yalnız kuran diyenlere hadis düşmanlarına mealcilere HODRİ MEYDAN

Darul_Beka

Profesör
Katılım
17 Kas 2013
Mesajlar
2,214
Tepkime puanı
174
Puanları
63
MÜSLÜMAN HAYATA VAHYİN PENCERESİNDEN BAKAR
Daha açık bir ifadeyle söylersek Müslümanlar hayatlarını Kur’an ve Sünnetle anlamlandırırlar. Yüce Allah bu konuda Müslümanları yeterince aydınlatmıştır. Şu ayet konumuzun en önemli delillerindendir: “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلا” “Siz ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’e ve aranızdan kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara itaat edin ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’e götürün (problemlerinizi Kur’an ve sünnete göre çözün), eğer Allaha ve Ahiret Gününe (gerçekten) inanıyorsanız. Bu (sizin için) en hayırlısıdır ve sonuç olarak da en iyisidir.”[1] Rabbimiz olaylara kasıtlı olarak vahiy zaviyesinden bakmayıp Kur’an ahkâmını reddedenleri kâfir, zalim ve fasık diye nitelemiştir.[2]
Bu bağlamda Müslümanların muhtevasına göre hayatlarını anlamlandırmak zorunda oldukları Kur’an-ı Kerim’i tanımlamakta yarar görüyoruz. Kur’an-ı Kerim; Allah Teâlâ'nın, Cebrail (a.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)'e lafız ve mana olarak indirmiş olduğu ve Mushaflara yazılmak suretiyle tevatüren nakledilen; Fatiha ile başlayıp Nas Suresi ile son bulan vahiylerin toplamıdır.[3] Lafzı aynı zamanda ibadet dilidir. İnsanlara hidayeti göstermek için gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'in bu hidayet yönünden istifade edebilmek için onunla daimi bir iletişim içerisinde olmak gerekir. Bu iletişim, anlamdan ve hayattan kopuk ölü bir kıraat ile gerçekleştirilemez. Kur'an-ı Kerim'i okuyan her mü'min, onu Ümmü Eymen bilinciyle okumalı ve “Allah'ın kullarıyla konuşması”[4] olarak algılamalıdır. İlahi kitabı ve hitabı iyi algılayan bir insan onun tilavetini amelî hale de getirmelidir.[5] Her okuyuş insanın ruhunda bir inkılap ve terakki oluşturmalıdır. Zira Kur’an’ın nüzulünden amaç kıraatten ziyade içeriğini yaşamaktır. Aksi hâlde oryantalistlerden ne fark olur?
Kur'an-ı Kerim'den okuyup anladıklarını anında amelî hale getirmek suretiyle ümmetine örnek olan Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur'an-ı Kerim'in yaşanmasına hem büyük bir önem vermiş hem de teşvik etmiştir. Sahabe de Hz. Peygamber’den gördüğü şekliyle Kur’an’ı yaşayıp uygulamışlardır. Bu meyanda; "Ancak iki kişiye gıpta edilir: Birisi, Allah'ın (c.c.) kendisine mal mülk verdiği ve bu malı gece gündüz Allah yolunda harcayan kimse; diğeri de, Allah'ın (c.c.) Kur'an-ı Kerim ('i okumayı, anlamayı, öğrenmeyi) lütfettiği ve öğrendiği Kur'an'ın emirlerini gece gündüz uygulayan; gereklerini yerine getirendir.”[6] Resulullah(s.a.v.), okudukları Kur'an ayetlerini amelî hale getirmeyen ve hayatlarını vahiyle anlamlandırmayan insanların kötü akıbetlerini şöyle anlatmıştır: “Ahir zamanda öyle bir kavim olacak ki Kur'an'ı okuyacaklar fakat okumuş oldukları şeyler hançerelerinden/boğazlarından aşağıya geçmeyecektir…”[7] Sahabe bu tür uyarıları duyduğu zaman hemen uygulamaya geçerek hadisin hedefi olmak istememişlerdir. Hz. Peygamberin sakındırdığı bu tip bir okuma alanından çıkabilmek için önce onun mutlak hakikat ve hidayet olduğuna iman etmek gerekir. Sahabe bu durumu şöyle dile getirmişlerdir: “Biz, önce imanı sonra Kur'an'ı öğrendik…”[8] Bir başka rivayette ise, Hz. Peygamberin hayat tarzını ve sünnetini örnek alan sahabiler “Biz, Kur'an-ı Kerim'i (okumayı) ve onunla amel etmeyi beraberce öğrendik.”[9] demişlerdir. Bunu da Abdullah b. Mes'ud'un (ö: 32/652) ifadesiyle; “On ayeti alıp içindekileri öğrenip amel etmeden başka ayetlere geçmemekle”[10] gerçekleştirmişlerdir. Çünkü sahabe Kur’an ve sünnet karşısında seçme haklarının olmadığını biliyorlar[11] ve vahyin tüm boyutlarıyla bağlayıcılığına iman ediyorlardı. Kur’an-ı Kerim’e böyle bakan sahabe, hayatın genişlik alanında vahyi ameli duruma getirerek “her an Allah ile” şeklinde bir bilinç geliştirmişlerdir. Sufilerin “zikr-i daim” veya “murakabe” dedikleri şey de tam budur.
[1] Nisa 4/59
[2] Bak: Maide 5/44,45,47.
[3] el-Hanbelî, Şakir, Usulül Fıkh'ı-l İslâmi, Güven Matbaacılık, İst, trsz, s.46; Hallaf, Abdulvahhab, İlmi Usulû Fıkıh, Kahire, 1968, s.23; Zeydan, Abdulkerim, el-Veciz, Mektebet'ü-l İslâmi, İstanbul 1979, s.124
[4] İbni Sad, Tabakat c.IV, s.127; Ahmed, Müsned, c.III, 212; Müslim, 44, F. Sahabe, 18, N:2453, c.II, s.1907
[5] Bak: İbni Kayyim el-Cevzi, Ebu Abdullah b. Muhammed, Medaricus-Sâlikin, Darul Kütubul İlmiyye, Beyrut trsz, c.I, s.485
[6] Abdurrezzak b. Hummam, Musannef, Pakistan 1983, N: 5974, III, 360-1; Ahmed, Müsned /tah: M. Şakir), No: 4550, c.VI, s.25; Buhari, 93, Ahkam, 3, c.VIII, s.105; Heysemî, Nureddin Ali b. Ebi Bekir, Mecmauz Zevaid, Darul Kitabil Arabi, Beyrut 1982, c.II, s.256
[7] Ahmed, Müsned (tahk: M. Şakir), N: 1345, c.II, s.343
[8] Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Sünnet, Had. No: 616, s.109; No: 1662 İbni Mace, Mukaddime, 9, N: 61, I, s.23
[9] Tahavî, Müşkil'ü-l Asar, II, 133
[10] Tahavi, Müskil'ü-l Asar, No: 1661, c.II, s.132
[11] Bak: Ahzab 33/36
MEHMET SÜRMELİ
 
Üst