gitti.


Sultan Bâyezîd Hân’ın vezirleri, Pâdişâh’ın vefâtından sonra, Şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasını istiyorlardı. Şehzâde Ahmed, pâdişâh olursa yine vezîr olabileceklerini, azledilmiyeceklerini biliyorlardı. Pâdişâhın meyli de, yaşının büyüklüğü sebebiyle Şehzâde Ahmed’e idi. Pâdişâhın, kalb yumuşaklığı ve çabuk te’sîr altında kalma hasleti vardı. Vezirler, Şehzâde Selim’deki fevkalâde kabiliyet ve te’sîrli konuşma özelliğini biliyorlardı. Eğer Şehzâde Selim babasıyla bir kere mülakat ederse, babasını ikna ederek pâdişâh olacağını, o zaman da vezirlikten atılacaklarını ve kendilerine meydan kalmayacağını bildiklerinden görüşmelerine engel olmaya çalıştılar. Sonunda birbirleriyle görüşmeyi candan arzu eden baba-oğulun buluşmasına mâni oldular. Şu kadar var ki, pâdişâhın babalık şefkatine bütünüyle karşı koyamadıklarından, Sarı Gürz diye meşhûr Mevlânâ Nûreddîn ismindeki âlimi-aracı olarak gönderdiler.


Bu sırada Şehzâde Selim, Ferhat Paşa ve diğer silah arkadaşlarıyla Edirne yakınlarında bekliyordu. Birara Şehzâde Selim’in sevdiği komutanları ve yakınları kendi aralarında; “Saâdetlü beyimiz tahta oturup pâdişâh olsa da, güçlü kolları devlet-i âliyye’yi korusa. Doğuyu da batıyı da fethetsek, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını darmadağın edip, pislik içindeki vücûdlarını ortadan kaldırsak...” diyorlardı. Onlar böyle konuşup dururken Şehzâde Selim oturduğu yerde murâkabe hâlinde idi. Görenler, onu uyuyor sanırlardı. Sonra mübârek başlarını kaldırdı. Buyurdu ki: “Ey dostlarım! Saltanat deyüp durursunuz. Bana şimdi; “Sekiz-dokuz yıllık bir saltanattan ne bekliyorsun? Madem ki çok arzu ediyorsun, işte sana verildi” dediler.”


Bir müddet sonra Sarı Gürz, Şehzâde Selim’in huzûruna gelip, görevli bulunduğu vazîfeyi yerine getirdi. Şehzâde onu çok iyi karşılayıp, tek düşüncesinin ülkede yaşayanların korunması ve düzeni olduğunu bildirdi. Ayrıca; “Pâdişâh babamın istekleri benim başımın üzerinedir. Sağlığına duâcıyız. Pâdişâh pederimin sağ kaldığı müddet içinde kimseyi veliaht ilân etmemesini ve Rumelinde bir eyâletin uhdemizde olmasını isteriz” dedi. Sarı Gürz hazretleri, şanlı Şehzâdenin yanından ayrılıp Sultan Bâyezîd’in huzûruna çıktı. Şehzâdenin, pâdişâh kapısına olan sonsuz bağlılığını, boyun büküşünü, güven ve inancını söyleyerek, isteklerini bildirdi. Pâdişâh Bâyezîd Hân bu arzuyu kabûl etti. Şehzâde Selim’e; Vidin, Alacahisar, Semendire sancaklarını verdi. Sonra da veliaht ta’yin etmiyeceğini bildiren bir ahidnâme gönderdi.


Bu arada vezirler, Şehzâde Ahmed’e acele İstanbul’a gelmesi için haber gönderdiler. Şehzâde Korkut da, sancağı bulunan Teke’den (Antalya) Manisa üzerine hareket edince, fırsat kollayan Şah İsmâil’in adamlarından Şah Kulu, etrâfına râfizîleri toplayarak Şehzâde Korkut’un mallarını yağma ettiler. Kütahya üzerine yürüyerek Anadolu beylerbeyini idâm ettiler. Şehzâde Selim bu hâdiseleri öğrenince; “Anadolu’da karışıklığın ne hâl kazanacağını bekliyorum. Belki hizmetim gerekir” diyerek ta’yin edilen yere gitmeyi geciktirdiyse de, babasının emrini yerine getirerek vazîfesi başına gitti. Şehzâde Ahmed ve Şehzâde Korkut, Osmanlı Sultânı olmak için faaliyete geçtiler.


Şehzâde Selim’in yavuzâne tavrı yeniçerilerin çok hoşuna gidiyordu. Onu başlarında görmek, emrinde cihâda gitmek arzusuyla, İstanbul’da; “Selimi isteriz! Selimi isteriz!” şeklinde seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Şehzâde Selim, babasının da’veti üzerine, 7 Safer 918 (24 Nisan 1512) târihinde Osmanlı Devleti’ne pâdişâh oldu. Babası İkinci Bâyezîd Hân, oğlu Selim’e; “Saltanatı sana terkediyorum. Oğlum, Allahü teâlâ mübârek etsin” deyince, Selim Hân, pâdişâh babasının elini büyük bir hürmetle öptü. Bu sırada saraydakiler tekbir getirmeye başladılar. Tekbir sesleri sarayın dışına kadar taşıyor, İstanbul’da büyük bir bayram havası yaşanıyordu. Artık Şehzâde Selim gitmiş, yerine Yavuz Sultan Selim Hân gelmişti. İkinci Bâyezîd, oğluna; “Devlet-i Âliye’yi senin kavi kollarına teslim ettik. Senin, babam cennetmekân Fâtih Sultan Mehmed Hân’a benzediğini bilirim. Cenâb-ı Hak sana da, zaferler ve fetihler müyesser eylesin. Allahü teâlâ yardımcın olsun. Kardeşlerini himâye et. Onlara karşı şefkatli ol. Hayır duâm her zaman seninle beraberdir. Bundan böyle ömrümün sonunu, doğduğum yer olan Dimetoka’da geçirmek dilerim” dedi. Yavuz Sultan Selim de, yılda iki milyon akçe tahsisatla, babasını mâiyetiyle beraber Dimetoka’ya yolcu etti. Babası, 26 Mayıs 1512 de, Dimetoka’ya giderken, yolda vefât etmesi üzerine, cenâzesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına türbe yaptırıp, buraya defnettirdi.


Yavuz Sultan Selim Hân, pâdişâh olacağı gün, komutanlarını ve devletin ileri gelenlerini toplıyarak; “Pâdişâh olduğum zaman Arabistan’ı Çerkeslerden, Acem ülkesini râfizîlerden temizlemeğe ahdettim. Hattâ müslümanları bir noktaya toplamak için Hind ve Turan’a gideceğim. Şark ve Garb’ta “İ’lây-ı Kelimetullah” (Allahü teâlânın ismini yüceltmek) için çalışacağım. Zâlimlere, evlâdım bile olsa, merhamet etmiyeceğim. Zamanımda boş oturmak ve ahâliye zulm etmek mümkün olmaz. İşte benim hâlim budur. Birâderim ise rahatı sever ve yumuşak huyludur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana biat ediniz. Aksi takdîrde Sultan, Ahmed’i seçiniz ki, onun zamanında, o da siz de zevk ve safânızla meşgûl olasınız” diyerek, üstün gayretlere i’tinâ gösterdiğini, fakat dünyâ devletini arzulamadığını açıklamış idi. İşte şimdi Pâdişâh olmuş, bu arzularını gerçekleştirmek için, önce devletin iç işlerini yoluna koymaya başlamıştı.


Yavuz Sultan Selim Hân, isyan çıkarmak için harekete geçen, Anadolu’da kendilerine pekçok taraftar toplayan kardeşlerine birer mektûp yazdı. Mektûbunda; “Yaptığınız bu hareketler ve devletin paylaşılması gibi istekleriniz, hiç bir sûretle kabûl edilemez. Birkaç günlük ömür için, fitne ve fesat çıkararak, memleketi harâb etmektense, Allahü teâlânın takdîrine boyun eğmek en iyi hareket olur. Böyle yapılıp, husûmetten el çekildiği ve bir müslüman ülkesinde oturmayı kabûl ettiğiniz taktirde, aramızda düşmanlıktan hiçbir eser kalmıyacaktır. Ayrıca ihtiyâçlarınız tamamen karşılandığı gibi, bu tarafta kalan mal-mülk ve çoluk-çocuğunuz için de, arzunuz yerine getirilecektir. Aksi taktirde Allahü teâlânın irâdesi ne ise o olacaktır” yazıyordu. Buna rağmen kardeşleri Şehzâde Ahmed ve Şehzâde Korkut, başlarına asker toplamaya devam ettiler. Yavuz Sultan Selim Hân, memleketin birlik ve beraberliğini sağlamak, isyanı bastırmak için, kardeşleri ile mücâdele etmeye mecbûr kaldı, istemeyerek, üzülerek, hattâ gözyaşı dökerek yaptığı bu mücâdelelerde galip gelerek isyanları bastırdı. Elebaşlarını öldürdü. İsyanı kışkırtan, kendisini istemeyen Vezîr-i a’zam Mustafa Paşa’yı îdâm ettirdi.


Yavuz Sultan Selim Hân. Ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizî faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Safevî Devleti’ne karşı sefere çıkmadan, batı, kuzeybatı ve güney hududlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devamını te’yîd eden andlaşmalar imzaladı. Sultan Selim Hân’ın doğuya dönmesinin sebebi; İslâm âlemini birleştirmek ve Anadolu Türklüğü ile Orta Asya’yı birbirinden ayıran. İran engelini aşmak idi. Bunun için, Asya ve Afrika’daki devletlerin, Osmanlı hâkimiyetine girmesi gerekiyordu. Bu gayenin tahakkuku için ilk önce, devamlı büyüyen Osmanlı Devleti ve İslâmiyet aleyhine faaliyet gösteren Safevî Devleti, hedef ta’yin edildi. Osmanlıların doğusunda: Afganistan. İran dâhil Doğu Anadolu içlerine kadar hâkim olan Safevî Devleti, râfiziliği yaymak amacıyla, Anadolu ve Rumeli’de faaliyette bulunuyordu.


Safevî Şah İsmâil, Osmanlı ve İslâm ülkelerine gönderdiği “Dâ’î” veya “Halîfe denilen propagandacılarıyla, Ehl-i sünnet aleyhine faaliyette bulunup, Safevî Devleti’ne taraftar topluyordu. Sultan Selim Hân, Şah İsmâil’in bütün faaliyetlerini yakından ta’kib ve kontrol ettiriyordu. Bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için, umûmî bir dîvân dopladı. Şah İsmâil’in, İslama verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıyı teker teker anlattı. Sonra da; “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun ki; güçlü bir orduya sahibiz. Düşmanlarımızı mağlub ve perişan edeceğimizden asla şüphem yoktur. Arzuyu şahânemiz, memleketimize tecâvüz cür’etinde bulunan Şah İsmâil’in ülkesini tarumar etmektir. Vezirlerim! Âlimlerim! Beylerim! At üzerinde ihtiyârlamış askerlerim!... Ne düşünürsünüz, tiz söyleyin!” dedi. Dîvânda bulunan herkes sükût edince tekrar: “Niçin susarsınız? Size mütâlâanızı söylemeye müsâade ettik. Düşündüklerinizi elbet bilmek isteriz” dedi vezirler; “İran’a yapılacak bu cihâdda galip gelmek güçtür” diye düşündüklerini söyleyemiyorlardı. Ömrünü muharebe meydanlarında geçirmiş olan Abdullah isminde yaşlı bir yeniçeri: “Sultânım! Ne durursunuz? Allahü teâlâ yolunuzu açık, kılıcınızı keskin eylesin! Biz dahî gittiğiniz yere gider, kaldığınız yerde kalırız!” dedi. Bu sözü dîvânda olan herkes kabûl ettiler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Hân; “İnşâallahü teâlâ kılıcımız İran toprakları üzerinde şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle beraber gelecektir. Âlimlerim de, Tebrîz’de eda edeceğimiz Cum’a namazı için hazır olsunlar. Yalnız; Eshâb-ı Kirâma (radıyallahü anhüm) söverek dil uzatan, cemâatle namaz kılmayı men eden, câmilerdeki minberleri yaktıran, Ehl-i sünnet olan âlimleri öldüren, birbirlerinin kadınlarını tasarruf etmeyi mübah kabûl eden, Şeybek Hân’ın kafatasıyla şarap içen bu Şah İsmâil’in ve taraftarlarının küfrüne ve kanlarının helâl olduğuna dâir ulemâ ne buyurur?” diye sordu. Molla Arab lakabıyla meşhûr Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakabıyla meşhûr Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Ahmed İbni Kemâl Paşa ve daha pekçok âlimler böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şah İsmâil’e haddînin bildirilmesinin lâzım geldiğine dâir fetvâ verdiler. Bunlardan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi’nin verdiği fetvâ şöyledir:


“Hüvelmu’în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allahü teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ( aleyhisselâm ) ve O’nun âline ve eshâbına (radıyallahü anhüm) salât-ü-selâm olsun. Ey müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı Kirâm düşmanı râfizîlerin reîsleri, Erdebiloğlu Şah İsmâil’dir. Onlar, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yolunu ve sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı kerîm ile alay ederler. Allahü teâlânın haramdır buyurduğuna helâldir derler. Kur’ân-ı kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerine ve sâlih müslümanlara ihânet edip, onları öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reîsleri olan Şah İsmâil mel’ûnunu ilâh yerine koyup secde ederler. Hazret-i Ebû Bekr’e ve hazret-i Ömer’e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) hanımı hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyeti yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslama aykırı olan pekçok bozuk i’tikâdları ve hareketleri vardır ki, şahsen benim katımda ve diğer âlimlerin katlarında tevâtür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetvâ verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahî onların bâtıl olan dinlerini heğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak bütün müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler, sa’îd ve şehîd olup Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup Cehennemin dibindedirler. Bunların hâli kâfirlerin hâllerinden daha beterdir. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Kendilerinden veya başkalarından kız alıp nikâhlasa, nikâhları bâtıldır. Ölenin vârisi olamaz, mîras alamaz. Müslüman devletin Pâdişâhı, bunların erkeklerini öldürüp, mallarını, kadınlarını ve çocuklarını İslâm askeri arasında paylaştırmalıdır. Bunların yaptıkları tövbelere ve istiğfarlara aldanmamalı, hiç dinlemeyip öldürmelidir. Bunlardan olduğu bilinenler, veyahut onlara giderken yakalananlar dahî öldürülmelidir. Netice olarak. Eshâb-ı Kirâm düşmanı olan bu râfizîler, hem kâfirdirler, hem mülhiddirler ve hem de fesâd ehlidirler, iki cihetten de katledilmeleri vâcibtir. Yâ Rabbi! Dînine yardım edenlere yardım eyle. Müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle. Âmin. Kulların en fakiri Sarı Gürz lakabıyla tanınan Nûreddîn Hamza”


Sultan Selim Hân, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyet-i kerîmesinde; “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm ) Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran” emrine uyarak, râfizîlere hadlerini bildirmek için İran’a sefer kararı aldı. Sefer hazırlığı esnasında, şehzâdeliğinden beri tesbit ettirdiği bozguncuları, memleket aleyhinde çalışanları; sürgün, hapis ve gerekli olan cezalarla cezalandırdı. Böylece âsi, hâin ve ahlâksızlan Anadolu ve Rumeli’den temizledi. Devletin birlik ve beraberliğini sağladı. Savaş için gerekli hazırlıkları bitiren Yavuz Sultan Selim Hân, Manisa’da vâlilik yapan oğlu şehzâde Süleymân’ı yerine vekîl bıraktı ve 23 Muharrem 920 (20 Mart 1514) Pazartesi günü Edirne’den İstanbul’a hareket etti. On günde İstanbul’a gelerek ordugâhını Eyüb semtinin Fil Çayırı’nda kurdu. Sultan Selim, Eyyûb Sultan hazretlerini ve diğer Sahâbe-i Kirâmın (radıyallahü anhüm) kabri şerîflerini ziyâret etti. Onlardan mâ’nevî yardımlarını istedi.


