Yarasülallah çii baş ed çün segi eshabı kehf

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
MOLLACAMİ HZ. Fatih Sultan Mehmet Han zamanında Afganistanda yaşayan bir zattır.Şiilerin çok olduğu o bölgede ehli sünnet akaidini,dolayısıyla sahabe-i kiramı çokça medhü sena etmiştir.Bu vesile ile yazmış olduğu bir şiirde:
(Farsça)
Yarasülallah çii baş ed çün segi eshabı kehf
Dahili-cennet şevem der zümrei-eshabı-tü
O reved der cennet menn der cehennem key revasi
O segi eshabı kehf men segi eshabı tü

Manası:Ya rasülallah ne olur, Eshab-ı kehfin kelbi onların arasında cennete girdiği gibi, bende senin eshabın arasında cennete giriversem!
O kelp ki cennete gitsin,ben cehenneme gideyim revamıdır..
O Eshabı kehfin kelbi, ben ise senin eshabının kelbiyim!..

Mollacami hz. Afganistan’ın Herat şehrinde medfundur
 

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
mevlam şefaatını mahrum etmesin.
 

Dargo

Üye
Katılım
26 Eki 2009
Mesajlar
69
Tepkime puanı
0
Puanları
0
MOLLACAMİ HZ. Fatih Sultan Mehmet Han zamanında Afganistanda yaşayan bir zattır.Şiilerin çok olduğu o bölgede ehli sünnet akaidini,dolayısıyla sahabe-i kiramı çokça medhü sena etmiştir.Bu vesile ile yazmış olduğu bir şiirde:
(Farsça)
Yarasülallah çii baş ed çün segi eshabı kehf
Dahili-cennet şevem der zümrei-eshabı-tü
O reved der cennet menn der cehennem key revasi
O segi eshabı kehf men segi eshabı tü

Manası:Ya rasülallah ne olur, Eshab-ı kehfin kelbi onların arasında cennete girdiği gibi, bende senin eshabın arasında cennete giriversem!
O kelp ki cennete gitsin,ben cehenneme gideyim revamıdır..
O Eshabı kehfin kelbi, ben ise senin eshabının kelbiyim!..

Mollacami hz. Afganistan’ın Herat şehrinde medfundur

Bu nasıl bir itikat?
Cennete cehenneme gireceklerin kararını Peygamberimiz mi veriyor?
 

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
Osmanlı sultanları, Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can attılar. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu'ya dâvet etti. Konya'ya geldiğinde, Fâtih Sultan Mehmed Hânin vefât haberini alınca geri döndü.

Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne kadar çok sevdilerse, İran’daki Safevî sahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Eshâb-i kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, Molla Câmî'nin oğlu, babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka bir yere defnetti. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'i istilâ edip, Molla Câmî'nin kabr-i serîfini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh Ismâil de, kendi devrinde Herat'i zaptettigi zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin nerede bir kitabi görülürse, kitabin üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasini kaziyip, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun." Bu hâdiselere Horasanli âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; "Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şâh'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.

Molla Câmî'nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur." deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuşmak mekruhtur." buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.

Bir kimse Molla Câmî'ye gelerek; "Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak cenâb-ı Hakk'in rızâsını kazanayım." dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddîn-i Kasgârî'ye de ayni suâli sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgûl olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi." buyurdu
 

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
Molla Câmî, Ehl-i Beyt'e ve Eshâb-i kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarf edenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-i kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkitlerine mâruz kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme baslığı ile Ehl-i sünnet îtikâdini, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp ile anlattı
 

ihvan23

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
3,539
Tepkime puanı
220
Puanları
0
MOLLA CÂMİ HAZRETLERİ

Hirat'ta yetisen âlim ve büyük velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn'dir. Câmî ve Mevlânâ nispetleriyle meşhûr oldu. Anadolu'da MollaCâmî diye tanınmaktadır. 1414 (H.817) de İran'in Câm kasabasında doğdu. İmâm-i Muhammed Şeybânî Hazretlerinin neslindendir. Beş yasında Muhammed Pârisâ Hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân'ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûg yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu.Mevlânâ Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumaya başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında Bursalı Kadizâde Rûmî'nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kusçu'ya dönerek; "Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe etti. Ali Kusçu ise; "Molla Câmî ile karsılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Herat'ta meşhûr beş âlimden birisi oldu.