Ordusunu Üsküdar’a geçirdikten sonra, sür’atle doğuya doğru yol almaya başlayan Sultan Selim Hân, İzmit’e gelince, daha önce yakalanan Şah İsmâil’in casuslarından Kılıç ismindeki kimseye; “Var, gördüğünü şahına söyle. Muradımızı beyân eyle” diyerek Şah İsmâil’e gönderdi. Kılıç, aynı zamanda Sultan Selim Hân’ın hem tehdid, hem de nasihat dolu bir mektûbunu Şâh’a götürüyordu. Yavuz Sultan Selim Hân mektûba şunları yazmıştı:


“Bilesin ve anlıyasın ki, ilâhî hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dînini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün müslümanların ve adâletsever hükümdârların kudretleri nisbetinde mâni olmaları farzdır. Sen ki, müslümanların memleketlerine saldırdın, şefkat ve utanmağı bir tarafa bırakarak zulm kapılarını açtın. Günahsız müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendine gaye kabûl ettin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, dîn-i İslâmın emirlerini değiştirmeğe kalktın. Haramlara helâl diyerek nice müslümanları ifsâd ettin. Mescidleri yıktın, türbeleri ve mezarları yaktın. Âlimleri ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) neslinden gelen mübârek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı kerîmi hela çukurlarına attın. Hazreti Ebû Bekr’e ve Hazreti Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hâllerinden sâdece birkaçıdır. Dillerde dolaşmakta olan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, âlimlerim, kesin delîllere dayanarak senin kâfir olduğuna, dinden çıkıp mürted olduğuna fetvâ verdiler. Ayrıca senin ve sana tâbi olanların öldürülmelerinin vâcib olduğuna, mallarınızın yağma, kadın ve çocuklarınızın esîr edilmesinin mübah olduğuna da fetvâ verdiler. Bu durum karşısında Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek.


Zulm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım padişahlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım, Allahü teâlânın inâyetiyle senin şahlığını yok etmek ve bu sûretle, âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak, kılıçtan önce sana, “Sünnet-i seniyye icâbı” İslâmiyeti teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup cân-ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka birşey görmezsin. Fakat kötü hâllerine devam ettiğin taktirde, zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nûra kavuşturmak ve senin elinden almak üzere, Allahü teâlânın izniyle yakında geleceğim. Takdîr ne ise öyle olacaktır.”


Yavuz Sultan Selim Hân ordusuyla İzmit’ten Yenişehir’e geldi. Burada, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri de orduya katıldılar. On gün sonra Seyyidgâzi’ye, oradan da Konya’ya ulaştılar. Sultan Selim, Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi aleyhim) gibi evliyânın türbelerini ziyâret etti. Şah İsmâil’e karşı muzaffer olması, müslümanları bu belâdan kurtarması için o mübârek zâtların rûhlarından yardım talebinde bulundu. Bu türbelere hizmet edenlere bol bol ihsânlarda bulundu. Sonra ordusuyla Kayseri’ye yürüdü. Bu arada Dülkadir beyi Alâüddevle’ye bir mektûp yazarak; Şah İsmâil aleyhine “birlikte savaşa girelim” dediyse de, Şah İsmâil’e düşman olmasına rağmen, Osmanlılarla da geçinemeyen ve Memlûklerden himâye gören Alâüddevle buna yanaşmadı. Hattâ Sultan Selim’e, düşmanca bir tavır bile takındı.


2 Temmuz’da Sultan Selim Hân, ordusuyla Sivas’a girerken, yaşlı bir çoban koşarak huzûruna geldi ve; “Sulağımıza hoş geldin sultânım. Görüyorum ki, yorgunsun ve açsın. Bu fakire misâfir olursan gönül alırsın” dedi. Yavuz Sultan Selim Hân; “Ben tek başıma değilim çoban baba. Ardımda koca bir ordu var” buyurunca, çoban tevekkülle boynunu büktü ve; “Allahü teâlâ kerîmdir. Hele sen bir mola ver. Misâfir kısmetiyle gelir” dedi. Sultan Selim Hân; “Bunda bir hikmet olsa gerektir!” diyerek ordusuna mola verdi. Çadırlar kuruldu. Çoban sürüden dört koyun seçerek yüzüp temizledi ve kazana koydu. Sonra Sultan Selim Hân’a; “Sultânım! Askerler eti yerken kemikleri sakın kırmasınlar” diye ricada bulundu. Kazanlarda etler pişirildi ve gaziler da’vet edilerek kemiklerin kırılmaması tenbîhlendi. Nöbet nöbet sofralara oturuldu. Bütün ordu doyuncaya kadar yemelerine rağmen dört koyunun etini bitiremediler. Sonra çoban, kemikleri bir araya getirerek duâ etti. Askerler “Âmin” dedi. Koyunlar, Allahü teâlânın izniyle dirildi ve sürüye katıldı. Sâdece biri topallıyordu. Herkes şaşırmıştı. Yavuz Sultan Selim Hân, çobana; “Bu niçin topallıyor?” diye sorunca çoban; “Bir kemiği noksan olduğu için” dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân sakladığı aşık kemiğini çıkardı ve “Baba! Sizi denemek istemiştim. Kâmil bir velî olduğunuz anlaşıldı. Kusurumuz af ola. Bizi duâlarından eksik etme” diye rica etti. Çoban da; “Allahü teâlânın yardımı senin üzerindedir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili ve şerefli Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı Kirâmı (radıyallahü anhüm) senin yanındadır. Merak etme zafer senin olacak, muzaffer olarak döneceksin!” dedi.


Yavuz Sultan Selim Hân, Sivas’a geldiklerinde orduyu teftiş etti. Mevcûdun yüzkırkbin kişi olduğu görüldü. Ayrıca beşbin zâhireci ile altmışbin deve vardı. Askerin kırkbininin Kayseri-Sivas arasında beklemelerini, yiyecek tedâriki yapmalarını emretti. Çünkü; Şah İsmâil’in kumandanlarından Ustaclı Mehmed Hân, Osmanlı ordusunun ileri harekâtını duymuş, burada oturan halkı daha içerilere sürerek, geride kalan heryeri ateşe vermişti. Bunun için İran topraklarına girecek Osmanlı ordusunun beslenmesi zor olabilirdi. Sultan Selim Hân, Allahü teâlânın ihsânıyla bu durumu daha iki sene önce gönül gözü ile keşfetmiş, Rumeli’de yetişen buğdayları Trabzon’a depo, ettirmişti. Depo edilen buğdaylar un ve bulgur yapıldı. Bunlar diğer erzaklarla birlikte katırlar ve develerle orduya iletilerek, askerin yiyeceği te’min edildi. Sultan Selim, Şâh’a Sivas’tan bir mektûp daha gönderdi. Mektûbunda;


“Yapacağım işlerden, seni birkaç ay evvelinden haberdâr ettim ki, hazırlıklarını tamamlayıp karşıma çıkasın. Gâfil avlandım, hazırlanamadım demeyesin. Uzun zamandan beri benim hazırlıklarıma ve gürültülü hareketlerime, hattâ, Erzincan dağ ve tepelerine gelmeme rağmen, sende hâlâ hiçbir hareket yok. Öyle gizleniyorsun ki, varlığınla yokluğun farkedilmiyor. Hâlbuki kılıç da’vâsı güdenlerin belâlara göğüs germesi, yiğitlik sevdasında olanların, ok ve mızrak yarasından korkmaması gerekir. Ölümden korkanların kılıç kuşanması ve ata binmesi münâsip değildir. Eğer gizlenmekten maksadın askerîmin çokluğundan ise, senin bu korkunu gidermek için, kırkbinini Kayseri-Sivas arasında bıraktım. Herhalde düşmana bundan daha büyük bir iyilik yapılamaz. Onun için, sende bir parça gayret varsa karşıma çık” diyordu.


Bu mektûptan sonra ordu hiçbir karşı hareket görmeden, düşman toprakları üzerinde yoluna devam ediyordu. Uzun yolculuğa rağmen, düşmanın hâlâ karşılarına çıkmaması, yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebep oldu. Aylarca yol yürümekten, seferin zorluklarından, gurbetin uzunluğundan şikâyete başladılar. Rahatlarına düşkün olan ba’zı vezirler de, askeri bahâne ederek, Pâdişâhın çok sevdiği mahremlerinden Karaman vâlisi Hemden Paşa’dan, Pâdişâhı geri dönmeye ikna etmesini rica ettiler. Hemden Paşa, Yavuz Sultan Selim’in en yakın nedimi idi. Her husûsta Pâdişâh ile konuşabiliyordu. Hemden Paşa, savaşa gitmeye muhalefet eden bu vezirlerin ricasını kabûl ederek, Sultan Selim’in huzûruna girdi. Askerlerin durumunu anlattı. Geri dönmenin daha uygun olduğunu söyleyince, Sultan Selim onu derhal öldürttü. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi: “Pâdişâhım! Hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?” diye sorduğunda, Sultan Selim; “Âyet-i kerîmeye muhalefet ettiği için öldürdüm. Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kirâmı (radıyallahü anhüm) medhederek meâlen buyuruyor ki: “Onlar kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.” “(Ey Peygamberim! Eshâbının) iş husûsunda fikirlerini al (müşavere et). Müşavereden sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever. (Feth-29, Âl-i İmrân-159)” Biz bu cihâda çıkarken, vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemden’in yerinde oğlum Süleymân bile olsa idi, onun da boynunu vurmaktan kıl kadar çekinmezdim” dedi. Hemden Paşa’nın öldürülmesini ve Sultânın bu sözlerini işiten vezirler ve yeniçeriler, yaptıkları hatânın büyüklüğünü anladılar. Bir müddet şikâyetleri bıraktılar.


Sultan Selim Hân, Erzincan’dan Şehsuvâroğlu Ali Bey’i, düşman hakkında bilgi toplamak için ileriye, Ferahşad Bey’i Tercan üzerine, Faik Bey’i Bayburt’u işgal etmeye gönderdi. Ordu Erzurum’a yaklaştığında, alınan iki esîrden mühim bilgiler öğrendi. Şah İsmâil’e bir mektûp daha gönderdi. Bu mektûpta da şöyle yazıyordu: “Hükümdârların toprakları, onların nikâhlısı gibidir. Bu i’tibarla erkek ve merd olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. Hâlbuki günlerden beri askerlerimle toprakların üzerinde yürüdüğüm hâlde, senden hâlâ bir haber yok. Aslında şimdiye kadar senin, merdlikle ve celâdetle ilgili bir hareketin görülmemiştir. Bütün hareketlerin sâdece hileye dayanmaktadır. Askerîmden kırkbinini buraya getirmiyerek korkunu gidermeye çalıştım. Buna rağmen gizlenmeye devam edersen, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdarlık ve şahlık da’vâsından vazgeçmelisin.” Selim Hân bu mektûbun yanısıra, bir de kadın elbisesi gönderdi. Bu mektûplar ile Şah İsmâil’i tahrik ederek, meydana çıkmasını sağlamaya çalıştı.


Sultan Selim Hân, askerine bir konakta mola vermişti. Pâdişâh otağına yakın bir yerde, manastır bulunuyordu. Bu manastırın papazı, Sultan Selim Hân’ın kendilerine bir zarar yapmasından korktuğu için, yüzlerce kişinin doyabileceği bir yemek hazırlattı. Sultan Selim Hân’ı, âlimleri ve komutanları da’vet etti. Yemekten sonra bir müddet sohbet ettiler. Sohbet sırasında Yavuz Sultan Selim Hân Papaza; “Papaz Efendi! Cennetmekân babam zamanında mı daha rahat ve huzûr içinde idiniz, yoksa bizim zamanımızda mı?” diye sordu. Papaz, Sultan Selim Hân’a yaranmak için; “Haşmetli Sultânım! Elbette zât-ı âliniz zamanında daha rahat ve huzûr içindeyiz. Babanız zamanında bu kadar rahat değil idik” deyince, Sultan Selim birden hiddetlendi ve “Vurun boynunu!” buyurdu. Hemen papazı dışarı çıkarırlarken, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Pâdişâhın haksız yere adam öldürerek, bir cinâyet işlemesinden korktuğu için, birden Sultâna; “Hünkârım! Dînimizin hangi hükmüne uyarak bu papaza ölüm fermanı verdiniz?” dedi. Selim Hân Ali Cemâlî Efendi’ye, sende mi anlamadın der gibi yüzüne baktıktan sonra; “Efendi hazretleri! Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm );“İnsanların en iyisi, benim zamanımda bulunan müslümanlardır. Onlardan sonra en iyisi onları görenlerdir. Onlardan sonra da en iyisi, onları görenleri görenlerdir. Onlardan sonra gelenlerin içinde iyi olmayanlar do vardır.” hadîs-i şerîfini ne çabuk unuttunuz. Bu hadîs-i şerîfe muhalefet ettiği, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bu sözüne aykırı düşündüğü için elbette cezası îdâm olur. Babamın zamanı Peygamber efendimize daha yakındır. Hiç bizim zamanımız babama göre daha iyi olabilir mi?” buyurdu.


Ordu Eleşkirt civârına geldiğinde, yeniçerilerin yeniden isyankâr konuşmaları başladı. “Pâdişâh bizi nereye götürür? Daha ne kadar gideceğiz? Askerde savaşacak hâl mi kaldı? Bu şekilde kaçan düşman kovalanır mı? Üç aydır yol alan askere bu yapılan reva mıdır? Merhamet bu mudur? Geri dönülmezse yapacağımızı biliriz!” gibi ileri geri fısıltılar duyuluyordu. Nihâyet Ağustos ayının ortasında, beşyüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde, Pâdişâhın otağına ok atmaya, kurşun sıkmaya başladılar. Bu sırada Sultan Selim, Hersek-zâde Ahmed Paşa ile konuşuyordu. Silah seslerini duyan Sultan, Ahmed Paşa’ya; “Bre bu nedir?” diye gürleyince, Vezir-i a’zam Ahmed Paşa sapsarı kesildi. Şaşkın ve perişan bir hâlde: “Yeniçeri kullarınız silah ta’limi yaparlar sultanım, diyebildi. Sultan Selim Hân; “Paşa Paşa!.. Sen uykudasın herhalde. Baksana asker isyan üzeredir. Edebsizliğe billahi rızâmız yoktur” diyerek dışarı çıkıp, Karabulut ismindeki atına bir sıçrayışta bindi. İsyan eden yeniçerilerin üzerine yıldırım gibi atını sürdü. Önlerine geldiğinde şimşek çakan gözlerini askerin üzerinde dolaştırdıktan sonra, atını şaha kaldırdı ve; “Bre câhiller! Karar verdik, i’lâ-yı kelimetullahı yüceltmek için yola çıktık. Hedefimize henüz gelmiş değiliz. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Bunu düşünmek bile çok kötüdür. Ne gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can verirlerken, içimizdeki ba’zı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan asla dönmeyecek, emre itaat edenlerle birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Ba’zıları hanımını hayâl edip, yol yorgunluğunu behâne ederek, “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler, kendileri bilirler. Geri dönerlerse, Dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar. Onların behâneleri düşman gelmediği ise, düşman ileridedir. Eğer er iseniz benimle geliniz. Yoksa Şah oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek Karabulut’u ileri sürdü. Bu acı sözlerden sonra, artık hiç kimse muhalefet etmedi ve Sultan Selim’in arkasından yola koyuldular, Bu sırada Safevî Devleti’nin başşehri Tebrîz’de, evliyâdan Molla Kemâleddîn Erdebîlî hazretleri bulunuyordu. O bir ikindi namazını kıldırdıktan sonra sevdikleri ile sohbete başladı. Sohbette Hâfız Mehmed Efendi ve Hasen Can ismindeki oğlu da vardı. Kemâleddîn Efendi, bir ara Hâfız Mehmed’e ve Hasen Can’a bakarak; “Allahü teâlâ sizi bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler Hâfız-ı Kur’ân olup, Hakkın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız” buyurdu. Bunun üzerine Hâfız Mehmed; “Efendim! Osmanlı sultânı bu ülkeye ayak basmak üzeredir. Bu işin sonu, nereye varacak?” diye suâl edince; Kemâleddîn Erdebîlî hazretleri; “Bu gelen sultan öyle bir zâttır ki, kendiliğinden buralara gelmez. Bu bedbahtı (Şah İsmâil’i), cezalandırmak için, Hak teâlâ tarafından me’mûr edilmiş görürüz. Bütün evliyânın ruhları onunladır. Kendisi dahî evliyâlıkta rütbe ve makam sahibidir” diye cevap verdi. Hâfız Mehmed; “Cezalandırmak için gelir buyurduğunuzdan anlaşılıyor ki, Şâh’ı tepeleyip mağlup edecektir” dedi. Kemâleddîn Erdebîlî’de; “Allahü teâlâ daha iyisini bilir ki, büyük bir bozgun var. Fakat, Şah İsmâil habisi canını kaçıp, kurtaracaktır” buyurdu.


Sultan Selim Hân, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şehsuvâroğlu Ali Bey’in verdiği habere göre, Şah İsmâil ordusuyla Hoy şehrine gelmişti. Bu habere Sultan Selim çok sevindi. Ali Bey’e hediyeler verdi. Şah’ın Çaldıran’da toplanacağı haberi kesinlik kazandı. Daha sonra gelen haberlere göre, Şâh’ın ordusu Çaldıran’da idi. Osmanlı ordusu, Danasazı mevkiine geldiğinde güneş tutulması oldu. Bu hâl Osmanlı lehinde hayra yorumlandı. Hersek-zâde Ahmed Paşa ve Sinân Paşa, askerlerin ma’neviyâtım devamlı yüksek tutuyor, ordunun galip geleceğini söylüyorlardı. Kumandanların böyle konuşmaları, askerlerin moralini yükseltiyordu.


Osmanlı ordusu, yirmiiki Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay Vadisi tepelerinde konakladı. Şâh’ın ordusu ile aralarında, beş-altı km.’lik bir mesafe kalmıştı. O güne kadar ikibinbeşyüz km. yol gelen yorgun askere, her an hücuma hazır, istirahat etmeleri bildirildi. Akşam, Sultan Selim Hân komutanlarını toplayarak; “Hücum hakkında ne düşünürsünüz?” diye sordu. Vezîr-i a’zam Hersek-zâde Ahmed Paşa; “Sultânım! Uzun yolculuktan geliriz, askerîmiz yirmidört saat dinlense iyi olur diye düşünürüm” deyince, Sultan Selim Hân celallendi; “Paşa! Paşa! Saçını sakalını devlet işlerinde ağartmışsın amma, Osmanlı gazilerini daha tanıyâmamışsın. Hele sancaklar açılsın, kösler vurulup mehter marşları çalınsın, ne yorgunluk kalır ne uykusuzluk. Bir daha böyle mütâlâa istemem” dedi vezirler ve paşalar ne söyleyeceklerini düşünürlerken, Defterdar Pîri Mehmed Çelebi heyecanını yenemiyerek; “Şevketlü Sultânım! Eğer derhal muharebeye başlamaz, bir müddet daha gecikir isek, ordumuzdaki Şah İsmâil’in casusları, askerîmizi aldatırlar. Ne kadar zaman kaybedersek o kadar adamımızı kandıracaklardır. Ordumuzun içindeki Şâh’a meyleden kimselerin, düşmanla temas ederek, o tarafa geçmeleri veya harbe isteksiz girme ihtimâli de vardır. Böyle bir duruma meydan vermeden, sabah erkenden muharebeye girmek bize uygun gelmektedir” deyince, Sultan Selim Hân sevinçle yerinden kalktı, defterdâr’ın yanına gelip omuzunu okşadı. Gözlerini komutanlarının üzerine gezdirdikten sonra; “İşte yegâne doğru rey sahibi! Ne yazık ki, vezir olmamış!” diyerek takdîrlerini bildirdi. Sonra Sinân Paşa ve diğer komutanlar bu görüşü kabûl ettiler ve hep birlikte; “Sultânım! Allahü teâlâ kılıcınızı keskin eylesin!” dediler. Sultan da; “Cenab-ı Hak mu’înimiz, yardımcımız olsun” diye duâ ettikten sonra dîvân dağıldı.


O gece Sultan Selim Hân sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyunun yere serilmiş halılarını kaldırıp, pak toprağa mübârek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatırken; “Yâ Rabbi! Senin dînini yaymak, ism-i şerîfini yüceltmek için buralara kadar geldim. Hâtem-ül-enbiyâ olan şerefli Peygamberinin ( aleyhisselâm ) hatırı için, Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali efendilerimizin hatırı için, Kur’ân-ı kerîmde överek bahsettiğin Eshâb-ı Kirâmın hatırı için, bu Ehl-i sünnet düşmanlarını kahrederek, ordumu muzaffer eyle. Evliyânın rûhlarını bizimle beraber et!” diye niyazda bulundu. Sonra Karabulut’a binerek istirahat eden ordusunun arasında gezindi. Yâsîn sûresini okuyarak, askerlerine duâ etti. Fecrle beraber müezzinler yanık sesleri ile, ezân-ı Muhammedî’yi okumaya başladılar. Selim Hân, büyük bir haz ile, huşû’ içinde ezânları dinledi, ölümü düşündü. Belki de bu son savaşıydı. Çok sevdiği cihad yolunda şehîd olacaktı. Gözlerinden iki damla yaş damladı. Ordu abdestlerini almış olarak sabah namazının sünnetini kıldılar. İmâm, “Allahü ekber” diyerek farza durdular, İmâm Fâtiha’dan sonra Fetih sûresini okudu. Yüzbin kişinin Allahü teâlânın huzûrunda secdeye kapanmaları, nâdir görülen bir manzara idi. Namazdan sonra bütün ordu el açarak; Allahü teâlâdan zafer ihsân etmesini, bu uğurda ya şehîd ya da gâzî olmalarını niyaz ettiler. Duâdan sonra gür sesli müezzin, dâvûdî sesiyle Haşr sûresinin son dört âyet-i kerîmesini okudu. Sonra herkes, en yakın silah arkadaşlarıyla helâlleşti. Birlikler savaş düzenine girdi.


Yirmiüç Ağustos Çarşamba sabahı idi. Sağ cenahta Anadolu Beylerbeyi Sinân Paşa ve Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa, sol cenahta Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ile Şehsuvâroğlu Ali Paşa, ortada Başkumandan Sultân-ı İklîm-i Rûm Selim Hân hazretleri bulunuyordu. Yanında Vezîr-i a’zam Ahmed Paşa ve Mustafa Paşa vardı. Ordu, Akçay tepelerinden Çaldıran ovasına yürüdü. Bir taraftan da kösler vuruyor, mehter, cenk marşlarını söylüyordu. Marşları işiten asker, büyük bir heyecanla;


“Allah yoluna cenk edelim, şân alalım şân
Kur’ân’da zafer va’dediyor hazret-i Yezdan!”


diyerek yeri göğü inletiyordu.


Şah İsmâil, şimdiye kadar devletini Hazar denizinden Umman denizine kadar, Ceyhun nehrinden Dicle nehrine kadar genişletmişti. Ondört hükümdârla savaş yapmış, hepsinden galip olarak ayrılmış ve hükümdârlarını öldürmüştü. Gençti, gözüpekti. Hedefi Osmanlı Devleti’nin topraklarını elde etmek idi. Sultanlarını öldürüp, devleti işgal edecekti. Yirmiiki Ağustos günü Çaldıran ovasının en müsait yerine ordusunu yerleştirdi. Yüzbin kişilik ordunun büyük bir kısmı süvari idi. Şâh’ın plânı, yorgun olan Osmanlı piyadelerini bu atlı askerleri ile imha etmekti.


Şah savaş yerine; hanımını, tahtını ve hizmetçilerini de getirmişti. Savaştan her zaman olduğu gibi kesin olarak muzaffer çıkacağını sanıyordu. Yirmiüç Ağustos günü sabahı tahtına oturmuş olduğu hâlde, sakisinden şarap istedi. “Piyâle-i nusret” (zafer kadehi) adını verdiği kadehle sunulan içkiyi içemeden, kadeh elinden düşüp kırıldı. Şah bir memlekete hücum etmeden önce dâima bu kadehle şarap içer. bunu bir uğur telâkki ederdi. Şah bu hâli kötüye yordu. Atına binerek harp sahasına döndü ve askerlerine; “Bugün Allah, Osmanlıyı, Şâh’ımıza av olarak gönderdi” diye bağırmalarını emretti. Fakat bu emri i’lâna me’mur olan asker, Şâh’ın dediklerini ters anlamış ve; “Arkadaşlar! Bilmiş olun ki, bugün Allah, Şâh’ımızı Osmanlıya av olarak gönderdi” diye bağırmaya başladı. Bunu işiten Şâh’ın askerlerinin morali bozuldu ve adamın üzerine yürüyerek linç ettiler.


Şah, tepenin üzerinden, ovaya tam bir düzen içinde in’en Osmanlı askerlerini görünce, yanındaki Osmanlı esîrine; “Bu kırmızı sancaklı askerler kimdir?” diye sordu. Esîr; “Bunlar Niğbolu süvari komutanı Mihaloğlu’nun askerleridir.” Şah; “Yâ şu yeşil bayraklılar?” esîr; “İsfendiyaroğlu”nun kumanda ettiği akıncı birlikleri” “Yâ şunlar?” “Karaman askerleri. “Şu sağ tarafta toz bulutu içinde eğerlerinin kayışları parlayan askerler Sultan Selim’in askeri mi?”, “Hayır Anadolu Beylerbeyi’nin” “Yâ şu sol taraftan gelen grup mu Sultan Selim’e bağlı?” “Hayır bu da Rumeli Beylerbeyi’nindir.” Yavuz Sultan Selim Hân’ın kumanda ettiği yeniçeriler, sipâhiler, silâhtarlar, azaplar görününce esîr heyecanla bağırdı; “İşte şevketlü sultânım Selim Hân!..” Nihâyet fazla dayanamayan Şah, ordusuna; “Hücuuum!..” emrini verdi. Askerleri “Şah” “Şah” diyerek saldırdılar.


Yavuz Sultan Selim Hân atından yere indi, ellerini açarak; “Yâ İlâhî! Ordumu muzaffer eyle. Günahlarım sebebiyle onları kahreyleme...” diyerek duâ etti. Sonra atına bindi. Askerinin savaş düzenini son bir defa gözden geçirdikten sonra: “Yâ Allah!.. Bismillah!.. Allahü ekber!..” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı ordusu “Allah Allah” diyerek çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Gemleri salınan atlar, ok gibi ileri atıldı. Sağ cenahın kumandanı Sinân Paşa, Şâh’ın ordusunun sol kanadıyla önce müthiş bir çarpışmaya sonra da plân gereği geri çekilmeğe başladı. Şâh’ın kumandanı Ustaclıoğlu, “Osmanlı ordusunu bozdum, geri çekilmeğe başladılar” diyerek ileri atıldı. Bir müddet geri çekilen Sinân Paşa, bir anda birliklerini ikiye ayırarak yanlara çekildi. O anda, daha önce oraya yerleştirilen Osmanlı topları gürlemeğe başladı. Topların önünde kalan ne kadar İran süvarisi varsa, kaçmaya fırsat bulamadan, başlarındaki kumandanları Ustaclıoğlu dâhil olmak üzere hepsi öldü. İran’lılar en güzide kuvvetlerini bir anda kaybediverdiler.


Bu arada İran Ordusunun sağ cenahını kumanda eden Şah İsmâil, Osmanlı Ordusunun sol cenahına yüklenmişti. Rumeli Beylerbeyi Hasen Paşa ilk anda şehid oldu. Osmanlı ordusu sol cenâhdaki plânı tatbik edemeden, bozularak karışık bir şekilde geriye çekilmeğe başladı. Bu hâli gören Yavuz Sultan Selim Hân, “Allah Allah” diyerek yeniçerilerle, sol kanada yardıma koştu. Bir anda Sultanlarının; “Vurun şahbazlarım! Koman yiğitlerim! Vurun ha, arslan yürekli gazilerim!” diyen gür sesini işitince, dağılan askerler yeniden canlandılar. Pâdişâhlan ile birlikte, yalın kılınç düşmanın üzerine yüklendiler. Askerin ma’neviyatı düzelince geri çekilen Sultan Selim, yüksek bir tepeden harekâtı ta’kib etmeye başladı. Sinân Paşa’nın plânı tatbik ederek, yıldırım gibi Şâh’ın ordusunun arkasına dolandığını görünce, gözleri yaşardı ve ellerini açarak, Sinân Paşa’ya ve ordusuna duâ etti. Şah İsmâil, ordusunun çepeçevre sarıldığını çok geç anladı. Şâh’ın ordusu, yeniçeriler karşısında her geçen dakika biraz daha eriyordu. Şah İsmâil, yenilgiden kurtulamıyacağını anlayınca, atıyla hamle yapıp cenk meydanından kaçmak istedi. O sırada bir kurşun ile kolundan yaralandı ve atı çamura saplandı. Yere düşen Şâh’ın karşısına mızraklı bir Osmanlı yiğidi çıkdı. Şah durakladı, öldürülmek üzere idi. O anda giyinişi Şâh’a benzeyen, Şâh’ın seyislerinden biri; “Şah İsmâil benim” diyerek ileri atıldı ve Osmanlı yiğidinin mızrağına hedef oldu. Şah İsmâil ise, yaralı olduğu hâlde bir ata binerek, tahtını ve hanımını bırakarak kaçdı. İran ordusu, şahlarının kaçtığını görünce onlar da firara başladılar. Akşama kadar süren savaş, Osmanlının gâlibiyeti ile bitti. O gün Çaldıran ovası, onbinlerce râfızîye mezar oldu. Târihin en büyük meydan muharebelerinden birini, Allahü teâlânın izniyle kazandığını gören Yavuz Sultan Selim Hân, şükür secdesine kapandı, sevinç gözyaşları dökerek Allahü teâlâya hamd etti.


Şâh’ın paha biçilmez tahtını ve yakalanan zevcesini Pâdişâhın huzûruna getirdiler. Sultânın gözünde bunlar yoktu. O şehid olan askerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanları ile savaş meydanını dolaştı. Şehidleri için Fâtihalar okudu. Şehid olanlar arasında; Rumeli Beylerbeyi Hasen Paşa, Sofya Sancak Beyi Malkoçoğlu Ali Bey ve kardeşi Selanik Sancak Beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Pirizren Sancak Beyi Süleymân, Kayseri Sancak Beyi Üveys, Niğde Beyi İskender, Beyşehir Beyi Sinân, Mora Sancak Beyi Hasen Ağa gibi nâmdar pehlivanlar vardı. Her biri için ayrı ayrı Fâtiha’lar okundu. Şehidlerin defn işleri yapıldıktan sonra, askerin dinlenmesi emredildi.


Yavuz Sultan Selim Hân, ordusuyla Tebrîz’e yürüdü. Daha önce hazırlık yapması için, İdrîs-i Bitlisi hazretlerini Tebrîz’e göndermişti. Büyük Câmi’de ilk Cum’a namazını kıldı. Hutbe, Sultan Selim Hân’ın adına okundu. Selim Hân Tebrîz’de câmilerin, medreselerin îmân ile uğraştı.


Sultan Selim Hân, Tebrîz’deki bütün âlimlere ve san’at sahibi olgun kimselere pek ziyâde alâka ve iltifât gösterdi. Hepsini huzûruna çağırdı. Daha şehzâdeliği sırasında, Hâfız Mehmed’in ilimdeki ve Kur’ân-ı kerîm tilâvetindeki üstünlüklerini işitmişti. Huzûruna gelen âlimlere; “Kur’ân-ı kerîm kırâatında edasının güzelliği ve Dâvûdî sesi ile meşhûr olan bir Hâfız Mehmed-i Ya’kubî işitirdik. Acaba o burada mıdır, yoksa vefât etmiş midir? Eğer burada ise okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinlemek isteriz” dedi. Orada bulunan Hâfız Mehmed, utancından başını önüne eğdi ve hiç sesini çıkarmadı. Oradakiler; “Efendim! Sorduğunuz Hâfız Mehmed budur” diyerek, Hasen Can’ın babasını gösterdiler. Sultan Selim Hân; Hâfız Mehmed’i dikkatle süzdükten sonra: “Sizi dinlemek isteriz” buyurunca, Hâfız Mehmed, Dâvûdî sesi ile öyle bir Kur’ân-ı kerîm okudu ki, orada olanlardan ağlamadık kimse kalmadı. Sultan Selim Hân’ın hayranlığı bir kat iaha artmıştı. Çok iltifât gösterdi ve “Bizimle İstanbul’a gelirseniz hizmette kusur etmeyiz” dedi. Hasen Can ve babası buna çok sevindiler.


Ayrıca büyük âlimlerden Mirzâ Bedîüzzaman da orada bulunuyordu. Mirzâ Bedîüzzaman eski Horasan hükümdârıydı. Sultan Selim Hân. bu eski hükümdâra çok hürmet göstererek İstanbul’a da’vet etti. Daha bunlar gibi pekçok âlimi ve san’at sahiplerini İstanbul’a götürdü.


Yavuz Sultan Selim Hân bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılan, kendilerini gizliyerek tekkelere sızan ve Eshâb-ı Kirâm düşmanlığını körükleyen sapık inanç sahiplerini temizledi. Asırlarca bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirerek İslama hizmeti büyük oldu.