Herat'ta Sâdüddîn-i Kasgârî Hazretleri, her gün câmi kapisinin önünde, namazdan önce ve sonra talebeleriyle sohbet ederdi. Molla Câmî'nin de yolu, oradan geçerdi. Sâdüddîn-i Kasgârî ne zaman Molla Câmî'yi görse; "Bu gençte görülmemiş bir kâbiliyet var. Onun hâline âşık oldum. Bu gencin, bu istidâdını boşa kullanmaması için onu yetiştirmeliyiz. Fakat bunu kendisinin talep etmesi lâzım" buyururdu. Molla Câmî, bir gün rüyâsinda Sâdüddîn-i Kasgârî Hazretlerini gördü. Molla Câmî'ye; "Öyle bir sevgiyle bağlan ki, bırakmak mümkün olmasın." buyurdu. Bu rüyâ, Abdurrahmân Câmî'ye pek fazla tesir etti. O anda Horasan'da idi. O gün hemen yola çıkıp, Herat'a geldi ve Sâdüddîn-i Kasgârî'nin huzûruna girdi. Onun sohbeti ile şereflendi. Bu sohbette, kalbinde pek çok değişikliklere şâhid oldu. Sâdüddîn-i Kasgârî'nin bâzı kerâmetlerini görünce, ona bağlılığı daha da arttı. Zâhirî ilimlerin yanı sıra, bâtinî ilimlerde de yükselmek için, Sâdüddîn hazretlerine canla basla hizmet etmeye, onun teveccühlerine kavusup, fevkalâde olgunluklara sâhib olmaya başladı. Sâdüddîn-i Kasgârî, Molla Câmî'nin ilk geldigi gün; "Rabbimize hamdolsun ki, Mevlânâ Abdurrahmân gibi bir şâhin tuzağımıza düşmüştür. Artık bunu yetiştirmek, zâyi etmemek lâzımdır." buyurdu. Artık hep onunla meşgûl olmaya başladı.

Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kasgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kasgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu. Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insani zâhirî ilimlerden baska hiçbir sey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kasgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlayamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mi? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocasi Sâdüddîn-i Kasgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı. Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, kesif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanin tamâmıyla olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretleri, Sâdüddîn-i Kasgârî'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halîfesi, vekîli oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat'da vefât etti.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânindaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-i Ahrâr Hazretleridir. Ubeydullah-i Ahrâr ile dört defâ buluştular. İlk görüşmelerinde Ubeydullah-i Ahrâr'in büyüklüğünü kabûl edip, ona bağlandı.

Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükût içinde geçerdi. Fakat kalbden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmî, Taşkend'e Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmî olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-i Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar anlamıyorlardı. Bir ara Molla Câmî; "Efendim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî'nin Fütûhât'inda bâzı mevzûlarda müşkilimiz vardır. Bunların îzâhını istirhâm ediyorum." dedi. Hâce Ubeydullah emir buyurup Fütûhât kitabı getirildi. Anlaşılmayan yerler gösterildiğinde; "Okuyun, dinleyelim!" buyurdu. Kitaptaki o mevzû, tâne tâne okundu. Sonra Ubeydullah hazretleri îzâh etti, fakat bu îzâhi orada olanlar anlayamadılar. Bu îzâhın anlaşılmadığını gören Hâce Ubeydullah; "Kitabı kapatınız!" buyurdu. Kapattılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu. Ubeydullah-i Ahrâr Hazretleri murâkabeye vararak, başını göğsüne eğip tefekküre daldı. Sonra; "Şimdi kitabi açınız!" buyurdu. Açtılar ve okumaya başladılar. Bu defâ, okudukça yazılanlar anlaşılmaya başlandı. Daha önce niçin anlayamadıklarına hayret ettiler. Ubeydullah-i Ahrâr'in bir nazari, himmeti ve duâları bereketiyle, anlaşılmayan mevzû, bir defâ daha okununca anlaşılır hâle geldi. Nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî; "Hâce Ubeydullah-i Ahrâr öyle bir kimse idi ki, bir bakışları ile hasta kalpleri ıslâh eder, kalbi dünya düşüncelerinden o derece çabuk temizlerdi." buyurdu.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, 1472 (H.877) senesinde Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılayarak, ziyâret edip, hayır duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdât’ta Eshâb-i kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebep oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pek çok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmis büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber Efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî ile karsılaştı. Molla Câmî'nin güzel bir devesi vardı. O deve Arabî'nin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Câmî, Arabî'nin ısrârına dayanamayarak verilen fiyata devesini sattı. Arabî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti. Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmî'ye gelip; "Bana hasta bir deveyi sattın." diyerek, küstahça sözlerde bulundu. Haddinden fazla edepsizlik etti. Molla Câmî, adama parasını geri vererek; "Deve nerede öldü?" buyurdu. O da; "Falan yerde, istersen gidip görelim." dedi. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çikmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: "Bu Arabî'nin ölümü yaklaştı." Arabî, Mevlânâ Câmî'yi tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.