Sultan Selim Hân, Tebrîz’den onbeş Eylül’de ayrılarak Karabağ’a, oradan Amasya’ya geldi. Kışı burada geçirdikten sonra, Nisan ayında Kemah seferine çıkarak kaleyi fethetti. Sultânın niyeti bütün Anadolu’yu yabancılardan temizlemekti. Dülkadiroğlu’na sıra gelmişti. Alâüddevle’nin Safevîlere ve Mısır Kölemenlerine yardım ettiğini biliyordu. Hâlbuki Dülkadiroğlu Alâüddevle’nin kız kardeşi, Yavuz Sultan Selim’in babaannesi idi. Buna rağmen Alâüddevle, Sultan Selim’e düşmanca hareketler ediyordu. Sultan Selim. Dülkadiroğlu’nun üzerine, Şehsüvaroğlu Ali Bey’i gönderdi. Ali Bey, kısa zamanda Dülkadiroğullarını ortadan kaldırdı.


Temmuz başlarında ordu ile İstanbul’a girildi. Yavuz Sultan Selim Hân, İstanbul’a gelir gelmez ilk iş olarak yeniçeri ordusunda ıslahat yaptı. Çaldıran savaşında, yeniçeriyi isyana sevkeden Vezir İskender Paşa’yı, Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’yı îdâm ettirdi. Fitneyi yatıştırdıktan, askerin itaatinden emîn olduktan sonra, tekrar doğuya sefere çıkmak için hazırlıklara girişti. Anadolu üzerine yapmayı düşündüğü seferlere rahatça devam etmek için, Avrupa’ya sefer açacakmış gibi hareket ederek.


Haliç üzerinde büyük bir tersane yaptırdı. Çok kısa bir zaman içinde, üçyüz gemi yapmalarını emretti. Bunu işiten Hıristiyan devletler, birbirleriyle yarış edercesine Sultan Selim Hân’a sefirler gönderdiler ve anlaşmalarını yenilediler.


Yavuz Sultan Selim Hân, bu anlaşmalardan sonra, rahatlıkla doğu seferlerine gidebilirdi. Üç senelik bir sefer ile, doğudaki irili ufaklı İslâm devletlerinin bir bayrak altına gireceğini hesâb etti. Böyle bir birlikle, bütün hıristiyan ülkelerine karşı koyacak, onların da müslüman olmalarına ve böylece Cehennem ateşinden kurtulmalarına sebep olacaktı. Sultan Selim Hân’ın dinli dinsiz bütün insanlara olan merhameti, onların Cehennemde yanmaması için gösterdiği fedâkârlık fevkalâde idi. Bunun için; rahatını ve huzûrunu terk edip, at üzerinde aylarca meşakkatli yolculuğa katlanıp, belki de bu yolda dedeleri gibi şehid olabilecekti.


Sultan Selim Hân, İstanbul’a getirdiği âlimleri medreselerde ders vermek üzere vazîfelendirdi. Hasen Can’a ve babasına, nedim olarak sarayda vazîfe verdi. Onlarla sık sık sohbetler ederek, yanından ayırmazdı.


Hasen Can anlattı: “Pâdişâh ekseri geceleri uyumayıp kitap okurdu. Yahut bizimle evliyâlık hâllerinden bahseder idi. Bir akşam uyuyakalmışım, hizmetine gidemedim. Sabah namazından sonra gittiğimde bana; “Bu gece görünmedin, evde ne yaptın?” buyurdular. Ben de; “Sultânım! Birkaç gecedir uykusuz idim. bu sebeple şerefli hizmetinizden mahrûm kaldım” diye üzüntümü belirttim. Bunun üzerine Sultan Selim Hân; “Bu uzun gecede bir rü’yâ görmen lâzım. Söyle bakalım gördüğün rü’yâyı” dedi. Arz olunacak birşey görmediğimi ifâde ettim. Tekrar, “Bir geceyi hep uyku ile geçirdiğin hâlde, rü’yâ görmemek olur mu? Elbette görmüşsündür, söyle” buyurdular. Yemîn ederek, bu gece rü’yâ görmediğimi belirtince başlarını salladılar ve “Hayret!” dediler. Bir müddet sonra beni, Kapı Ağası Hasen Ağa’nın bulunduğu kapıya bir iş için gönderdiler. Gittiğimde Hasen Ağa’nın yanında Hazînedarbaşı Mehmed Ağa, kilercibaşı ve Saray Ağası vardı. Hasen Ağa tefekküre dalmış ve gözleri yaşlı idi. Diğerleri de kendi aralarında konuşuyorlardı. Aslında Hasen Ağa, ziyadesiyle sessiz bir kimse olup, lüzum olmadıkça konuşmazdı. Fakat bugünkü hâlinde bir fevkalâdelik vardı. “Acaba akrabasından biri mi vefât etti” düşüncesiyle hâlini, hatırını ve üzüntüsünün sebebini sordum. Hasen Ağa da; “Hayır, birşey yok” dedi. Lâkin Hazinedar Ağası bana dönerek; “Hasen Can! Bu gece Hasen Ağa bir rü’yâ görmüş. Onun için düşüncelidir” dedi. Bu söz üzerine merakım ziyâdeleşti ve “Allahaşkına bu gördüğünüz rü’yâyı haber veriniz. Zîrâ pâdişâh benden rü’yâ sordu, hattâ ısrar etti” dedim. Sonra Hasen Ağa’ya; “Lütfen söyleyiniz” diyerek yalvarmağa başladım. Ben sordukça o da; “Benim gibi bir günahkârın ne rü’yâsı olur ki, Pâdişâhımızın huzûrunda nakle lâyık olsun” diyerek, kemâl-i hayasından bu işten vazgeçmemi rica edip durdu. Nihâyet Mehmed Ağa dayanamadı ve “Hasen Ağa!” Nasıl söylemiyeceksin ki, söylemeğe me’mûr olduğunu söyleyen sen değil misin? Yoksa hiyânet etmiş olmaz mısın?” dedi. Bunun üzerine Hasen Ağa, gördüğü rü’yâyı şöyle anlattı: “Bu gece gördüm ki, bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı şiddetle acele acele çalıyorlar. “Hayırdır inşâallah. Ne haber var?” diyerek ileri vardım. Kapının bir miktar açıldığını ve önünde Arabistanlı olduğu anlaşılan nûr yüzlü bir kimsenin beklediğini gördüm. Onun birazcık kenarında yine nûr yüzlü üç kimse daha duruyordu. Duruşlarından çok heybetli kimseler olduğu anlaşılıyordu ve ellerinde birer sancak var idi.


Kapıyı çalanın elinde ise Pâdişâhımızın ak sancağı bulunuyordu. Kapı önündeki nûr yüzlü yiğit bana; “Buraya niçin geldiğimizi biliyor musun?” diye sordu. Ben de; “Buyurun efendim” dedim. O mübârek zât; “İsmim Ali bin Ebî Tâlib’dir. Bunlar dahî, Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman’dır (radıyallahü anhüm). Bizi Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) gönderdi. Sultan Selim Hân’a selâm söyledi ve buyurdu ki: “Haremeyn’in hizmeti ona verilmiştir. Kalkıp gelsin. “Bizden işittiklerini var Selim Hân’a söyle” dediler ve bir anda kapının önünden kayboldular. Uyandığımda tere gark olmuşum. Kalkıp esvab değiştirdim. Sabah namazımı kıldım” dedi. Hasen Ağa, hem rü’yâyı anlatıyor hem de bir taraftan ağlıyordu. Aralarından ayrılarak Pâdişâhımın, bana emrettiği işi yaptım ve huzûruna döndüm. Daha, o hizmeti sormadan dedim ki; “Şevketlü Sultânım! “Sabaha kadar uyuyup da rü’yâ görmediğine şaşılır” buyurmuştunuz. Rü’yâyı bu Hasen kulunuz değil de başka bir Hasen kulunuz görmüş. Emriniz olursa arz edeyim” dedim. Emrettiklerinde, Hasen Ağa’nın anlattıklarını aynen tekrar ettim.” ince kalbli Pâdişâh ben anlattıkça ağladı ve; “Hasen Can! Meğer adaşın Hasen Ağa gönül ehli bir kimse imiş. Daha önceleri onu bana medhettikçe; “Bir kimseyi ibâdet ederken gördüğün zaman onu velî zannediyorsun” der idim. Tevekkeli onu medhetmiyor, hakîkati söylüyormuşun. Biz sana demezmiyiz ki, biz hiçbir tarafa me’mur olmadan gitmeyiz. Bizim ecdadımızın hepsi evliyâlıktan nasîbini almış kimselerdir. Fakat biz onlara benzeyemedik” diyerek, kendi evliyâlığını gizlemeye çalıştılar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Osmanlı Sultanlarına, yedi evliyâ kudreti ihsân eylemişti. Sultan Selim’in evliyâlık yönü diğerlerinden daha ziyâde idi. Aslında o gece Sultan Selim Hân’a; “Emîr, Hasen Efendi’ye bildirildi” diye buyurulmuş idi.


Yavuz Sultan Selim Hân, bu ma’nevî emri de alınca, niyetinin Peygamber efendimiz tarafından tasdik edildiğini anladı.


Sultan Selim Hân, 922 (m. 1516)’de Vezîr-i a’zam Sinân Paşa’yı, kırkbin kişilik bir ordu ile, Çaldıran savaşında harp meydanından kaçan Şah İsmâil’in ve ona yardım eden kimselerin tekrar başkaldırmamaları, ortalıkta fesat çıkarmamaları için gönderdi. Sinân Paşa, Diyarbakır’a kadar gelecek, burada orduyu dinlendirecek ve geriden gelecek olan Sultan Selim Hân’ı bekliyecekti. Sinân Paşa ordusuyla Maraş’a geldi. Maraş’tan sonra Diyarbakır’a gidebilmesi için Malatya üzerinden geçmesi gerekiyordu. Malatya ise Memlüklülerin elinde bulunuyordu. Sinân Paşa; “Fırat nehrini geçip, Diyarbakır’a gitmeye me’mur olduğunu hududdaki Memlûk beylerine bildirerek, Fırat’ı geçmeye izin istedi. Memlûk Sultânı Kansu Gavri, buna izin vermediği gibi ellibin kişilik bir ordu ile Şam’a geldi. Kansu Gavri’nin Şah İsmâiî ile ittifâk hâlinde olduğu da söyleniyordu. Sinân Paşa, bu durumu Sultan Selim Hân’a; “Kansu Gavri, Fırat üzerinden köprü kurarak geçmemize izin vermediği gibi, ordusuyla Şam’a geldi” diye bildirdi. Bunun üzerine Selim Hân dîvânı topladıktan sonra; “Müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı Kirâm (radıyallahü anhüm) ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken, buna mâni olmak isteyen bir İslâm hükümdârına karşı ne yapmak lâzım gelir?” diye sordu. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi ve âlimler; “Böyle bir hükümdâra karşı savaş etmek lâzım gelir” fetvâsını verdiler. Bu fetvâ üzerine Sultan Selim Hân, ordusunu toplayıp 922 (m. 1516) senesinde Suriye’ye doğru hareket etti. Üsküdar’a geçen ordu mehterin yürüyüş marşı ile yola koyuldu. Bir taraftan Dâvûdî sesli hafızlar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, askerin cihad şevkini artırıyordu.


Gebze’de ilk mola verildi. Ordunun geçtiği yollar bağlık bahçelik idi. Asmalar salkım salkım olgun üzümlerle, ağaçlar kırmızı elmalarla doluydu. Yavuz Selim Hân, “Acaba askerîm, sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparıp yer mi?” diye kendi kendine düşüncelere daldı. Bir müddet bu düşüncelerle tereddüt içinde kaldıktan sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırdı ve “Ağa! Fermânımızdır. Bütün yeniçeri, sipâhi ve azap askerinin heybeleri yoklansın. Heybesinden bir elma ve üzüm salkımı çıkan asker, derhal huzûrumuza getirilsin!” buyurdu. Yeniçeri ağası; “Ferman Sultânımındır” diyerek ayrıldı. Yeniçeri ağası, saatlerce heybeleri araştırtdıktan sonra, Sultan Selim Hân’ın huzûruna gelip; “Hünkârım! Askerin heybelerini araştırdık, asmaları ve elma ağaçlarını inceledik. Heybelerde üzüm veya elma bulamadık. Asma ve ağaçlarda da koparılma izlerine rastlıyamadık” dedi. Bu habere Sultan Selim Hân çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünce kalkmıştı. Secde-i şükre kapandı. Sonra ellerini açarak “Allahım, sana sonsuz hamd-ü-senâlar ederim. Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin. Eğer askerlerim içinde bir tek kimse, sahibinden izinsiz bir elma koparıp yese idi, Mısır seferinden vazgeçerdim” dedi. Sonra yeniçeri ağasına; “Çünkü ağa! Haram yiyen bir ordu ile, beldelerin fethi mümkün olmaz” buyurdu.


Sultan Selim Hân, her seferinde olduğu gibi, Mısır seferinde de hocası Abdülhalîm Efendi, Ahmed İbni Kemâl Paşa ve daha pekçok âlimi ve nedimi Hasen Can’ı yanında götürüyordu. Fırsat buldukça, onlarla sohbetler ediyordu. Onlara; “Biz, Allahü teâlânın dînini yaymak, i’lâ-yı kelimetullah için cihâda gidiyoruz. Biz Rabbimizin rızâsı için cenge gideriz. Harplerimizde kimse başka maksat aramasın” derdi.


Selim Hân, ordusuyla yirmibeş günde Konya’ya ulaştı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin (rahmetullahi aleyhim) kabr-i şerîflerini ziyâret ederek, mübârek rûhlarından yardım istedi. Yine bu velîleri Allahü teâlâya vesile ederek, muzaffer olmaları için, duâ edip gözyaşları döktü. Sultan Selim Hân, yirmibin kişilik ordusuyla, Konya’dan Kayseri’ye, oradan da Elbistan’a geçerek Sinân Paşa’nın kuvvetleriyle birleşti.


Sultan Selim Hân’ın, üzerine geldiğini anlıyan Kansu Gavri, Şah İsmâil’e bir mektûp göndererek, birleşme teklif etti. Sultan Selim Hân’ın ilk niyetinin kendi üzerine gelmek olmadığını öğrenen Şah İsmâil, Selim Hân’dan korktuğu için, Mısır Sultânından zaman istedi. Bu sırada kendisine gelen Osmanlı elçilerine kötü muâmele ederek hapsettiren Kansu Gavri, yetmişbin kadar asker toplayarak, Haleb’e doğru hareket etti. Sultan Selim Hân’ın Malatya’ya yaklaştığını öğrenince, Osmanlı elçilerini serbest bırakıp, Selim Hân’a da bir özür dileme mektûbu yazdı. Osmanlı elçileri Selim Hân’a gelip durumu bildirdiklerinde, Sultan elçilerine yapılan hakarete çok üzüldü. Elçiler ayrıca Kansu Gavri’nin şu sözünü de naklettiler: “Sultan Selim Hân bize yazdığı mektûplarda bize, “Babamız” diye hitâb ederdi. Şimdi üzerimize gelir. Hiç evlat babasıyla harp eder mi? Bunu vardığınızda kendisine sorunuz.” Bunu işiten Selim Hân; “Biz maksat sahibi kimseleriz. Allahü teâlânın yolunda cihâda giderken, önümüze öz kardeşlerimiz bile çıksa üzerine yürürüz. Nitekim öyle de oldu. Bunu Memlûk Sultânı bilmez mi?” diye cevap verdi.


Bu arada yapılan çeşitli haberleşmeler neticesinde, Mısır Sultânının Mercidâbık ovasında, ordusuna karargâh kurduğu öğrenildi. Sultan Selim Hân da, yol üzerinde bulunan Malatya’yı almış, Gazianteb’i geçip, Tel-Habeş denilen yere gelmişti. Memlûk ordusuna bir günlük yol kalmıştı. Sultan Selim Hân; “İnşâallahü teâlâ yarın cenk günüdür. Herkes niyetini kavî eylesin ve zafer için duâ etsin” buyurdu. Sinân Paşa ise; “Sultânım! Yarın büyük bir gün olacak. Korkarım ki, heyecana gelip, her zamanki gibi düşmanın ortasına yalnız başınıza yalınkılıç dalar, kendinizi ateşe atarsınız. Size bir zarar gelirse yüreğimiz dilhûn olur, çok üzülürüz” dedi. Sinân Paşa, Selim Hân’ın geride durmasını tavsiye ediyordu ki, Sultânın şimşek gibi çakan gözleriyle karşılaşınca, susmak mecbûriyetinde kaldı ve Sultânın; “Sinân, Sinân! Sen bizi ne sanırsın? Biz Cennet mekân dedemiz Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın torunuyuz. Çadır içinden savaş idâre etmeyiz” buyurduğunu, büyük bir haz içinde dinledi.


Yirmibeş Receb 922 (m. 1516 Ağustos) târihinde iki ordu, Mercidâbık sahrasında karşı karşıya geldiler. Kansu Gavri ordusunun merkezinde bulunuyordu. Sağ cenaha Hayrbay sol cenaha ise Sibay isimli komutanları ta’yin etmişti ve bütün gücünü bu savaş için getirmişti.


Sultan Selim Hân, yeniçeriler ve azaplar ile merkezde idi. Sağ kanada Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa komuta ediyordu. Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Şehsuvâroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmûd Bey, Zeynel Paşa’ya yardım edeceklerdi. Sol kanada, Rumeli Beylerbeyi Küçük Sinân Paşa komuta edecekti. Bıyıklı Mehmed Paşa, İsfendiyaroğlu Mehmed Paşa, Mengli Giray’in oğulları Se’âdet ve Mübârek Giray. Sinân Paşa’ya yardım edeceklerdi. Üçyüz top, zincirlerle birbirlerine bağlanmış bir hâlde zamanı gelince ateşlenecekti.


Sabah namazından sonra müezzinler, Haşr sûresinin son âyet-i kerîmelerini okumuşlardı. Yavuz Sultan Selim Hân, âlimlere ve velîlere duâ etmek ve Kur’ân-ı kerîm okumak üzere vazîfe vermişti. Davudî sesli hafızlar Fetih sûresini okuyorlardı. Aynı birlikte olan askerler helâllaşıyor, biraz sonra başlayacak olan harbe hazırlanıyorlardı. Güneş doğduktan sonra kösler vurulmaya, mehter cenk marşlarını söylemeye başlayınca, savaşa alışkın atlar kişniyor, toprağı toynaklıyordu. Yerinde duramıyan atlar sık sık şaha kalkıyor, ileri atılmaya çalışıyorlardı. Saatler geçmek bilmiyordu. Osmanlı yiğitleri büyük bir sabır ve heyecanla Pâdişâhlarının hücum emrini bekliyorlardı. Askerler tekrar tekrar: “Allahü teâlânın rızâsı için Cenâb-ı Hakkın ismi şerîfini yüceltmek için...” diye niyetlerini tazeliyorlardı. Bu sırada Yavuz Sultan Selim Hân’ın; “Ölmek, yok olmak değildir. Eğer şehidlik müyesser olursa âhırette saadet bizimdir. Şayet düşmana galip gelirsek dünyâda devlet bizimdir” buyurduğu askerlere bildirildi. Bütün gözler Sultan Selim Hân’da idi. Selim Hân, atından inerek kıbleye karşı döndü ve ellerini açarak; “Yâ Rabbî Senin dînini yaymak, mübârek ismini yüceltmek için buradayız. Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi ancak sensin. Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirmemiz için bize yardım eyle. Ordumuza zafer ihsân et!...” diye duâ ettikten sonra atına sıçradı. Osmanlı yiğitleri, sultanlarını hayranlıkla seyrediyordu. Selim Hân, atının üzerinde kılıcını havaya kaldırarak; “Yâ Allah, Bismillah, Allahü ekber!” diyerek hücum emrini verdi. İki ordu büyük bir hızla birbirlerine hücum etti. Tekbir sesleri yeri göğü inletiyordu. Her iki tarafın da askeri fevkalâde güzel dövüşüyordu. Bir ara, Osmanlı ordusunun sağ ve sol kanadında bir gerileme görüldü. Selim Hân yüksek bir yerden savaşı ta’kib ediyor, yerine göre emirler veriyordu. Vezir Sinân Paşa’yı sağ, Yûnus Paşa’yı da sol kanada takviye gönderdi. Sağda ve soldaki gerilemeye tahammül edemiyerek, merkezdeki yeniçeriler ile bir anda yalınkılınç savaşa başladı. Bir sağa, bir sola hücum ederek askerine moral veriyordu. Ba’zan geri çekilir gibi yaparak Memlüklüleri üstlerine çekiyorlar, bir anda yanlara açılarak topları ateşliyorlardı. Topların gürlemesi ile binlerce Mısırlı asker telef oluyordu. Topların iştirâki ile savaşın seyri bir anda değişti. Mısır ordusunda bir gerileme başladı. Selim Hân büyük bir gayretle askerini coşturuyordu. “Haydin yiğitlerim! Vurun şahbazlarım! Koman aslan yürekli gazilerim” sözleri ile asker, bir anda dev kesiliyordu. Öyle bir cenk oluyordu ki, rü’yâda misâli, hatırda hayâli görülmemiş, işitilmemiş idi. Asker, kesilen koluna, parçalanan ayağına bakmıyor, ha bire hücum üstüne hücum tazeliyordu. Vakit ikindiye yaklaşıyordu, Memlûk askerleri son güçlerini harcadıkları sırada, Mısırlıların, mızrakların uçlarına Kur’ân-ı kerîmleri bağladıkları görüldü. Bununla Osmanlı ordusuna ma’nevî bir set çekmek istemişlerdi. Osmanlı yiğitlerinin Kur’ân-ı kerîme olan saygılarından kılıçları havada kalmış, Memlûk askerine vuramaz olmuşlardı. Sultan Selim Hân o anda yalın kılıç yıldırım gibi atını ön safa sürerek; “Bu, Hazreti Ali efendimize yapılan bir hiledir. Aynı hîle bize de yapılmak isteniyor. Bunlar hem râfızî’ye yardımcı olurlar, hem de Kur’ân-ı kerîmi hâşâ, kendi bozuk düşüncelerine, hilelerine huccet ederler. Sakın aldanmayın, hücum edin!...” dedi. Bu îkaz Osmanlı yiğitlerine kâfi geldi. Yeniden büyük bir hırs ile saldırdılar.


Bu sırada askerinin perişan hâlini seyreden Kansu Gavri’ye, sık sık ma’lumat veriliyordu. Kansu Gavri üzüntüsünden iki defa bayıldı. Son olarak huzûruna kumandanlık elbiseleri parçalanmış bir hâlde Hayrbay geldi. Ordunun mağlub olduğunu bildirince, yaşlı olan Sultan Kansu Gavri kederinden kendinden geçti ve atından yere düştü. Kalbi duran Mısır sultanı ölmüştü. Asker, sultanlarının öldüğünü duyunca, Haleb’e doğru kaçmaya başladı. Bunları ta’kibeden Osmanlı süvarileri, Mısırlı komutan Hayrbay’ı yakaladılar. (Kansu Gavri’nin ölümü hakkında, târihler çok çeşitli rivâyetler bildirmektedir.)


Savaş ikindiye kadar sürdü. Selim Hân kesin bir zafere daha kavuştu. Allahü teâlâya şükür secdesine kapandı. Şehidlerin defn işlerini halletti. Yaralıların yaralarını sardırdı. Muzaffer İslâm ordusu Haleb’e girdi. Hayrbay, Osmanlı ordusunda vazîfe almak istediğini bildirince Selim Hân kabûl etti. Esîr alınan son Abbasi halîfesine oldukça hürmet gösterdi ve onu Kâhire’ye gönderdi.


Haleb’den Şam’a giden Sultan Selim Hân, orada da zamanın âlim ve evliyâlarıyla görüştü, hayr duâlarını aldı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Şam’da vefât ettiğini biliyordu. Muhyiddîn-i Arabî’nin ( radıyallahü anh ), “Sin, şın’a gelince Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar” sözünü, okuduğu kitaplardan hatırladı. Şamlılar kabrin üzerine çöp dökmüşlerdi. Bu sebeple kabir belli değildi. Araştırmalar neticesinde kabir bulundu. Sultan Selim Hân, çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî’nin vefâtından önce ayağını yere vurarak; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Oradan küp içinde altın çıktı. Bundan Muhyiddîn-i Arabî’nin “Siz, Allahü teâlâya değil de paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı. Selim Hân, çıkan altınları fakirlere dağıttı. “Sin”den maksadın Selim, “Şın”dan maksadın Şam olduğunu anlamıştı.


Sultan Selim Hân Şam’da üç ay kaldı. Bu müddet zarfında hem askerini dinlendirdi. Hem de etrâftaki ufak şehirlerin kendisine itaatini sağladı. Hama, Humus gibi şehirler de Sultan Selim’e teslim edildi.


Bu şiir Sultan Selim Hân’ın yazdığı şiirlerdendir.


Sanma sakın herkesi sen sâdıkâne yâr olur.
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur.
Sâdıkâne belki ol yâr olur serdâr olur.
Yâr olur ağyâr olur serdâr olur dîdâr olur.




Selim Hân namazlarını Umeyye Câmii’nde kılardı. Hocası Abdulhalîm Efendi, Ahmed İbni Kemâl Paşa, Hasen Can ve diğer âlimlerle sık sık sohbetler ederdi. Selim Hân birgün Hasen Can’a; “Mısır’ın fethi zihnimi kurcalayıp, durmaktadır. Bu fethin bize nasîb olup olmıyacağı hakkında düşünüp dururuz. Bizi bu husûsta ferahlatacak Allahü teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merak eder dururum” buyurdu. Hasen Can da; “Devletlü Hünkârım! Emevî Câmii’nin bir köşesinde, sabah-akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş vardır. Ola ki o sizin mes’elenizi halleder” dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân, sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Tâ’rif edilen bu zâtı Allahü teâlâyı zikrederken buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha birşey sormadan; “Ey Muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ cenâb-ı Hak Mısır’ın fethini sana müyesser edecektir. Allahü teâlâ mu’înin, yardımcın olsun. Mısır’ın fethinden sonra, İstanbul’a döndüğünde, oradaki Sünbül Sinân’dan gâfil olma sakın!” dedi. Sultan Selim Hân, bu müjdeye ziyadesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.


Selim Hân, Şam’da bulunan fakir halka çok ihsânlarda bulundu. Medreselerde okuyan talebeleri ve hocaları ziyâret edip ihtiyâçlarını giderdi. Evliyânın büyüklerinden Muhammed Bedahşî hazretleri de Şam’da ikâmet etmekte idi. Onun da evine iki defa giderek ziyâret etti. Hayr duâsını aldı. Selim Hân’ın Muhammed Bedahşî’yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan, onun büyük bir velî olduğunu anlayıp huzûrunda edeble oturdu. Odada tam bir sükûnet hâkimdi. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, ikisi de tek kelime konuşmadan ayrıldılar. İkince defa ziyâretlerinde önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: “Sultânım! ikimiz de Allahü teâlânın seçilmiş kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk bağı vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi yetmişikinci âyetinde meâlen; “Biz emâneti (Allaha itaat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler ondan korktular da, onu insan yüklendi. İnsan (Bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor” buyurulduğu üzere, emâneti ve mes’ûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mes’ûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine bir de hilâfeti yüklenerek, taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi dağlar ve taşlar yüklenip çekemez, insanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de ma’nevî gücünüz vardır. Ondan yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullahın ( aleyhisselâm ); “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız. Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız” mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meşakkatli külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun.” Yavuz Sultan Selim Hân, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine daha sonra, mecliste hazır bulunanlardan birisi; “Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?” diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Hân buyurdu ki; “Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde, onlar konuşurlarken başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb makamı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu.”


Yine bu sırada Sultan Selim Hân, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrinin yerini bilen ve orada sık sık i’tikafta bulunan bir evliyâ ile tanıştı. Bu mübârek zât, cifr ilminde çok mahir idi. Şehriyâr-i cihan Yavuz Sultan Selim Hân, zaman zaman ziyâretine gider, onunla sohbet ederdi. Selim Hân birgün ona; “Otsuz, susuz ve sıcak çölü geçerek, Mısır’a varabilmek ve fethetmek mümkün olacak mıdır? diye düşünüyorum. Bu mevzûda bildiğiniz birşey var mıdır?” diye sordu. O mübârek zât da; “Sizin Mısır’ı fethedeceğiniz; Kur’ân-ı kerîmin Enbiyâ sûresinin, yüzbeşinci âyet-i kerîmesinde işâret edilmektedir. Burada buyurulan “Ve lekad” lafzı ebced hesabı ile 140 olur ki, ism-i şerîfiniz olduğuna işârettir. “Arz”dan murad Mısır’dır “Zikr” lâfzı da, ebced hesabıyla 920’dir ki, zât-ı âlinizin zamanıdır. Mısır sizin zamanınızda feth olunacaktır. Hiç durmayıp Mısır üzerine yürüyünüz” dedi. Bu âyet-i kerîme“Yeryüzünü sâlih kullarıma miras bırakırım” meâlindedir. Abdülganîl Nablûsî hazretleri, bu âyet-i kerîmenin, Osmanlı sultanlarını övdüğünü bildirmiştir.


Yavuz Sultan Selim Hân, bütün bu müjdelerin doğrultusunda hareket etti. Allahü teâlânın kendisine yardım ettiğine, evliyâ rûhlarının kendisiyle beraber olduğuna inanıyordu. Dîvânı toplıyarak, Mısır’ın fethi için alınacak tedbirleri görüştü. Mısır’a yeni seçilen hükümdâr Tomanbay’a bir elçi gönderilmesine ve Sina çölünün geçilerek Mısır’a yürünmesine karar aldılar. Bu sefer sırasında karşılaşılacak güçlükler hesâb edilerek, onbeşbin deve ve otuzbin su kırbası te’min edildi. Askere bol hediyeler ihsân edildi. Bu arada Tomanbay’a mektûbu götürecekler tesbit edildi. Selim Hân mektûbunda diyordu ki: “Asıl maksadımız, İran üzerine yürümek ve orada Ehl-i sünnet i’tikâdını yerleştirmektir. Bu niyetle yola çıktım. Fakat Kansu Gavri, kötü bir düşünce ile karşıma çıktı. Eğer sen, Mısır hükümdârı olarak kalmak istiyorsan, Mısır’da hutbeyi bizim adımıza okutmalı ve sikkeni bizim nâmımıza bastırmalısın. Ayrıca, bizim naibimiz, temsilcimiz olarak memleketi idâre etmeli ve herşeyden önce huzûruma gelip itaatini bildirmelisin. Aksi taktirde, dökülecek müslüman kanından ve kendi canına kıymış olmandan sen sorumlu olacaksın. Bütün müslüman şehirlerini, husûsen Haremeyn-i şerîfeyn’i himâyem altına alarak, oralara hizmet etmeyi isterim. Çünkü dînimizin hükümlerini yerine getirebilmek, ancak bu sûretle sabit ve dâim olur. Nisa sûresinin ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde; “Ey îmân edenler! Allahü teâlâya itaat edin. Peygambere ve sizden olan idârecilere de itaat edin” buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeye uygun olarak itaatinizi isterim. Huzûruma gelir itaatinizi bildirirseniz, akranınızın kıskanacağı şekilde ikram ve riâyet göreceğinizden emîn olmalısınız. Bana gelince, o tarafa gelmeği kararlaştırmış bulunuyorum. Bunun için deniz ve kara kuvvetlerim hazırdır. Aksi hareketinize devam ederseniz günâhınız boynunuzadır. Bunları önceden size yazmam, İsrâ sûresinin onbeşinci âyet-i kerîmesine uymakdır ki, “Biz, resûl yollamadıkca azâb etmeyiz” buyuruyor. Size olan şefkatim ve merhametim bu mektûbu yazmama sebep olmuştur. bilesin!..” Bu mektûbu Çerkes Murâd Bey iki arkadaşıyla Tomanbay’a götürdü. Tomanbay, Selim Hân’ın çok sevdiği kumandanlarından olan elçi Çerkes Murâd Bey’i ve iki arkadaşını öldürttü. Casusları vasıtasıyla durumu öğrenen Sultan Selim Hân hiddetlendi ve: “Bu Tomanbay, hâlâ kim olduğumuzu bilmez. Vaktiyle bütün dünyânın, alınması imkânsızdır dediği İstanbul’u, dedemiz Cennet mekân Sultan Mehmed almıştır. Biz onun torunuyuz ve Mısır’ı bi-iznillah alacağız. Zîrâ İslâm milletinin iki başlılığa tahammülü yoktur. Allahü teâlâ yardımcımızdır” dedi.