Hac vazîfesini yaptıktan sonra Haleb'e geldiler. Orada da bütün halk onu saygıyla karşıladı. Pek çok ikrâmlarda bulundular. Oradan Tebrîz, Horasan ve Herat'a gitti.

Molla Câmî hacdan dönünce, Hüseyin Baykara'nın kendisine tahsis ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Arab diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazmıştır. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdigi El-Fevâid-üz-Ziyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adli Arabca gramer kitabı, Müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmıştır ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Mevlânâ Abdurrahmân, Sadüddîn-i Kasgârî'nin halîfesi, vekîli oldugu hâlde, önceleri tasavvuf edeplerini başkalarına bildirmekten çekinirdi. "Hocalık yükü çok ağırdır. Bu yüke tahammül edemem." der ve bu ilmi öğrenmekte çok ısrâr edenlere yardımcı olurdu. "Tâlib çok, fakat hakîkî sâdik olanlar çok az." buyururdu.

Molla Câmî'nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı.

Sultanlara, vezirlere, vâlilere ve devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, Hayri, adâleti, halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.

Hindistan'da Timûroğulları devletinin kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkinda; "Zamânında, zâhirî ve mânevî ilimlerde onun gibisi yetişmemiş gibidir. Onun övülmeye ihtiyâcı yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluşa vesîledir." derdi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, şöhret ve îtibâr kazanmaktan kaçardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi oturur; Hakka ve halka karsı hürmet göstermek yönünden böyle oturmayı tercih ederdi. Çok defâ kuru toprak üzerine otururdu. Meclisine gelenler gam ve kederlerini unuturlar, nese ve ferahlık duyarlardı. Sofrasında misâfirsiz yemek yemez, hizmetini görenlerle berâber yemek yemekten zevk alirdi. Kendi ihtiyâcindan fazlasını hayır islerine sarfeder, ilim talebelerinin ihtiyaçlarını görürdü. Herat'da ve Hiyâban şehirlerinde birer medrese, Câm şehrinde de bir câmi yaptırdı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, bir defâ okuduğu kitabi hiç unutmazdi. Onun için de bir daha bakma durumu olmazdı. Dünyâya meyletmez, âhiret hayâtına hazırlıkla meşgûl olurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra, bir saat kadar cemâatle sohbet ederdi. Sonra Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olur, namaz kılar, Kur'ân-i kerîm okumakla vakitlerini değerlendirirdi. En fazla uykusu, gecenin üçte birinden az olurdu. Geri kalan zamânını ibâdet etmekle geçirirdi.Sabah namazından sonra, isrâk vaktine kadar cenâb-i Hakk'in yarattıkları hakkında tefekkür, murâkabe ederdi. Öğleye kadar eser yazma, kitap mütâlaası üzerinde durur, öğleden sonra talebeleriyle meşgûl olurdu.

Molla Câmî, Ehl-i Beyt'e ve Eshâb-i kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarf edenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-i kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkitlerine mâruz kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme baslığı ile Ehl-i sünnet îtikâdini, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp ile anlattı
 
Üst