922 senesi Zilkâ’de ayının yirmisinde (15 Aralık 1516) Sultan Selim Hân hazırlıklarını bitirdi. Sadr-ı a’zam Sinân Paşa, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri, bütün vezirler, paşalar, akıncı beyleri, erler, erenler...hepsi cihan Sultanı Pâdişâhlarını bekliyorlardı. Güneş üç mızrak boyu yükselince, Gâzî Hükümdâr Yavuz Sultan Selim Hân hazretleri, bütün heybetiyle otağından çıktı. Atı Karaduman, hırsla toprağı toynaklıyordu. Tam bu sırada, mehterbaşı duâya başladı: “Eli kaaaan, kılıcı kaaan! Sinesi üryaan, ciğeri pûryan... Allah yoluna revân... Guzât-ü-Şühedâya... (Cemâlî Hak) görünür ayan... Kahrımız, gazâbımız düşmana ziyan. Hû diyelim Hûuu!...” Büyük Cihangir, atı Karaduman’a atladı ve bekleyen askerine hitâb etti: “Gazilerim... Yiğitlerim... Şahbazlarım... Erenlerim... Askerlerim... Ne mutlu bize ki, Allah yolunda din ve devlet uğruna savaşmaya gideriz. Yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranları temizlemek üzerimize farz oldu. Bu yolda ölürsek, müjdeler olsun bize. Allahımıza kavuşuruz. Cenâb-ı Hak cümlemizin yardımcısı olsun. Âmin. Gelin gayri helâllaşalım!.. Bizim sizlerde bir hakkımız varsa, yerden göğe kadar helâl olsun. Sizin de hakkınız kaldıysa...” burada bütün ordudan bir ağızla “Helâl olsun sultânım!.. Helâl olsun!.. Helâl olsun!” sesleri yükseldi. Sultan Selim Hân; “Yâ Allah Bismillah!..” diyerek, sefer emrini verdi.


Şam’dan, onbeş günde Kudüs-ü şerîfe geldiler. Selim Hân ziyâret edilecek yerleri, bilhassa Dâvûd aleyhisselâmı ziyâret etti. Oradan Mescid-i Aksâ’ya giderek yatsı namazını kıldı. Geç vakitlere kadar Mescid-i Aksâ’da Kur’ân-ı kerîm okudu. Namaz kıldı. Çok duâ ederek gözyaşı döktü. Sabahleyin fakir halka ihsânlarda bulundu. binlerce koyun ve sığır kurban ederek sevâbını; Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ), diğer Peyamberlere (aleyhimüsselâm), Eshâb-ı Kirâma (radıyallahü anhüm), âlimlere, evliyâya, bütün müslümanlara ve dedeleri Osmanlı sultanlarına hediye etti. Etleri de, Kudüs’te bulunan müslüman fakirlere dağıttı.


Kudüs-ü şerîften ayrılan Sultan Selim Hân, 9 Ocak’ta Sina Çölü’ne geldi, dayandı. Bu kum deryası, bir yanardağ krateri gibi kaynıyordu, İmparator Tîmûr Hân, Hindistan’ı, İran’ı, Anadolu’yu ve Bağdad, Haleb, Şam gibi pekçok Arab şehirlerini fethedip geçmişti. Ancak buraya geldiği zaman, çaresiz kalarak geri dönmüştü. (İkinci Dünyâ Harbinde Hitler, sırf bu çölü geçmek için, yirminci yüzyılın tekniği ile susuz çalışan Wolks Wagen motorunu keşfettirmiştir ki, o bile Selim Hân’a yetişememiştir. Bugün dünyâda ba’zı devletler, Selim Hân’ın Sina Çölü’nü geçmesinin sırrını araştırmaktadır.) Burada güneş o kadar kızgındı ki, yumurtayı kuma koysanız 40 saniyede pişer, erirdi. Havadaki kuşlar yanlışlıkla çöle dalsa, 500 metre uçamadan cansız yere düşerdi, işte Büyük Osmanlı Sultânı Selim Hân, ordusunu bütün mevcûduyla bu çölden geçirip, Mısır’ı fethe niyet etmişti.


Herzaman olduğu gibi bir keşif kolu çıkartıp, geçit yerlerini tesbit ettirmek istedi. Bu iş için Vezir Hüsam Paşa’yı görevlendirdi. Hüsam Paşa, yanına aldığı yedi çöl adamıyla birlikte yarım saat sonra geri geldi. Selim Hân at üzerinde onu bekliyordu. Bütün paşalar, askerler ve âlimler merakta idiler. İlk söz Pâdişâhındı: “Gel bakalım Hüsam Paşamız! Neler gördün? Ne tedbirler uygundur?.. De bakalım, ne söylersin?” Hüsam Paşa önüne bakıyordu. Ne söyleyeceğini değil, nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Selim Hân hafiften celallendi; “Ne susarsın Paşa!.. Susmak zamanı mıdır?” buyurdu. Hüsam Paşa; “Bizi af buyurunuz Sultânım. Velâkin bu kızgın çöl deryasını geçmek...” derken durakladı. Sultan; “Evet geçmek?” deyince, Paşa; “İnsanoğlu için mümkün değildir diye düşünürüz devletlüm. Hele, hele piyade askerleriniz çöl ortasına varmadan tebahhur ederler, buharlaşırlar Hünkârım...” diye cevap verdi. Sultan Selim Hân’ın boynundaki şah damarı kabarmaya başladı. Bunu ancak Hasen Can farketti. Terden sırılsıklam olan alnını silmeyen Koca Cihangir “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîminde“Dünyâdaki herşeyi, dağları, denizleri, ovaları, nehirleri, gölleri ve çölleri, (evet çölleri de...) insanoğluna müsahhar kılmıştır (emrine vermiştir)” dedi ve Hasen Can’a baktı. O da başıyla tasdik etti. Bu bakış ve baş eğiş sanki bir parola idi. Sonra da Pâdişâh; “Azlettim Hüsam Paşa’yı” buyurdu. Ordudaki heyecan son haddîne varmıştı. Eğer Osmanlı Sultânı bir an tereddüt gösterseydi, Hüsam Paşa gibi düşünenlere engel olunamazdı.


Mücâhid Serdar, Karaduman’ın üzengilerinin üstünde doğruldu ve askerlerine son defa hitâbetti: “Ey Cennet yolcuları! Ey can kardeşlerim!.. Bilirsiniz ki, müslüman Türkler muharebe meydanında ve bütün ömürlerince yalnız ve yalnız Allahü teâlâdan korkarlar, önüne çıkan hiç bir engel, onun Allah yolunda cihaddan alıkoyamaz. Sizler cenâb-ı Hakkın emirlerine uydukça, O’nun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasîb olur İnşâallah” Sonra atı Karaduman’ı kızgın Sina Çölü’ne sürdü. Arkasından koca Osmanlı ordusu düğüne gider gibi alevli Sina Çölü’ne daldı. Kum fırtınaları etrâfı kasıp kavuruyordu. Gündüzleri dayanılmayacak kadar sıcak, geceleri ise dondurucu soğuktu. Ordu bu şekilde yol almaya devam ederek çölü yarıladılar. Suyu herkes idâreli kullanıyor, Teyemmüm yapılarak namaz kılınıyordu. Bir ara Yavuz Sultan Selim Hân hazretleri, birdenbire Karaduman’dan yere atladı. Onu gören başta Vezîr-i a’zam Sinân Paşa olmak üzere Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi de atlarından indiler. Rütbe rütbe bütün komutanlar, sipâhiler, süvariler de yaya yürümeğe başladılar. Koca Osmanlı ordusu, piyade (yaya) bir ordu hâline dönüvermişti.


Üstelik Pâdişâh, çok saygılı bir şekilde ve önüne bakarak yürüyordu. Bütün vezirler, kumandanlar ve askerler merak içinde kalmışlardı. Her zamanki gibi, Hasen Can’a müracaat ettiler. O da ne olduğunu anlıyamamıştı. Fakat öğrenmek için Selim Hân’ın yanına yaklaştı; “Hayırdır İnşâallah Sultânım! Bütün ordu merak eyler, “Devletlü Pâdişâhımız, acep niçin yaya yürürler? diye telaş ederler” dedi. Bu dünyâyı iki Cihangir’e fazla gören büyük Sultan şöyle fısıldadı: “İki cihan sultânı Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), önümüzde yaya yürürlerken, biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasen Can?..” Bir müddet bu şekilde giden Selim Hân, tekrar atına binince diğerleri de atlarına bindiler. Osmanlı ordusu bu şekilde, Peygamber efendimizin rehberliğinde çölde yürümeye devam ediyorlardı. Develerin üzerindeki kırbalarda sular bitmişti. Herkes susuz bir hâlde iken Selim Hân orduyu durdurdu. Herkesin tövbe etmesini ve birbirleriyle helâllaşmasını istedikten sonra, el açarak yağmur yağması için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. “Ey yüce Rabbimiz! Hakkında “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğun Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın hatırı için bize; bol, fâideli, her tarafı kaplıyan, her tarafa akıp giden, her tarafı sulayan umûmî bir yağmur ihsân buyur... Ey Rabbimiz! Güç durumumuzu senden başkasına arz edemeyiz. Bizi gadabınla helak edip öldürme!.. Biz senden mağfiret dileriz. Şüphe yok ki, sen çok mağfiret edicisin... Bize semâdan bol bol yağmurlar ihsân eyle. Ey gafûr ve rahîm olan Rabbimiz..” Bütün ordu Sultanlarının gözyaşları içinde yaptığı bu duâya cân-ı gönülden “Âmin!.. Âmîn! Âmîn!.” diyorlar, onlar da ağlıyorlardı. Daha ellerini indirmemişlerdi ki, Peygamber efendimizin bir mu’cizesi olarak, bir anda kızgın çölün semâlarında yağmur bulutları toplanmağa başladı. Yavaş yavaş başlayan yağmur gittikçe hızlandı. Yıllardır yağmur yüzü görmeyen Sina Çölü’ne biraz sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Tıpkı dokuz asır önce Bedr Gazâsında olduğu gibi... Kaygan kumlar pekleşti, yürümek kolaylaştı. Gâzîler, mücâhidler ve binekleri serinlediler, taze can bulup suya kandılar. Başta Sultan Selim Hân olmak üzere, bütün ordu cenâb-ı Hakka şükür secdesine kapandılar. Osmanlı ordusu bir haftada çölü geçip Salâhiyye’ye ulaştı. Sultan Selim Hân’ın bütün ağırlıkları ve yüzlerce toplarıyla başardığı bu hareket, Müslüman Türk ordusunun târihine şeref veren büyük bir muvaffakivettir. Salihiyye’den Kâhire önlerine gelinceye kadar, Mısırlılar, orduya musallat oldular. Baskınlar yapıp su kuyularını kapattılarsa da fazla bir kayıp verdiremediler.


Osmanlı ordusu. 27 Zilhicce 922 (21 Ocak 1517) târihinde Kâhire yakınlarında, Birket-ül-Hacc ismi verilen yere geldiler. Selim Hân, Tomanbay’ın kumanda ettiği Mısır ordusunun, Kâhire ile Birket-ül-Hacc arasındaki Ridâniye köyünde ikiyüz topuyla mevzîlenmiş bir hâlde hücuma hazır olduğunu öğrendi. Orduyu hemen savaş düzenine sokarak, komutanları ile savaş harekâtını görüştü.


O akşam Selim Hân, bir alay askeri Mısır ordusunun önlerine doğru gönderdi. Tomanbay, siperlerde olduğu hâlde sabaha kadar Osmanlıların baskın yapmasını bekleyip durdu. Karanlık bastığında ise Selim Hân, ordusuyla Mukattam Dağı’nın üzerinden dolaşarak, Mısır ordusunun sağ tarafından geçip arkasına dolandı.


Sabahın erken saatlerinde, Mısır ordusunun önündeki Osmanlı alayı hücuma geçince, Tomanbay toplarını ateşliyerek onları durdurmağa çalıştı. Aslında bu bir gösteri idi. Bu sırada arkadan Yavuz Sultan Selim Hân’ın “Allah Allah” nidaları ile kendisine saldırdığını görünce Tomanbay şaşkına döndü. Toplarını çevirip ateşliyecek zaman dahî bulmadan, kendisini savaşın ortasında gördü. Osmanlı Ordusunun sağ cenahında Anadolu askeri ile Vezîr-i a’zam Sinân Paşa, Şehsüvaroğlu Ali Bey, Hayrbay bulunuyordu, Sol cenahta ise Vezir Yûnus Paşa, Ramazanoğlu Mahmud Bey, Antep muhafızı Yûnus Bey vardı. Merkezdeki yeniçerileri ise, Yavuz Sultan Selim Hân idâre ediyordu. Toplarını kullanamayan Tomanbay, şaşkınlığını hemen üzerinden atarak karşı saldırıya geçti. Bütün güçleri ile Osmanlı ordusunun sağ kanadına yüklendiler. Sinân Paşa bütün gücü ile çarpışmasına rağmen gerilemeğe başladı. Selim Hân bu durumu ta’kib ediyordu. Derhal sağ cenaha bir miktar kuvvet göndererek: “Lalam’dan daha fazla gayret beklerim. Bir karış geri çekilmesine billahi râzı olmam” buyurdu. Başta Sultan Selim Hân olmak üzere bütün Osmanlı ordusu canla başla çarpışıyor, Memlûk ordusunu dağıtmaya çalışıyordu. Selim Hân, Sinân Paşa’nın gayretli çarpışmasını gözleri yaşararak ta’kib ediyor, kendisi de; “Vurun şahbazlarım!... Koman yiğitlerim!.. Saldırın aslan yürekli gazilerim!..” diyerek askeri coşturuyordu. Mehterin cenk havasına kendini kaptıran Osmanlı yiğitleri, “Allah Allah” nidalarıyla Mısırlıları perişan ediyordu. Bu arada Tomanbay, kumandanlarından Alanbay ve Kurtbay’ı alarak ikiyüz seçme bahadırla Pâdişâh zannettiği, askeri gayrete getiren Sinân Paşa’ya saldırdılar. Pâdişâhı öldürürlerse Osmanlı ordusunun dağılacağını zannediyorlardı. Sinân Paşa’nın kuvvetlerini yararak etrâfını çevirdiler. Sinân Paşa’nın yanında Yûnus Bey, Ramazanoğlu Mahmud Bey, Baş Hazinedar Ali Ağa vardı. Bir anda etrâfının ikiyüz kölemen askeriyle çevrildiğini gören Koca yiğit Sinân Paşa; “Yâ Allah” diyerek müthiş bir cenge başladı. Her vuruşta bir kölemen kellesi düşürüyordu. Bu şekilde on kadar Mısırlı bahadırı devirmişti ki, bir kölemen süngüsü de, Vezîr-i a’zam Sinân Paşa’nın mübârek sinesine saplandı. Atından düşen Sinân Paşa’nın dudaklarından; “Allah sultanımızı muhafaza etsin. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” dökülerek şehîd oldu. Hâdiseyi işiten Yavuz Sultan Selim Hân; “Âh Sinân! Şehâdet mertebesine kavuştun. Fakat bizi de yaktın!..” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Derhal sipâhi ağası Ali Ağa’yı bir miktar asker ile sağ cenaha yardıma gönderdi. Bu hâdiseden sonra Selim Hân, bir sağa bir sola at koşturarak darda kalan askerine yardım ediyor, onları gayrete getiriyordu. Osmanlı yiğitleri, sultanlarının bu amansız hücumlarını gördükçe, savaşa yeni başlamış gibi canlanıyor, ellerinde ağırlaşan kılıçlarını makine gibi çalıştırıyorlardı. Bu şekilde ikindiye kadar dayanabilen Tomanbay, Selim Hân’ın karşısında kaçmaktan başka birşey yapamadı. Allahü teâlâ yine Ehl-i sünnet Osmanlı ordusunu muzaffer etmişti. Tomanbay’ın kaçtığı haberini Yûnus Paşa, Selim Hân’a getirdiğinde; “Lala, lala! Mısır’ı aldık amma, Sinân’ı kaybettik. Sinân’ı Mısır’a değişmezdim. Sinân’sız Mısır’da ne güzellik olur?” sözleri ile Sinân Paşa’nın yanındaki kıymetini belirtti.


Sultan Selim Hân kaçanların peşlerine Rumeli askerlerini gönderdikten sonra, şehîdlerin rûhlarına Kur’ân-ı kerîm okuyup, sevâbını bağışladı. Yaralıların yaralarını sardı. Şehidleri kabre defnettirdi. Ridâniye meydan muharebesinde Mısırlılar yirmibeşbinden fazla asker zayiatı verdiler. Tomanbay, kaçan askerlerini toplayarak yedi-sekizbin kişiyle Osmanlı ordusuna zaman zaman baskınlar tertip etti. Kâhire’ye girmek istiyen Osmanlılar, halkın müdâhelesiyle, karşılaştı. Günlerce sokak savaşı oldu. Harp, o derece şiddet bulmuştu ki, iki taraftan altmış bin kişi sokaklarda kan ve toprak içinde yatıyordu. Kâhire’nin her karış toprağı Osmanlı şehidlerinin kanıyla sulandı. Bu arada Tomanbay’ın komutanlarından Canberdî Gazâlî, Selim Hân’a teslim olacağını bildirdi. Kâhire’de artık bir direnme kalmadı. Şehir teslim oldu. 23 Muharrem 923 (m. 15 Şubat 1517) târihinde Yavuz Sultan Selim Hân, parlak bir merasimle Kâhire’ye girdi. Beyaz atı üzerinde heybetli görünüşü ile Mısırlıların kalblerini fetheden Pâdişâh için, binlerce insan yollara birikmişlerdi. Mehter marşları ile “Kasr-ı Yûsuf”a doğru ilerledi. Kâhire’de üç gün üç gece şenlikler yapıldı.


Selim Hân, “Mısır’ı da mülkünüz arasına aldınız” diyenlere şöyle cevap verdi:


“El-mülkü lillâhi men bizaferin yenîlü meta.
Yerdâ kahren yehvâ nefsuhu derekâ.


Levkâne lî ev ligayri kadrü ünmiletin
Fevkat-türâbi le kânel-emrü müşterekâ”


Ma’nâsı: “Mülk, yalnız Allahü teâlânındır. Bir kimse zafere ulaştığı zaman gurûrlanarak zulmünü artırıyorsa, Allahü teâlâ onu çok aşağı derecelere indirir. Hâl böyle iken insan gurûrlanabilir mi? Şayet benim veya başka bir kimsenin, yeryüzünde bir parmak ucu kadar toprağı olsa, bu Allahü teâlâ ile ortaklık iddia etmek değil midir?” kıt’asını söyleyerek Allahü teâlânın büyüklüğü önünde, kendisinin secde etmekten başka yapacağı birşey olmadığını bildirdi.


Sultan Selim Hân, 28 Muharremde Cum’a namazını kılmak için Melik Müeyyed Câmii’ne gitti. Hatîbin minberden nâmına hutbe okurken, Selim Hân’ı; “Hâkim-ül-Haremeyn-iş-şerîfeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi)” diye övünce, Sultan Selim Hân hemen müdâhele ederek; “Hâdim-ül-Haremeyn-iş-şerîfeyn (Mukaddes beldelerin hadimi, hizmetkârı)” diye söylemesini emretti. Büyük hükümdâr, hatîbin bu tekrârından sonra şükür secdesi için gözyaşları içinde kapandı. Allahü teâlâya hamdettikten sonra da, sırtındaki çok değerli kaftanı, hatîbe hediye etti ve hizmetkâr olduğunu belirtmek için sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç taktı. Bu muhteşem tevâzu örneğini gören ve işiten Mısır halkı ve bütün müslümanların kalbleri büyük Sultana karşı muhabbetle doldu. Son Abbasî halîfesi, Sultan Selim Hân’a halifeliği devretti. Selim Hân son Abbasî Halîfesini, Mısır’daki ilim adamlarını ve san’atkârları İstanbul’a gönderdi.


Mısır’ın fethiyle ilgili söylenen şiir ve düşürülen târih şöyledir:


“Rumdan asker çekip Sultan Selim,
Cümle a’dâyı bulup kıldı helak.
Erişir her yerde âna lütf-i Hak.
Âlemi kıldı müsahhar seyf ile,
Ehl-i diller dediler târihini.


Mısr-u Şâm’ı âna feth etti Âlim.
Nusret etti lütfedip âna Halîm.
Hıfz eder dâim ânı Hayy-u Hakîm.
Gerçi kim kırıldı askerler delim,
Mısr’a hâkim oldu alıp Şah Selim.


(Son Mısradan, ebced hesabiyle 923 (m. 1517) târihi çıkmaktadır.)


Nakledilir ki: Yavuz Sultan Selim Hân’ın, Molla Şemseddîn isminde bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan iyi huylu bir zât idi. Yazısı da son derece sür’atli idi ki, on günde bir Mıshaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selim Hân, birgün hocası Halîmî Efendi’ye buyurdular ki; “Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendi’ye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmibeş gün mühlet alıp Halîmî Çelebi’nin evinde yazmağa başladı. Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmağa başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp bu kimsenin ricâl-i gayb ismi verilen evliyâdan olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: “Arab diyarının tamamı feth edilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek?” O zât dedi ki: “Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin (Mekke ve Medine’nin) hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm Pâdişâhlan arasında, Hakkın gözünde olan Âl-i Osmandır. Selim Hân dahî evliyânın dışında değildir” dedi. Molla Şemseddîn dedi ki: “Sultan Selim’in saltanat süresi uzun sürer mi?” O kimse “Üç yıl vakti vardır” dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: “Konağında oturduğum Halîmî Efendi’nin sonu nicedir? Ya’nî ne zaman vefât eder?” O zât “Şam’dan öteye geçemez, orada kalır” dedi. Şemseddîn Efendi; “Yâ benim ölümüm ne zaman olur?” deyince, O zât; “Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez” dedi. Şemseddîn Efendi; “Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız” dedi. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Yavuz Sultan Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur” dedi. Koynundan bir arabiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana birşey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen başımdaki arabiyyeyi vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye arabiyyeyi verip; “Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim” deyince, Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.


Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasen Can’a anlatıp arabiyyeyi Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasen Can da arabiyyeyi vermek üzere Selim Hân’ın huzûruna vardı. Olanları anlatıp arabiyyeyi Selim Hân’a verdi. Selim Hân arabiyyeyi alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.


Sultânın yakınlarından Hasen Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Sultan Selim Hân bana şöyle buyurdu: “Bu gece rü’yâda Muhammed Bedahşî’yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyerek bizimle vedâlaştı.” Ben kulları ise gençlik atılganlığı ile hemen rü’yâyı ta’bire giriştim ve; “Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhıret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise yakında vefât edeceklerine işârettir” dedim. Yavuz Sultan Selim Hân karşılık vermedi. Ben de rü’yâyı böyle ta’bir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden Muhammed Bedahşî’nin ölüm döşeğinde Şam’ın ileri gelenlerini toplayıp, şöyle buyurdu: “Sultan Selim Hân Allahü teâlânın katında övülmüş olup, Arab diyarının fethiyle vazîfelendirilmiştir. Selim Hân’a verilen bu vazîfeyi bilen evliyâ ona bütün güçleri ile yardım etmektedir.”


Orada hazır olanlara, Sultanın emirlerine saygılı olmalarını, ayrıca; “Harameyn-i Muhteremeyn’e (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultana benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken, dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin” diye vasıyyette bulundu. Şam vâlisi durumu, Sultânın kapısına duyurdu. Bu sırada Sultânın hocası Halîmî Çelebi Efendi, Sultânın, yanına geldi. Konuşurlarken Sultan Selim Hân; “Şöyle bir rü’yâ görmüştüm. Hasen Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rü’yânın gerçekleşmesi ta’birin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması ta’birden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezalandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekildeki ta’birin cezası dayak değil mi?” dedi. Halîmî Efendi ise bana bakıp; “Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin” dedi. Ben ise utancımdan başımı eğip dedim ki: “Vefât günü ile rü’yânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rü’yâ daha önce ise, ferman devletlü Pâdişâhımızındır. Eğer iş aksi ise gerçek budur ki, cezası caize (hediye) ihsânıdır.” Halîmî Efendi, bu sözlerimi doğru bulup dedi ki: “Hasen Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır. O başlara tâc olan Pâdişâh, Şam’dan gelen mektûbu gösterdi. Gördüğü rü’yânın Muhammed Bedahşî’nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca kıymetli bir hil’at (elbise) ile tam ayar, ikiyüz dinar altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf, Muhammed Bedahşî’nin kerâmeti eseridir, diyerek azîz rûhuna duâlar eyledim.”


Tomanbay, Mart ayının sonuna kadar yakalanamadı. Başına topladığı askerlerle Osmanlıları çok uğraştırdı. Martın otuzbirinde, mağarada yakalayıp Selim Hân’ın huzûruna getirdiler. Selim Hân, vatanı için canını feda edercesine çalışan bu kahramanı, karşısında görünce; “Elhamdülillah İşte şimdi Mısır fetholundu” diyerek Tomanbay’ı bir sultan gibi karşıladı. Ona misâfir muamelesi yaptı. Osmanlı Sultânı Halîfe-i müslimîn Sultan Selim Hân, takdîr ettiği bu kimseyi hayranlıkla seyrettikten sonra; “Ey Memlûk Sultânı! Müslümanların kanı dökülmesin diye birkaç defa elçi gönderdik. Bir kuru nâma râzı olduk. Yalnız hutbe ve sikke bizim nâmımıza olsun dedik. Elçiye zeval yok iken, onları katlettiniz. Binlerce insanın ölmesine de sebep oldunuz.” deyince, Tomanbay çok utandı kendisini savunmak için; “Bizim devletimizin sonu, sizin saadet ve mertebelerinizin yükselmesi ezelde takdîr edilmiş olsaydı, bu hâl meydana gelmezdi” dedi. Selim Hân, orada hazır bulunanlara; “Memleket asayişe kavuşuncaya kadar Memlûk Sultanı, Yeniçeri Ağasında misâfir olsun ve lâzım olan riâyette kusur olunmasın” buyurarak hayatını emniyete aldığı gibi kendine hürmet gösterdi.


Tomanbay, halk arasında serbest dolaşmaya başlayınca, Kâhireliler tezahürata başlayarak; “Allah, Sultan Tomanbay’a yardım etsin.. Sen Mısır’ın ebedî sultânısın...” gibi sözler sarfettiler. Hattâ isyana benzer hareketler yaptılar. Olayları adım adım ta’kib eden Selim Hân; halkın isyan edip binlerce müslüman kanı dökülmesinden korkarak, Tomanbay’ın durumunu âlimlere sordu. Âlimler de idamına fetvâ verdiler. Bu fetvâlara uyarak, Tomanbay îdâm edildi. Selim Hân, böyle bir kahramanın vefâtına çok üzüldü. Cenâzesinde bulunarak hiçbir sultânın yapmadığını yaparak, cenâzeyi taşıdı. Rûhunun şad olması için Kur’ân-ı kerîm hatimleri yaptırdı. Sadakalar dağıttı.


Sultan Selim Hân’ın; medreselerde Ehl-i sünnet i’tikâdının okutulması, âlimlerin ta’yini, savaş sırasında yıkılan yerlerin ve câmilerin ta’miri, şehirlere yeni vâlilerin ta’yini, Mısır’ın asayişi ile ilgili çalışmaları 10 Eylül’e kadar sürdü. Bu sırada Kuzey batı Afrika’yı fetheden Oruç ve Hızır reîslerin gönderdiği Kurt Muslihuddîn Reîs, Selim Hân’ı tebrik, bağlılıklarını bildirmek ve Pâdişâh duâsı almak için Mısır’a geldi. Selim Hân, Kuzey Afrika’nın da Oruç ve Hızır reîslerin eline geçtiğine çok sevindi. Muslihuddîn Reîs’i ihsânlara gark eyledi.


Pâdişâh Mısır’da iken Mekke şerîfi Ebü’l-Berekât, oğlunu Sultan Selim Hân’ı tebrik etmek için gönderdi. Ebü’l-Berekât’ın oğlu, Mekke ve (Medine’nin anahtarını ve oradaki “Mukaddes Emânet’leri de beraberinde getirmişti. Bu emânetlerin çoğu, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) âit idi. Bunların içinde en kıymetlileri; Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek dişleri, mübârek sakal-ı şerîfleri, mübârek hırkaları, mübârek gasl suları, mübârek ayaklarının izleri, mübârek kabr-i şerîflerinden alınan toprak, mübârek sancakları, mübârek na’linleri, mübârek kılıcı ve asası ile gönderdiği mektûplar idi. Ayrıca Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’ye (r.anhüm) âit kılıçlar, yaylar ve diğer kullandıkları eşyalar vardı. Hazreti Osman efendimizin şehâdeti ânında okuduğu ve mübârek kanlarının aktığı Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) torunu Hazreti Hüseyn’in şehâdeti esnasında üzerindeki kanlı gömleği, mestleri, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimizin yazdıkları Kur’ân-ı kerîmler ve daha pekçok emânetler bulunuyordu. Sultan Selim Hân da, Haremeyn ahâlisi için mükemmel bir sürre tertîb etti, hediyeler gönderdi. Sultan Selim Hân, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin anahtarlarını almakla, oraların da Osmanlı hizmetine geçmesini sağladı. Böylece Kuzey Afrika, Mısır, Arabistan, Suriye ve Filistin Osmanlı topraklarına katıldı.


Mısır’da dokuz ay gibi uzun bir müddet kalınmıştı. Asker söylenmeye başladı. Birgün Selim Hân, Ahmed İbni Kemâl Paşa ile dolaşırken, askerin durumunu ve ne hâlde olduklarını sordu. Kemâl Paşa-zâde de; Nil kenarında gördüğü birkaç askerin bir türkü söylediklerini anlatınca, Selim Hân, “Nedir o türkü?” diye sordu. Ahmed İbni Kemâl Paşa da;


“Nemiz kaldı bizim mülk-ü Arabda?
Nice bir dururuz Şâm-ü-Haleb’de?
Cihan halkı kamu ayş-ü-tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm ellerine.”


Ma’nâsı:


“Bizim bu Arab diyârında neyimiz kaldı.
Şam ve Haleb’de niçin dururuz?
Dünyâda herkes şenlik içinde yaşamakta,
Gel gidelim kardeş Rum diyarına.”


Bu şiir, Selim Hân’ın çok hoşuna gitti ve; “Mukaddes emânetlerin gelmesini bekliyordum. Artık İstanbul’a dönebiliriz. Söyleyin, askerlerim hazırlığa başlasın” buyurdu. Hazırlıklar tamamlandı. Mısır vâliliğine Hayrbay, Şam vâliliğine Canberdî Gazâlî ta’yin edildi. Ordu, Eylül ayının ortalarında dönüşe başladı.


Yolda Sultan Selim Hân’ın yanıbaşında; Ahmed İbni Kemâl Paşa hazretleri ve ba’zı âlimler ve vezirler at üzerinde sohbet ederek gidiyorlardı. Bir ara Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın atının ayağından sıçrayan çamurlar, Sultan Selim Hân’ın kaftanını kirletti. Pâdişâhın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup, atını geriye çekti ve özür diledi. Sultan Selim Hân ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamurlar, bizim için şereftir. Vasıyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” buyurdu. (Bu vasıyyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi Sultan Selim Hân’ın kabri üzerinde bir camekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.)


Selim Hân, dönüşlerinde Şam’a uğradı. Şam’da hocası Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları da fayda etmedi. Sultan Selim onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı.. Üçüncü günde Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı günde Molla Şemseddîn ve pâdisâh’ın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâzesi beraber kılınıp, Yavuz Sultan Selim cenâzede hazır bulundu.


Molla Şemseddîn ile Hasen Can, hasta olan Halîmî Çelebi’yi ziyârete gitmişlerdi. Ziyâretten sonra Molla Şemseddîn, Hasen Can’a dedi ki; “O gördüğüm velî’nin, Halîmî Çelebi hakkında söyledikleri doğru olacak gibi. Hekimler âciz kaldılar. Fakat benim sıhhatim çok yerinde. Bu hâlimde asla bir değişiklik göremiyorum. Daha önce yazmamı rica ettiğiniz Hısn-ül-hasîn kitabını, eğer yazmaya vaktim olmadan ölürsem benim kitabımı siz alırsınız.” Bu konuşmadan sonra birbirlerinden ayrıldılar. Bu hâdiseden üç gün sonra Halîmî Çelebi ve Molla Şemseddîn vefât edince, Molla Şemseddîn’in vârisi olmadığı için malı ve kitapları Beyt-ül-mâla kaldı. Kıymetli olan kitaplar, tesbit edilerek Pâdişâhın huzûruna getirildi. Sultan Selim Hân, o kadar kitabın arasından, daha önceki konuşmalardan zâhiren bilgisi olmadığı hâlde kerâmet göstererek, mübârek elleriyle Hısn-ül-hasîn isimli kitabı aldı. Hasen Can’a uzatarak; “Bu sana hediyemiz olsun” buyurdu. Benim şaşırdığımı görünce de sebebini sordu. Ben de üç gün önce Molla Şemseddîn ile aramızda geçen konuşmaları aynen naklettim. Hâdiseyi dinleyen mübârek Sultan Selim Hân hazretleri; “Bunlar olağan işlerdendir, şaşılacak birşey değildir” diyerek kerâmetini gizlemeye çalıştı.


Sultan Selim Hân, Şam’dan Haleb’e geçti, iki ay Haleb’de durdu. 25 Rebî’-ül-âhır 924 (6 Mayıs 1518) târihinde İstanbul’a hareket etti. İstanbul’dan çıkalı iki sene olmuş, hilâfet makamı Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Bu muhteşem zaferleri kazanan Sultan Selim Hân, 25 Temmuzda İstanbul’un Anadolu yakasına geldi. Orduyu Hümâyun Anadolu sahilinde iken, İstanbul sokaklarına dökülen halkın, Pâdişâhı karşılamak için sabırsızlandığı haberi geldi. Bu habere canı sıkılan Sultan Selim, gecenin beklenmesini emretti. Kimse bu işin sırrını anlıyamamıştı. Askerler de sabırsızlanıyordu. Nihâyet Ahmed İbni Kemâl Paşa huzûra gelip: “Birşey arzetmek istiyorum Sultânım!” dedi. Pâdişâh: “Efendi, ne isteğin varsa çekinmeden söyle” buyurdu. İbn-i Kemâl Paşa da; “Asker oldukça merak eder, halk sokaklara dökülmüş sizi karşılamayı bekler, lâkin siz şehre girmezsiniz. Bunun hikmetini merak ederiz” dedi. Pâdişâh ise; “Efendi!.. Efendi!.. Sen bizi hâlâ tamyamadın mı? Biz şan, şöhret ve alkış toplamak için değil, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için savaşırız” buyurdu. Kendisine karşı gösterilen teveccühün ihlâsını zedeleyeceğinden korkan Pâdişâh, halka görünmekten sıkılmıştı. Gece herkes evine çekildiği bir saatte, yanında çok sevdiği Hasen Can ve veziri Pîri Paşa olduğu hâlde bir sandala binerek boğazı geçti ve sarayına, hiçbir merasim yaptırmadan girdi.


İstanbul’a gelen Mısır âlimleri ve Osmanlı âlimleri toplanarak, hilâfetin resmen Sultan Selim Hân’a devredilmesine karar verdiler. Bu haber Selim Hân’a ulaştığı zaman gözleri yaşararak secde-i şükre vardı. O Cum’a, Ayasofya Câmii’nde minbere çıkan son Abbasi halîfesi, uhdesinde bulunan hilâfet sıfatını Sultan Selim Hân hazretlerine devrettiğini bildirdi. Sırtından çıkardığı hil’atı Pâdişâh’a giydirdi. Uzun bir duâ yaparak, Devlet-i Âl-i Osman’ın ömrünün uzun olmasını cenâb-ı Haktan taleb eyledi. Ertesi Cum’a günü de Eyyûb Sultan Câmii’nde, Ebû Eyyûb-el Ensârî hazretlerinin huzûru şerîflerinde, hilâfet kılıcını Sultan Selim Hân’a kuşattı. Böylece Selim Hân, “Halîfe-i Müslimîn” sıfatını kazandı. (Bundan böyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar bütün Osmanlı pâdişâhları halîfe olarak vazîfe yaptılar). Mukaddes emânetler, sarayın en güzel odalarına yerleştirildi. Bu odada ilk defa Sultan Selim Hân, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı ve günün yirmidört saatinde, devamlı olarak Kur’ân-ı kerîm okunmasını vasıyyet etti. Bu günden i’tibâren sarayda, hafızlar günün yirmidört saatinde Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Halifelik kaldırılıncaya kadar bu böyle devam etti.


Cezayir’de Oruç Reîs şehid olduktan sonra yerine geçen kardeşi Hızır Reîs (Barbaros), Kuzey Afrika’daki ispanyol hıristiyanları ve Akdenizde bütün Avrupa ülkeleri ile mücâdele ediyor, İslâmiyeti yaymak için uğraşıyordu. Müslümanların bir bayrak altında toplanarak, hıristiyan âlemine karşı zaferler kazanabilmesi için, Hacı Hüseyn ismindeki elçisini, Osmanlı Sultânı Halîfe-i müslimîn Selim Hân’a gönderdi. Hacı Hüseyn, Hızır Reîs’in kendisine bağlılığını ve her emrine amade olduğunu bildirince, Selim Hân’ın gözleri yaşarmıştı. Hızır Reîs’e hükümdârlara mahsûs bir kılıç, bir de hil’at gönderdi. Cezayir’e, beylerbeyi ta’yin etti. Emrine ikibin yeniçeri, pekçok gemi gönderdi. Anadolu’dan da istediği kadar levent toplıyabileceğine dâir izin verdi.


Sultan Selim Hân, birgün Pîri Paşa’yı huzûruna çağırarak; “Pîrî lalam! Allahü teâlânın izni ile Mısır’ı fetheyledik. Hâdim-ül-Haremeyn ünvanı ile şereflendik. Allahü teâlâ bize her seferimizde zaferler ihsân eyledi. Artık emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu vaziyette devletin yıkılma ihtimâli var mıdır?” diye sordu. Vezir Pîri Paşa da; “Muhterem dedelerinizin koydukları kânun ve kaidelere uyulduğu müddetçe, bu devletin yıkılma ihtimâli yoktur. Hünkârım” diye cevap verdi. Bu cevâp Selim Hân’ın çok hoşuna gitti ve Pîri Paşa’ya ihsânlarda bulundu.


Sultan Selim Hân, bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapardı. O’nun rızâsı olmayan bir işe kat’iyyen karar verip yapmazdı. Dünyalık olan mala, mülke ve rütbeye hiç değer vermez, en büyük saadetin, “Bir evliyâya talebe olup, hizmet etmek” olduğunu bildirirdi. Bir defasında;


“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş”


buyurdu.


Sultan Selim Hân, İstanbul’a geldiğinden beri, Mısır seferinden dolayı meydana gelen harp malzemelerinin eksikliklerini tamamlamak için uğraşıyordu. Denizlere hâkim olmak için de, tersanelerde sür’atle gemi yaptırıyordu. Bu arada ispanyolların, Endülüs’teki müslümanlara yaptıkları zulümleri öğrenmişti. Bunlara ziyadesiyle üzüldü. Harp hazırlıklarının tamamlandığı sıralarda ba’zı vezirler; “Hünkârım! Donanmamız hazır. Dört aylık mühimmatımız da var. Rodos kalesi üzerine yürüyüp, orayı da ülkemize katsak” dediler. Selim Han, “Biz ülkeler zaptetmek niyetindeyiz. Siz beni bir hırsız kalesiyle uğraştırmaya çalışıyorsunuz. Sonra, Rodos kalesi için dört ay değil, sekiz-dokuz aylık bir mühimmata ve zamana ihtiyâç vardır... Benim bundan sonra yapacağım sefer, âhıret seferidir!” buyurdu. (Hakîkaten bu sözünden sonra vefât etti. Daha sonra Rodos, sekizbuçuk ayda fethedildi)


Hasen Can anlattı: “Halîfe-i müslimîn Sultan Selim Hân, 926 yılının Şa’ban ayında (m. 1520) Edirne’ye gitmeyi kararlaştırdı. Vezirler ve dîvân erkânını, orduyu hümâyuna lâzım olan pekçok ağırlıkları, hazîne-i âmire ile yola çıkardı. Ferhad Paşa’yı, beraber gitmek üzere alıkoydu. Hareketten birgün evvel, oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeyi yürüyerek indi. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçilerine hitap ederek; “Arkama güya bir diken batıp acıtır” buyurdular. Ben hakîr dahî: “Her hâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış olmalı. Ferman buyurulursa görülsün” dedim. Buyurdular ki: “Caizdir.” O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Sultan da kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da birşey bulamadım. Mübârek arkaları gayet kıllı olduğu için, elimi sürmekle birşey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu defa düğmelerini açıp baktım. Kılların arasından gördüm ki, bir kıl başı kadar yer ağarıp etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine dokununca; “İşte oldur” dediler. “Ne makûle nesnedir?” deyû suâl buyurdukta, beyân ettim. Buyurdular ki: “Bir parça sık!” Ben dahî, şehâdet ve orta parmaklarımla kenârından yokladım. Parmaklarımın arası, sertleşmiş büyük bir gudde ile doldu, irâdemi kaybedip; “Saâdetlü Pâdişâhım, büyük bir çıbandır. Henüz hamdır, olmadıkça zedelemek caiz değildir. Bir münâsip merhem koymak gerektir” dedim. Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: “Biz çelebi değiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara müracaat edelim” dediler. Bu hâlle, Kasr-ı Saâdet’e çıktılar. O geceyi acı ve ıstırab ile geçirdiler, Ertesi gün, çıbanın olgunlaşması için hamama gittiler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat bilip, kendi tellâkları olan Hasen adındaki hizmetçilerine, iyice sıktırıp çıbanı zedelemişler. Hamamdan geldikte, bana; “Hasen Can! Sözünle amel etmedik amma kendimizi helak ettik” buyurdular. Macerayı etrâflıca anlatınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe, ol sert madde azıtıp, taştıkça taştı. Pâdişâh Edirne’ye gitmeye karar verdiğinden geri bırakılmayıp Şa’bân ayının ikinci günü Edirne’ye doğru yola çıktılar... Hastalığı gitgide şiddetlendi, ilâç kabûl etmez bir hâl aldı.


Çorlu yakınında, Sırt köyü nam mahalle inildi. Buraya indiklerinde çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye sultânın iktidarı kalmadı. Çaresiz ol mahalde ikâmet ve karar ihtiyâr buyuruldu. Ve daha önce Edirne’ye varan erkândan; Vezîr-i a’zam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Beylerbeyi Ahmed Paşa, orduyu hümâyûna da’vet olundular. Bunlar gelince, askerin içine bir şübhe düşmesin diye, işlerin icâbına göre, dîvân toplanıp mansıplar dağıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neşeli görünerek, gizli kederlerini belli etmediler. Ve iki ay müddet acılar içinde vakit geçirdiler.


Bu sırada asker arasında binbir türlü haber şayi’ olup, yersiz bir takım hareketler olacağı alâmetleri belirince, vezirler bana haber gönderip, Sultan için nasıl bir çâre gerektiği sorulunca, ben de, askerin mübârek yüzlerini görmeye hasret kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp yakararak, otâğ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını sağladım. Orada bir miktar vekâr içinde durup, yüzünü gösterdikten ve sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa’yı sır saklamaya iktidarı olmadığı için, Edirne muhafızlığı bahânesiyle, o tarafa yolladılar. Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâl’in dokuzuncu gecesinde rûhunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.


Hastalığı sırasında, ona hizmet etmek şerefinden bir ân mahrûm olmadım. Geceleri sabahlara kadar mum gibi için için yanarak, karşılarında durur idim. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında oturur idim. Kâh mübârek elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya me’mûr eder, ancak bana i’timâd buyururlardı.


Vefâtında, Kur’ân-ı kerîm okumak ve telkinde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: “Hasen Can, bu ne hâldir?” Ben hizmetçileri dahî dedim ki: “Sultânım, cenâb-ı Hakka yüz çevirip, Allahü teâlâ ile olacak zamandır”. Buyurdular ki: “Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin? Cenâb-ı Hak’ka teveccühümüzde kusur mu gördün?” Ben dahî dedim ki: “Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka zamanlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyledim.”


Bir an geçtikten sonra: “Yâsîn sûresini oku!” diye ferman buyurdular. Emr-i hümâyûnları gereğince Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle beraber okudular. İkinci defa okurken “Selâmün kavlen min Rabbirrahîm” âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudakları bu âyeti okuyarak hareket eder. O anda şehâdet parmağını uzatıp, kelime-i şehâdet getirdiler. Sonra “Allah” diyerek vefât eylediler.


Eli elimde idi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın durduğunu hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi orada idi. Benim ne yaptığıma bakıyordu. Ayağa kalktığımı görünce: “Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?” diye beni oturtmaya kalkınca; “Bu eşiğe alnımı koyduğum andan bu âna kadar, velîni’metimin hizmetinden bir lahza yüz çevirmemişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabiblik etmenin zamanı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti” dedim. Gerekli hizmetleri yerine getirdim.”


Sultan Selim Hân’ın gaslinin, otâğ-ı hümâyûnda yapılmasına karar verildi. Hekim Şah Muhammed Gaznevî, Hekim Îsâ ve Hekim Osman otağa girerek, gasl işlerine başladılar. Gasl esnasında avret mahalleri iki defâ açılacak gibi olmuş, o ânda Selim Hân, sağ eli ile avret mahallini örtmüştür. Orada hazır olanlar hayret etmişlerdir.


Ahmed İbni Kemâl Paşa, vefâtı için:


“Az zaman içre çok iş etmişti,
Sayesi olmuş idi. âlemgîr.
Şems-i asr idi, asırda şemsin.
Zılli memdûd olur, zamanı kasîr”


Ma’nâsı: “Kısa zamanda çok iş yapmıştı. Lütuf ve ihsânlarının gölgesi cihanı tutmuştu. Asrının güneşi idi. İkindi güneşinin gölgesi uzun, fakat zamanı kısa olur” buyurdu. Ayrıca şu târihi düşürdü:


“Rûhunu Sultan Selim’in yâ Allah,
Gark-ı rahmet kıl bihakkı fâtiha.
Kim vefâtına ânın târihtir,
Ehl-i îmân rûhu için Fâtiha.”


Sultan İkinci Abdülhamîd Hân zamanında, Sultan Selim Hân’ın türbesinde vazîfe yapan bir türbedâr çok fakir idi. Selim Hân’ın büyük bir evliyâ olduğunu öğrenmişti. Fakat yıllardır bu türbede vazîfe yaptığı hâlde, hiçbir kerâmetini görmemişti. Birgün kabre karşı durup, Selim Hân’a hitaben; “Evliyâdan olduğunu duydum. Yıllarca türbedarlığını yapıyorum, hâlâ yoksulluk içindeyim” dedi. Sultan Selim Hân, o gece zamanın sultânı Abdülhamîd Hân hazretlerine rü’yâda görünerek, durumu bildirdi. Pâdişâh, o türbedârı sarayına çağırdı ve türbedeki durumları sordu. Türbedâr dünkü söylediği sözleri hatırlıyarak, Abdülhamîd Hân’ın hâdiseden haberdar olduğunu sezdi ve söylediklerini tekrar etti. Bunun üzerine Sultan Abdülhamîd Hân, o türbedâra ihsânlarda bulundu ve maaşını arttırdı.




1) Evrâk-ı Perişan


2) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 397


3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1063


4) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 141


5) Selimnâme (Sa’düddîn Efendi)


6) Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab


7) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 217


8) Münşeât-üs-selâtîn cild-1, sh. 398, 459


9) Müneccimbaşı Târihi vr. k. 93 a.


10) Tevârih-i Âl-i Osman (Millet Kütüphânesi No: 29) Defter 9 vr. 25


11) Devlet-i Osmâniyye Târihi Tercümesi (Hammer) cild-4, sh. 101


12) Selimnâme (İshâk bin İbrâhim). Âşir Efendi kısmı No: 655


13) Selimnâme (Keşfi), Es’ad Efendi kısmı No: 2147


14) Tabakât-ül-memâlik, Ayasofya kısmı No: 3396


15) Târîh-i Sultan Selim Hân (Celâl-zâde Sâlih Çelebi) Hüsrev Paşa Kısmı Na 354


16) Selimnâme (Şükrî) Es’ad Efendi Kısmı No: 2146

ALFABETİK SIRA

Seçiniz A B C Ç D E F G H İ K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z HİCRÎ ASIRLAR




Seçiniz HİCRÎ 01.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 02.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 03.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 04.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 05.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 06.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 07.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 11.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 12.ASIR ÂLİMLERİ HİCRÎ 13.ASIR ÂLİMLERİ









Hüseyin Hilmi Işıkefendi hakkında
detaylı bilgi



Bütün Konuların
Sesli Arşivi










 
Üst